Hayat Güzeldir Filmine Edebi Bir Bakış

Bu ay sizler için hazırladığımız yazımız bir filmden ibarettir. Filmin orijinal adı La Vita è Vella'dır. Filmin yönetmeni Roberto Benigni, yapımcısı Gianluigi Braschidir. Müziği Nicola Piovani'ye aittir. Beyaz perdeden bugüne kadar İkinci dünya savaşını konu alan sayısı yüzlere ulaşan filmler geldi geçti.

Hayat Güzeldir Filmine Edebi Bir Bakış

Çoğu birbirinin kopyası ve  birer Amerikan propagandasından ibaret. Bu kadar kopyanın arasında elbette orijinalleri bulmak en önemlisidir.  Savaş yalnızca iki taraftan erkeklerin birbirini öldürdüğü bir eylem olarak tanımlanamaz. Yine de "savaş" Kelimesini düşündüğümüz anda aklımıza ilk gelen sıcak temasın bombalara, parçalanan bedenlere ve kana bulandığı muharebe alanları canlanmakta. Oysa  asıl savaş ülkelerin sosyolojilerini ekonomilerini psikolojilerini parçalayan toplumsal patlamalardır. Bu patlamalar sıcak temasta ölen insanlardan kat be kat daha fazla insanı öldürmektedir. Nasıl mı?  Onların umutlarını geleceğini  dinamitleyerek elbette. Cephedeki acı ve yara  oldukça hızlı bir şekilde ya sağlığa ya da ölüme dönüşmektedir.  Oysa toplumun içinde oluşan yaralar nesillerce sürmektedir. 

Toplumun hafızasında yer almaktadır ve Toplumsal davranışı şekillendirmektedir. Roberto Benigni’nin 1997 yapımı orjinal adıyla La vita é bella yani "Hayat Güzeldir" filmi bize ağlamadan, kan görmeden üstelik yer yer gülebileceğimiz bir savaş filmi sunuyor. Bizi gülümseten güldüren şey bir baba ve oğul arasındaki o harika bağ o iletişim ve sevgiydi. Bizi aynı zamanda ağlatacak şey de bu masumiyeti gözyaşlarına ve ölüme çevirecek olan savaşın doğasıdır.  Guido, kendisine bir sarraf dükkanı açmak isteyen italyan yahudisi bir gençtir.  Zengin ve güzel olan Doraya aşık olur ve onunla evlenir.  Dora öğretmendir. Bu peri masalında, Guido ve karısının Joshua adında bir oğulları olur, İtalya’yı  Alman güçleri istila edene kadar birlikte mutluluk içinde yaşarlar. 

Nazi Almanyası İtalya'yı işgal edene kadar kapılara yazılan yahudi karşıtı ırkçı yazılar dışında hikayeyi rahatsız eden pek bir şey yoktur. 

Joshua’nın doğum gününde Guido, Eliseo ve Joshua diğer Yahudilerle birlikte toplama kamplarına gönderilir. Dora ailesinin peşinden trene binerek farklı vagonlarda ailesiyle birlikte kampa gider. Kampta başından beri oğlunu Alman güçlerinin zalimliğinden korumak isteyen Guido, oğlunun korkmaması ve gerçeği anlamaması için  her şeyin bir oyun olduğunu, eğer oyunda başarılı olurlarsa bir tank kazanacaklarına dair bir yalan uydurur. Karşılaştıkları bütün zorlukları oyunun bir parçası ve kazanmak için toplanan puanlar olarak lanse eder. Guido oğluna gerçeği yani savaşın ne olduğunu anlatamaz çünkü bir çocuk için savaş yalnızca korkudur. Guido asla pes etmeyen bir babadır. Her şey tepetaklak kötüye giderken onun oğlu için her türlü tehlikeyi göze alması, her türlü yalanı kandırmacayı kullanması film boyunca size bu savaşın etkilerini hissettirecek. 

Tarih derslerinde savaşların nedenleri ve sonuçlarından bahsedilirken hep büyük sebeplerden ve sonuçlardan bahsedilir oysa acılar da mutluluklar da her bir hayatın her bir ayrıntının her bir ailenin yaşamının can damarıdır.  Kamptaki bir nazi askerinin Almanca bilen var mı, sorusuyla birlikte Guido’nun oğlu için vereceği savaş başlar. Bilmediği halde Almanca bildiğini söyler. Guido'nun, kamp kurallarını  oğluna söylediği yalanın bir parçası olarak oyun kurallarıymış gibi yüksek sesle söylemesiyle birlikte Joshua da oyuna dahil olur. Elbette kamp esirleri bütün gün çalıştırılmaktadır. Kampın ilk günü çok yorulan Guido, dinlenmek yerine bütün gün kendisini bekleyen oğluna yaşadıklarını oyun devam ediyormuş gibi anlatır. “Biz bugün deliler gibi eğlendik. Nasıl eğlendik inanamazsın” sözü Guido’nun aslında ‘yorgunluktan öldüm yorum’una eşittir. Her gerçeği bir şaka veya yalana dönüştüren Guido'nun çabası izleyiciye savaşın etkilerini bir cephe sahnesinden çok daha gerçekçi hissettirecektir. 

Hayat güzeldir filmini klasik bir şaheser haline getiren son sahnesidir. Guido’nun Alman askerinin namlusunun önünde ölüme giderken bile Joshua’nın yani oğlunun kendisini izliyor düşüncesiyle yaptığı komik yürüyüş bir babanın fedakarlığının yanında filmi zirveye taşıyan sahnelerden bir tanesidir. Filmin son sahnesinde Joshua annesiyle kavuşur ancak yürekler bir babanın evladından ayrılışında kalır... Mutlu sahnelerinde yüzünüzün güldüğü sıcacık hissettiğiniz hüzünlü sahnelerinde yüreğinizin darlandığı ve gözlerinizin dolduğu bu film  aldığı ödüllerle de klasik bir film olarak somutlaşıyor.

7 dalda Oscar’a aday gösterilerek En İyi Yabancı Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Müzik dallarında ödüller almanın yanında Akademi, BAFTA, César, Cannes ve daha birçok film töreninde farklı dallarda ödüllere layık görülmüş bir filmdir. Filmi izlerken savaşlara daha fazla  öfke duyacak ve bir kez daha faşizmi lanetleyeceksiniz. İyi seyirler.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Kızlarxon İbrahimova Yazdı: Güven

Alişer çok zeki, nazik ve neşeli bir çocuktu. Okulda da çok iyi notlar alıyordu. Öğretmenleri Alisher'i çok seviyorlardı ve onu tüm sınıf arkadaşlarına örnek gösteriyorlardı. Mayıs ayının sonunda Alisher'in doğum günüydü. Doğum gününü sevdikleriyle birlikte unutulmaz bir şekilde kutladı. 

Kızlarxon İbrahimova Yazdı: Güven

O gün arkadaşları ve ailesi Alisher'e hediyeler getirdiler. Büyükbabası ona mavi bir futbol topu hediye etti. Annesi sevgili oğluna çikolatalı pasta pişirdi. En güzel hediye henüz gelmedi! Alisher'in babası oğluna son model iki tekerlekli bir bisiklet hediye etti. O gün çok mutlu ve sevinçliydi.

Alisher, uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ bisiklete binmeyi öğrenememişti. Bunu başarabileceğine inanmadığı için düşeceğinden korkuyordu. Bu yüzden babasının kendisine hediye ettiği bisiklete hiç binememişti. Arkadaşlarını çok kıskanıyordu, onlar gibi bisiklete binmeyi hayal ediyordu. Bir gün Alisher, evinin penceresinden arkadaşlarının bisiklete binmesini sessizce izlerken bir karınca gördü. Bir karınca, kendisinin birkaç katı büyüklüğünde bir şeker parçasını taşır.

Alisher giderken şaşırdı ve karıncaya sordu, "Eğer bu kadar küçük bir karıncaysan, bu şeker parçası sana yük olmuyor mu? Onu nasıl taşıyorsun?" Sonra karınca cevap verdi, "Evet. Bu şeker parçasının ağır olabileceği doğru. Ama kendime güvendiğim için onu kaldırabilirim. Eğer kendime güvenmeseydim, onu asla kaldıramazdım."

Karıncanın bu sözleri Alişir'i cesaretlendirdi. Hedeflerine ulaşmak için öncelikle özgüvene ihtiyacı olduğunu fark etti. Bu onun bisiklete tam bir özgüvenle binmeye başlamasına yardımcı oldu. Alisher kısa sürede bisiklete binmeyi öğrendi.

Kızlarxon İbrahimova / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Kemal Taşdemir Yazdı: Son Vedalar

Kemal Taşdemir Yazdı: Son Vedalar

Hiç bitmeyecek bir rüya gözüküyor,

Uykunun en tatlı hali gibi görünüyor.


Yıllar sonra görülmeyecek parıltılar,

Galiba ruhumuzda canlanmaktalar.


Ancak sonsuza kadar ayrılacaklar,

Mesafeler içinde yalnız kalacaklar.


Kalplerin tarihine gömülecek anılar,

Belki de bir daha hiç çıkmayacaklar.


Şehirler içinde edilen son vedalar,

Şehirlerde kalacağını sananlar…


Arada geçmişteki fotoğraflara bakanlar,

İçlerinde birkaç minik tebessüm ararlar.


Kalplerde canlanacak bol bol hüzün,

Akmak istemeyen yaşlardaki gözün…


Veda edilen mekanlardan geçenler,

Anılarla birlikte yalnız yürüyecekler.


Yıldızların altında sonsuzlar konuşulacak,

Ölen toprakların ardından yıldızlar parlayacak.


“Bitmesin!” diye sözler geçireceksin,

Zamanın durmasını isteyeceksin.


Seni bırakmayan şu hüzünler,

Yollarda hep senle beraberler.


Ancak büyüyecek insan zaman içinde,

Arada hatırlanacak birkaç anı belki de.


Yıllar sonra bir isim duyacak kulakların,

Mazideki, son hayal meyal hatırlananların…


Bir an dalacaksın geçmişin derinliğine,

Bir an da geleceksin yaşadığın hâle.


İhtimal ki “aman” deyip hemen geçilecek,

Anlaşılır ki o an, kalptekiler külleşecek.


Şimdilerde yaşadığını sansan da,

Unutulan mazilerde kalacaksın, anlasana.


Ve işte insan ölmeye başlar yaşarken,

En genç zamanında, mutlu sanılırken.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Umudunuzu Kaybetmeyin Umut Sizi Canlı Tutar

Merhaba Sabahattin Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Adana doğumluyum. Bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil ve tarih Coğrafya fakültesinde Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde okudum. Oradan mezun olduktan sonra Adana’ya geri döndüm ve özel sektörde çalışmaya başladım. Evlendim, Samira adında bir kızım var. İngilizce, Almanca biraz da Rusça biliyorum.

Yazar Sabahattin Tenikeci

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

2017 de İstanbul'da kızım ağır bir ameliyat geçirdi. O dönemlerde hastanede kalırken geceleri çok zamanınız oluyor. O zaman Karar verdim ancak eşimin sağlık sebepleri yüzünden ertelemek zorunda kaldım. Kitabın aynı zamanda birçok kişiye bir kılavuz olacağını düşündüm. Yazdığım hastalıklara maruz kalan insanlara faydası olacağını düşünerek yazdım. Hikayenin sonunda yaşananlar aslında  bu kitabı yazmama vesile oldu bunu kitabımda daha detaylı anlattım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Benim için büyük bir ölçüde bilgi paylaşmaktır. Yaşadıklarınızdan, gözlemlerinizden yada hayal gücünüzden yola çıkarak okuyucularınızla bildiklerinizi paylaşıyorsunuz. Ben Duymadan isimli eserimde bunu yaptım. 

Ben Duymadan isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?  

Her bölümde ayrı bir sürpriz bekliyor. Mücadele ederken tam bitti derken yine karşınıza bir şey çıkıyor ve onunla mücadele etmeye başlıyorsunuz.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Hermann Hesse, Dostoyeski, John Steinbeck, Shakespeare, Tolstoy en son okuduklarımın arasında ancak daha çok biyografiler ilgimi çeker.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Türkiye'deki evlilikler üzerine bir kitabın hazırlığını yapıyorum. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayatınız boyunca ne yaşarsanız yaşayın ama umudunuzu kaybetmeyin. Umut sizi canlı tutar, size yol gösterir, size kılavuz olur. En zor zamanlarda düşmemeye çalışın. Tekrar ayağa kalkın ve en baştan mücadele etmeye devam edin. Karşınıza çıkan sorunları gülerek karşılayın ve ondan iyi bir şeyler çıkarın. Bunu yaparken de en sevdiklerinize sarılın.

Edebiyatta Rüya Motifi

Rüya, uykularımızda bize eşlik eden, günlük yaşantımızı olumlu ya da olumsuz etkileyen, her gün karşılaştığımız bir kavramdır. Türkçe Sözlükte rüyanın karşılığı düş. İki mecazi anlamı var. Gerçekleşmesi imkânsız durum, hayal. Gerçekleşmesi beklenen ve istenen şey, umut. Rüya Arapça bir kelime. Bu yazıda sözcüğün bu anlamlarını sınırlandırarak uykuda görülen rüyadan bahsedeceğiz.

