Köşe Yazarlarında Halk Edebiyatı

Halk edebiyatı, kökü eskilere dayanan; Orta Asya’dan Anadolu’ya değişimlere uğrayarak bugüne gelmiş bir kültürdür. Atalarımız yaşadıkları deneyimleri, aşklarını, acılarını, umutlarını, özlemlerini halk edebiyatı nazım biçimleriyle gelecek kuşaklara aktarmışlardır. Maniler, türküler, destanlar, hikâyeler, fıkralar, deyimler, atasözleri, dinî niteliği ağır basan ilahiler, nefesler sözlü kültürle başlamış, yazılı kültürde varlığını devam ettirmiştir. İnsanlar bu eserlerde kendilerinden bir şeyler bulduklarında onları kuşaktan kuşağa aktarırlar. Köylerde, kasabalarda, kentlerde halk edebiyatı ürünlerini bilmeyen yoktur. Yunus Emre, Mevlânâ, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal halkın gönlünde yer etmiş birer çınar ağacıdır. Kökleri çok derindedir.

Köşe Yazarlarında Halk Edebiyatı

Modern edebiyat, halk edebiyatından etkilenirken eski eserlerden sıkça alıntı yapmakta, insanların geçmişle bağını kurmaktadır. Edebiyatta süreklilik esastır; nesiller arasındaki bağlantıyı edebiyat sağlamaktadır. Günümüz yazarları, görüşlerini aktarırken kendilerine destek bulmak amacıyla farklı metin örneklerinden alıntılar yapmaktadırlar. Bir şiirden, hikâyeden, masaldan, fıkradan alıntı yapmak inandırıcılığı artırır, görüşleri pekiştirir. Yazar bu konuda “Sadece ben böyle düşünmüyorum, başkaları da böyle düşünüyor.” demek istemektedir.

Örnek verme, tanık gösterme edebiyatta sıkça kullanılan tekniklerdendir. Birçok yazarda halk edebiyatı türlerinden örnekler bulabiliriz. Bu yazıda alıntıları dört köşe yazarımızla sınırlandıracağız. İlhan Selçuk, Çetin Altan, Hasan Pulur ve Rauf Tamer, halk edebiyatı unsurlarını ustaca kullanan yazarlarımızdır.

Gazetelerin tirajının yüksek olduğu dönemde köşe yazarlarının toplumda büyük bir itibarı vardı. Dile hâkim olan köşe yazarları, günlük yazılarıyla toplumun gündemini belirliyorlardı. Zaman içinde değişen toplumsal koşullarla birlikte köşe yazarlarının güncelliği azaldı. Fakat yine de işinde etkili olan köşe yazarlarımız bulunmaktadır. Yazımıza İlhan Selçuk’un fıkralarıyla başlayalım. İlhan Selçuk uzun süre Cumhuriyet gazetesinde başyazarlık yaptı. Pencere köşesinde toplumsal sorunlara değindi:

“Federal Almanya’ya gitmek için vize kuyruğunda bekleyen Mehmet, oradan geçen bir deveye sordu:

- Boynun neden eğri?

Deve, ‘Nerem doğru ki?’ diye yanıtlamadı Mehmet’i, tepeden bakarak:

- Benim boynum hiç olmazsa eğri ama seninki gibi eğik değil.

Bir domuz holding kurmuştu. Tilkiyi muhasebeci diye aldı. Yılan personel müdürüydü. Çakal satış şefi oldu. Dış alım-satım işlerini fare yönetiyordu. Aslan durumu öğrenince meraklanıp holding başkanı domuza sordu:

- Ne yapıyorsunuz?

- Orman yasalarına göre ülkemize hizmet ediyoruz, sultanım.

Kırkayak üzgünmüş.

-Neye bozuluyorsun? diye sormuşlar.

Yanıt vermiş:

- Dünyada nezaket kalmadı; kalabalık yerlerde herkes ayaklarıma basıyor.”**

Hasan Pulur, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Olaylar ve Görüşler köşesinde toplumsal konulara mizahi bir anlayışla yaklaştı:

“Çoktandır fıkra yazmıyoruz; oysa öyle fıkralar var ki, kiminin yakası açılmadık, kiminin de yakası açıldı mı bir daha kapanmıyor.

Köy halkı susuzluktan kırılıyormuş, bir daha yağmur düşmemiş. Nefesi kuvvetli bir hocayı çağırıp yağmur duasına çıkmışlar, nafile, yağmur yok; yağmur değil, bulut bile yok. Dönerken hoca, ‘Sizin köye yağmaz.’ demiş.

- Niye?

- İnancınız yok da ondan. Eğer inancınız olsaydı yağmur duasının yağmur getireceğine inanır, yanınıza şemsiye alırdınız.”

Çetin Altan, Milliyet gazetesinde Şeytanın Gör Dediği köşesinde gündeme dair fıkralar yazdı. Bir dönem milletvekilliği yapan yazar, tiyatro oyunlarıyla da tanındı:

“Bir orman korucusu, ormanların içinden geçen bir derede yüzmeye kalkmış birini görünce kendisine bağırmaya başlamış:

‘Kıyıdaki “Burada yüzmek yasaktır” levhasını görmedin mi?’

Deredeki adam da boğuk bir sesle yanıt vermeye çalışmış:

- Ben, ben yüz... yüzmüyorum ki... Boğuluyorum.”

Rauf Tamer, Hürriyet ve Posta gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Mizahi bir anlatımı olan yazar, gündeme dair görüşlerini ortaya koyan fıkralar kaleme aldı:

“Papazı uygunsuz hâlde yakalayan bir kişi papaza ‘Tüh!’ diye tükürmüş. Bunu gören papaz adama seslenmiş:

- Hele şu işimi bitireyim, kiliseye tükürmek neymiş sana göstereceğim!”


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

İçimizdeki Musa

İçimizdeki Musa

Bir dağa benziyordu yüzün

Kıyaslanamaz –ölçülemez-sonsuz(yekpare)

Musa’nın kalbinde eriyen gözlerin-okyanus-kabarıp alçalan erlik

“Dünyayı yarattım.” diyor uçan gövde. “Yalnızlar ve yanlışlar için. Çünkü herkes geç kalmıştı

kendine.”

Ve çocuklar beyazlar içindeydi kum saatinde

Çoğaldıkça eksilen-düştükçe alçalan gök(dağ) benim duvarım-tarot ve büyü-kesif toprak

Yüzün bir dağa benziyordu-kor karanlığa-ışıksız ruhlara evriliyor saçların

Nesneler seçilemeyen-göz yalnızca saydam olanı görür ve saklar-içeride

Bakışında hükümsüz ışıltı gibi tanrıtanımaz kökler saldım yeryüzüne

Biliyorduk hiçbir şeyin aslen var olmadığını- ince kılcal mayoz ve mitos

Ağzının deltasında bakırdan durduğunu önsezinin

Ateşin çalındığını-bu yüzden yıldızların sönmediğini asla! Kalbimizde küle dönüşerek

yankılandığını(Yankı, bir şehrin devrim özlemi!)

Ve içimdeydi Musa-Musa içimde yaşıyordu- o benimleydi

Zaman durdu-Su boğuk

Parçalandı kum saati

“O” aslolan içimdeki!


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Naciye Akşit Yazdı: Eşik

Naciye Akşit

Girdiğimde o çıktığın kapının eşiğinden içeri

Düştüğünde elimdekiler

Ve hızla karardığında dünya

Gel sarıl boynuma

Sarmaşık misali sımsıkı

Itırların dolsun burnuma

Ölüm sarmadan kollarını yamalı bedenime

Hiç olmadan önce

Topla içimdeki kırık aynaları

Aman ha!

Kesme ellerini dikkat et

Yoksa akar bir bir özlemlerin

Ya da bırak aksın

Dökülsün kanın

Belki kokusu gelir karanfillerinin

Solmadan önce göğsümde.


Topladın mı içimdeki kırık aynaları?

Gördün mü aynalardan suretini?

Eğer görmediysen tekrar bak onlara

Beni göreceksin yüzünde,

gözbebeklerinde

Hiç yörüngeden çıkmayan bir gezegen gibi

Dönüp duruyorum senin etrafında

Razı oluyorum her seferinde

viran olmaya

Beni imar etmen için...

İyice bak oraya

Alacalı ışıklar arasından

seçeceksin sana olan hasretimi

Ve neden sonra sezeceksin

Seni gördüğümde hudutsuz bir sevdanın korlarının yeniden alevlendiğini

Filhakika durum bu cânım efendim.


Gördüğümde seni o evin içinde

Hala yeni gitmişsin gibi

Körpe acımla

Hala seni ilk gördüğüm gün gibi

Dipdiri sevgimle

Ve bilhassa

Onmaz bir aşkla

Bakakaldım sürmelerin altında ciğerimi delip geçen kömür karası gözlerine

Saçlarının rayihası buram buram gelirken burnuma

Tazecik bedenin ötesindeyken bir adım  kadavradan hallice olan vücudumun

Anladım o zaman alametifarikasını yaşamanın.

Sensedikçe dökülür dilimden

Mâh gibi olan yüzüne bakınca ah'larım.

O kapıdan girince anladım.

İşte böyle cânım efendim.

Sesini duyunca anladım...


Naciye Akşit / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Zaman Dönüşmüş İnsanlardır Yazarlar

Hapisteki biri için kanımca en değerli armağan kitaptır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu açıdan şanslıyım. Zira en fazlası iki posta günü boş geçer ama üçüncü posta gününde bir dost kapımı kitap ya da kitaplarıyla çalarak beni sevince boğar. Tam da “kitapsız” biri olup çıkacakken yollanan kitabı alır, körleşen gözlerimin izin verdiği görme alanıma şükrederek zamana yayar, sabırla okurum. Ne diyordu Pablo Neruda: “Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi / muhteşem bir mutluluğun kapısına…” Sayfaları çevirip satırların arasında kaybolur, aynı anda hem “içeride” olurum hem “dışarıda” da. Hem hiçbir yerde olurum hem de her yerde. Sözcük kuşlarının kanatlarına binince tabii...

Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu Tacim Çiçek

Değerli hocam, ağabeyim, yazar Tacim Çiçek, mayıs ayının sonlarıydı; kilitli kapımın sürgüsünü kendisine ait kitaplarla çaldı. İçerdiği temadan hareketle “sakıncalı” bulunarak bana verilmeyen son romanı Bela Mıknatısı’nın ardından onun üç kitabıyla buluşmak güzeldi. Hepsine bir yazı içinde değinmek biraz zor. Ben önceliği Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu kitabına verecek, yeri geldiğinde Hatıralar Manavkuyu ve Kitap Hırsızı adlı kitaplarına da göndermeler yapacağım. Zira bu üç kitap, Tacim Çiçek’in hayatı ve yazarlık serüveninde adeta el ele tutuşuyor.

Heyamola Yayınları’nın “Adana Kitaplığı” başlıklı dizisinden çıkan Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu adlı eserinde Tacim Çiçek, yazımı zor, çetrefilli bir işe soyunarak çocukluğunun elinden tutuyor. Onunla birlikte düne, paradoksal bir biçimde aynı anda hem çok yakın hem de çok uzak olan geçmişe doğru yola çıkıyoruz. Oktay Rifat’ın ifadesiyle kuş gibi konacak dal arayan hatıralarına dalıyor ve okurunu sokak sokak, cadde cadde Ceyhan’da gezdiriyor. Öyle ki anlatı bir film tadında akıyor ve Ceyhan az sonra bir yer, bir mekân olmaktan çıkarak kişileşiyor; kahvehanelerinde, sinemalarında, ırgat pazarlarında, çırçır fabrikalarında, istasyonlarda geziniyor, Ceyhan’ı tüm hakikatiyle soluyorsunuz.

Tacim Çiçek bizi alıp çocukluğuna, onun deyişiyle “altın ülke”sine götürüyor. Bir yönüyle ütopyasına... Zamanla ayrılmak zorunda kalınan korunaklı yurduyla, sihirli dünyasıyla tanıştırıyor. Sadece doğduğu, büyüdüğü, ailesiyle oturduğu yere değil; bizzat yaşadığı, yetişip olgunlaştığı, kişilik edinerek benlik kazandığı bir yere alıp taşıyor. Anlam devşirirken anlam kattığı, ruh edinirken ruhunda izler bıraktığı bir kente...

“İlklerin” ne çok önemi var hayatımızda. İlkokulun, ilk girilen sınıfın, oturulan ilk sıranın, sıra arkadaşlarının, ilk öğretmenin, ilk kitabın, yazılan ilk harfin, kurulan ilk cümlenin, ilk aşkın, tanışılan ilk akıllı ya da delinin, izlenen ilk filmin, binilen ilk bisikletin... Ne çok önemi var, değeri... Her biri apayrı sihirler içeren bu listeye kuşkusuz başka detaylar da işlenebilir. Mesela kuyruğuna jilet takıp uçurduğunuz ilk uçurtma, elinize aldığınız ilk resimli roman, oynadığınız ilk kovboyculuk oyunu, tüm sınıfın hatta tüm okulun önünde okunan ilk şiir, sahnelenen ilk piyes, söylenen ilk türkü, yayımlanan ilk hikâye, ilk temas, ilk dokunuş, ilk öpüş...

Tacim Çiçek, kitabında bir düşe dalarak kendisini albatrosa dönüştürüyor ve geniş kanatlarına okurunu bindirip Ceyhan Irmağı boyunca uçuyor. Manzara enfes! Irmakla birlikte akıp ta Akdeniz’e dökülüyor. Asıl önemlisi bu sırada Tacim Çiçek’in resmettiği Çukurova’yla tanışıyorsunuz. Dünü ve bugünüyle bir tür zamanda yolculuk...

Bana kalırsa yazarlar zamana dönüşmüş insanlardır. Bu nitelikleriyle büyülü işler yapar, aynı anda hem geçmişi hem bugünü hem de geleceği görürler. Görüp kurarak anlatır, her seferinde sözcükler aracılığıyla gerçeği yeniden ve yeniden inşa ederler. Evet, kalem denen nesne sihirli bir değnek gibidir. Doğru; o sihirli değnek sayesinde sözcüklere kanatlar takılıp havalandırılır ve hepimizin başını döndüren cümleler, metinler yaratılır. Ancak bu kendiliğinden olmaz kuşkusuz. Her şey adına “yazarın odası” ya da “mutfağı” denen yerde pişer, pişirilir. İçine doğulmuş, içinde yetişilmiş, zamanla olgunlaşılmış; başkalarından hareketle hayatın, insanın, doğanın ve dünyanın tanındığı, çözülüp anlaşılmaya başlandığı, yazara kişilik, benlik ve karakter kazandıran yerdedir marifet. Orada yaşar, deneyimler, iyi veya kötü sonuçlar çıkarır, değerler edinerek anlamı kovalar. Hatta zamanla o hâle gelir ki hikâyenin kendisi olur.

Tacim Çiçek tam da bu tarife uyan “mutfağında”, Ceyhan’da bir “hikâye toplayıcısı” olmuş; zamanla yol alıp bir “hikâye anlatıcısı”na dönüşmüş, oranın ruhuyla hemhâl olup gerçeğinden yola çıkmış, kurmuş, kurgulamış ve edebiyat dünyamıza nitelikli yapıtlar sunmuştur. Zira Ceyhan onu içine alıp sokak ve caddelerini, tüm kıyı ve köşelerini yaşatmış ve Tacim Çiçek bu kaynaktan beslenerek eserlerini yaratmıştır. Adana’nın Ceyhan’ında bulunmamış, Türlübaş Mahallesi’ni görüp bizzat yaşamamış olsanız “Türlübaşlı Cemil” adlı bir öyküyü yazabilir misiniz? Irgatlığı, ırgat pazarlarını, çırçır fabrikalarını ve her şeye rağmen akıp giden Ceyhan’ın gece âlemini bilmeseniz kaleminizden ne “Avans Günü” ne de “Keseen Ağa ile Irgat Kibar” öyküleri çıkabilir. Ceyhan’ın, dolayısıyla Türkiye’nin 60’lı–70’li yıllarını bizzat yaşamanın, tanığı olmanın, görüp gözlemlemenin artısıyla Tacim Çiçek sonrasına da uzanıyor ve bize kurguyla gerçeğin nerede başlayıp bittiğini zor fark edebileceğimiz eserleri bu nedenle sunabiliyor. “Mutfağı” zengin!

Kitabını okurken anlıyoruz ki Tacim Çiçek’in çok yönlü bir çocukluk hayatı olmuş. Ezberi iyi, okul piyeslerinde başrolde, türküler söylüyor. Öyle ki daha o yaşta harekete geçip Kulaksız Hakkı’nın kahvesinin karşısındaki Ceyhanspor Lokali’nde sahne alıyor. Dahası da var elbette. Romanlara ait derme çatma, adına “stüdyo” denemeyecek bir yerde “demo” doldurup kasete çevirerek elden eşe dosta dağıtıyor. Bu arada sağlam bir “kitap hırsızı”... Kitapları Halk Kütüphanesi’nden (ç)alıyor, apış arasında... İlk kitaplığını bu şekilde var ediyor. Ama yıllar sonra okuyup öğretmenlik mesleğine başladığında geri dönerek Ora Kitabevi’nden bir kucak dolusu kitapla çıkıyor ve hikâyesini şaşırarak dinleyen Halk Kütüphanesi müdürüne teslim ediyor. İşte bir kez daha “yazarın mutfağı” meselesine geliyoruz; çünkü Tacim Çiçek bu yaşadıklarını kaleme alıyor ve yıllar sonra okurunu Kitap Hırsızı adlı romanıyla buluşturuyor.

Tacim Çiçek’in hayatı ve insanları gözlemleyip tanımasında, başlarda fark etmeksizin bir “hikâye toplayıcısı” hâline gelmesindeki önemli bir faktör, erken yaşta başladığı gazete satıcılığıdır. Ceyhan’ı, Ceyhanlı insanları, gün içinde farklı mekânlarda gerçekleşen olayları, tuhaflıkları görüp yakalamasında bunun payı büyük. Gazeteleri en küçük ayrıntısına varıncaya dek okuması da cabası elbette. Ufku genişliyor, hayatı ciddiye almayı öğreniyor. Hayatla birlikte edebiyatı... Bu nedenle onun çocukluğunun elinden tutarak gezindiğimiz Ceyhan’daki kişilerle olayları bir sıradan anlatı niteliğinde değil, edebî karakterler ve onları var eden olaylar şeklinde okuyoruz. Kamalı Bekir, Terzi Orhan, TKP’li olduğu çok sonra anlaşılan bilge berber Ramazan, Porsuk Duran, Şarapçı Besim, Deli Hasan, bisikletçi Fettah bunlardan sadece birkaçı. Demir Köprü, Türlübaş Mahallesi, Çamlıyol, Dost Bakkal, Asri Sineması, yazlık Sahil Sineması gibi mekânlar da öyle.

“Büyülü fener” dediğimiz sinema ve sinemacılık, özetle bir gölge ve hayal perdesi olan “filmcilik” de o yaşlarda ilgi alanında. Arkadaşlarıyla çöpleri tarıyor, makinistlerin “sansür” niyetiyle kesip attığı film şeritlerini topluyor. Sonrası titiz bir işçilik... Filmler birbirine ekleniyor; bu arada bir bisikletin tekeri çıkarılarak yerine tahtadan yapılan bir makara takılıyor. Evden ya da bir çırçır fabrikasından aşırılan beyaz çarşafın üzerine, ters çevrilen ikinci bir bisikletin tekeri döndürülerek dinamosundan ışık düşürülüyor. Alın size “büyülü fener”; ışık, gölge, hayal ve gerçeğin keşfi...

Tacim Çiçek’in hikâyeciliğinde annesinin de katkısı çok. Zira evlerin teknolojik aletlerle dolup taşmadığı bir dönemde, büyüklerin sık aralıklarla anlattığı masalları can kulağıyla dinlemiş bir masalcı, bir sözlü anlatım ustasıdır. Annesiyle masallar dünyasına, ressam Ali Atmaca’yla resim dünyasına, şiire ve öyküye uzanıyor. Çevresinde bulunan insanların farklılıklarını, özgünlüklerini, ayırıcı niteliklerini yakalamayı başarıyor. İyi bir gözlemci. Yakın komşuları, gözlerinin aslında hiç görmediğini sonradan öğrendiği Raşide Teyze sayesinde, örneğin “görmek” denen şeyin salt fiziksel bir marifet olmadığını fark ediyor. Zira Raşide Teyze sesten, kokudan, ufak bir temas ya da kıpırtıdan hareketle görmektedir! Yani asıl mesele hayatı, insanı ve doğayı içtenlikle duymak, duyumsamaktır.

Bu bakışla daha o yaşlarda gazete satar ya da başka işlerin, insan ya da olayların peşinden koşarken Ceyhan’ı, çarşısını, pazarını sadece görmüyor; hissedip yaşıyor. Biz de onunla birlikte lahmacuncuların, halka tatlısı satanların, şalgamcıların, kellecilerle tavukçuların, eğlence darısı satanların, mısırcıların, kimyonlu nohutçuların, muhallebicilerin, bicibicicilerle eskimocuların, sokak kebapçılarının, karsambaççılarla bozacıların, şirecilerin arasında geziniyoruz. Bu yakın gözlem, bu hayatla iç içe oluş, zamanla Tacim Çiçek’e çevresindeki insanların köklerini, kimliklerini, sır hâline getirilmiş gerçeklerini de gösteriyor. Etrafındaki insanların Arnavut, Boşnak, Ermeni, Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Terekeme, Adige olduğunu anlıyor. Anadolu’nun bir kavimler kapısı olduğu gerçeğini... Nasıl bir tarihsel travmanın yansımasıysa, an gelip “Siz Ermeni misiniz?” diye sorulan kimi komşularının “Biz o değiliz, biz o değiliz!” diyerek verdiği karşılığın tanığı oluyor.

Doğumundan başlayarak askerliğine kadar uzanan süreci, o sürecin Ceyhan’ı ve insanları bağlamıyla anlatan Tacim Çiçek, kitabını şu paragrafla bitiriyor:

“Kendimde olan parçacıkları birleştirdim. Böylece bana ait yapbozla baş başa kaldım. Bu yapboz, çocukluğumdaki sinemacılık günlerimde olduğu gibi karşımda hareketli bir siyah-beyaz filmdi.

Eski zaman ezgisi eşliğinde buruk bir mutluluk bulutu gibi çöktü üstüme.”

Adını başlarda andığım diğer kitabı İzmirim / Hatıralar-Manavkuyu adlı eserinde Tacim Çiçek soruyordu:

“Bir kenti güzel yapan nedir acaba?”

Bana kalırsa o kentte yaşanıp paylaşılanlardır. Hatıralardır, vesselam!

Hatıralarını yazarak Ceyhan’ın ve İzmir’in güzelliklerini, gerçeğini alıp “ölümün elinden kurtaran” Tacim Çiçek’in, ülkemiz edebiyatında örneği az bulunur bu türden eserlere esin vermesi dileğiyle.