Edebiyatta Rüya Motifi

Rüyalarına gereğinden fazla anlamlar yükleyen insanlar olduğu gibi bu işten para kazanan rüya yorumculuğu yapıp para kazanan insanlar bulunmaktadır. Gün boyunca rüyanın etkisinde kalarak yaşamı kendisine zehir eden insanlara rastlanmaktadır. Rüyayı neden görürüz, bunun sebebi bilim adamlarınca araştırıldı. Psikoloji biliminin önemli isimlerinden Freud’a göre bilinçaltı kavramı bilinç kadar önemlidir. Günlük yaşamdaki duygularımız, isteklerimiz umutlarımız, hayallerimiz, öğrendiğimiz bilgiler bilinçaltında depolanır. 

Uykuya daldığımızda bilinçaltımızda sakladıklarımız rüya yoluyla bilince çıkar. Freud bu yönüyle rüyalara büyük önem verir. Freud’un Edebiyatta en çok etkilendiği isim olan Dostoyevski eserlerinde rüyaya önem verir. 

Yeraltından Notlar ve Öteki gibi psikoloji ağırlıklı romanlarında kahramanlarımız gördükleri rüyaları gerçek gibi düşünüp, gerçeklerle bağlarını koparınca toplum onları dışlama yoluna gider. Gerçekle düşü ayırt edemeyen roman kahramanları sonunda yıkıma uğrarlar. Savaşlar, göçler, depremler gibi toplumsal yıkımların yoğun olduğu dönemlerde insan psikolojisi bozulur ve bu durum rüyalara yansır. İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını yaşamış olan Frankfurt Okulu yazarı Teodor Adorno, Rüya Kayıtları adlı eserinde gördüğü rüyalardan bahsetmektedir. Nazi Almanya’sının düşünüre yaşattıklarını günlüklerinde görüyoruz. Rüyalarından nasıl etkilendiğine örnekler verelim: 

Frankfurt, Ocak 1954

Hoparlörlerden Hitler’e ait olduğu aşikar bir ses şu konuşmayı yapıyor: “Tek kızım dün trajik bir kazaya kurban gitti. Bunun kefaretinin ödenmesi için bütün trenlerin raydan çıkmasını emrediyorum.” Kahkahalar atarak uyandım.

Hamburg, Mayıs 1954

Damarlarımın şişip, patlayacak kadar sertleştiğini hissettiğim bir gece gördüğüm rüya. Bazı iğrenç ve küçük hayvanlar kargaşa çıkarıyor. Oyuncak biçimindeki bir triceratops disiplini sağlamak için ortaya çıkıyor ama hiçbir şey olmuyor ve nihayetinde o da diğer hayvanlardan ayırt edilemeyecek hale geliyor.

30 Temmuz 1954

Rüyamda L’yi gördüm. Çok zarif görünüyordu ama karşımda bir ölünün suratı kadar solgun bir suratla oturuyordu. İki kardeş gibi birbirimize sarıldık. Bu kadar kötü görünmesinin sebebini sordum. “Çok hastayım.’’ “Neyin var peki?’’ Kanser. Onu böyle söylemekte vazgeçirmeye çalıştım. Ne kadar iğrendiğimi belli etmemeye çalıştım ve ona ne kanseri olduğunu sordum, şu yanıtı verdi, koltuk kanseri.

Portekiz Edebiyatı’nın dünyaya tanıttığı Fernando Pessoa, mutluluğu tema olarak işlediği eserlerinde düşlerinden bahsetmektedir: “Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle… Düşlerimde her şeye sahip oldum. Uyandığım zamanlar oldu ama bunun ne önemi var? Kaç kez imparator oldum kim bilir? İmparatorluğum yalnızca düşlerde geçerliydi ve işte bu yüzden gerçekte hiçbir şey olamadım.’’

Türk Edebiyatı’nda rüyalar önemli bir işlev görmektedir. Âşıklık geleneğinde rüya motifi geleneğe giriş ritüeli işlevi görmektedir. On beş yaşına gelen delikanlı köyde çeşme başında ya da mezarlık gibi tenha bir yerde uykuya dalar. Rüyasında Pir elinden bade içer. Pir, aşığa bağlama çalmayı öğretir. Kısmeti olan kızı gösterir. Âşık uyandığında önce kendine gelemez. Birisi bağlamaya dokununca kendine gelip çalmaya başlar. Diyar diyar dolaşıp türkü söyleyerek nasibini arar. Hacettepe Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Umay Günay’ın çalışması Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi adlı eserinde yüzden fazla âşıkla görüşülmüş ve birbirine benzeyen hikâyeler derlenmiştir. Âşık Mahsuni Şerif, Himi Şahballı ve daha birçok âşık gördükleri rüyaları anlatmış ve geleneğe nasıl girdiklerini anlatmışlardır.

Yunus Emre şiirinde şöyle der: 

Geldi geçti ömrüm benim

 Şol yel esip geçmiş gibi

 Meğer bana şöyle gelir

 Bir göz yumup açmış gibi

 Modern Edebiyatımızda rüyalara sıkça yer verilmektedir.

Nazım Hikmet’ten bir alıntı:

 Gönlümün yolları öyle ıssız ki

 Görmedim üstünde bir rüya bile

 Ahmet Haşim’in şirinde rüyalar:

 Altın kulelerden yine kuşlar

 Tekrarını ömrün eder ilan

 Kuşlar mıdır onlar ki her akşam

 Âlemlerimizden sefer eyler

 Akşam, akşam yine akşam

 Göllerde bu dem bir kamış olsam

Orhan Veli Kanık’ın ünlü şiirinin ismi rüyadır.


RÜYA

Annemi ölmüş gördüm rüyamda

Ağlayarak uyanışım hatırlattı bana

Bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakarak

Ağlayışımı

Edebiyatımızda romanlarda, hikâyelerde rüyalardan yararlanılır. İnsanı tanıyıp anlatmaya çalışan edebi metinler için rüyalar psikolojik malzeme sunmaktadır.

 İnsanları robotlardan ayıran bir özelik de rüya görmeleridir. İnsanlar duygusal varlıklardır. Rüya yorumları insanların iç dünyalarını yansıtan yorumlardır. At görmek murattır, çocuk görmek aileye çocuk geleceğini gösterir gibi yorumlar insanları rahatlatır. Kötü rüyalar olan kâbuslar da insanları olumsuz etkiler. Rüyalarımız bizim psikolojimizi yansıtır. Yazımızı Melih Cevdet Anday’ın Telgrafhane adlı şiiriyle bitirelim.

 TELGRAFHANE

 Uyuyamayacaksın

 Memleketin hali

 Seni seslerle uyandıracak

 Oturup yazacaksın

 Çünkü sen artık o sen değilsin

 Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

 Durmadan sesler alacak

 Sesler vereceksin

 Uyuyamayacaksın

 Düzelmeden memleketin hali

 Düzelmeden dünyanın hali

 Gözüne uyku giremez ki

 Uyuyamayacaksın

 Bir sis çanı gecenin içinde

 Ta gün ışıyıncaya kadar

 Vakur metin sade

 Çalacaksın


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Neden Savaşıyorsun Yasin?

“Anneciğim, Yaşasın, Yüzme kulübünde Milli Takıma seçildim. Belki Olimpiyatlarda yarışabileceğim” dedi. Annesi, “İnşallah oğlum. Hayırlısı olsun” diye cevap verdi. Bommmmmm. Tam bu sırada bahçeden gelen bomba sesiyle neye uğradıklarını şaşırdılar. Yasin ne olduğunu anlayamadan annesinin yanına koştu.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Neden Savaşıyorsun Yasin

“Anneee, ne oluyor? Savaş artık bizim bahçeye kadar geldi mi? Bu bomba da nereden çıktı?” Evdeki bütün hizmetçiler ve aşçı da koşarak evin hanımının oturduğu salona koştular. Aslında Mart ayının güneşi tüm parlaklığı ile insanın içini ısıtan, ışığı ile karamsarlığa yüz tutmuş şehrin her noktasını aydınlatan bir gündü. Ta ki 15 Mart 2011 tarihine kadar...

Bu tarihte başlayan iç savaş anlaşılmaz bir biçimde kontrol altına alınamıyordu. Devlet kendi insanına eziyet etmeye başlamıştı. Hiçbir Kara bağlantısı olmamasına rağmen ABD ve Rusya Suriye'nin iç işlerine müdahil olmuşlar ve yaptıkları silah sevkiyatı ile Halkı birbirine düşürmüşlerdi. Diğer şehirlerde olan terör ve iç savaş demek buralara kadar gelmişti. Suriye ile 911 KM. Sınırı olan Türkiye sınırındaki YPG ve IŞID Saldırıları ve tehdidine karşı sınırlarını korumak zorunda kalmış ve ister istemez bu iç savaşa müdahil olmuştu. 

Yasin, henüz 14 yaşında, konuşkan sevecen, uzun boylu ve cana bir ergendi. Konuşurken yeşil gözleri ışıl ışıl parlardı. 

Ailesi ile beraber Suriye'nin İdlib şehrinde oturuyordu. İdlib, Suriye'nin Kuzeybatısında bulunan ve aynı isimli Yönetim Bölgesinin Merkezi olan şehirdir. Halep şehrine 60 KM uzaklıktadır ve Türkiyenin Hatay şehrine komşudur. Al-Mansuri Ailesi Osmanlı Zamanında İdlib şehrine yerleşmiş, Türkmen kökenli ailelerdendi. Erkekleri çok çalışkan ve ticaret zekası ile kabiliyeti olan adamlardı.

Bu aile ticari zekası ve çalışkanlığı sayesinde İdlib'in ileri gelen zengin ailelerinden birisiydi.. 150 kişinin istihdam edildiği bir tekstil fabrikaları vardı. Köşk yavrusu, havuzlu, bahçelerinde dört mevsim rengarenk çiçek açan evlerinde aşçılar, bahçıvan ve evin hizmetçileri çalışırdı. Evin kültürlü, görgülü ve güngörmüş bir Hanım olan Meryem Hanım sadece çocukların bakımı, eğitimleri ve evin diğer ihtiyaçları ile meşgul olurdu. Bahçeye düşen bomba herkesin suratında korku ile beraber anlaşılmaz ifadeler oluşmasına sebep oldu. İç savaş buralara kadar gelmiş miydi?

Korku, tedirginlik ve sıkıntıyla geçen gecenin ertesi günü, daha gün ağarmadan eve gelen, kollarında YPG bandajları olan asker kılıklı adamlar evin babasını ve iki oğlunu götürdüler. Meryem Hanım Ve diğerlerinin karşı çıkmaları hiç fayda etmemişti. Hamit Al Mansuri Hanımına: 'Merak etme Hanım. Birkaç saat sonra geri geliriz inşallah' dedi. Fakat o gün ve gece gelen giden olmadı. Kabus gibi karanlık geçen gecenin sabahında Meryem Hanım polis karakoluna gitti. Ömründe adım dahi atmadığı taş merdivenlerden çıkarken başına neler gelebileceğini hesaplamaya çalışıyordu. Fakat elleri boş, yüzü üzüntüden sararmış bir bitkinlikle karakoldan çıkıp eve geldi.

Gittikleri günden beri ne eşinden ne evlatlarından hiçbir haber yoktu. Meryem Hanımın gecesi gündüzüne karışmış, sorabileceği herkeslere sormuştu. Büyük bir çaresizlik içinde yorgunluktan yarı uyur, yarı uyanık bir haldeyken kapı çaldı. Gelen Hamit Beydi. İki günde sanki 20 yaş birden çökmüş, avurtları kemiklerine geçmiş, gözlerindeki fer sönmüştü. Hamit Bey'i ilerleyen yaşı ve sağlık sebepleriyle salıvermişlerdi. Diğer iki oğlu yargılanmak üzere ismi bilinmeyen ve kim olduklarını bilmediği birileri tarafından başka bir yere götürülmüştü. Hamit Bey ise her gün Karakola gidip imza vermek şartı ile salınmıştı. Hamit Bey defalarca karakolda polislere sorulmasına rağmen hala neyle suçlandıklarını öğrenememişti. Evde gergin bir bekleyişle beraber hayat devam ediyordu. Evin küçük oğlu Yasin normal olarak okula gidip geliyordu. Fakat ne derslerde bir ilerleme, ne de bir başarı söz konusuydu. Öğretmenlerin çoğu derslere gelmiyor ya da gelemiyordu.

14 yaşında olan bir ergen olan Yasin zaten okulu ve dersleri pek sevmezdi. Akşamın puslu karanlığı çökmeye başladığı halde hala eve gelmemişti. Meryem Hanım huzursuzlanmaya başladı. Fakat ortalığı telaşa vermemek ve eşini de huzursuz etmemek için fabrikayı aramadı. Akşam Hamit Bey eve gelince oğlunu göremedi.

“Yasin nerede hala gelmedi mi o Haylaz?” dedi. Meryem Hanım telaşlı cevap verdi.

"Gelmedi bey, Sabahleyin ısmarlamıştım erken gel diye fakat hala gelmedi."

Hamit Bey sinirlendi. “Bıktım sizin bu lakayt  tavırlarınızdan.  Oğlu başka problem, anası başka problem. Ben nelerle uğraşıyorum ya Rabbi.” dedi. 