Metin Turan / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Lavanta

Başlarda psikolojik terapi desteği alırken, bundan fayda sağlamadığını düşünerek terapiyi bırakmıştı. Kendi kendine bazı davranış kalıplarını ve döngülerini değiştirebileceğini düşünerek onlarca psikoloji kitabı okumuştu.  Yine de hem iş, hem de özel hayatında maddi ve manevi olarak kayba uğrayacak şekilde insanlardan darbe alma döngüsünden kurtulamıyordu.

Yazar Güz, Lavanta

Eylem ve kayıplarının kök sebeplerini bulmak için dedektif gibi iz sürüyordu. Malum devir bilgi devri idi, herkes herşeye kolaylıkla ve hızla erişiyordu. Demeter de sadece bilimsel kaynakları takip etmeyip, çeşitli sosyal medya platformlarından da bu konuyla ilgili paylaşımları okuyup, dinliyordu.  O, bu konuları araştırdıkça, algoritmalar onun karşısına konuyla ilgili doğru ya da yanlış ayırt etmeksizin daha da çok paylaşım çıkarıyordu. 

Demeter hangi sosyal medya platformuna girerse girsin, insanı düzeltilmesi gereken  bozuk bir makineymiş gibi ele alan sözde kişisel gelişimcilere denk geliyordu. Bu da onu daha da tetikleyerek,  bu konulara daha da fazla kaynak aktarmasına sebep oluyordu. 

Demeter, ilk dönemlerde gayet sağlıklı bir şekilde psikolojik terapi alırken, bu süreci yarım bırakarak, her türlü bilgiyi doğru, yanlış demeden içselleştirerek bir o yana, bir bu yana savrulmuştu. Sonrasında karşılaştığı zorlu duygu durumunlarını sadece dışarıdan destek alarak çözebileceğine inanır hale gelmişti. Nasıl ki yanlış ilaç ve dozla hasta, şifa bulamayıp, var olan sağlığını da kaybederse, Demeter de yanlış bilgi, yanlış yöntem ve bakış açıları ile var olan psikolojik direncini ve iyi olma halini kaybetmişti. 

Alternatif yolları denemesini önermişti bir arkadaşı. Önceleri çok bilimsel gelmese de, sonrasında mantıklı geldi bu da ona, denize düşen yılana sarılır misali. Peru’dan geldiği söylenen bir şamanın hafta sonu kamplarına gitmiş, Göbeklitepe’de ağlama seanslarına sonrasında da ormanda bağırarak öfkenin dışa vurulduğu arınma çalışmalarına da katılmıştı. Artık konu bilimsel çözümler aramaktan ziyade, her seferinde dolandırıldığı ama bir şekilde daha iyi versiyonunu bulup, daha iyi deneyimler yaşayacağına inandığı bir rotada koşar adımlarla yürümeye dönüşmüştü. Aslında yürümüyordu da, sadece patinaj yapıyordu. Ancak, farkında değildi durumun uzunca süre.

Spiritüel çalışmalara, ritüellere bağımlı hale gelmişti. Mesai saatlerinden arta  kalan tüm zamanını ve neredeyse tüm kazancını bu çalışmalara harcıyordu. Ancak bir arpa boyu yol alamıyordu. 

Bir gün Demeter, yakın arkadaşı Dilara ile birlikte Dilara’nın anneannesi emekli doktor Dilruba Hanım’ı ziyaret eder. Dilruba Hanım, Demeter’in bahsettiği arınma terapilerinin ve meditasyonların detaylarını ve Demeter’in içinden geçtiği süreci dikkatle dinledikten sonra içeriye gider. Kısa bir süre sonra, elinde bir tepsi ile gelir. Tepside ince belli bardakta demli çay, yanında tarçın kokulu akide şekeri ve kenarları lavanta işlemeli bej rengi bir kese vardır. Dilruba Hanım, tepsiyi Demeter’in önündeki sedef kakmalı ahşap sehpanın üzerine koyarken Demeter’e dönerek “Sıhhat ve afiyet olsun kızım.” der. Demeter keseyi açar, içinde lavanta kokulu mor bir sabun vardır. 

Çayın yanında sabun ikramı hiç görmemişti ömründe, alır eline koklar sabunu. “Ne güzel kokuyor, kesenin işlemeleri ne özenli, kumaşı ne kadar doğal” der Demeter gülümseyerek. Dilruba Hanım söze girer “Demeter kızım sürekli dolandırılıp, kandırılmışsın maddi ve manevi konularda. Kendini suçlayıp ben nerede yanlış yaptım, çocukluk travmalarım nelerdir, blokajları nasıl çözerim diyerek kapı kapı dolaşmışsın, bunu çok takdir ettim. Ama aslında olayların detaylarının bu kadar içine girip kaybolmadan, anlattıklarına daha bütünsel gözle bakınca tüm hikayelerde ortak bir şey farkettim. Hep aynı karakterdeki insanlara güvenmişsin ama bu insanlar güvenilmez  olduklarına ve değer yargılarında eksiklikler olduğuna dair sinyalleri vermişler zaten. Ama sen “Herkes güvenilirdir, her insan bir şans hak eder. “diyerek hep işaretleri görmezden gelmişsin. Aslında insanlara karşı sınırlarını yavaş yavaş esnetip, yanlış bir tavır gördüğünde biraz geri çekilip, öfkenin de gerekli bir şey olduğunu kabul edip, öfkelendiğinde ya da kırıldığında insanlarla mesafeni tekrar düzenleseydin yaşadıklarının akışı değişebilirdi. Anlıyorum kalp kırmak istemiyorsun, ama kırılıp kızdığında tartışmana, bağırıp çağırmana gerek kalmadan, sadece “Bu benim hoş görebileceğim bir şey değil!” deyip,  emek, zaman ve maddi kaynaklarını o kişiye ya da kuruma akıtmayı azaltsan ya da komple kessen daha az Zarar görecektin çoğu zaman Demeter kızım. Bu dediklerim şiddetsiz ama adil bir iletişimin, ilişki kurmanın parçası.” 

Demeter başlar anlatmaya “Psikoloğum bir keresinde “Her öfke tipi zararlı değildir. Sınırlarını nerede koyman gerektiğini gösteren bir erken uyarı sistemi gibi düşün öfkelenmeyi” demişti. Ama ben hep kötü bir insan olmak, karşımdakine haksızlık yapmak korkusu ile duygularımı ve kendi ihtiyaçlarımı bastırmaktan, öfke bile hissedemez haldeydim. Sonrasında da moda akıma kapılıp bu spiritüelcilerin eline düştüm. O noktada da işin şirazesi iyice kaydı. Farklı çalışmalara, kamplara katıldım. Zamanımı, paramı, hatta sağlıklı düşünme yetimi bile kaybettim. Ortalıkta spiritüel dolandırıcılar çoğalmış epey. Bir tarafta sözde tarikatlardaki hacılar hocalar tarafından maddi ve manevi olarak sömürülen halkımız, bir tarafta da bu kişilere kananları kınayan ama spiritüellik adı altında aynı şeyi yapanlara kaynaklarını kaptırıp, sonrasında da akıl sağlıklarını kaybedenler var ülkede. Atatürk tekke ve zaviyeleri her ne kadar kapatsa da, halkın inançlarını sömürenlerin önü yıllar içinde iyice açılmış, mantar gibi çoğalmışlar farklı formatlarda. Bu akıl tutulması hali de bir başka pandemi türü bence. Maalesef ben de nasibimi aldım bu furyadan. Şimdi de “Ben nasıl bu gibi şeylere inandım!” diyerek derin üzüntü ve pişmanlık içindeyim. Kaybettiğim para, zaman ve iyi olma halimin ise telafisi yok.” Demeter konuşurken, bir yandan da içli içli ağlıyordu. 

Dilruba Hanım, Demeter’e masada duran kenarları pembe gül oyalı mendili uzattı. Demeter gözyaşlarını sildi. Dilruba Hanım’ın hobilerinden biriydi iğne oyalı mendiller, işlemeli keseler yapıp, içlerine objeler koyarak hediye etmek misafirlerine diş kirası olarak. Paşa dedelerinden gelen, aslında bir Türk geleneği olan, diş kirası adı altında hediye verme alışkanlığını ailece sürdürmekteydiler. 

Dilruba Hanım, Demeter’in soğuyan çayını yeniler. Demeter safran aromalı çayından bir yudum alıp, tarçınlı akide şekerini ağzına atmış, lavanta işlemeli keseyi dokunarak inceliyordu. Dilruba Hanım, Demeter’in yüzündeki rahatlamış ifadeyi görünce başlar konuşmaya. “Çapa olsun lavanta kokusu sana, ne zaman lavanta görsen ya da kokusu gelse burnuna, sınırlarını korumayı hatırlat kendine. Seçici davranarak işinin ehli olan gerçek psikologlardan terapi desteği al, ihtiyaç duyarsan. Bu lavantalı sabunu al, banyo alırken kullan, hatırla konuştuklarımızı onu kullanırken. Kendine telkin et duygularını hissetmenin ve haklarını korumak için sınır koymanın seni kötü bir insan yapmayacağını. Küçük adımlarla başla sınır koyma pratiklerine. Belki çevren daralır ama sağlıklı ve yerinde sınırlar koyarsan, hakiki dostlar, arkadaşlar, akrabalar kalır yanında. Kaybedeceklerin sadece seni suistimal etme niyetinde olanlar olur ki onların kaybı aslında bir kazançtır senin için. 

Muhtemelen çocukluğunda ortamda dengeyi sağlamak ve uyumlu bir çocuk olmak için kendi duygusal ve  fiziksel ihtiyaçlarından bile vazgeçmek zorunda kalmıştın. Hatta belki de ebeveynlerini farklı sebeplerle, sen teselli etme görevini üstlenmiş, bu sayede de onay ve takdir görmüştün. Onların duygularını ön görmek ve anlamak için epeyce pratik yapmış, bu arada kendi duygusal ihtiyaçlarından kopmuş, çevreni mutlu etmek için sürekli verirken, kendin için bir şey istemeyi ve destek almayı da unutmuştun. Böylece hiç bir isteği geri çeviremez hale gelip, yetişkinliğinde de istismar ve manipülasyonlara açık hale gelmişsin Demeter kızım. Geçirgen sınırların olması senin bireyselleşmeni ve ayrışmanı da engeller güzel kızım. Seni rahatsız eden bir olay yaşandığında kendini suçlamak yerine önce biraz bekle. Bu çay gibi konu senin içinde demini alsın, dingince dinle iç sesini, anla ve kapsa duygularını. Ne yapılmış, ne yaşanmış ve bu sana ne hissettiriyor bir bak bakalım. İyi ya da güvende hissetmiyorsan, değer yargılarına ters bir şey yapıldıysa ya da hakların gasp edildiyse, haksızlığa uğradıysan yapılanları yok sayarak, hiç bir şey olmamış gibi davranmak zorunda değilsin. Hatta aynı mesafede durmaman karşı taraf ile, daha sağlıklı olan. Karşı tarafın da gelişmesi ve aynı hataları yaparak başka insanları da yaralamaması için bir geri besleme ona da, faydalı bir adım olarak düşün bunu bütünün hayrı için.”

Demeter, Dilruba Hanım ve Dilara ile geçirdiği huzurlu saatlerden sonra, eve dönerken köşe başındaki çiçekçide mor bir saksının içinde lavanta çiçekleri görür. Salonunun baş köşesine koymak üzere, hemen içeri girip satın alır onları. Dilruba Hanım’ın dedikleri kulağına küpe oldu Demeter’in.  Gerçek profesyonellerden terapi aldı. Uzak durdu insanların zaaflarını kullanarak, şifacılık adı altında ticaret yapanlardan. Kendi iyi olma haline ve sınırlarına sadakat geliştirdi küçük adımlarla. Aradan bir  yıl geçip, Dilara ile Dilruba Hanım’ın doğum günü ziyaretine gittiğinde, Dilruba Hanım’a üzerinde lavanta deseni olan altın zarif bir broş hediye eder, göz kırpıp, gülerek. Dilruba Hanım, gülümseyerek başını bilgelikle sallar  Demeter’e onay verir gibi. Diğer misafirlerinin varlığı nedeniyle Demeter ve Dilruba Hanım, hiç konuşmadan iletişim kurmuşlardır Demeter’in hayatının artık yolunda gittiğine dair.