Hemen Yasin'le aynı sınıfa giden arkadaşını aradı. Öğrendiğine göre Yasin okuldan çıkmış eve geleceğini söylemişti. “Meryem Hanım, Sınıf Öğretmeninin ve arkadaşlarının telefon listesini getirir misin” diye seslendi ve sırayla öğretmenlerini ve arkadaşlarını aramaya başladı. Hiç kimse bir şey bilmiyordu. En sonunda sınıf arkadaşı Ahmet, Yasin'in, yanında duran bir arabanın yanına gittiğini ve arabadakilerle bir şeyler konuştuğunu ve sonra arabaya binip gittiğini söyledi.  Ahmet Bey öfkeyle üzüntü arasında gidip geldi. Alnında boncuk boncuk ter birikmişti. Suratı,  yüzünden kan fışkıracakmış gibi kıpkırmızı oldu. Ağzı kurumuş dili ağzında dönmez olmuştu.

“Benim tansiyon İlacımı getirin” diye seslendi.  Başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı. “

“Oğlum neredesin” diye inlercesine bir cümle döküldü ağzından. İki oğlu zaten nerede olduğu belli olmayan bir yerlere götürülmüştü. Hamit Bey daha fazla dayanamayıp oturduğu koltukta yan tarafa yığıldı.  Meryem Hanım panik ile eşinin yanına gidip gömleğinin düğmelerini açtı.

“Yetişin, çabuk gelin buraya” diye seslendi. Hizmetçilerin yardımıyla Hamit Bey'i koltuğa uzattılar. Hamit Bey hırıltı ile nefes alıp nefes veriyordu . Sanki nefes aldığında veremeyecekmiş, verdiğinde de alamayacakmış  gibi hırıltılı bir nefesti bu. Meryem Hanım hemen özel doktorlarını aradı. Doktor gelip muayene ettikten sonra acil müdahalede bulundu. Gerekli ilaçları yazdıktan sonra Hamit  Bey biraz rahatladı ve derin bir uykuya daldı. Doktor Hamit Bey'in bir kalp krizi geçirdiğini ve sakin ve stresten uzak bir hayat yaşaması gerektiği konusunda Meryem Hanımı uyardı.  

Meryem Hanım bu kasvetli ve ilaç kokan ortamdan çok huzursuz olmuştu. Biraz önce Hamit Bey'in konuştuğu ve oğlu hakkında bilgi aldığı çocuğu tekrar aradı. Çocuğun anlattığı kişileri ve arabayı tanımıyorlardı. “Neler oluyor böyle,  Suriye nereye gidiyor böyle, oğlum nerede?“ diyerek ağlamaya başladı .Aslında çok metanetli ve dayanıklı bir kadındı. Fakat artık gücünün tükendiğini ve sabrının bittiğini hissediyordu .

“Allah'ım sen yardım eyle!  Allah'ım sen yavrumu bize bağışla! diğer oğullarımı  da  sen kurtar” diye dualarla sesli sesli ağlıyordu. Kendisi de sağlık sorunları yaşadığı için ilaçlarını içti ve bir süre sonra gözlerinde yaş, uykuya daldı. Hamit bey sabah uyanınca  kahvaltı bile yapmadan oğlunun okuluna  gitmek için yola çıktı. Okulda öğretmenler ve sınıf arkadaşlarıyla görüştü Fakat Yasin'in nereye gittiği hakkında hiçbir malumat edinemedi. Delirmek işten bile değildi .Hamit Bey niye üzüleceğini şaşırmıştı. Meçhul bir yere götürülen iki oğluna mı üzülsün  iki gündür kayıp olan çocuk yaştaki küçük oğluna mı üzülsün, bilemiyordu. Çaresiz ne yapacağını bilmez bir halde fabrikaya doğru yola çıktı .Yolda giderken göğsünün sıkıştığı ve sırtıyla  çenesinin ağrıdığını hissetti .

Fabrikaya geldiğinde giriş kapısının yanındaki bekçi kulübesine yürürken yere yığıldı. Bekçi hemen yanına koştu ve onu bir sandalyeye oturttu . Hemen acil hastane numarasını çevirdi ve gelen ambulans Hamit Bey'i alarak hastaneye götürdü.  Meryem Hanım'a  haber verdiler. Kadın hemen şoförü çağırarak hastaneye gitti. Hastaneden Aile Doktorlarına haber ettiler. Hastanede Meryem hanımı  eşinin yanına almadılar. Doktorla sadece koridorda konuşabildiler. Hamit Bey bir kalp krizini daha atlatmış görünüyordu. Doktor Meryem Hanımı tekrar uyardı ve “ 3 .krizde  kurtaramayız” dedi.

Meryem Hanım dönüş yolunda Yasin'in okuluna tekrar uğradı. Hala bir haber yoktu. Bu arada uzaklarda arada sırada patlayan silah veya bomba sesleri çoğalmaya başladı. Meryem Hanım eve ulaşalı  2 saat geçmişti ki,  zil çaldı .Her an tetikte olan ve  bir haber almak kaygısıyla panikleyen Meryem Hanımın elleri ve ayakları titremeye başladı.  Hizmetçi Kapıyı açınca gayri  ihtiyarı bir çığlık attı . 

“Hoş geldiniz küçük Bey,  bu ne hal ? Ne oldu size?” dedi. Yasin üstü başı kir pas içinde, gömleğinin düğmeleri kopmuş,  pantolonu yırtılmış ve kafasından sızan kanla  perişan bir halde kapıda duruyordu. Meryem Hanım kapıya koştuğunda oğlunun perişan halde  görünce metanetli  olmaya çalışarak

“Hoş geldin yavrum, nerede kaldın?  Meraktan öldük !” dedi. 

Yasin “Hele bir içeri gireyim de anlatacağım Anne”  dedi. Hemen ayakkabılarını çıkararak banyoya yöneldi. 

“Anne, Ben banyoya giriyorum. Bana temiz iç çamaşırları ve pijamaları mı getirir misin”  diye seslendi. Meryem hanım oğlunun istediklerini hazırlayıp banyoya götürdü.

Yasin ellerini ve yüzünü yıkarken kafasından akan  kanlarla yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Meryem Hanım oğlunu tekrar kanlar içinde görünce içi acıyla burkuldu. “Aman Allah'ım, oğlum ,Ne yaptılar sana diğer hıçkırdı?”

“Tamam anne geldim işte. Duştan çıkayım anlatacağım sana.” dedi.

Meryem Hanım kalbinin acısını içine gömüp yutkundu ve hemen eşini aradı.

“Hamit Bey, gözümüz aydın,  Yasin eve geldi. Perişan, üstü başı yırtılmış bir vaziyette,  hatta hafif yaralı. Fakat hamdolsun sağ salim eve geldi . Şimdi duşa girdi. Nerede olduğunu söylemedi. Çıkınca anlatacak” dedi. 

Meryem Hanım bütün bunları bir solukta, öyle hızlı söylemişti ki Hamit Bey anlamakta güçlük çekti .

“Efendim ? Gerçekten mi ? Oh çok şükür.  Beni sakinleştirmek için söylemiyorsun değil mi? Tamam ben de hemen geliyorum eve” dedi. 

Hamit Bey hastanede hemen doktorla konuşup çıkış yapılmasını rica etti ve şoförü arayarak gelip kendisini almasını söyledi. Eve geldiklerinde , Yasin de duştan çıkmış ve temiz elbiseler giymişti. Hep beraber salonda oturdular . Anne ve babası oğullarının gözünün içine bakarak ne anlatacağını merak ediyorlardı. Yasin anlatmaya başladı.

 “Önceki gün, okul çıkışında siyah bir minibüsle gelen adamlar benim yolumu kestiler. Abimlerin nerede olduklarını bildiklerini, onlarla konuştuklarını ve abimlerin bazı istekleri ve talepleri olduğu için beni onların yanına götürmek istediklerini söylediler. Söz konusu abimler olunca hiç tereddüt etmeden kabul edip minibüse bindim. Hemen elimden telefonumu alıp size haber vermemi engellediler. Arkadan biri kafama vurduğu için bayılmışım. Sonra beni bilmediğim bir yere götürdüler. Ellerimi, ayaklarımı ve gözlerimi bağladılar. Ben Abimleri görmek istediğimi söylediğimde bana,

“Sen de pek safmışsın,  sana gerçekten onları göstereceğimizi mi sandın? Seni babandan fidye almak için kaçırdık” dediler. Her yer karanlık olduğu için saatin kaç olduğunu hiç bilmiyordum . Adamlardan biri telefonla konuşup yanımıza geldi.

“İşlerin çok çetrefilli bir hale geldiğini, durumların çok karıştığını söyleyip fidye işini şimdilik unutacağız” dedi. Gözlerim bağlı olduğu için yüzlerini göremedim. Fakat birinin kadın gibi ince , iç gıcıklayıcı bir sesi vardı. Oradakilere, “Boşu boşuna bu kadar uğraştık.  Allahtan bu herif yüzümüzü görmedi. Hemen geri götürelim.” dedi. Daha fazla seslerini ve konuştuklarını duymamı istemediler. İçlerinden biri yanıma gelip burnuma bir şey değdirdi. Tekrar bayılmışım. Ne kadar öylece kaldığımı bilmiyorum. Sabah olmuş herhalde. O ana kadar duymadığım, başka birinin sesini duydum. 

“Şu ana kuzusuna biraz haddini bildirelim. Kendisinin hiçbir şeyden haberi yoktur. Fakat Babası ve abileri rejim düşmanıdır. Şunu biraz dövelim de bu akıllansın, onlar gibi olmasın.” dedi.

Sonra kafamı, sırtımı, karnımı, her tarafımı tekmelediler. Ellerim bağlı olduğu için kafamı bile koruyamadım. Sadece düştüğüm yerde, taşın üzerinde büzülebildim. Daha fazla birşey hatırlamıyorum. Uyandığımda şehir dışındaki çöplüğün kenarındaydım. Allah'tan Ellerimi çözmüşler. Eve yürüyerek gelebildim” dedi  Meryem Hanım oğlunun anlattıklarını dinledikçe renkten renge giriyordu.  Hamit Bey öfkeden yumruklarını sıkmıştı.  Olanlar karşısına hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle, dudakları kurumuş, gözleri kırıp kırmızı olmuştu. 

İlerleyen günlerde ne suçların ne olduğunu, ne de iki oğlunun nereye götürüldüğünü öğrenemedi. Aradan 6 ay geçtiği halde ne iki evladından bir haber,  ne de işlerinde bir düzen vardı. İşçiler kafalarına göre izine çıkıyorlar, ya da hasta oluyorlardı. Zaten ham madde olmadığı için üretim de yapamıyorlardı. Hamit Bey işçiler parasız kalmasın diye maaşlarını ve tazminatlarını ödeyerek büyük bir zararla fabrikayı kapatmıştı. Fakat artık dayanma gücü kalmamıştı .

Günün akşamında  Meryem Hanım'la Suriye'nin durumunu, iç savaş ve rejimin insanlara yaptığı eziyetleri konuşup bir yol haritası çizmeleri gerektiğini anlattı. Birkaç hafta içinde içinde yaşadıkları bu Konak hariç fabrikayı ve ellerindeki malları satmayı planladılar. Hamit Bey Türkiye'deki akrabalarıyla irtibata geçti . Bu arada iç savaş iyice kızışmıştı.  Bir taraftan rejimin  baskıları diğer taraftan teröristlerin saldırıları insanları çaresiz bırakmış ve iyice huzursuz etmişti. Suriyeli kadınlar eşlerini kaybettikleri için yiyecek ekmek bulamıyorlar ve her yönden fakir ve muhtaç hale gelmişlerdi . Okullar kapalı olduğu için çocuklar aç bilaç sokaklardaydılar. Fırsat bulabilenler bütün varlıklarını bir bavulla doldurup Türkiye'ye iltica etmek için yollara düşmüşlerdi.

Hamit Bey iki oğlunu bulmak ve yerlerini öğrenmek için Dedektif bile tutmuştu. Fakat nafile!  Hiç bir sonuç elde edemediler. Nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Fakat Şam yakınlarında bir Hapishane olduğunu ve o hapishanede akıl almaz işkencelerin uygulandığını ve girenin bir daha çıkmadığını öğrenebilmişlerdi. Bu muamma, çaresizlik ve bilinmemezlik sonucunda acil bir kararla öncelikle Yasin'i  İstanbul'a, dayısının yanına göndermeye karar verdiler.

II. Bölüm

Yasin yağmurlu ve fırtınalı bir günde hayalinde canlandırdığı ve asla ulaşılamaz  olarak gördüğü İstanbul'a gitmek için Uçağa bindi.  Yanında özel eşyalarının olduğu bir bavul ve bir miktar para vardı. Yasin'i havalimanında İstanbul'da oturan dayısı Salih Bey karşıladı. 

“Yeğenim Maşallah, ne kadar büyümüşsün? Neredeyse tanıyamayacaktım seni” dedi.  Büyük bir heyecan ve  muhabbetle, yürekten gelen içtenlikle yeğenine  sarıldı. “Çok özlemişim seni!  Dur, seni doya doya bir kere daha koklayayım , memleket kokusunu getirdin bana” dedi. Yasin'in dayısı 30 sene önce İstanbul'da bir sarrafla arkadaş olmuş ve altın ticaretine başlamıştı. Şama İstanbul'dan altın götürüyor, Şam'daki kullanılmış eski altınları İstanbul'a getirerek yenileriyle değiş  tokuş yapıyorlardı .

Zamanla işler o kadar yoğunlaştı ki, Salih bey Şam'da  kendine bir ortak bularak kendisi işlerle ilgilenmek ve yerinde takip etmek için İstanbul'da kalmak zorunda kaldı. Böylece zamanla işlerinin iyi gitmesi, İstanbul'un cazip bir Ticaret Merkezi olması ve bu şehrin  çekici güzelliği onu İstanbul'a iyice bağladı. Zamanla Şama gidiş gelişleri gittikçe seyrekleşti.  Bu arada işleri takip eden  güvenilir bir ekip kurmuştu. Salih Bey  30'lu yaşlara geldiğinde sağ kolum, varlık sebebim dediği,  İşletme Fakültesi mezunu Nuran Hanım'la evlendi . Nuran Hanım derin bilgisi, cesur atılımları ve tecrübesiyle Salih Bey'in işlerini yönetti. Çiftin 2 evladı dünyaya geldi ve onlar da ana babalarının  yolundan giderek iktisat ve  işletme okuyarak işleri devralma seviyesine geldiler.

 Salih Bey yeğeninin omzuna eline atarak yürümeye çalışırken, “Maşallah Yasin, boyun beni geçmiş. Nasılsın yeğenim anlat bakalım?” diyerek O’nu konuşturmaya çabalıyordu. Yasin uçaktan seyrettiği bu devasa şehrin güzelliği  ve büyüklüğü konusunda hala şaşkındı . Fakat dayısın bu sıcak  karşılaması , heyecanı ve sevgisi onun konuşmasına yardımcı oldu. “İyilik dayı’ dedi.” “ Herkesin ve bilhassa da annemin çok çok selamları var.  Babam işleri toparlayınca onlar da gelecekler. Abimlerden hala bir haber yok.  İç savaş bizim oralara da sıçrayacak gibi. Zaten bazı bölgelerde çok yoğun savaş var. Artık biz Türkmenlere ne huzur ne de rahat var. Ben burada okula başlamak istiyorum hayırlısıyla. Sonrası Allah Kerim” dedi. 

Yaşı henüz 18 bile olmamış yeğeninden böyle bir olgunluk beklemeyen Salih Bey oldukça şaşırmıştı. Aklı bir karış havada bir ergen olan Yasin, vaktinden evvel olgunlaşmış, hayatı ve geleceği hakkında kafa yorar hale gelmişti.  

“Ne dersin dayı, ben burada Üniversite okuyabilir miyim?”  diye sordu.

“Tabii okuyabilirsin yeğenim. Bunun için ne gerekirse yaparım. Fakat benim oğlan  yani senin abin bu konuda bana göre daha tecrübeli ve  bilgilidir. O sana daha iyi yardımcı olur. Gerekirse özel dersler aldırırım sana . Söyle bana,  sen ne okumak istiyorsun ?” dedi. “Dayıcığım benim gönlümden Tıp okumak geçiyor.  Malum Suriye'de,  bakımsızlık ve iç savaştan dolayı çok hasta insan var.  İnsanlara en iyi hizmet  böyle olur diye düşünüyorum.  Bilmem yapabilir miyim?”

Dayı ve yeğen sevinçle evlerinin yolunu tuttular.  Evde kuzenleri ve yengesi tarafından muhabbetle ve coşkuyla karşılandılar. Yasin ve ev ahalisi türlü yiyeceklerle ve yemeklerle bezenmiş  olan yemek sofrasına oturdular ve bir yandan da sohbete başladılar. Salih Bey “Evlatlar,  Bugün aramıza ve evimize yeğenim geldi. O sizin hiç bilmediğiniz bir dünyadan geliyor. Burada yepyeni bir hayata başlayacak.  Bu süreçte hepimize çok iş düşüyor. Bilhassa sizler yeni nesil ve Üniversiteliler olarak araştırma yapacaksınız ve Yasin'in buraya adapte olmasına yardım edeceksiniz. Bu arada sizin yardımınıza da çok ihtiyacımız olacak” dedi . 

Oğuz hemen atıldı. “Tabii ki babacığım. Kuzenim Yasin gelmiş, hoş gelmiş. Onun okul işlerini ben takip ederim. Yarın hemen Milli Eğitim Müdürlüğüne giderek okuduğu Lise için denklik alırız. Üniversiteye hazırlık sürecinde özel okullar ayarlarız ve hangi üniversiteyi istiyorsa  ona göre bir yol haritası çizeriz” dedi.

“Ha bu arada İstanbul'u tanıtma ve gezdirme işini de ben üstlenirim.” diye ilave etti. 

Salih Bey yeğeninin sağ salim İstanbula geldiğini, okul ve denklik için hemen çalışmalara başlayacaklarını Suriye'deki kardeşine telefonla haber etti.

Yasin'in ailesi İdlib'te  adeta ateş üstündeydi. Hamit Bey  iki büyük oğlundan hala haber alamamıştı.  Sanki dünya yıkılmış altında kalmış gibi omuzları düşmüş ve gayri ihtiyari kafasını sağ tarafına yatırıp kaldırıyordu. Bu hareketi artık bir tik olmuş konuşurken yemek yerken sürekli kafasını yana yatıyordu. Bunu fark edince de hemen kendi geliyordu. Bu iki senede saçları bembeyaz olmuştu. Fabrikaya satacak birilerini  bulamayınca kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Evdeki hizmetçileri ve bahçıvanı süresiz izine  çıkartarak elinde kalan son imkanlarla paraları ve alacaklarını toparladı. 

Aradan 6 ay gibi bir zaman geçince Meryem hanımla beraber Lazkiye  limanından Mersin'e, Oradan da İstanbul'a geldiler. Artık onlar için ikinci bir hayat başlıyordu.

III. Bölüm

İKİNCİ HAYAT

İstanbul hayallerin şehri! Hayallerde büyüyen, kimilerinin aşık olup geldiği, şairlerin şiirlerini süsleyen, sokaklarla heyecan, evlerinde gizem saklayan bu şehir Yasin'in ve ailesinin hayata yeniden başladığı bir kurtarıcı olmuştu. Yasin o sene Tıp fakültesini kazanma ve  hayalindeki mesleğe kavuşma arzusuyla büyük bir hırs ve hevesle ders çalışıyordu. Salih Bey, Hamit Bey ile beraber ikinci bir kuyumcu dükkanı açtı. Hem çevreyi tanıma,  hem de ailesinin geçimini sağlamak için bu zorunluydu.

Meryem Hanım da hiç boş durmuyor, bir taraftan Türkçesini ilerletmek için kitaplar okuyor diğer taraftan ailenin yemeklerini yapıyordu. Ev çok büyük olduğu için şimdilik idare ediyorlardı. Nuran Hanım ileriyi gören, girişimci ve çok iyi niyetli bir kadın olduğu için, Meryem Hanım onların evinde kendini hiç misafir gibi hissetmiyordu. Adeta evin hanımı olmuştu. Bir süre sonra Meryem Hanım muhtaç olan Suriyeli aileleri desteklemek için Nuran Hanım'la konuştu. Hemen bir çalışma başlatıp muhtaç Suriyeli mülteci ailelerin listesini çıkarttılar ve onlara yardım etmek için bir dernek kurdular. Bu dernekle muhtaç ve ihtiyaç sahiplerine maddi yardımlar yapılırken, çocukların okul ve kayıt işlerinde de yardımcı oluyorlardı. Ayrıca bedensel ve psikolojik travmalar yaşayan kişilere gönüllü doktor ve Psikologlar tarafından destek veriliyordu. Dernek kısa sürede yaptığı hizmetlerle Kendinden söz ettirmeye başlamış ve bir hayırseverin bağışladığı apartman dairesinde faaliyet yapıyordu.

Henüz Tıp fakültesinin 3 sınıfında olan Yasin her gün derneğe uğruyor gençlere ve çocuklara dersler veriyordu. Aradan geçen aylar ve yıllar Suriye'deki durumu iyileşmesi bir tarafa daha da kötü ve içinden çıkılmaz bir hale götürdü. Bir taraftan Rusya'nın destek verdiği Esat rejimi , diğer taraftan İran'ın desteklediği gruplar Suriye'nin masum halkına nefes aldırmıyordu. Öte yandan terörist PKK'nın yönlendirdiği terörist gruplar halkı öyle bir duruma getirdiler ki insanlar ne yapacağını bilmez bir hale gelmişlerdi. Bir tarafta Kürt devleti kurma hayali ile gençleri kaçırarak dağa çıkmaya mecbur eden ve ellerine silah veren PKK, diğer taraftan mecburi askerlik için silah altına giren gençler bulunuyordu. 

Her türlü zorluğa rağmen Türkiye Cumhuriyeti Suriyeli mültecilere kucak açmaya devam ediyordu. Bu da her açıdan hem mültecilere hem devlete, hem de onlara karşılıksız yardım eden gönüllerin işini daha sonra sokuyordu. Bu arada Yasin Tıp fakültesini bitirdi ve İstanbul'daki Şehir Hastanesinde staja başladı. Hastane dışında bir dakikasını bile boşa geçirmeyip hem kendini geliştiriyor,  hem de ailesine ve mültecilere yardım etmek için sürekli koşturuyordu.

Nihayet Aralık 2024 senesine gelindiğinde Beşar Esad rejimi çözülmeye başladı ve Şam'ın düşmesi ile sonuçlanarak Esad ailesi Diktatörlüğü sona erdi. Yasin'in ailesi geri dönüş hazırlıklarına başlarken Yasin'e geri çeviremeyeceği bir teklif geldi. Çalışmanın, gayretin, iyi niyetin, vatanını sevmenin ve temiz kalpli olmanın verdiği bir hediyeydi bu. Yasin’i arayan yeni kurulan hükümetin Başbakanı idi ve Yasin'e Sağlık Bakanı olması için güzel bir teklif sunmuştu.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29


Sisifos

Karanfil kokulu çayıma eşlik eden akide şekerim ve fonda çalan Ludovico Einaudi’nin Experience isimli eseri eşliğinde Waal nehrine düşen yağmur damlalarını izledim bu sabah penceremden. Hafif buğulu hava, usulca çiseleyen yağmur, penceremin önündeki limon ağacımdan yayılan koku, ince belli bardaktaki çay ve o an sokakta gördüğüm yağan yağmura rağmen hızla bisikletinin pedalını çeviren kızıl saçlı kızın etkisi ile kendimi bir masalın içinde hissettim. Masalları severim ama “masalken misal olarak alıp, içselleştirmedik mi çoğu masalı?” diye de düşünürüm zaman zaman.

Sisifos

Masallarla büyüdük hepimiz. Çocukken dinlediğimiz masallar, farkında olmadan bilinçaltı korku, arzu, özlem, koşullanmalarımızı, hayattan, ilişkilerden beklentilerimizi, hayallerimizi, potansiyelimizi keşfetme ve kullanma cesaretimizi etkiledi. Dinlediğimiz, okuduğumuz masallarda Rapunzel saçlarını uzatarak alıkonulduğu kuleden kendisini kurtaracak prensi bekledi yıllarca. Uyuyan güzel ise prensin öpücüğü ile uyanabildi. Üvey annesi tarafından bir elma ile zehirlenen Pamuk Prenses ’in şifası ise bir prensin öpücüğünde saklıydı. 

Çocukluğumuzda dinlediğimiz her masalda bir zorba, kurban ve kurtarıcı vardı. Farkında olmadan dinlediği her şeyi sünger gibi emip, bilinçaltına kaydeden yaşlarda idik. Atasal travmalar, yaşadıklarımız, okulda maruz kaldıklarımız ve şahit olduklarımız, epigenetik kodlar, izlediğimiz filmler, farklı ortamlarda günlük sohbetlere kulak verdiğimizde duyduklarımıza ek olarak dinlediğimiz masalların da etkisi ile bazılarımız dünyayı korkulan, pasif bekleyişte iken aniden gelen bir kurtarıcının sayesinde özgürlüğe, itibara, başarıya ancak o kurtarıcı sayesinde kavuşabildiğimiz bir yer olarak algıladık. 

Bazılarımız ise dünyayı zorlu ve aşılması gereken sınavlarla dolu, türlü türlü zorlukların üstesinden tek başımıza gelmek zorunda olduğumuz, sürekli emek ve çaba göstermemiz gereken, sevdiklerimiz ve inandığımız davalar uğruna her türlü fedakarlıkta bulunmaya razı olarak yılmadan mücadele ettiğimiz ve nihayetinde mağduru zalimin elinden kurtardığımız bir alan olarak kodladık bilinçaltımıza. Bu ikinci grup için, mutluluk ve huzur başkalarının kahramanı olmaktan geçer oldu ilerleyen yıllarda. 

Her ne kadar yaşananlar, şahit olunanlar, duyulanlar, okunanlar bilinç altı kodlarımızı oluştursa da tamamen aynı şeylere maruz kalan iki kardeşten biri kurban rolünü seçerken, öteki kurtarıcı rolünü de seçer oldu bazen. 

Mizaç, zekâ, maruz kalınanları algılayış şeklimiz, doğum sıramız, ebeveynlerimizin bizlere yüklediği sorumluluk, misyon, bizlerden beklentileri ve tavırları da etkili oldu bu durumda. Özgür irademizle, tamamen otantik bir yerden üstlendiğimizi sandığımız görev ve sorumluluklar, yaşam tarzımız, koyduğumuz ya da koyamadığımız sınırlar, beklentilerimizi ortaya koyuş şeklimiz, ihtiyaçlarımızla kurduğumuz bağ, duygularımızı tanıma kapasitemiz ve düzenleme şeklimiz bile biz farkında olmadan aslında bilinç altı kodlarımızın eseriydi.