Şifa kapılarının anahtarını bazen bir söz ile, bazen bir temas  ile farkederiz. Güzel kapılara açılan, belki de zaten gözümüzün önünde açık seçik duran, anahtarları kolaylıkla ve huzurla farkedebilmek dileğiyle. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Hüsniye Anne

Dünya tarihinde Türk ve ecnebi savaşlarında veya savaş olmasa bile Türk milletine akla hayale sığmayan zulümler yapılmıştır. Bu zulümler yetmezmiş gibi Türk milletini oradan oraya sürgün ederek yersiz ve yurtsuz bırakan devletler, bırakın Türk erkeklerini, Türk kadınına yapmadığı zulüm, işkence kalmamıştır. Belki bazılarının “Bize ne, onlar Türk bile değilmiş.” dediklerini duyar gibi oluyorum. O zaman Bulgaristan Türkleri hakkında biraz bilgiyle hikâyeme giriş yapayım.

Şaziye İnceler Ekici

Bulgaristan Türkleri, ağırlıklı olarak Oğuzların Avşar boyundan gelmektedirler. Menşeleri, günümüz Niğde, Kırşehir, Maraş, Mersin, Adana, Antep, Halep, Malatya illeri ile Sivas'ın güney ilçelerinden iskân edilen Türkmenlerdir.

Osmanlı zamanında bu şehirlerin ileri gelen, sözü dinlenen hoca ve mollaları, fethedilen yerlerdeki insanlara İslam’ı tebliğ ve eğitim amacıyla Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya ve eski Yugoslavya’ya gönderilmişlerdir. Hatta o bölgelerde, yani Balkanlarda Müslüman olan ecnebilere “Türk oldu” denilmektedir. 1950–1951 Soğuk Savaş döneminde yüz binlerce Türk, komünist rejim tarafından göç ettirildi. Yüzde 90’ı çiftçilik yapan Bulgaristan Türklerinin, 1949 yılından sonra devlet tarafından el konulan topraklarının ellerinden gitmesi sonucu bu göç hızlanmış ve Ağustos 1950 tarihinde 250.000 kişi Türkiye’ye zorla sürgün edilmiştir.

Zulüm bitmedi! 1983 Nisan ayında Bulgar asimilasyon politikası başladı. Türklerin isimlerinin zorla Bulgar isimleriyle değiştirilmesi ve hayatlarında İslam ve Müslümanlıkla ilgili her türlü yasak getirilmeye başlandı.

Hatta Türkan Feyzullah, ya da anıldığı adıyla Türkan Bebek, asimilasyon karşıtı protesto gösterisi sırasında annesinin sırtındayken Bulgar güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu başına isabet eden kurşunla 20 aylıkken yaşamını yitirmiştir.

Benim anlatacağım hikâye ise Kırcaali Mestanlı’dan Hüsniye Emin Atasoy’un hayatıdır.

1984 yılında Bulgaristan’daki Türklerin isimlerinin zorla değiştirilerek, zorunlu göç ve isim değiştirme zulmüne karşı direnişin en önemli simgelerindendir.

Başı dik bir Türk kadını, “Bu zulümlere daha ne kadar boyun eğeceğiz? Ben ismimi asla gâvur adıyla değiştirmem!” diye bağırarak Mestanlı meydanına doğru yürüyordu.

Çevresindekiler önce şaşkın bakışlarıyla Hüsniye’yi izlediler. Sonra Molla Hasan herkese seslendi:

“Niye bakışırsınız be ya? Sizde bu kadın kadar yürek yok mudur?”

İnsanlar hep bir ağızdan bağırıştılar:

“Ben de gâvur adı istemem! Arkandan geliyoruz kardeşim!”

Hiç kimsenin kötü bir niyeti olmadan pazar yerinde toplanmaya başladılar. Tek gayeleri, Komünist Parti yetkilileriyle konuşmak ve taleplerini onlara iletmekti.

Meydan gittikçe kalabalıklaştı ve halk seslerini duyurmak için slogan atmaya başladı:

“Gâvur adı istemeyiz! Gâvur kimliği istemeyiz!”

Mestanlı meydanı adeta bir miting alanına dönüştü. Hüsniye Hanım bir tankın üzerine çıkarak bir konuşma yaptı ve halkı sakinleştirdikten sonra yerel parti yetkilileriyle konuşmak üzere bir heyet oluşturdu.

Kalabalık, yanıt olarak karşılarında silahlı güvenlik güçlerini gördü.

Hüsniye Hanım, meramını anlatmak için yetkililerle görüşmek istedi:

“Bakın, biz yüzyıllardır burada Bulgarlarla kardeşçe yaşadık. Devletle bir sorunumuz yok. Sadece insan hakları olarak düşündüğümüz dil, din ve inanç hürriyetimize saygı göstermenizdir.”

Dediyse de sesi yumruk ve dayak darbeleriyle kesildi ve diğer heyet üyeleriyle birlikte tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Meydanda toplanan insanların üzerine ateş açıldığı için herkes sinerek evlerine dağıldı.

Hüsniye Hanım, dayaklarla ve dipçik darbeleriyle diğer heyet üyeleriyle birlikte en yakın Belene Hapishanesi’ne götürüldü.

Fakat ortada bir sorun vardı: Belene’de kadınlara ait koğuş yoktu.

Yine dipçik darbeleriyle Plevne Cezaevi’ne götürüldü.

Ailesi perişan olmuştu ve kapılarında bir asker beklediği için evlerinden dışarı çıkmaları yasaktı.

Aylarca ailesinden hiç kimse nerede olduğunu bilmedi.

Her gün düzenli olarak dayak atıyorlar, aç ve susuz bırakarak akla gelmeyen işkenceler yapıyorlardı.

Komünist rejim işkencede o kadar ileri gitti ki, uzun bir süre derin dondurucuya atarak sesini kesmek istediler.

Bir süre sonra nabzı durmuştu. Saatler sonra derin dondurucudan çıkarılarak, öldüğü varsayılarak morga gönderildi.

Hatta arkadaşları ve bazı akrabaları, “Bunca baskılara, işkence ve yokluklara katlanılır mı? Ver adını, bitsin gitsin!” dediler.

Fakat o, isim değiştirme dilekçesini imzalamadı ve adını vermeyen tek Türk oldu.

Sene 1984…

Modern dünyanın gözü önünde yaşanan insanlık dışı olaylardan sonra Bulgaristan, 1984–1989 yılları arasında 350.000 Türk’ü tekrar sınır dışı etti.

İlk sınır dışı edilenler arasında adını değiştirmeyen tek kahraman Türk kadını, Kırcaalili Hüsniye Emin Atasoy da vardı.

Bursa’ya yerleşti.

Aradan yıllar geçti.

6 Kasım 1998 günü Bulgaristan Başbakanı İvan Kostov, Bursa’da Hüsniye Anne’ye yaklaşıp eğilip elini öperek:

“Başınıza gelenlerden dolayı Bulgaristan halkı adına sizlerden özür dilerim!” der.

2004 yılında, 58 yaşında aramızdan ayrılan Hüsniye Ablamıza Allah’tan rahmet diliyorum.

Sizlerden ruhu için birer Fatiha rica ediyorum.


Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Destancı Geldi Teyze, Destancı!

Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan destan geleneğine olan özlemim birkaç ay önce Adana’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce yeniden depreşti. Kişisel geçmişime dair bir belge görsem herhalde ancak bu denli heyecanlanırdım. Çocukluk yaşlarımda tam olarak anlamlandıramadığım bir geleneğin üzerimdeki etkisini yıllar sonra hissettim. Yıllar sonra o günlere döndüm.

Destancı Geldi Teyze, Destancı!

Çukurova’nın sarı sıcağının en çok hissedildiği, hasadın en yoğun olduğu dönemde, doğu ve güneydoğudan gelen ırgatların mesken tuttuğu yaz aylarında destan satmak hem keyifliydi hem de alıcısı çoktu. Kalabalık meydanlarda işsiz kalabalıklara yanık bir sesle destan okunmasına kimse kayıtsız kalmazdı. Kalabalıklar arasında mutlaka her destanın yüreğine dokunduğu kişiler olurdu ve destancı bunu bilirdi.

Diyebilirim ki Kadirli'de destan satmak daha kolaydı. Kozmopolit yapısından dolayı orada her kültürden ve inançtan insan yaşardı. Bu kültüre doğu ve güneydoğudan gelen ırgatlar da eklendiğinde, destancıların işi kolaylaşıyordu. Yokluk ve yoksulluk bir yana, kendi köylerine ve geride bıraktıklarına duydukları özlemi ancak destanlar dindirebilirdi bilirdi. Farklı acılar çeken bu insanların destancılara olan düşkünlüğünü destancılar bilirdi.

 Sabahın ilk saatlerinde hazırlıklarımı yapar, omzuma bir teyp ya da elime bir mikrofon alarak kalabalık ortamlar arardım. Sokak sokak dolaşırken, omzumdan aşağı çapraz bağladığım, heybe-torba karışımı çantama doldurduğum, 3. sınıf saman kâğıtlara tek yaprak olarak basılmış, yitip giden hayatların dörtlüklere dökülmüş öykülerini önceden kaydettiğim ve boynuma asılı teypten sesli olarak dinletip bazen de teypteki kendi sesime düet yaparak yirmi beş kuruşa sattığım destanlardı. Arada bir yüksek sesle “Destancı geldi” diye bağırmam bir seyyar satıcı duygusunu verse de aslında sattığım hüzün, acı ve gözyaşıydı.

Şimdilerde kaçımız acaba hatırlıyor her biri Yeşilçam filmi kıvamında olan bu destanları? Özellikle genç kuşaklar için daha zor bir konu olacak ve muhtemelen konuyu destancıların o eski tadıyla anlatamayacağım. Ama şansımı yine de denemek istiyorum.

İletişimin bu kadar yaygın olmadığı yıllarda, sokaklarda destan okuyarak satan ve geçimini bu yolla sağlayan insanlar “destancı” olarak tanınırdı. Radyonun çok sınırlı, televizyonun hiç olmadığı ve gazetelerin ise köylere ve kasabalara ulaşamadığı zamanlarda, dramatik olaylar destancılar aracılığı aracılığıyla buralara haber olarak taşınırdı. Kasabalar, köyler, mahalleler, meydanlar ve pazar gibi kentin kalabalıklarının toplandığı her yer, onlar için satış mekânıydı.

 Bugün bile hatırladıkça içimi burkan, o zamanlar sokaklarda gözyaşları içinde sattığım bir destandı. Destanları okurken etrafımda biriken acılı teyzelerin, amcaların ve gelinlerin göz yaşları sel olurdu yanaklarından aşağıya doğru. Dikkat ederdim, hiç kimse müdahale etmezdi göz yaşlarına.

Bu destanların içinde en ünlüsü bir Malatya destanıydı.

Kaza sonucu yaşanan trajik ölümler, cinayetler, doğal afetler, dermansız hastalıklar sonucu hayatını kaybedenler, gidip de dönmeyenler, ince hastalığın aldığı bir can, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta sona eren bir ömür ve aile içi facia boyutundaki ibret verici olayları konu alan destanlar Anadolu’nun tüm kentlerinde dilden dile dolaşırdı.