Hayatta öyle bir an geliyor ki kurtarıcı herkesin kahramanı olurken, kendine yetmez hale gelip, yorgun düşüyor. Ancak etrafına kümelenenler ondan beslenen, onun rehberliği ile ilerleyen, onun desteği ile zorluklarla başa çıkanlar olunca, kurtarıcı yorulduğunda yüzleşiyor içine girmiş olduğu yardım isteyemeyen ve alamayan haliyle. Ancak yine de başkalarının derdini çözme ve yardım etme döngüsünden kolaylıkla çıkamıyor çoğunlukla. Kurban rolündeki ise durumu ile daha zor ve geç yüzleşiyor belki de. Pasif bekleyişte olması ve her durumun dış koşullardan olduğu kabulünde olması nedeniyle kendisini kurtaracak, dayanak, destek olacak birini arama, bulma ya da bekleme halini sürdüren döngüde kalıyor çoğu zaman, biraz da yılların getirdiği tembellik ve tek başına bir şey yapamayacağına olan inancının da etkisi ile. Özetle kurtarıcı rolündeki de kurban rolündeki de Sisifos döngüsünde tutuklu kalıyor yıllarca.

Bazen, kurtarıcının maddi ve manevi kaynaklarından faydalanmaya alışan kurban rolündeki kişi zamanla zorba rolüne bürünüyor. Fakat, bu durumu ne kurtarıcı ne de kurban fark edip, kondurabiliyor bunu yılların içinde oluşan etkileşime. Bu döngülerden çıkma yolculuğu ise farkındalık ile başlıyor. Farkındalık ise bakan gözle, açık kalple, çokça acılı deneyim sonrası nasip oluyor çoğu insana. Önce farkındalık oluşuyor, sonra alternatif bir yaşamın ve farklı davranış kalıplarının da var olduğunu anlıyor insan okuduklarının, araştırdıklarının, gözlemlediklerinin ve de bazen dışarıdan aldığı profesyonel yardımın etkisi ile. Kişinin reflekse bağladığı hal ve tavırlardan arınmayı seçimi ile ise değişim ve dönüşüm başlıyor.  

Farkındalık yolun yarısı derler, ama asıl zorlu olan farkında olduğumuz hal, tavır, inanç ve seçimlerimizin yerine kalp, beden ve akıl üçlemesine sağlıklı ve adil şekilde hizmet edecek ve bütünün de hayrına olacak yeni eylem ve tavırları hayata geçirmek bence. O zamana kadar Sisifos’la aynı kaderi paylaşmaya devam ediyoruz maalesef. Döngüden kolaylıkla çıkabilmek dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın…


Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Nicola Mastroserio Yazdı: Aşkın Zirveleri

Nicola Mastroserio Yazdı: Aşkın Zirveleri

Ben ayıran kayayım... 

Varoluşun berrak sularında...

Ben fırtınalı bir deniz gecesindeki bir deniz feneriyim...

Ben parlayan aşkım.. 

Aşıkların gönüllerinin eternal zirvelerinde.


Nicola Mastroserio / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Perspektif

Sophia Jamali Soufi

Ufuktan ufka

Yaralar daha da belirginleşiyor

Nasıl çığlık atabiliyorsun?

Buna nasıl dayanabilirim?

parça parça

Vücudumun her zerresi 

senin adını haykırıyor

gece yarısı

Bakışlarım senin gölgeni takip ediyor

Sonunda

Gözlerin beni benden aldı

Ama dünyanın hiçbir yerinde beni bekleyen birinin olduğunu sanmıyorum …


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Bahtiyar Hidayet Yazdı: Sensiz Bir Gecem Olmasın

Bahtiyar Hidayet Yazdı: Sensiz Bir Gecem Olmasın

Bu harabe memlekette

Ben baykuş gibi yaşıyorum.

Bu memleketin kara geceleri benim,

Kara gündüzleri benim.

Gözlerim kıpkırmızı,

Ama bu kez öfkeden değil.

Seni gördüğümden beri

Duygudan ve ihtirastan kızardı gözlerim.

Sensiz bir gecem olmasın.


Kaderine kara diyorsun,

İstemem ki kaderimiz

Şehrin egzotik parkındaki ağaçlar gibi kökten ağarsın,

İstemem ki kaderimiz

Düşman çizmesi altında kalan dağlar gibi tepeden ağarsın.

Kara geceler bizimse,

Sensiz bir gecem olmasın.


Ben ölümü kolay kabul eden biri değilim.

Yüzümde su yok.

Ne açlık öldürdü beni,

Ne göçmenlik, ne polis işkencesi,

Ne de hapishanenin özgürlük için ağlayan nemli duvarı.

Öp, öp beni, yüzüm suya doysun.

Sensiz bir gecem olmasın.


Gözlerim gördüğü zulmü, çileyi aklım unutmuyor.

Bunu unutmak için

Seni çıplak hakikat gibi görmek istiyorum.

Bıktım hakikat elbisesi giymiş yalanlardan.

Gözlerim gördüğünü gözler görmesin.

Çıplak hakikatim ol,

Sensiz bir gecem olmasın.


Ben çok yoruldum, çok,

Tribünlerdeki bağırışlardan,

Meydanlardaki çığlıklardan.

Şimdi bu gürültüleri öldürsün gerek

Senin  ihtiraslı fısıltıların,

Sensiz bir gecem olmasın.


İstemem sahte bir seçimden sonra

Dilsiz bir milletvekili olayım.

İsterim ki İsa nefesli sevgilim,

Öpücüğüyle öldürüp,

Nefesiyle diriltsin beni.

Bu mucize karşısında dilsiz kalayım.

Gel, gel, ter kokun parfüm gibi yayılsın.

Göğsü cennet kapısı olan güzel,

Sensiz bir gecem olmasın.


Utanç teri döküyorum,

Her seçimden sonra utanç teri döktüğüm için.

Şimdi bayıltmalı beni

Teri kokan bedenin...

Ben vatan nöbetinde de gizlice uyumuşum,

Öyle toprağın üstünde.

Ama şimdi uyuma vakti değil,

Unutayım vatanı da, siyaseti de...

Gel,

Sensiz bir gecem olmasın.

Sensiz bir gecem olmasın.


Bahtiyar Hidayet / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Esra Reis: Her Zaman Bir Umut Işığı Olduğunu Asla Unutmayın

Merhaba Esra Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Esra Reis. Zonguldak doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Zonguldak’ta tamamladım. Dokuz Eylül Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği ve Anadolu Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümlerinden mezunum. Bir erkek çocuk annesiyim. Ülkemin birçok il, ilçe ve köyünde uzun yıllar öğretmenlik yaptım. 2008–2011 yılları arasında Afganistan’da, 6 yaşından 21 yaşına kadar olan kız çocuklarının eğitimi için görev aldım. 2019–2024 yılları arasında ise Kırgızistan’da görev yaparak Türk kültürünü tanıtmak ve güzel Türkçemizi yabancılara öğretmek amacıyla çalıştım. Hayatın bana öğrettiği değerleri kaleme alıp okuyucularla paylaşmayı kendime görev edindim. Yazılarımda çaresizlikler içinde bir umut ışığı olabileceğini anlatmaya çalışıyorum.

Yazar Esra Reis

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

Yazma yolculuğum, yaşamın karmaşası içinde bir anlam arayışının izlerini taşıyor. Tanıklık ettiğim gerçek hikâyeler, insan ruhunun derinliklerinde bıraktığı izlerle birleşince, kalemim kendiliğinden harekete geçti. Özellikle Afganistan’da ve Kırgızistan’da edindiğim tecrübeler, yazma isteğimi daha da pekiştirdi. Yazmak, hem kendimle hem de başkalarıyla kurduğum bir içsel köprü haline geldi. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık, benim için içimde birikenlerin kelimelerle hayata geçmesidir. Ruhumda büyüyen her duygu, her düşünce, ancak yazıyla vücut bulabiliyor. Yazmak, sadece anlatmak değil; anlamaya, hissetmeye ve iyileştirmeye dair bir yolculuk. En çok da insanın kendini bulduğu aynalardan biri. 

Sesimi Duyan Var mı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor? 

Çok teşekkür ederim. Bu kitap, yalnızca benim değil, sesi duyulmayan pek çok insanın da hikâyesine tercüman oluyor. Gerçek yaşanmışlıkların ve derin izler bırakmış anıların içten bir dille anlatıldığı bölümlerle okuyucuyu hem duygusal hem de düşünsel bir yolculuğa davet ediyorum. Kitabın en güçlü yanı, okuyucunun kendi hayatından izler bulabilmesi. En tükendim dedikleri anda umut ışığı ile parlayan o kutup yıldızını görebilmeleridir. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu? 

Başucu kitaplarım arasında Irvin D. Yalom’un Nietzsche Ağladığında adlı eseri özel bir yere sahiptir. Bu kitap, psikoloji ile felsefenin iç içe geçtiği derinlikli anlatımıyla beni oldukça etkiledi. İnsanın iç dünyasındaki çatışmaları, yüzleşmeleri ve değişim süreçlerini yalın ama çarpıcı bir dille aktarıyor. Aynı zamanda yaşamın anlamını sorgulayan bu eser, yazma biçimime ve insanı anlama çabama büyük katkı sağladı. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz? 

Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir kitap projem var. Kırgızistan’da yaşadığım yıllara ve oradaki deneyimlere dayanan anılarımı kaleme almaya başladım. Bu kitapta sadece bir ülkenin kültürel dokusunu değil, aynı zamanda bir öğretmenin gözünden hayatın içinde karşılaştığı derin izleri bulacaksınız. Ayrıca şiir, deneme ve aforizmalardan oluşan; hayatı anlamaya, yorumlamaya çalışan daha içsel bir metin üzerinde de çalışıyorum. Okuyucuyu düşünmeye ve hissetmeye davet eden bu projeler, iç dünyamın farklı yansımalarını taşıyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

Her okuyucuma yürekten teşekkür ediyorum. Dilerim ki; sevgi yüreğimizde tomurcuk çiçekler gibi açsın ve kökleri tüm canlılığa uzanarak dünyayı güzelleştirsin. Yalnız olmadığınızı, her zaman bir umut ışığının olduğunu asla unutmayınız.

Kadriye Ramsaier: Gerçek Başarı Kendinize İnandığınızda Olur

Merhaba Kadriye Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Kadriye Ramsaier uzun yıllardır Almanya’da yaşıyorum. Hayatımın önemli bir kısmi iki kültür arsında kalmış kadınların sessiz çığlıkları dinleyerek geçti. Yazarlık serüvenim kendi içsel yolculuğumda kimlik arayışı, iyileşme sürecimin bir parçası olarak doğdu. Yazmak benim için bir eylem değil varoluşun biçimidir.

Yazar Kadriye Ramsaier

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum, içimde biriken, görülmeyen duyulmayan anlaşılmayan bir kadının suskunluğunu yazıya dökmemle başladı. Benimle benzer yollardan geçen kadınlara umut olmayı amaçlıyorum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için bir özgürlük alanıdır. Kalemimle sınırları aşıyor, başkalarına ayna oluyorum. Yazmak benim için hem iyileşme hem yeniden inşa etme sürecidir. Kısaca benim için bir tutkudur diyebilirim.

Gurbetin Kızı ve Evim Neresi isimli kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Gurbette yaşayan bir kadın olarak hem kendi hayatımdan kesitler olan iki kültür arasında dil uyum sorunu, aile bağları, sevgide adalet arayışı olan karakterlerin yer aldığı doğal samimi eserler diyebilirim. Umarım okuyan herkesin hayatına, kalbine dokunur.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarlarım arasında Ayşe Kulin, Elif Şafak, Franz Kafka, Dostoyevski yer alıyor. Dünya klasikleri başucu kitaplarımdır. Hepsi beni düşünmeye iten, farklı duyguları hissetmek için ilham aldığım eserler ve yazarlardır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, yeni bir kitabım var. Üçüncü kitabimin üzerinde çalışıyorum. Bu kez daha cesur, daha derin ve evrensel konularla içimize dokunan bir anlatım dili benimsiyorum. Seçimlerimiz hayatımızı, bize kim olduğumuzu gösterir. Kişisel roman tarzında severek emekle kaleme aldığım yeni eserim bir içsel yolculuk kitabı olacak. Kitabın adı Kalemin Ucunda Sizindi Hikâyeniz olabilir. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Lütfen yalnız olmadığınızı bilin. Kaleme aldığım kitaplarımın her satırında kendinizden bir şey bulmanız dileğiyle okuyan herkese teşekkür ediyorum. Bu yolculukta birlikteyiz, gerçek başarı kendinize inandığınızda olur. Ayrıca Alaska Yayınlarına eserlerine ve yazarlarına vermiş olduğu emek ve değerden dolayı teşekkür ediyorum.

Andreas Georgiadis: Her İnsanın Kişisel Mitolojisi Tükenmezdir

Sanatıyla zamanı ve mekânı aşan, izleyiciyi hem içsel bir yolculuğa hem de kolektif bilinçaltına doğru sürükleyen Yunan sanatçı Andreas Georgiadis, İstanbul’daki dördüncü kişisel sergisi “Mitoloji II: Kişisel Bir Mitoloji” ile bir kez daha karşımızda. 

Andreas Georgiadis

Istanbul Concept Gallery’in temsil ettiği, sanat camiasında ışığın efendisi olarak bilinen sanatçı 21 Mart’ta açılan bu sergisinde, sinemadan edebiyata ama özellikle İstanbul’un sokaklarına ve şiire uzanan geniş bir ilham yelpazesiyle kendi kişisel mitolojisini yaratıyor. Sanatçının üretim pratiğini, İstanbul’a duyduğu derin sevgiyi ve disiplinlerarası yaklaşımını kendisinden dinleme fırsatı bulduk.

“Mitoloji II: Kişisel Bir Mitoloji” serginizde kişisel anılarınızı evrensel bir anlatıya dönüştürürken sizi en çok zorlayan şey neydi?

Bu sergideki eserlerim; izlenimler, anılar, hisler, rüyalar, korkular gibi derinlerimden gelen hikâyeleri anlatıyor. En zorlayıcı kısım, tüm bunları kağıt üzerinde, filtreler veya süslemeler olmadan ve her şeyden önce hiçbir şeyi gizlemeden yakalamaya karar vermekti. Bu nedenle, eserlerim, onları tetikleyen katalizörü veya ilhamı ele vermeden, en başından itibaren bir şey hakkında konuşmaya çalışıyorlar. Tabii dinleyene ve duymak isteyene  

Bu sergide bazı eserlerinizi Attilâ İlhan ve Murathan Mungan gibi Türk şairlerine ithaf ediyorsunuz. Şiir, sanatınızı neden bu kadar etkiliyor ve yaratım sürecinizi nasıl yönlendiriyor?

Şiiri çok seviyorum ve hayal gücümü, ilhamımı şiire yönelerek besliyorum. Elbette, Nâzım Hikmet ve İlhan Berk gibi değer verdiğim başka Türk şairler de var, ancak henüz onların ilhamı resimlerime yansımadı. Şiir her daim hayatımda. Şiirin yansımaları da tüm sergilerimde mevcuttur. Mesela, iki sene önce gene Istanbul Concept Gallery’deki “Geri Dön” başlıklı sergimi ünlü Yunan şair Konstantinos Kavafis’e ithaf etmiştim. 

Şiir, edebiyat, sinema ve kolektif bilinçaltı... Eserleriniz bu disiplinlerden güçlü biçimde besleniyor. Bu alanlar arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Sizce bir sanatçının mitolojisi nasıl şekillenir?

Sanatçı olsun ya da olmasın, her insanın mitolojisi, hayatının her anında onu rahatsız eden, onu uyanık tutan, mücadelelerinde ona eşlik eden tüm o görünmez küçük dikenler tarafından şekillendirilir. Kişisel olarak yaşamım ve sanatım, şiirden, sinemadan ve kolektif bilinçdışından -özellikle de edebiyattan- derinden etkileniyor. Bağlantı kurduğum bir şeyi her okuduğumda, eylemin gerçekleştiği ortamı yaratmak için bir gereklilik olarak hayal gücümde imgeler öne çıkar. Bu görselleştirme, okumanın en büyük armağanıdır ve ben de bunu kâğıdıma aktarıyorum.

Andreas Georgiadis

İstanbul hayranı olduğunuzu biliyoruz. Dördüncü kişisel serginizde bu şehre olan düşkünlüğünüz eserlerinize de yansıyor. Üstelik İstanbul eserlerinizde, yalnızca bir şehir değil; adeta bir karakter gibi anlatılıyor. Bu şehri bu kadar derin ve kişisel şekilde resmetmenizi sağlayan duygu ya da anılar nelerdir?

İstanbul'u çocukluğumdan beri seviyorum. Atina'dan sonra en iyi bildiğim şehir. Beni büyülemekten, ruhuma dokunmaktan, beni eğlendirmekten hiç vazgeçmiyor. Ancak ilgim genellikle, turistlerin daha az bildiği eski mahallelere veya semtlere daha fazla kayıyor. Orada kendimi kaybetmeyi, yabancı ve yeni her şeyi koklamayı ve tatmayı seviyorum. Bu yüzden bu sergimde sevdiğim mahalleleri sundum: Cihangir, Fatih, Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Yeniköy, vb. Yaklaşımım bu şehre olan sevgimi de hayranlığımı da açıkça yansıtıyor. Bunun samimi bir hikâye anlatıcılığının anahtarı olduğuna inanıyorum: iddiasız sevgi ve derin hayranlık.

Eserlerinize özellikle başlık vermemeyi tercih etmişsiniz. İzleyiciyle bu açık uçlu ilişkiyi kurmanın sizce nasıl bir etkisi oluyor?

İzleyiciyi bu yolculukta tamamen yalnız bırakmak ve sonrasında nerede (eğer tanışmışsak) tanışmış olabileceğimizi ve nasıl tanışmış olabileceğimizi görmek fikriydi. Her zaman duyguları paylaşma niyetiyle resim yaparım, bu yüzden benim için izleyici, bir şekilde bakışlarıyla sanatımı tamamlar. Bunu benim için kesinlikle elzem görüyorum.

Andreas Georgiadis

Yaklaşımınızın hem metodik hem sezgisel olduğunu belirtiyorsunuz. Bu iki yönü üretim sürecinizde nasıl dengeliyorsunuz?

Bu, biraz zihinsel olarak başlasa da sonra rüzgâr ve dalgaların beni götürdüğü her yere küçük bir tekne gibi sürüklenmeme izin veren bir süreçtir. Eserlerimde bir varış noktası değil, bir yolculuğun anlatımını göreceksiniz. Yolculuk benim için daha önemlidir. "Ve eğer onu zayıf bulursanız, İthaka sizi kandırmış olmayacaktır. O kadar bilge oldunuz ki, böyle bir deneyimle, İthaka'nın ne demek istediğini anlamış olacaksınız," der büyük şair Kavafis.

Kişisel Mitoloji serginizle izleyiciyi güçlü bir içsel yolculuğa davet ediyorsunuz. Bu sergiden sonra gündeminizde olan yeni projeler ya da keşfetmek istediğiniz başka temalar var mı?

Bu sergi beni ilgilendiren konulara bir tür noktalı virgül koyuyor. Bu; beni uzaklara götürmeye devam etmesini ve tekrar tekrar derinliklerden yeni hikâyeler anlatacağım, yeni eserlerin hasadıyla geri dönmeme yardımcı olmasını umduğum, sürekli bir arayış. Neyse ki, her insanın kişisel mitolojisi tükenmezdir.  

Kalplerimizi Sevgiye Açık Tutalım

Merhaba Dilek Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, İstanbul Kartal doğumluyum. Anne ve babamın aileleri muhacir. Yunanistan göçmeni. Annemin İstanbul'da bir köyü vardı. Küçükçekmece'ye bağlı Şamlar köyü. Ama devlet istimlak etti, Sazlıdere barajı oldu. Sular altında kaldı. Çok güzel bir köydü. Artık gideceğim bir köyüm de kalmadı. Klinik biyokimya uzmanıyım. Devlet memuruyum. Edebiyatı, şiiri, tarihi severek okuyorum. Türkiye'nin tüm tarihi yerlerini profesyonel ekiplerle gezdim ve iyi bir tarih okuru oldum. En büyük hobim yurtdışında birçok uygarlığı gezmek ve görmek. Maddi gücüm elverdiğince de gezmeye görmeye devam edeceğim. Benim bu dünyadaki amacım, sevmek ve sevmenin değerini insanlara anlatmak. 

Yazar Dilek Bandak

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir insanı insana anlatmaktır. İnsana doğayı evreni ve yaşamı anlatmaktır. Okunan her şiir okurda bir farkındalık yaratıyorsa, içinde 'işte ben de böyle hissediyorum 'duygusunu yaşatıyorsa, bilinçlendiriyorsa, güzelleştiriyorsa, yeni bir umut yaratıyorsa, kalbine dokunuyorsa değerlidir. Şiir insanlığın ortak mirasıdır. Tüm deneyim, duygu, bilgi ve yaşanmışlıkları aktarmalıdır. Nesirde anlatılanları iki küçük çarpıcı mısrada insana verebilendir.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Bir şiirimi okuyup, yüzünde bir tebessüm, kalbinde bir huzur, deneyimlediği bir yaşamı fark ediyor ve kişinin bilincini yükseltiyorsa, gerçek ve kendisini tanıması ve dünyayı anlaması açısından bir değişim yaratıyorsa, benim için şairlik budur. 

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ben 12 yaşımdan beri yazıyorum. Bunun evrensel büyük bir güç olduğunu düşünüyorum. Her konuda şiir yazılabilmeli. Şiir uçsuz bucaksız bir dünya. Hayata daima akıl, sağ duyu ve kalp gözümle baktım. Hayatı çok farklı algıladım. Ben bir şairim ama sadece ünlü değilim. Ölünceye kadar şiir yazacağım. Beni en mutlu eden şey bu. Hiç kimse bana bu konuda destek olmadı. Kendi kendimin mihmandarı oldum. 

İllüzyon isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Anlatım tarzımda imgeler çok güçlü. Okuduğunuzda kafanızda canlanabilir ve kalbinizde hissedebilirsiniz. Sanki biraz sinestezi var gibi. Bence özgün bir tarz gibi ama onu edebiyat camiası daha doğru değerlendirir. Duygular çok güçlü, lirik bir şekilde aktarılırken, gerçekler de insanın yüzüne çarpıyor. Oldukça dikkat çekici ve didaktik. 

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarlarım Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı Tarancı, Aziz Nesin, Orhan Veli, Dostoyevski, Cemal Süreya, Ahmet Arif, Turgut Uyar, Sabahattin Ali ve okuduğum değerli birçok yazar ve şair. Çocuk kalbimin yaşlanmadan büyümesine vesile oldular. Annem ve babamdan daha etkili oldular. Benim çocukluğumda öğretmenlerimiz daha ilgiliydiler ve baba ailemden daha fazla faydaları oldu. Kitaplar ve okul gelişmemde en büyük etkendir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir kitabım var. Zamana bıraktım. Yine bir şiir kitabı olacak. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Boşluğun, hiçliğin yegâne çaresi sevmektir. Kalplerimizi sevgiye açık tutalım. Zihnin esaretinden kurtulalım. Gerçeği görelim. İllüzyonda yaşamayalım. Bilinç ve farkındalık sahibi olarak bu dünyayı hiçliğimizi ve değerimizi bilerek yürekten kucaklayalım.

Uçaktaki Son Yolculuk

1972 senesi pek çok insanın hayatının değiştiği bir sene olmuştu. Türkiye'nin hemen hemen her şehrinden insanlar Almanya'ya işçi olarak gitmek ve oralarda bir ev, bir traktör parası kazanıp memleketine dönmek arzusundaydı. İşte aynı senenin sonbaharında  bavulunda memleket kokusu, yüreğinde ise yeni bir hayatın umuduyla Almanya'ya ayak basan bir kadının hissettikleri, kelimelerle ifade edilmesi zor bir karmaşıklıkta idi. Geride bıraktığı topraklar, yavrusu, sevdikleri ve alıştığı düzen, bir yandan özlemi körüklerken, diğer yandan bilinmeyene duyulan merak ve heyecanla harmanlanırdı.

Uçaktaki Son Yolculuk

Cemile böyle karmaşık duygular içinde Almanya'nın Bremen şehrinde Nordmende Fabrikasında işe başladı. Fabrikada kendisi gibi onlarca Türk hanımı çalışıyordu. Cemile belki de ilk kez bu kadar yalnız, ama aynı zamanda bu kadar güçlü hissetti kendini. Yabancı bir dilin yankılandığı sokaklarda, tanıdık bir yüz ararken, kendi içindeki gücü keşfetti. 

Alışık olmadığı bir tempoda, belki de hiç yapmadığı işlerde çalışırken, hayata tutunmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın ne demek olduğunu öğrendi.Geceleri, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde, memleketinden gelen mektupları okurken, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Hasret, yüreğini bir kor gibi yakarken, eşinin ve ailesinin geleceği için katlandığı fedakarlıkların ağırlığı omuzlarına çökerdi. Ama o, güçlü bir kadındı. İçindeki umut ateşi, ne kadar fırtına eserse essin, sönmezdi.

Cemile geldiği bu şehirde adına Heim denilen ve genellikle bekarların oturduğu tek oda halinde kiraya verilen yerde diğer Türk kadınlarıyla beraber kalıyordu. Sabah 7 de işbaşı yapıyor ve akşam 19 a kadar arada yaptıkları 1 saatlik mola hariç, sürekli çalışıyordu.Yine de halinden şikayetçi değildi. Var gücüyle canını dişine takıyor ve bir an önce bir ev ve traktör parası biriktirip memleketine dönmek istiyordu.

Yazdığı son mektupta kocası kayınvalidesinin hastalandığını ve geride bıraktığı çocuğuna artık bakamayacağını söylüyordu.

Belki de bu sebepten son zamanlarda  Cemile'nin canı çok sıkkındı. Bütün gücünü toplayarak, hatta gücünün fazlasıyla bile çalışıyor, çalışıyordu. Bundan sonraki gelecek mektubu ve oradaki haberleri merak ediyordu. Yorgun argın yattığı o geceyi kabuslarla geçirdi. Sabahleyin sanki üzerinden tır geçmiş gibi yorgun kalkarak işe gitti. İçinde tarifi imkansız büyük bir sıkıntı vardı.

Akşam eve gelince Hausmeister ona yeni gelen mektubu getirdi. Mektupta kayınvalidesinin vefat ettiği haberini okuyunca dünyalar başına yıkıldı. ‘’ Ne yapacağım ben şimdi? Kınalı kuzuma kim bakacak’’ diye içten içe kendini yedi, bitirdi. acilen memlekete gidip çocuğunu ve eşini buraya getirmeliydi.