Yazılan destan ne kadar acıklı ve dramatik lanse edilirse, o kadar çabuk satılır ve tükenirdi. “Urfa’da beş yüz lira için öz ağabeyini öldüren zalim kardeşin destanı”, “Bafra’da anasını keserken taş olan delikanlının destanı”, “Allı gelinin ve yeni güveyin destanı” gibi dramatik başlıklı destanlara en çok talep gösterenler kadınlardı. Bu kitlenin olduğu yerlerde, onlara göre destanlar okunurdu. Hedef kitleye göre destan seçimi yapılırdı. Sanki çoğu kadın kendini bulurdu bu destanlarda. Böyle olmasaydı, bu kadar gözyaşı, feryat ve bu kadar figan olur muydu? Ya da kadınlar neden tetikte beklerdi.

Destancının sözleri bütün bir mahallenin yüreğini yaksa da özellikle kadınlar destanları dinleyip konuya hâkim olduktan sonra hüzünlenir, ağlar ve birkaç dörtlük de kendileri eklerdi. Hiç ummadık bir anda kalabalıklar oluşur ve meydan cenaze ağlayıcılarına dönerdi.Basit bir sokak satıcısından dinlenilen bir destan, adeta bir cenaze merasimine dönüşürdü.

Destanları mahalle aralarında alan kadınlar, çoğunlukla okuma yazma bilmediklerinden, destanları okumak da bana kalırdı. Mahallenin bütün kadınları başıma toplanır; ben de destanı yazanın tavırlarını taklit etmeye çalışır ve konuyu elimden geldiğince dramatik bir atmosfere taşımaya çabalardım. Hemen oracıkta destanın katil kahramanına beddualar edilir ve vefat edenler için dualar okunurdu. Okunan dizelerle herkesin yüreği buz keserdi, bütün yüzlerde bir üzüntü çökerdi. Destanların, olayın kurbanlarının ağzından yazılması da konuyu daha trajik bir hale getirir; zaten ağlamaya hazır gözlerden yaşlar yavaş yavaş süzülür, sonra boşalırcasına yanaklardan akardı.

Her destancı, en acıklı olanın en fazla sattığı bu pazarda kendine bir yer bulmaya çalışırdı. İnsanları en fazla duygulandıran ve ağlatan, en başarılı olarak kabul edilir; olası müşteriyi etkilemek için ne gerekiyorsa yapılırdı:

Yıllarca hep şunu düşünmüşümdür. Destancılık zor zanaattı, ama destan olmak daha da zordu. “. Destanlar diye bir kültür vardı ve bu kültür sadece acılarını ve hüzünlerini yansıtıyordu. Alınan ve satılan sadece hüzündü. Gözyaşıydı. Hüznün ve acının parayla satıldığı veya alındığı başka bir ülke var mıydı acaba? Acaba bu sektör sadece Anadolu’ya has bir sektör müydü, bilinmezdi.

Mehmet Ali Güner / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Okutan Yayın Grubu’nun İlham Veren Hikâyesi

Okutan Yayın Grubu’nun doğuş hikayesi nedir?

Merve Turan: Yayıncılık serüvenim, aslında eşim Abdullah Turan’la tanışmamızla başladı. 2012 yılından bu yana onun hayallerine ve düşlerine ortak oluyorum. Abdullah, çocukların kitap okuması için yıllardır büyük bir çaba ve gayret gösteren, kitaplara tutkuyla bağlı bir insandır. Çocuk kitaplarını okurken içindeki çocuk hiç büyümemiş gibi heyecanlanır. Bu yönüyle arkadaşları ona “Okutan Çocuk” lakabını taktı. Ben ise 2021 yılının sonuna kadar okul öncesi öğretmenliği yaptım. Çocuklarla geçirdiğim yıllar, bana çocuk edebiyatının büyülü dünyasını tanıttı. Sınıfta çocuklarla birlikte kitap okuduğumuz o anları hatırladıkça hâlâ heyecanlanırım. O günlerde içimde hep, “Bir gün kendi kitaplarımızı çocuklara okutabilsek ne güzel olurdu” düşüncesi vardı.

Okutan Yayın Grubu

İşte bu ortak tutku bizi “Okutan” çatısı altında birleştirdi. 2021 yılında Okutan Yayın Grubu’nun temellerini attık. Patent ve tescil başvurularımız 2022 yılının sonuna kadar tamamlandı. Böylece “Okutan” sadece bir hayal değil, somut bir marka kimliğine dönüştü. 

Bugün artık “Okutan” bir yayın grubundan fazlası: bir marka ailesi. Bu ailede; her yaştan okura hitap eden Okutan Kitaplar, çocukların hayal gücünü besleyen Okutan Çocuk ve gelecekte mağaza zincirlerine dönüşmesini planladığımız Okutan Kitabevi yer alıyor.

Okutan isminin ardında nasıl bir anlam var?

Merve Turan: “Okutan”, hem eğiten hem de içtenlikle paylaşan bir kelime. Bizim için yalnızca okuma eylemini değil, insanı geliştiren, düşündüren, sorgulatan bir yolculuğu temsil ediyor. “Okutan” ismini seçerken, bu kelimenin içinde barınan sıcaklığı, öğreticiliği ve yol göstericiliği hissettik.

Yayın grubunuz hangi türlerde eserler yayımlıyor?

Merve Turan: Okutan Yayın Grubu olarak çok yönlü bir yayın politikası izliyoruz. Her yaştan okura hitap eden hem eğitici hem de ilham verici içerikler üretmeye çalışıyoruz. Yayınlarımızı iki ana markamız üzerinden yürütüyoruz: Okutan Çocuk ve Okutan Kitaplar.

Okutan Çocuk markamızla; okul öncesinden ilkokul ve ortaokul çağına kadar olan çocuklara yönelik kitaplar yayımlıyoruz. Eğitici, eğlendirici ve düşündürücü içeriklerle çocukların zihinsel, duygusal ve dil gelişimine katkı sağlamayı amaçlıyoruz. İnteraktif kitaplar, hikâye serileri, etkinlik ve boyama kitapları, doğa ve bilim temalı yayınlar çocukların kitapla keyifli bir bağ kurmalarını sağlıyor. Çocukların kitapla yalnızca okur olarak değil, aktif bir katılımcı olarak etkileşimde bulunmalarını çok önemsiyoruz.

Diğer yandan Okutan Kitaplar markamızla genç ve yetişkin okurlara yönelik geniş bir yayın yelpazesi sunuyoruz. Edebiyat, kişisel gelişim, psikoloji, iş dünyası, ekonomi ve felsefe gibi alanlarda eserler yayımlıyoruz. Bunun yanında roman, öykü, polisiye, fantastik kurgu ve gerilim gibi türlerde nitelikli edebi eserler de kataloğumuzda yer alıyor.

Kısacası, “Okutan” çatısı altında hem çocuklara hem yetişkinlere hitap eden, öğrenmeyi ve düşünmeyi teşvik eden bir yayın ekosistemi oluşturduk. Bizim için her yaşta okur değerlidir; çünkü her kitap, okuyan kişiye yeni bir pencere açar.

Bir eseri yayımlama kararı verirken nelere dikkat ediyorsunuz?

Merve Turan: Biz sadece kitap basmıyoruz; kitapla nefes alıyor, onunla yaşıyoruz. Her yayınımızda samimiyet, nitelik ve güven temel prensiplerimiz. “Okutan” markasını bir grup yapısı içinde geliştirmemizin nedeni de bu: her yaştan okura ulaşmak, okuma kültürünü hayatın doğal bir parçası haline getirmek.

Dijitalleşen dünyada yayıncılık nasıl bir yön alıyor sizce?

Merve Turan: Dijitalleşme yayıncılıkta yepyeni bir çağ başlattı. Biz de bu dönüşümün dışında kalmayı değil, bilinçli bir şekilde içinde yer almayı tercih ediyoruz. Okutan Yayın Grubu olarak her zaman “geleceğin takipçisiyiz.”

E-kitap konusunda temkinli davranıyoruz çünkü bizim için kitap yalnızca bir içerik değil, aynı zamanda bir deneyimdir. Ancak bu alanda altyapı çalışmalarımız sürüyor; yakın zamanda dijital formatta da seçili eserlerimizi okurlarla buluşturmayı planlıyoruz.

Asıl heyecan duyduğumuz alan ise sesli kitaplar. Çünkü sesin duygusal gücüne, anlatının ritmine ve sesli okumaların insan ruhunda bıraktığı etkiye inanıyoruz. Bu nedenle yatırımlarımızı sesli kitap alanında genişletiyoruz. Çocuklara, gençlere ve yetişkinlere hitap edecek sesli kitap projelerimiz üzerinde aktif olarak çalışıyoruz.

Bizim için dijitalleşme, kitabın özünü değiştirmek değil; onu daha fazla insana, daha kolay ulaşılabilir hale getirmek anlamına geliyor.

Yeni yazarlarla çalışırken nelere önem veriyorsunuz? 

Merve Turan: Yeni yazarları keşfetmek ve desteklemek bizim için büyük bir mutluluk. Özellikle ilk defa eser yayımlayacak olan yazarlarla yakından ilgileniyoruz. Eserlerinin gelişim sürecinde editoryal destek sunuyoruz. Çünkü her yazarın sesi değerlidir; sadece duyulması için doğru bir kanal gerekir.

Yakın dönemdeki projeleriniz neler?

Merve Turan: Öncelikle Okutan Çocuk markamız altında çocuk kitaplarını daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedefliyoruz. Ayrıca okuma kültürünü yaygınlaştırmak için çeşitli sosyal sorumluluk projeleri ve okul etkinlikleri planlıyoruz. Uzun vadede ise Okutan Kitabevi markasıyla okuma kültürünü fiziksel mekânlara taşımayı amaçlıyoruz.

Son olarak okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Merve Turan: Kitap, insanın iç dünyasına açılan en saf penceredir. Okumak; kendini, hayatı ve başkalarını anlamanın en güzel yoludur. Biz “Okutan” olmaya devam edeceğiz, çünkü inanıyoruz ki okuyan çocuklar, düşünen bir toplumun teminatıdır.

Okutan Yayın Grubu olarak her adımımızı “Gelecek için değer” mottosuyla atıyoruz. Çünkü biz, ürettiğimiz her kitabın, büyüttüğümüz her okurun ve inandığımız her fikrin geleceğe bırakılmış bir değer olduğuna inanıyoruz.

Okutan Yayın Grubu’nu takip edebileceğiniz sosyal medya adresleri:

Instagram: @okutankitaplar

Instagram: @okutancocuk

Facebook: @okutankitaplar 

Facebook: @okutancocuk 

Kemal Taşdemir Yazdı: Dua

Kemal Taşdemir Yazdı: Dua

Hayırlar içinde edilen duada,

Sana da pay vardır o anda.


Niyetler ortaya çıkınca hâlis,

Duadan kötü ses çıkmış bir his.


Konuşur ağızlar içinde hayırlar,

Gözlere bakınca şer akmaktalar.


Güvendiğinden almak bir darbe,

Değişse de sıfatlar, hepsi aynı yerde.


Ne denir buna, insanlık hâli mi,

Yoksa o hâl dışında her şey mi?


Yine de edilen bu dualara karşı,

Tebessümle karışık üzgün bakışı...


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Gülcan Şık Yazdı: Sofrada Azap

Yemek pişirmek… Kulağa sıradan bir eylem gibi gelir; oysa onun için, her seferinde boğazına sarılan görünmez bir elin boğazlaması gibiydi. Nefesini kesen, damarlarında dolaşan isteksizlik değil yalnızca; aynı zamanda her öğünün kıyısına iliştirilmiş sessiz bir işkenceydi bu. Tencerenin buharı yükseldikçe, içinde bir şeyler eksilirdi; ne pişen yemeğin kokusu ne de ocağın sıcaklığı onu ısıtmazdı.