Zamanla, Almanya'nın soğuk sokakları, onun için belki bir yuva haline gelirdi. Yeni arkadaşlar edinir, yeni bir dil öğrenir, yeni bir hayata alışırdı. Belki de hiçbir zaman tam olarak kendini buraya ait hissedemezdi ama artık o, iki dünyanın kadınıydı. Hem memleketinin özlemini, hem de yeni hayatının getirdiği umutları aynı anda taşıyan, güçlü bir kadın. Oda arkadaşı Nazlı eve geldiğinde sarılıp ağlaştılar. sonra bir çözüm buldular. Fabrikada usta başı ile konuşup ya izin isteyecek veya eşi ve çocuğunu buraya getirmek için yardım isteyecekti.

Ustabaşı Cemileye izin vermek yerine eşinin ve çocuğunun buraya gelmesi için yardım edeceğini söyledi. gerçekten söz verdiği gibi Aile Birleşimi için gerekli evrakları hazırlamaya başladı. bu haberden sonra Cemile hemen eşine bir mektup yazarak kendisini ve çocuğunu Almanya'ya getirmek için Yabancılar Dairesine başvurduğunu ve olan biteni uzun uzun yazdı. Yeni bir ev bulma imkanı olmadığı için önceleri burada oturmaları gerekiyordu. Bir oda bile olsa başlarını sokacakları bir evleri vardı. Odaya yan odada kalan komşusundan bir koltuk daha getirince her şey tamam oldu. Koltukta biricik kuzusu Meleği yatacaktı. 

Nasıl da özlemişti yavrusunu? Henüz 4 yaşında kıvır kıvır siyah saçlarıyla hep gülümseyen, uzun kirpikleri ve boncuk boncuk kara gözleriyle meraklı etrafı izleyen bir kızı vardı. Yavrusu ona Melek gibi göründüğü için ona Melek İsmini vermişti.  Hele annesi! Cemile kendi annesini de çok özlemişti. Herkesin annesi kendine değerlidir. Ondaki Anne özlemi, bir boşluk, bir sessizlik, bir eksikliktir. Sanki dünyanın tüm renkleri solmuş, tüm sesleri susmuş gibiydi. Bazen Annesinin sesi kulaklarında çınlar, gülüşü gözlerinin önüne gelirdi. O sıcak dokunuşu, o şefkatli bakışı, o mis kokusu... Hepsi birer hayal gibi, ulaşılmaz birer anı gibiydi.

Cemile bu düşüncelerle bezenmişken dilinden şu mısralar döküldü,

‘’Benim Seslenişi mi duyuyor musun annem?

Bensiz sen üzgün oluyor musun Annem? 

Seni çok özledim, biliyor musun Annem?

Rahatlık duyuyorum seni düşününce ben.

Benim gözyaşlarım sana ulaşıyor mu Annem?

Bensiz elin ayağın dolaşıyor mu Annem?

Aklın benden daha çok karışıyor mu annem?

Huzurla doluyorum, seni düşününce ben.’’

Yine 12 saat çalıştıktan sonra nihayet işten çıktı ve komşusu Necla ile eve geldiler. Bastıkça gıcırdıyan merdivenleri zorlukla çıkıp odasına girdi. Üstündeki mantosunu hızlıca üzerinden sıyırdı ve başörtüsünü bile çıkartmadan yorgunluktan bitkin bir halde kendini koltuğa bıraktı. Hayallere daldı. Kocası ve Meleği gelince onları nasıl karşılayacağını, onlara hangi yemekleri yapacağını düşünmeye başladı. Sonra aklına o gün kazaya bıraktığı namazları geldi ve hızlıca lavaboya giderek abdest alıp namazlarını kıldı. Namazdan sonra odayı toplarken teybe bir kaset koydu ve hayal kurmaya devam etti.

 Yüksel Özkasap güzel ve içli sesiyle sanki sadece onun için söylüyordu o türküyü.

‘’ Ayrı Düştüm vatanımdan yurdumdan

 Sermayem yok servetim yok elimden.

 Bilinmiyor yoksulların dilinden

 Almanya'ya mecbur ettin yoksulluk beni beni fakirlik beni beni ‘’

Kocasının ve evladının yanına gelmesini beklerken bir umut ve özlem girdabında çalkalandı, durdu. Her geçen gün, hasretin ateşiyle daha da kavruldu, yüreği. "İnşallah yakında gelirler," diye fısıldadı kendi kendine. Onlara kavuşacağı anın hayaliyle, sabırla bekledi. Kocasının sıcak gülümsemesini, evladının cıvıl cıvıl sesini özledi.  Onların kokusu, dokunuşu, varlığı, hayatının en değerli parçalarıydı. Geçmişteki mutlu anılar, hasretini daha da alevlendirdi.

Pencerenin önünde, ufka dikilmiş gözleriyle, gelecek olanları hayal ederdi. Onların gelemeyeceğini düşününce ise kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. "Ya gelmezlerse?" diye bir korku kemirdi içini. Yolda başlarına bir şey gelmiş olmasından endişe duydu. "Acaba iyiler mi?" soruları beyninde yankılandı durdu. Onlara duyduğu sevgi, her türlü engeli aşacak kadar güçlüydü. Onların varlığı, hayatının anlamıydı.

Zaman, sanki bir salyangoz gibi ağır ağır ilerledi. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Nihayet  bütün işlemler tamamlandı ve Almanya gelmeleri kesinleşti. Biletler alındı ve Mehmet ve Melek Almanya'ya doğru yola çıktılar. Sonunda uzun uğraşlar ve meşakkatli bir yolculuk sonrası beklenen gün geldi ve yolcularını karşılamak için istasyona gittiler. Yanında kapı komşusu Necla vardı.

Cemile'nin kalbi, bir kuşun kanat çırpışları gibi hızla atıyordu. Günlerdir, hatta aylardır beklediği an gelmişti. İstasyonun önünde, minik yüreği heyecanla çarparken, gözleri uzaklara dalmış, sevdiklerinin siluetini arıyordu. Ve işte, o an! Uzaklardan tren belirdi ve yavaş yavaş perona geldi. Cemile'nin nefesi kesildi, gözleri doldu. Tren durduğunda, heyecanla hangi kapıdan çıkacaklarını gözledi. Onlara yakın olan bir kapı açıldı ve ilk önce kocası indi. Yorgun ama gülümseyen gözleriyle Cemile'ye baktı, kollarını açtı. Cemile, bir çocuk gibi koştu, kocasına sımsıkı sarıldı. Hasretle dolu öpücükler, fısıldanan sevgi sözcükleri…

Sonra, arabadan minik bir figür indi. Cemile'nin yavrusu, annesine doğru koştu. Cemile, dizlerinin üzerine çöktü, kollarını açtı. Yavrusu, annesinin kollarına atladı, minik elleriyle annesinin yanaklarını okşadı. Cemile'nin gözyaşları, yanaklarından süzüldü. Bu, bir kavuşma anıydı, bir mucizeydi. Cemile, kocasının ve yavrusunun yüzünü avuçlarının içine aldı. Onların sıcaklığını, kokusunu içine çekti. Bu an, onun için bir rüya gibiydi. Yılların hasreti, bir anda dinmişti. Artık, ailesi yanındaydı.

O an, sadece bir kavuşma değildi. Aynı zamanda, bir yeniden doğuştu. Cemile, ailesine kavuştuğunda, sanki yeniden hayata dönmüştü. Onların varlığı, ona güç vermiş, umut vermişti. Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Onlar, birlikte, yeni bir hayata başlayacaklardı. Sevinçle hep beraber eve geldiler ve gülüş oynaş neşe içinde yemeklerini yediler. Artık bu küçük aile nihayet bir araya gelmişti.

 En kısa zamanda eşinin de bir iş bulması ve onun da çalışması gerekiyordu. Almanya iş memleketiydi. Para kazanmak, tutumlu olmak ve bir an önce vatana dönüş planlarını bütün gece konuştular. Ertesi gün Cemile iş yerinde Ustabaşı ile konuştu ve kocasına da çalıştığı fabrikada iş buldular. fakat bir problem vardı yavrularına kim bakacaktı?

Alman komşuları bayan Ursula çok iyi niyetli bir insandı. Her fırsatta Heim’daki kadınlara  yardım eder, onlara ve çocuklara çikolatalar ve ufak hediyeler alırdı. Ursula Heim’a yeni bir çocuk geldiğini hemen fark etti. Cemileyle konuştuktan sonra  bu beni kız çocuğuna gündüzleri bakmayı kabul etti.

Almanya'nın soğuk, gri sabahlarında, özlemini çektiği minicik yavrusunu  yabancı bir ele emanet ederek işe gitmek Cemileye çok zor geliyordu. Yavrusu annesinin şefkatli kolları yerine, yabancı ellerde büyüyor, yabancı bir dille sevincini annesiyle paylaşıyordu. Sevgini, üzüntüsünü hatta şarkıları bile Türkçenin sevgi dolu fısıltıları yerine, yabancı bir dilin melodisiyle söylüyordu. 

 Nihayet aylar yılları kovaladı. Bu arada Cemile'nin bir de oğlu dünyaya geldi. Oğlana Mehmet'in babasının adı olan Ali ismini koydular. Ali’ye de gönüllü olarak Ursula Hanım bakıcı oldu. Aradan yıllar geçti. Bu arada Melek 9 yaşına, Ali de 5 yaşında girmişti. Fakat çocuklar memleketlerini ve köylerini hiç görmemişlerdi. Çocukların memleket özlemi, minik yüreklerinde kocaman bir boşluktu. Sanki renkli bir rüyanın solması, neşeli bir melodinin susması gibiydi. Hele Melek için bu özlem, uzaklarda kalan o tanıdık sokaklar, o mis kokulu bahçeler, o sıcacık gülüşlerdi.

Her gece, yastığa başlarını koyduklarında, annesinden dinledikleri memleketin masalsı hikayeleri canlanır zihinlerinde. Babasının Anlattığı efsaneler, Cemilenin söylediği türküler, arkadaşlarla oynadıkları oyunlar... Hepsi birer özlem çiçeği gibi büyür içlerinde.

Cemile bazen Sabahleyin, pencereden dışarı baktığında tanıdık manzaraları arardı. O yemyeşil yaylalar,  o heybetli dağlar, sokaklarında araba olmayan meydanlar , hepsi birer hasret türküsü olurdu dudaklarında. Hele bayramlarda, memleketteki bayram coşkusunu, o kalabalık sofraları, o neşeli kahkahaları özlerdi.. Annesinin yaptığı o lezzetli yemekleri, börekleri, tatlıları hatırlardı. Hepsi birer özlem yumağı olurdu yüreklerinde.

Memleket, onlar için sadece bir coğrafya değildi. Aynı zamanda, bir hatıralar diyarıydı. Orada, çocukluklarının en güzel anıları saklıydı. Orada, sevdiklerinin sıcaklığı vardı. Orada, kendilerinin bir parçası vardı. Çocukların memleket özlemi ise bir umut ışığıydı. Bir gün, o topraklara geri döneceklerine, o tanıdık kokuları yeniden içlerine çekeceklerine, o sıcak gülüşlere yeniden kavuşacaklarına dair bir inançtı.

Çocuklar sadece anne ve babasının anlattıklarıyla oraları tanıdılar. Memlekete gitmek için özlemle yandıkları halde bu olmadı. Çünkü Cemile ve Mehmet sadece çalışmışlar para biriktirmişlerdi. Birikimlerini de Mehmet'in abisine yolluyorlardı. O da Seydişehir'de onlar için bir ev almış ve evin resimlerini kendilerine yollamıştı.

Artık hiçbirinin Vatan hasretine dayanacak gücü kalmamıştı.  Memleketlerini, köylerini çok özlemişlerdi. Melek okula gittiği için ancak yaz tatilinde memleketlerine gidebileceklerdi. Mayıs ayının başlarıydı. Almanya kasvetli, gri ve soğuk günlerini yavaş yavaş geride bırakıyordu. Kışın ardından gelen bahar, sanki yeni başlangıçların ve umudun simgesiydi. 

Fakat  bir sabah Cemile yataktan kalkamadı. Mehmet karısının yanına gelerek 

‘’Hadi Cemile saat 6.00 oldu. Kalk ve hazırlan, işe geç kalacağız’’ diye seslendi. Cemile sadece inleyerek cevap verebildi, konuşamıyordu. Mehmet karısının alnına elini koyduğunda ateşler içinde yandığını hissetti. Cemile epeydir halsizdi. Hep başı, kemikleri ve eklem yerleri ağrıyordu. Fakat onlar bunun sebebini Cemilenin durmak bilmeden çok çalışmasına ve kendisini çok yormasına bağlamışlardı. KomşularI Necla hanımla işyerine haber göndererek o gün işe gelemeyeceklerini söylediler. Çocuklarını okula gönderdikten sonra Mehmet eşini doktora götürdü. Hemşireler hemen eşini alarak sedyeye yatırdılar. Muayene ve tahliller için koşuşturmalar başladı.

Mehmet hissetmişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sanki. Fakat hiç kimse ona bir şey söylemiyordu. Doktorun kapısının önünde, eşinin sağlığı için endişeyle bekleyen bir kalbin derinlerinde fırtınalar koptu. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Doktorun kapısından gelecek her haber, bir umut ışığı ile karanlık bir uçurum arasında gidip gelmesine sebep oldu.

Kalbi, eşinin sağlığı için dualarla doldu.

‘’’ Böyle çaresizce beklemek ne zor bir şeymiş’’ diye koridorda Bir aşağı bir yukarıya geziniyordu. saatler sonra nihayet bir doktor yanlarına gelerek Mehmet'i odasına çağırdı. Tahlil neticelerini yavaş yavaş anlatıyor, arada bir "Anlıyor musun,  dediklerimi anlıyor musun’’ diye soruyordu. Evet, anlamıştı. Eşi Lösemi Yani kan kanseriydi ve hastalık çok ilerlemişti.  Fakat doktora, "Anlamıyorum, Anlamıyorum. Bana bir tercüman bulun.’’ dedi.

Acilen bir tercüman bulunmuştu. Fakat o da farklı bir şey söylemedi. Karısı son evrede bir kanser hastasıydı ve çok az bir zamanı kalmıştı. Her şeye rağmen Mehmet güçlü görünmeli ve çocuklara hiçbir şey belli etmemeliydi. Hemen gözyaşlarını silip bütün gücünü toparladı. ‘’Eşimi görebilir miyim?’’dedi. Cemilesinin yanına geldiğinde ona hiçbir şey belli etmeden hemen iyileşeceğini hep beraber memlekete gitmek için hazırlık yaptığını söyledi.

Cemile halsiz bir sesle, ‘’İnşallah canım’’ dedi. ‘’ Fakat bana bir şey olursa çocuklarıma iyi bak. Bir de ben ölürsem Cenazemi Lütfen Türkiye'ye Seydişehir'e götürün. Hasret kaldığım memleketimin sokaklarında tabutumu gezdirin. Canımı heba ettiğim, uğruna hayatımı harcadığım evimizin içinde cenazemi bir kere dolaştır. Bu sana vasiyetimdir’’ dedi.

Cemile son gayretle kısa aralıklarla duraklayarak sözlerini bitirdiğinde Mehmet gözyaşlarına hakim olamadı. Gözyaşlarını Karısına göstermemek için kafasını yana çevirdi. Sonra ayağa kalktı. Pencereden Mayıs güneşinin aydınlattığı yemyeşil bahçeye, uçup giden kuşlara baktı. Heyecanla dönüp

‘’ Cemilem, sen iyileşince hemen memlekete gidelim. Melek için okuldan bir iki hafta izin alırız’’ dedi.

Cemileden ses çıkmadı. Dönüp baktığında eşinin elinin yana düştüğünü ve artık ebediyyen kendine veda ettiğini anladı.

Bir taraftan sessizce ağlarken kulaklarında Cem Karaca'nın şu dizeleri çınladı.

‘’Çok uzaktan bakmak ile bilinmez 

Alamanya Gurbeti'nin halleri 

İşten eve evden işe çözülmez

 Almanya milletinin dilleri 

15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat

 Alamanya yıllarımı Bana geri ver

 15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat 

Almanya Cemile mi bana geri ver’’

Bütün resmi işlemler bitirilip Cemile'nin vasiyeti gereği Türkiye'nin yolunu tuttular. Cenaze şirketi  Cenazenin birkaç gün gecikme ile geleceğini söylediği için Mehmet'i bir düşünce sardı. Seydişehir'e geldiklerinde Cemilenin ana babasına ne diyeceğini kara kara düşünürken köyün  minarelerden sela sesini duyan Mehmet şaşırdı. Ne çabuk duyulmuştu Cemilenin öldüğü. Sela bitince arkasından İmam, Cemilenin annesinin ismini söyleyerek o gün vefat ettiğini duyurdu.  Ana kız birbirine hasret yaşamış, hasret ölmüşlerdi. Fakat hasret bitmiş, Ebedi mekanlarında kavuşmuşlardı. Yan yana iki mezar kazıldı.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28 

Sophia Jamali Yazdı: Gece Yarısı

Sophia Jamali Yazdı: Gece Yarısı

Gece yarısı

Şaşırmış 

Gözlerini arıyorum

Sar beni

Beni kucağının ipeğine sar

Belki de bütün karanlıklardan ve yalanlardan arınıp temizlenirim

Binlerce kuşun sesidir kucaklayışın

Senin kucaklaman sonsuzluğun bir dalıdır

Senin kucaklaşman, yarımkürelerin göçü

Nefesinin izi

Masum yanaklarda

Ve gece

Senin ellerin arasında uykuya dalar

Düşmüş kestane dallarının arasında ne işim var?!


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Nicola Mastroserio Yazdı: Ölümsüzlüğün Perdesi

Nicola Mastroserio Yazdı: Ölümsüzlüğün Perdesi

Bir ölümsüzlük örtüsü 

Bizim aşkımızı tasarladı... 

Ruhun çiçekleri... 

Varoluşun genişlikleri... 

Ebediyeti inşa ettiler...


Nicola Mastroserio / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Türk Futbolunda Edebi Dilin Kullanımı

Konu futbol olunca sağlıklı bir ortamdan bahsetmemiz mümkün değil. İçinde haksızlıkların, adaletsizliklerin bolca olduğu yozlaşmış bir ortamdan bahsediyoruz. Türkiye’de futbolun geliştiği yıllarda Türk toplumu sanatla, edebiyatla, kültürle iç içe geçmiş bir toplumdu. Maç yayını yapan spikerler, kullandıkları dilin edebi bir dil olmasına dikkat ederlerdi. Halit Kıvanç’ın konuşmaları herkesin kulağına hoş gelirdi. TRT’de dikkat edilen İstanbul Türkçesine spor spikerleri de dikkat ederlerdi.

Edebiyatın ve Futbolun Birleştirici Gücü

Dilin kullanımında Cumhuriyet döneminde ortaya konan kazanımları spor yazarlarında ve sunucularda görebiliriz.Televizyonun yeni ortaya çıktığı dönemde maçların çoğu radyodan anlatılıyordu.Görüntünün olmadığı durumda radyo spikeri maçtaki ortamı dinleyicilerin hayalinde canlandırabilmek için betimleme cümleleri kullanmak zorundadır.Sadece gol oldu demesi yetmez,bu golü kim attı,gol pasını kim verdi,gol vuruşu nerede yapıldı vb birçok ayrıntıyı en hızlı biçimde aktarmak durumundadır.Türkiye’nin her bölgesinden insanın rahatça anlayabileceği ,zorlanmayacağı ulusal bir dil kullanmalıdır.Çocukluğumda dil gelişimimi en çok etkileyen konuşmalardan biri radyoda dinlediğim maçlardır.

Zamanın gazetelerine baktığımızda spor yorumcularını okuduğumuzda sanatsal bir dil kullandıklarını görüyoruz. Yazım kurallarına, noktalama işaretlerine diğer köşe yazarları ne kadar dikkat etmişlerse spor yazarları da dikkat etmişler. İslam Çupi, Necmi Tanyolaç, Doğan Koloğlu, Hıncal Uluç ve adını unuttuğumuz yazarlar futbol anlatmakla yetinmiyorlar, futbolun sanatla, siyasetle, ekonomiyle ilişkisini kurarak yorum yapıyorlar.

Atatürk, "Ben sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim’’ demiş. 

Spor yorumcuları futbolcuları Atatürk’ün sporcu anlayışına çekmeye çalıştılar fakat zamanın ruhu ters yönde ilerledi. Futbolcular, zeki, çevik, ahlaklı olmak yerine şike yapan, özel hayatına dikkat etmeyen, kumar oynayan insanlar oldular. Ünlü bir futbolcumuz at yarışı oynamakla meşhur oldu. Günümüz spor yorumcuları ise konuşurken sözlerine dikkat etmeyen, ağızları küfürlü insanlar oldular. Bir buçuk saat süren maçın sonunda tartışması 3 saat sürüyor.Eskiler çok mal haramsız çok laf yalansız olmaz demişler.Futbol yorumlarında yalan dolandan,küfürden geçilmiyor.Gazetelerdeki futbol yorumlarında ise her yorumcunun tuttuğu takıma göre yorum yaptığını görüyoruz.Özellikle üç büyük kulübün taraftarı olan yorumcular birbirlerine olmadık hakaretler ediyorlar.Spor yazarlarının kullandığı dil edebi bir dil değil.Gazetelerin satışlarındaki tiraj düşüklüğünde gazetelerdeki düzey düşüklünün etkisi büyük.Teknolojinin gelişmesi,spor teknolojisindeki gelişmeler, futbolun her eve girmesi bizim bir futbol ülkesi olduğumuzu göstermiyor.Biz bir futbol ülkesi değiliz. Futbolda kaliteyi yükseltemiyoruz, futbolda şiddetin, şikenin, kumarın, adam kayırmanın önüne geçemiyoruz. Gençleri futbola teşvik ettiğimizde onları kötü alışkanlıklardan uzak tuttuğumuzu düşünürdük, futbol oynayan gençler kötü alışkanlıklardan uzak durur sanırdık. Bugün ise durum değişti, kötü alışkanlıklar futbolun içine girdi.

 Avrupa’da futbol ve diğer spor dalları eğlence kültürüyle birlikte var olur.Stada gelen izleyiciler aynı zamanda yiyip içerler,müzik dinlerler.Günlerini mutlu bir şekilde geçirip dost geldikleri rakiplerinden dost olarak ayrılırlar.Sporda yenmek de yenilmek de vardır.Günün sonunda yenenle yenilen birlikte stadı terk ederler.Önlerindeki maça bakarlar.Bizde ise futbol ayrıştırmanın,kutuplaştırmanın,ötekileştirmenin,mafyayı meşrulaştırmanın,kara para aklamanın aracı haline geldi.Sonucu önceden belli olan maçlar, birilerini zenginleştirmenin yolu oldu.Taraftar dediğimiz kişiler rakip taraftarlarıyla aynı dinden aynı milletten değillermiş gibi kanlı bıçaklı oluyorlar.Bu düşmanlıktan taraftarların hiçbir maddi kazancı yok fakat bu düşmanlıktan birileri kesesini dolduruyor.Fanatik taraftarlara Devlet ne önlem almaya çalışırsa çalışsın bir işe yaramıyor.

Edebiyatçılar her zaman futbolla ilgilendiler. Aziz Nesin Gol kralı isimli eserini, futboldaki yozlaşmaları göstermek için yazdı. Semih Gümüş Futbol ve Biz isimli kitabında futbolun sorunlarından bahsetti. Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Osman Kısakürek profesyonel futbolcudur. Tiyatro oyuncusu Metin Serezli eski futbolculardandır. Sanatçılar futbolun bir araya getirdiği kitleleri eserlerinde tanıtmaya çalıştılar.

Edebiyatın birleştirici, sevgi dolu diline futbolda da ihtiyacımız var. Balık baştan kokar demişler. Bu konuda siyasetçilere, devlet büyüklerine, kulüp yöneticilerine, aydınlara, sanatçılara çok iş düşüyor. Futbolun bir eğlence olduğunu, sporda rekabetin sahada başlayıp bitmesi gerektiğini, saha dışında şiddetin anlamsız olduğunu taraftar gruplarının anlaması gerekiyor. Futbolun güzelliklerini şair Ülkü Tamer’in anısıyla aktarmak isterim.

 ‘’Keşanlı Ali Destanı’nın ilk oynanışıydı. Oyunun sanatçılarıyla edebiyatçılar arasında bir futbol maçı yapalım dedik. Memet Fuat, Altunizade sahasını verdi. Biz edebiyatçılar toplanıp takımımızı kurduk. Kaptanımız Orhan Kemal olacaktı elbette. Keşanlıların kaptanı, oyunun yazarı Haldun Taner’di. Takıma bir de konuk oyuncu almışlardı. Bedri Koraman.

Maçın hakemi kimdi dersiniz? Halit Kıvanç!

 Maç günü Altunizade’de bayağı seyirci toplanmıştı. Semt sakinlerinin yanı sıra, medya da tam kadro oradaydı. (Maç ertesi gün bütün gazetelerde geniş yer alacak, haftalık Ses dergisi ise bu olaya iki sayfa ayıracaktı.) Bizi destekleyenlerin ellerinde koca bir pankart vardı: ’’Yürüyün, Fazıl’ın aslanları!’’ Fazıl’ın yani Dağlarca’nın.

 …

Sabah gazetesi yazarı Hıncal Uluç yıllarca spor yazarlarına ustalık yaptı. Entelektüel yönüyle spor dışındaki konularda da yazdı. Yazımızı usta yazardan bir alıntıyla bitirelim.

‘’Efendim, daha medyamız VAR’ı bilmiyor. Dünya Kupası seyrettiniz. Hadi diyelim anlamadınız. Kitap dağıtıldı herkese. En basitinden bir örnek vereyim.’’VAR’a baktı, hatayı düzeltti’’ denilen pozisyonda penaltıyı gösterdi. VAR’a baktılar,ofsayt. VAR uygulamasıysa diyor ki,’’ Şüphe ettiğin pozisyonda bayrak kaldırma.Pozisyon devam etsin,olası bir golü kesmiş olabilirsin hatanla. Ofsaytsa zaten VAR’la ortaya çıkar, sen kesme, oynat, ben düzeltirim.’’ Pozisyon gol olsaydı yine VAR’ a bakacaklardı,yine ofsayt verilecekti.Bu kadar basit bir şeyi benim medyam hala öğrenememiş.


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447