Gülcan Şık Yazdı Sofrada Azap

Saat yemek saatine yaklaşınca evde bir huzursuzluk başlar, havayı tartışma kokusu sarardı. Kocasının gözlerine yerleşmiş o emri vaki bakışlar, masanın etrafındaki herkesle sessiz bir ittifak içindeydi. Kayınbabası, kayını, görümcesi… Hepsi tuhaf bir uyumla, sadece onun eksiklerini görür, yalnız onun üzerinden bir birlik hissederdi. Sofrada, yalnız onun varlığı üzerinde uzlaşılırdı. Onların gözünde yemek yalnızca karın doyurmazdı; hınç doyurur, ezber bozar, baş eğdirirdi.

Sakince yemeğe oturmak bir suç gibiydi onun için. Gözlerinin içinde bir dinlenme arzusu belirdiğinde biri "Gelin, suyu getir," der, ardından bir diğeri "Tabağımı doldur," diye seslenirdi. O kalkar, getirir, taşır, döker; sofranın hizmetkarı olurdu, konuğu değil. Kaşığına ne düştüyse de soğumuş, tatsız, yarım kalmış olurdu. Kendi lokmalarından bile habersiz, sadece onları doyurmakla meşguldü.

Sofra dağıldığında, o hâlâ ayaktaydı. Kocasının "Hadi, bir de çay koy," sözüyle gözleri kararırdı. Yorulmuş elleriyle çayı hazırlar, ardından bulaşık yığınına geçerdi. Bazen, artanlardan birkaç lokmayı hızlıca ağzına atar, bunu bile suç işler gibi yapardı. Sessizce, görünmeden… Çünkü yakalanırsa azar işitmek sıradan, aşağılanmak olağandı.

O evde yemek vardı, sofra kuruluyordu, sesler yükseliyordu ama ona ait hiçbir şey yoktu. Ne tabağındaki yemek ne de ağzındaki lokma. Onun için yemek saati açlığın değil, azabın zamanına dönüşmüştü. Karnı hep açtı ama en çok da ruhu açtı; anlaşılmaya, görülmeye, bir kez olsun “Otur sen, dinlen biraz,” denmeye. Evet, o evde mutfak vardı. Ama ne pişen yemekler ne buharı tüten çaylar, onun içini ısıtabiliyordu. Çünkü sofranın kalabalığında yalnızdı. Çünkü o sofrada herkes doyar, o sadece yutkunurdu.


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Sonsuz Aşkın Yaşayan Ateşi

Sonsuz Aşkın Yaşayan Ateşi

Aranızda dürüst biri var mı?

Varsa!

Kendini tanıtsın...

Ve gözlerimin içine baksın...

Ve onda asla ölmeyen enginliği

tanıyacağım...

Yaratılmış Aşkı...

Yaratığı...

Ve ruhunu kucaklayacağım...

Ve gece gökyüzüne baktığımda...

Yıldızların ötesini göreceğim...

Sonsuz Aşkın yaşayan ateşini.


Nicola Mastroserio / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Bir Yüzyılın Karanlık Sokaklarında

19. yüzyılın son çeyreği… Paris’in arka sokaklarında sanayi devriminin dumanı yükselirken yoksulluk her köşeye sinmiş durumda. Modernleşme ilerliyor ama insana dair adalet bir türlü yerini bulamıyor. İşte tam bu ortamda Émile Zola, kalemini bir büyüteç gibi kullanıyor. Onun romanları sadece bireyleri değil, bütün bir toplumun damarlarında dolaşan kirli kanı gösteriyor bize. Hayvanlaşan İnsan (L’Assommoir) ise bu aynanın en sarsıcı yansımalarından biri. Zola’nın ünlü Rougon-Macquart serisinin yedinci kitabı olan Hayvanlaşan İnsan, işçi bir kadının hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Gervaise, sade ve onurlu bir yaşam sürmek istiyor. Ancak yoksulluk, alkol ve talihsizlik onu yavaş yavaş aşağı çekiyor.

L’Assommoir (Hayvanlaşan İnsan) Yazar: Émile Zola

Gervaise’in yaşadığı her şey aslında bireysel bir dramdan çok, bir dönemin kadınlarının ortak kaderi gibi. Zola’nın kaleminde Gervaise, toplumun içinde ezilen, susturulan ama her şeye rağmen yaşamaya çalışan bir kadına dönüşüyor. Zola, doğalcılık akımının öncülerinden biridir. Onun için roman, bir tür deney alanıdır. Karakterlerini duygularla değil, neden-sonuç ilişkileriyle çözümler. Yoksulluk, alkol, tutkular, çaresizlik… Zola bu kavramları bir bilim insanı titizliğiyle inceler. Romanın dili yoğun ama bir o kadar da canlıdır. Paris’in arka sokaklarını, meyhaneleri, fabrikaları adeta kokusuyla birlikte anlatır:

“Meyhanenin kapısından sızan alkol kokusu, sokak boyunca insanların üzerine siniyor, sarhoşluğu bir hastalık gibi yayıyordu.”

Bu satırları okurken Zola’nın dünyasına değil, o dünyanın içine girersiniz. Gervaise’in hikâyesi aslında bir kadının değil, tüm bir sınıfın öyküsüdür. Kadının emeği görünmez, çilesi ise derindir. Zola, onun üzerinden kadınların toplumdaki yerini, yoksulluğun cinsiyetle birleşen ağırlığını ve emeğin nasıl değersizleştiğini gösterir. Bu yönüyle Hayvanlaşan İnsan, yalnızca bir dönem romanı değil, kadın mücadelesine dair erken bir farkındalık örneğidir.

Zola, güzelliğin değil, gerçeğin peşindedir. Süslü cümleler kurmaz; okurunun yüzüne gerçeği doğrudan söyler. Bu yüzden kimi zaman rahatsız eder, kimi zaman sarsar ama her sayfasında sizi düşündürür. Bazı okurlar bu karanlık atmosferi “fazla sert” bulabilir. Oysa Zola’nın amacı, okuru karanlığa boğmak değil; o karanlığın neden var olduğunu göstermektir.

Zola, Paris’in alt tabakasını anlatırken adeta bir sosyolog gibi davranır. Karakterlerin kaderi, çevrelerinin baskısı altında şekillenir. Gervaise’in çöküşü bir “kişisel başarısızlık” değil, toplumsal düzenin insanı nasıl ezdiğinin göstergesidir. Belki de bu yüzden Hayvanlaşan İnsan, sadece bir roman değil; insanlığın aynasına tutulmuş bir ışık gibidir.

Romanın sonunda Zola, insanın çöküşünün sadece bireysel bir trajedi olmadığını hatırlatır bize. Toplumun vicdanı sustuğunda, en güçlüler bile birer birer düşer. Gervaise’in ölümü, sadece bir kadının değil, insanlığın da yenilişidir. Bu roman, yoksulluğu değil, vicdansızlığı anlatır aslında.

Zola’dan Üç Gerçek

“Bir kadehle başlayan düşüş, insanı mezara kadar sürükler.”

“Yoksulluk, insanın içinde bir taş gibi büyür.”

“Hayat, en çok da onurlu olana acımasızdır.”

Émile Zola, Hayvanlaşan İnsan’da yalnızca bir kadının değil, bir toplumun düşüşünü anlatıyor. Paris’in yoksul sokaklarından yükselen bu hikâye, insanın kendi doğasına yenilişinin romanı. Gerçekçi, sarsıcı ama bir o kadar da insana dokunan bu eser, bize şu soruyu sorduruyor: “Hayatın yükü karşısında insan kalmayı başarabiliyor muyuz?”


Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Bahtiyar Hidayet Yazdı: Ihlamurlar

Bahtiyar Hidayet

Şehir parkı, ıhlamur ağaçları bol.

Ihlamurlar çiçekte,

bir tek bal arısı konmaz çiçeklerine.


Ama o ıhlamurların dibindeki çayhanede

bir küp şekerin üstüne beş eşek arısı konar.


Bu şehir, gör ne kadar berbat

ıhlamuruna eşek arısı gelir.


Çayhanede eşek arılarının bozduğu şekerleri

arıcılar alır, arılara şurup yaparlar.


Memlekette sahtekârlık öyle bir noktada ki,

artık arıları bile sahtekâr ettiler.

Arılar sahte bal yapıyor,

ıhlamurlar tozlanmıyor bu memlekette,

ve benim kitaplarım tozlanıyor...

Evde, eski bir un çuvalının içinde


Zaten ekmeğim kitaptan çıkmaz,

ekmeğim taştan çıkar,

oysa ki şiirlerim

ıhlamur çiçeği kokar.


Bahtiyar Hidayet / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Son

Sophia Jamali Soufi

Göğüste hiçbir şey yoktu

Uçuş yok

Atış yok

Parçalanacak zaman yok

Ayakta durduk

Bir kapak bekleyerek

Bir ışık aralığı

Ya da belki de

Hiç duyulmamış bir söz …

Her duruşun arkasında

Her zaman

Bir sonraki duvar vardı

Tam da o duvar ki

Destek haline geldi

Ve biz anladık ki

Destek

Düşmenin başka bir adıdır

Şunu söylememe izin ver

Derin karanlıkta

İki gölgeydik

Bilmek için bir dokunuş yetti ki

Hiçbir ışık

Bizi bulamayacak

Karanlığın payı olduk biz

Sonsuza dek …


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Yarım Kalan Kadın

Yarım Kalan Kadın

Hayat yalan, yaşananlar yalan, sözler yalan

Yüreğimde gizledim yaşadığım ne varsa

Öyle derine gizledim ki...

Vicdanım el vermedi anlatmaya

Yarım kalan aşkımı...

Seni seviyorum hala seni seviyorum.

Rüyalarım gibi bana huzur veriyorsun

Etmedim tövbe, aşkıma dair, sevgime dair

Şimdi dolu dolu yaşıyorum yanlızlığımı

Takmıyom kafama beni üzenleri

Gitti şimdi arkasına bile bakmadan

En son ben gülecegim, o benim için ağlarken...

Umutlarım ve hayallerim, benim gerçeklerim

Anlatsam kim anlar ki, onu çok sevdiğimi

Kendisi anlamayıp gittikten sonra...

Kim anlar ki...



Veda etmem asla umutlarıma

Ölümüm olur benim...

Biliyorum bir köy var uzakta

Ölümüne seven âşıklar köyü

Bir gün dönersen eğer geri

Seninle gitmek isterim

Sadece ölümüne sevenlerin girebildiği bu köye

Güneş gibi, mutluluk gibi, huzur gibi

Sana olan tutkularımla birlikte...


Gözlerine gözlerimi mühürledim

O mahzun bakışlarını gördüğümden beri

Başka bakışlar silemez bendeki seni... "


Erhan Özdemir / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Her Kitap Bir Dünyadır

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Adım Azime Kuşcu. 1978 Adana doğumluyum. 25 yıldır rehber öğretmen ve psikolojik danışman olarak çeşitli okullarda çalıştım ve hâlâ çalışmaya devam ediyorum. Tiyatroyu, müziği, resimi, şiiri; kısaca sanatın tüm dallarını çok seviyorum. 

Yazar Azime Kuşcu

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum 12 yaşımdan itibaren başladı. Bir gün Türkçe öğretmenim bir şiir yazmamı istediğinde yazdığım şiiri hem yazmaktan hem okumaktan çok keyif almıştım. Ben bundan sonra duygularımı şiirle ifade etmeliyim diye kendi kendime söz verdim ve o günden beri çeşitli duygularımı yazarak ifade edip kendimi mutlu ediyorum. Daha sonra da öğrencilerimle sergileyebileceğim etkinlikler ve müziklerini de yaptığım çocuk şarkıları yazmaya başladım. Beni kitap yazmaya yönlendiren şey ise çok çeşitli duyguları yazıp yazıp biriktirmek oldu. Bu birikimleri kitaplaştırıp diğer insanlarla paylaşmak ve bunca yıldır yaşadığım duyguları ve tecrübeleri diğer insanlara aktarmak için kitap yazmaya yöneldim.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için çok kıymetli. Duyguların kâğıda aktarılmasını sağlayacak bir araç, bir ustalık mesleği, okuyucularla bütünleşmek için bir köprü, bir paylaşım aracıdır. Yazarlık, atmosferde uçuşan sözcükten kelebeklere konacağı yeri gösteren edebiyat kılavuzluğudur. Yazarlık, okuyucuların bilinçaltına istendik hedefleri sözcüklerle resimleyen bilinçaltı ressamlığıdır. Okuyucular, yazarların bilinçaltına çizdikleri sözcükten resimleri algılar ve bundan etkilenirler. Yazar, vagonları sözcüklerle dolu bir trenin makinistidir. Yazar, okuyucuların bindikleri trenle nereye götürülmesi gerektiğini bilen usta bir makinisttir.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabım, şu dijitalleşme çağında öğrenci ve öğretmenleri yeniden millî ve manevî değerleri yaşamaya sürükleyen, eğlenerek öğrenme örnekleriyle dolu olan, farkındalık uyandırıcı, istendik davranış oluşturucu ve karekodların okutulmasıyla yazılanların somutlaşmış hâline okuyanı götüren interaktif bir öğrenme materyalidir. Okuyucuları orada bekleyen sürprizler ise her konunun şarkı, şiir ve sergilenmiş tiyatro görüntüleriyle pekiştirilmiş olmasıdır. Bu kadar zengin ve destekleyici öğrenme materyallerinin bir eserde toplanmış olması kitabı başucu eseri hâline getirebilir. Eserimi alıp okuyanlar, oradaki karekodları tıklayınca bu dediğim zengin içeriklere ulaşabilecektir.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Cengiz Erşahin, Viktor Frankl vb., genel olarak kişisel gelişim ve motivasyon kitaplarıdır. Hoşlandığım alanlardaki kitapları okuduğumda “Ben de bir gün kitap yazacağım.” diye motive oluyordum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım kitaplar var. Şu anda ilk defa okuyucuların beğenisine sunulacak olan öğretmen ve öğrenciler için etkinlik önerileri el kitabım “Hayallerimden Filizlenen Değerler” adlı eserin ikincisi ve iki ayrı şiir kitabım üzerinde çalışıyorum. İnşallah bu kitapları da edebiyat dünyasına kazandıracağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her kitap bir dünyadır. Kendi hoşlarına giden tarzları belirleyip her gün mutlaka okuma yapsınlar. Kitap okuyan insanların ufku daha geniş olur. Kelime hazinesi daha fazla olur ve kitap okuyan insanların bir başka insanı anlaması daha kolay olur. Okudukları her kitapla yeni bir düşünce penceresi aralamış olurlar. Kültürlerini artırmış olurlar. Kitap oku, hayatına kültür doku.

Yazarlık İnsanlarla Bütünleşmek Demektir

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Adım Gülcan Şık. 25 Ekim’de Mardin’de doğdum. Sağlık alanında görev yapıyorum ve şu anda şehir hastanesinde çalışmaktayım. 

Yazar Gülcan Şık

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazıyla tanışmam ortaokul yıllarına dayanıyor. O yaşlarda günlük tutmaya başladım; kalem ve kâğıt benim için sırdaşım, yol arkadaşım oldu. Oldukça hassas ve duygusal bir yapım var, kimseyi kırmak istemem. Bu yüzden içimde birikenleri, sevinçlerimi, öfkelerimi ve gözlemlerimi hep yazıya döktüm. Böylece yazmak bir yolculuğa dönüştü ve beni bugüne getirdi.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için insanlarla bütünleşmek demek. Bazen insanların içlerinde sakladıkları cümleleri ben kalemimle dışarıya taşıyorum. Hayatı, zamanı ve duyguları yazıyla ortak bir noktada buluşturuyorum.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Kitabımda birbirinden farklı insanların hikâyeleri yer alıyor. Vazgeçişleri, umutsuzlukları ve sonra birden filizlenen umut yolculuklarını anlatıyorum. Kimi zaman öykü, kimi zaman gözlem yazısı formunda gerçek hayatlardan kısa kesitler bulacaklar.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Aslında her kitabın okunmaya değer olduğuna inanıyorum; her biri bir şekilde başucumuzda yer almayı hak ediyor. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama Şeker Portakalı kitabı benim hayatımda ayrı bir yerde duruyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, şu anda üzerinde çalıştığım yeni bir kitabım var. Bu kez farklı bir içerik düşünüyorum. Yine insanların gerçek yaşamlarından beslenen, farklı hikayelerden oluşacak bir kitap olacak.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle tüm okuyuculara teşekkür ederim. Dilerim bu kitabımda anlattığım yolculukların birinde kendi yolculuklarına dair bir iz bulurlar. Eğer yazdıklarım duygularının tercümanı olabiliyorsa, benim için en büyük mutluluk budur. Sevgilerimle.

Yazarlık Hayal Gücünün Sınırlarını Zorlamaktır

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Ben Melih Durmuş, ortaokul son sınıf öğrencisiyim. 13 yaşındayım, bir kız kardeşim var. Manisa’nın Saruhanlı ilçesinde yaşıyorum.

Yazarlık, Hayal Gücünün Sınırlarını Zorlamaktır

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Günümüzdeki bilim kurgu romanlarını yetersiz bulduğum için daha iyisini, en iyisini yazmak istedim. Eminim, okurlar da bu kitaptan etkilenecektir. Okuduğum kitaplarda gerilim ve ters köşeyi severim ama bunların günümüzdeki yazarlar tarafından çok kullanılmadığını düşünerek ters köşenin bol, gerilimin zirvede olduğu bir bilim kurgu romanı yazdım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için, normal insanlardan daha iyi düşünebilen, daha iyi hayal kurabilen insan olmaktır.

Kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımda birden fazla sürpriz okurları bekliyor. Gerilim ve ters köşenin yanı sıra “Acaba şimdi ne olacak?” sorusunu okura sorduran bir kitap olduğunu düşünüyorum. Okuru en beklemediği yerde etkileyeceğini, gezegenden gezegene, evrenden evrene, uzay gemisinden gemisine içine çekecek bir kitap yazdığımı düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

J. K. Rowling ve eserleri gerçekten çok güzel. Ben ilk olarak Harry Potter’ın filmlerini izledim, daha sonra kitaplarını okudum ve bu evren sanki gerçekten varmış hissi veriyor. Kitaplarda ve filmlerde sanki o evrende onları izliyormuş gibi hissettiriyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bunu söylemeyi henüz planlamıyordum ama bu kitap sadece bir kitapla kalmayacak. Lord’un Tacı bir seri olacak. Şu anda yazdığım, neredeyse sonuna geldiğim bu serinin devamı olan ikinci kitaptayım: Lord’un Tacı – Dönüş. Bu kitabımın daha güzel olduğunu ve ilk kitabımı okuyanların Dönüş’ü okumazlarsa pişman olacaklarını söyleyebilirim. İlk kitaptan çok ön bilgi vermeden bir ipucu vereyim: İkinci kitapta Lord ve insanlığın gücü eşitlenecek!

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ters köşeyi, heyecanı, gerilimi ve en önemlisi okumayı seviyorsanız bu kitap tam size göre!

Bahçedeki Misafir

Yaklaşık iki ay önce yeni bir eve taşındık. Yıllardır oturduğumuz daireden ayrılıp yeni bir yerleşim yeri olan evimize taşınmak bizim için de kolay olmadı. Eşim, ufak da olsa bahçesi olan bir evde yaşamayı arzu ettiği ve emeklilik hayatımızı daha dingin ve sakin geçirmek istediğimiz için henüz hiçbir komşumuzun olmadığı bu eve yerleştik. Bizi ilk ziyaret eden bir kedi oldu. Kedi dışarıdan bizim bahçeye girmiş, bahçeyi turlarken karşısında beni görünce hiç hoşlanmadı. Bana öyle bir bakışı vardı ki, sanki hâl diliyle, “Buralar benim mekânım. Buralar bana ait. Siz de nereden çıktınız? Gidin buradan.” der gibi bakıyordu.

Bahçedeki Misafir

Yine günlerden bir gün gökyüzü, gün batımının kızıla çalan tonlarıyla boyanırken, bahçedeki huzurlu sessizlik ansızın duyduğum bir hışırtıyla bölündü. Merakla sesin geldiği yöne baktığımda, bahçe kapısının altından süzülen küçük, siyah bir gölgeyle karşılaştım. Bembeyaz patileri, siyah kadife gibi yumuşak tüyleri ve ışıl ışıl gözleriyle yine karşımdaydı. Sadece bana bakıyordu. İster istemez düşündüm: “Acaba biz hayvanlara ait olan yerleşim alanlarını işgal mi ediyoruz? Bu kedi benden ne istiyordu?”

İlk başta tereddüt ettim. Vahşi doğanın bir parçasıydı ve benim dünyama ne kadar uyum sağlayabilirdi ki? Yanına yaklaşınca bu sefer kaçmadı. Biraz okşayınca yere yattı ve ben onu doyasıya okşadım. Böylece onunla her geçen gün daha fazla vakit geçirmeye başladım. Adına, tüylerinin renginden ilham alarak Karadut dedim. Gün içinde onunla oynamak için bahçeye çıktığımda, beni beklediğini fark ediyordum. Kimi zaman bahçe masasının üzerinde uyuya kalmış bir hâlde onu buluyordum, kimi zaman da tırmandığı ağacın en yüksek dalından adeta bana sesleniyordu.

Karadut, bahçenin sadece bir parçası değildi; o artık bahçenin en değerli misafiriydi. Bir gün yine bahçeye çıktığımda Karadut yanıma gelmedi. Bahçedeki duvarın üzerinde sessizce oturduğunu gördüm. Bana yine anlamlı anlamlı bakıyordu. Hâl diliyle sanki bir şey göstermek istiyor gibiydi. Yanına yaklaştığımda duvardan atladı ve arkasına bakarak yürümeye başladı. Ben de peşinden yürüdüm ve beni bahçenin en ücra köşesindeki, otların arasına gizlenmiş yavruların yanına götürdü.

Küçük yavruların gözleri kapalıydı ve annesinin sıcaklığını hissedince incecik seslerle miyavlamaya başladılar. Gözlerime inanamamıştım. Karadut’un biri bembeyaz, diğeri kendisine benzeyen iki tane yavrusu vardı ve o küçük canlara annelik yapıyordu.

Karadut’un bakışlarındaki o güven, o anne şefkati tüm endişelerimi sildi. Açıkçası, kalbimin bir odasını onlara hemen açtım. Her gün onlara su ve yemek bıraktım, uzaktan onları izledim. Yüreğimin bir köşesinde bu minik ailenin bahçemi evi olarak benimsemesini diledim. O günden sonra Karadut ve yavruları, bahçemizin en değerli misafiri oldular. Artık her sabah üç siyah gölge, bahçemizin çimlerinde güneşin ilk ışıklarının altında oynaşıyordu.

Karadut, sadece bizim bahçemize değil, kalbimize de bir yuva kurmuştu. O, bahçemize gelen bir misafir değil, bize koşulsuz sevgiyi ve güveni öğreten bir dost olmuştu. Eşim, evin içinde kedi beslemenin doğaya uygun olmadığını söylediği için onları eve almıyordum.

Zaman geçti, yavrular büyüdü, etrafı keşfetmeye başladılar. Bahçe, onların oyun alanına dönüştü. Peş peşe koşup oynaşıyorlar, bir çalıdan diğerine sıçrıyorlardı. Ben de bu anları izlerken sanki kendi çocukluğuma geri dönmüştüm. Onların masumiyetine, neşesine şahit olmak, içimdeki tüm sıkıntıları alıp götürüyordu.

Bir gün yağmur bastırdı. Çok şiddetliydi. Yavrular ıslanmasın, üşümesin diye endişelendim. Karadut’u bulmaya çalıştım ama ortalarda yoktu. Panik içinde etrafa bakınırken minik kedi yavrularının sesini duydum. Bahçenin ucundaki tahta kulübenin altına sığınmışlardı. Onları hemen alıp eve getirdim. Kuruladıkça, minik kalplerinin ne kadar hızlı attığını hissettim. Titriyorlardı.

Kapının tırmalandığını duydum. Gelen mutlaka Karadut’tu. Endişeli bir şekilde miyavlıyor, içeride neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Kapıyı açtım. Kapının önünde Karadut bekliyordu. Gözlerinde ne bir sitem ne de bir korku vardı; sadece bir güven ve sonsuz bir sevgi… Yavrularını kucağımda görünce, sanki bana teşekkür eder gibi başını yere eğdi. O an, kalbimin en ücra köşesinden bile bir ses yükseldi: “Bu kedi ve yavruları, benim ailem.”

Karadut, yavrularını görünce gözlerindeki o rahatlama ifadesiyle içimi ısıttı. Tek tek kokladı onları, temizledi. Sanki fısıldıyor gibiydi: “Aferin size, iyisiniz.” O an, bahçeme giren bir kedinin kalbime ne kadar derin bir iz bıraktığını anladım. Onlar sadece bahçeme giren kediler değildi. Onlar bana hayatın en saf ve en anlamlı hâlini gösterdiler. Bana, koşulsuz sevginin, fedakârlığın ve en beklenmedik anlarda bile gelen bir mucizenin var olduğunu hatırlattılar. Ve şimdi bahçemin her köşesi, onların minicik ayak izleriyle dolu. Bu izler sadece toprağa değil, aynı zamanda benim kalbime de kazındı. Onlar bana yeniden yaşamayı, hissetmeyi ve sevmeyi öğretti. Artık biliyorum ki, en büyük hazine, bir hayvanın gözlerindeki sevgi ve sadakatten daha değerli değildir. Karadut ve yavruları, benim için sadece kedi değiller. Onlar, sevginin, fedakârlığın ve koşulsuz bir bağın sembolü oldular. Bana, en beklenmedik anlarda bile sevginin, umudun ve yaşamın kendisinin ne kadar mucizevî olduğunu gösterdiler. Ve artık biliyorum ki, benim bahçem sadece çiçeklerle dolu bir yer değil; aynı zamanda minik patilerin izleriyle dolu, sıcak bir yuva.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

Kemal Taşdemir Yazdı: On Sekiz

On Sekiz

Çöl diyarını kaplayan deniz,

Ateşler içinde sular isteriz.


Gören, gösteren aynalar;

Uzaktan gelen sesler var.


Maviden soğuksa kırmızı,

Kan renginde tuval bir yazı.


Bilinmeyeni içinde tutan,

Bildiğinden ötede olan.


Fihristesi bir insandır adı;

Kesret içinde vahdeti andı.


Düşünce, gökten tek nefes;

Sonsuza başlayan ulvî ses.


Gözlere hitap eden madde,

Sanatkârı anlatan bir pâre.


Kalınca insan hayatta yalnız,

Anlarmış aslında O yapayalnız.


Görmek, hepsinde tek tek harf;

Birleştirip okumak eder Mushaf.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

Aysu Çimenli Yazdı: Bir Beyaz Zambak

Gecesi uzun olur yarası çok olanın

Yalnız bir kuldan bekler şefkati

Sözler söyler belki,

Hiç duymayacağını bildiği halde

Gece çökmüş kalbinin sokaklarına

Ellerin titrer, üşürsün

Bir buse bekler ellerin

Bir beyaz zambak gibisin,

Onlar kadar temiz, masum ve asilsin

Misal, ellerim titrer çekinirim,

Korkarım seni çok sevmekten

Korkarım seni çok sevip dalından koparmaktan.


Aysu Çimenli / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

Ömer Yılmaz Yazdı: Mahşer

Ömer Yılmaz Yazdı: Mahşer

Şehrin tüm ışıkları birer birer sönmüş,

Her biri derdimle ağlıyorlar bu gece

En ayrı sevgililer dahi geri dönmüş,

Geri dönmeyen ebedî yâre bu son hece.


Nerede gençliklerim, hani aşktan görmezdi;

Âmâ gibi bir al yolda yürür, geri dönmezdi.

Dikenler sarsa dahi her yanını bilmezdi,

Gençliklerim ölse de sen ölmezsin sevdiğim.


Düşünceli üzgün ağlayan çokça yol var.

Her yolun en sonunda milyon kere sen var.

Hangi yoldan gidersen git ebedî son var,

Hesap günün gelince de gelme bana sevdiğim.


Ömer Yılmaz / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

Roman Yazmak Korkunun Ötesinde Bir Şey

Roman yazmak korkunun ötesinde bir şey...Öncelikle hangi konu hakkında yazacağını düşünmek sadece aylar değil, yıllar alabiliyor. Zamanının ne zaman geleceği size bağlı olmadığı gibi, hangi konu hakkında yazacağınıza da siz karar veremezsiniz. O herhangi bir olayın veya kişinin üzerinizdeki etkisinden veya tamamen başka bir şeyden aniden ortaya çıkar. Doğumu o kadar tuhaf ki... Belki de bir insanın doğuşundan daha tuhaf, daha gizemli, daha esrarengiz... 

Roman Yazmak Korkunun Ötesinde Bir Şey

İnsanın doğuşu belli kurallara bağlıdır ama roman yazmanın herhangi bir kuralı ya da disiplini yoktur. Doğumu bu kadar tuhaf olan biri nasıl yazılır... İlk cümleyi bitirdiğinizde, sonraki satırların gelmesini anlatılamaz bir heyecanla beklemek varken sayfaların, çarşafların eklenmesini ve nihayet tamamlanışını görmenin ne kadar muhteşem bir his olduğunun farkını bir düşünün... Yazdığınız her satır, düşündüğünüz her mısra belki de kanınız pahasına yazılır, mürekkep sadece bir araçtır. Bir yazar için yazarak geçirdiği geceler karanlığı hissettirmeyecek  kadar aydınlık olabilir, yazarken aydınlanar, yazarken yaşar, ama aynı zamanda sabahları da karanlık kadar sarsılmış olabilir çünkü o her zaman yazmak arayışı içinde, sürekli düşünmektedir.

Yarattığınız her karakterin kaderini yazmak,  nerede olursa olsun bir gölge gibi onu takip etmek sizin için bu kadar kolay olmasa gerek. Gerçekçi olmayan karakterlere o kadar  hayat veriyorsunuz ki, kendi hayatınızı umursamıyorsunuz. Çünkü siz, evet siz yarattığınız her karakterin kaderinden sorumlusunuz ve onların başına gelen ve gelecek her şeyin büyük bir mesuliyetini taşıyorsunuz. Yazar olmayanlar ailelerinden ve genel olarak insanlıktan sorumluysa, yazarlar yarattıkları her karakterden sorumlu olmaları durumunda (aynı zamanda diğerleri gibi onlar da aileye ve insanlığa karşı sorumludurlar) taşıdıkları yükün ağırlığını bir düşünün. Sorumluluklarının yanı sıra onlar için sağlıklarını da feda ediyorlar. Ancak karşılığında bir yazar unvanını ve sonsuzluğu kazanırlar.

Karakterler ruha o kadar hakim oluyor ki... Sanki her zaman yanınızdalar, sizinle diyalog halindeler. Nerede ve ne zaman olursa olsun senden vazgeçmezler, seninle şakalaşırlar, hatta seni yargılayıp ağlatabilirler. Çünkü var olmayan karakterler sanki gerçekten varmış gibi gelir karşınıza ve bazen onları değil de kendinizi var olmayan bir varlık olarak düşünürsünüz ve su gibi akıp gidersiniz.

Belki de onlar sizin en yakın arkadaşlarınız, sırdaşlarınız, kahramanlarınızdır. Çünkü her birinde düşüncelerinizin ve enerjinizin kıvılcımları var. Ama tüm bunların yanı sıra onlara özgürlük de vermişsiniz ve her konuda tercih hakkını onlara bırakmışsınız. Aksi halde diktatör bir yazar ve karakterlere saygısız biri olarak hatırlanırsınız... Bir yazarın varlığı eserlerinin yanı sıra karakterlerinin mükemmelliğine de bağlı değil midir? Yazmak korkunun ötesinde bir şey olduğu gibi yaşamın da ötesinde bir şey...

Habil Yashar / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

Gülcan Şık Yazdı: Karanlığa Sarılmak

Hoş geldin gece... Usulca süzüldün odama. Senin o derin, vakur karanlığını sevdim. Kimilerinin korkuyla yüz çevirdiği sessizliğin, benim içimde tarifsiz bir sükûnete dönüşüyor. Gündüzün gürültülü telaşı, ışığın kalabalığı seni asla anlayamaz. Onlar için ürküten ne varsa, bana sığınak…

Gülcan Şık Yazdı: Karanlığa Sarılmak

Seninle yudumladığım bir bardak çayın dahi, gündüzde içilen on fincana bedel. Üst üste konmuş, yorgun bedenime yaslanmış yastıklarım...

Hatta gecenin ta içinden gelen sivrisinek vızıltılarına bile senin hatırına tahammül eder oldum. Zira sen, insanların karanlık dediği şeyde benim aydınlığımsın. Benim sığınağım, suskun dert ortağım, içimde büyüyen çocukluk hayallerimin örtüsüsün. Seninle baş başa kalmak… Kimi zaman sessizce ağlamak, kimi zaman gözlerimi kapatıp olmayacağını bildiğim hayallerin izini sürmek…

İşte bu, sana duyduğum bağlılığın ta kendisi. “Seni seviyorum” dedim sana, defalarca...

İnsanların gözlerine baka baka söyleyemediğim o ağır, o samimi cümleyi en çok sana fısıldadım.

Sen, sadıksın bana. Sır taşıyan bir dost kadar vakur, liman gibi güvenli, karanlığın içinde dahi dürüstsün. Zira tek renksin; ama o tek rengin içinde benim bin bir hâlim gizli. Sana anlattığım kelimeler, birer sır gibi yayılır odanın duvarlarına. Ve her gece olduğu gibi, sohbetimiz yorgunluğumla uykuda son bulur.

Sabahında ise bir hüzün çöküverir içime: “Neden daha çok sarılmadım sana?” diye serzeniş ederim kendime. İşte yine seninleyim. Kim bilir bu gece hangi hâlime sabredeceksin? Hırçınlığım mı sınayacak seni, yoksa sebepsiz kahkahalarım mı? Belki de içli bir ağlamanın çaresizliğinde yine sığınacağım kucağına. Sana sarılmak istiyorum. Karanlığına...

Kimselerle paylaşamayacağım, kıskanacağım bir huzursun sen. Benim en çok sustuğum yerde en çok konuştuğum, en kalabalık yalnızlığımsın. Sen karanlıksın, evet… Ama benim içimdeki en aydınlık hakikatsin.

Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Ekim 2025 / Sayı 33

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447