Yazarlık Hayata Açılan Bir Penceredir

Merhaba Ahmet Baran Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

2008 yılı İstanbul  doğumluyum. Eğitimime burada devam etmekteyim 12. Sınıf öğrencisiyim. Erken doğum sebebi ile CP (serabilel palsi) rahatsızlığı ile mücadele etmekteyim.

Yazar Ahmet Baran Aydın

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Küçüklüğümden beri yazma tutkusuna sahibim. Hayal gücümün genişliğimin farkında olmam ve bastırılmış duygularımı ifade etmek diyebilirim .

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için her şey diyebilirim. Hayata açılan bir pencere, bastırılmış duygularımı açığa çıkardığım bir sayfadır.

Başkomiser Cihangir isimli kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kalpten bir adalet arayışı , kaos dolu bir şehrin etrafında şekillenen olay örgüsü ve bedel ödettiren bir intikam hikayesi sizleri bekliyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kesinlikle Ahmet Ümit ve onun Başkomiser Nevzat serisi.  Anlatım dilimi güçlendirmeme çok yardımcı oldu. Ufkumu genişletti.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Okurlarımı empatiye sürükleyen, vicdanını sorgulatacak yeni bir kitap üzerine çalışıyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sonsuz saygı ve sevgilerimi sunarak gelecek olan birbirinden güzel eserler için beklemede kalmalarını ve beni takip etmelerini diliyorum.

Şiir Duyguları Anlatmak İçin Seçilen Kelime Topluluğudur

Merhaba Ali Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, 2003 yılında Kayseri Pınarbaşı'nda doğdum. İlk orta lise eğitimimi Pınarbaşı'nda tamamladım. Halen bir firmada işçi olarak çalışmaktayım. Uzun yıllardır dikkat eksikliği tedavisi görüyorum. Şiir yazmak beni rahatlatıyor.

Şair Ali Torun

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir sevgidir. İnsanın duygularını anlatmak için seçtiği kelime topluluğudur.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şiirlerimi kendi anlık duygularımla yazıyorum. Yazmak beni rahatlatıyor. Öykü  tarzında çalışmalarım yok.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Küçük yaşta hocalarımın okutmaları ile merakım arttı. Abdurrahim Karakoç ve eskiden şiir denemeleri olan Ali dedem ilham kaynağım oldu. Babam ve ailem çok destek oldular.

Seninle Bir Öür isimli şiir kitabınız Logo Yayınevi'nden çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Hayatta herkesin yaşayacağı duygularla sevgi, aşk, özlem gibi yaşamın kendi içinden duygularımı kaleme dökmeye çalıştım.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Abdurrahim Karakoç, Cemal safi isimli şairlerimizden ilham aldım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var ama daha erken.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma yazdığım şiirlerimi beğenerek varsa hatalarımızı mazur görerek okumalarını tavsiye ediyorum.

Işılsu Tavlar: Kimse Işığını Kaybetmesin

Merhaba Işılsu Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba,  kısaca kendimden bahsetmek gerekirse 27 yaşında annemle ve köpeğimle yaşıyorum. Sekreter olarak çalışıyorum. 2 senedir aynı meslekte devam ediyorum.

Yazar Işılsu Tavlar

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ani bir kararla yazmaya başladım. Aslında çocukluğumdan beri çok kitap okuyan biriyim. Kitabımda bahsettiğim bazı olaylar yaşandıktan sonra tamamen kendime ve hayata küsmüş bir kadındım. Her zaman yaşadıklarımın bilinmesini ve bunu yaşayan çoğu kadının bundan güç almasını istedim. Aynı zamanda Yaşadıklarımı yazmanın bana iyi geleceğini düşünerek yazdım. Bu konuda kendime hep güvendim. Kitabım tamamlandıktan sonra kendimi tamamen yaşadıklarımdan sıyrılmış olarak buldum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Her zaman kitap okumayı çok seven biri olduğum için yazarlığı üstün bir yaratıcılık ve güç olarak görüyorum.

Kendi Işığını Hatırlayan Kadın isimli kitabınız Logo Yayınevi'nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabim da tamamen kendi yaşadıklarımı yazdım. İlk başlarında ağır travmalar ile karşılaşacaklar ve buradan sağ çıkıp çıkmadığımı merak edecekler ya da nasıl çıkabileceğimi.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Öncelikle Stefan Zweig dilini çok sevdiğim bir yazar. Onun dışında Zülfü Livaneli'yi her zaman bayılarak okuyorum. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şuan için yeni bir kitap düşünmüyorum fakat zaman ne gösterir bilemiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitabımda da hep söylediğim gibi kimse ışığını kaybetmesin.

Orhan Veli'yi Sahnede Canlandırmak En Büyük Hayalimdi

Merhaba Serdar Bey, okuyucularımıza kendinizden kısaca bahseder misiniz? Vizyonunuz ve misyonunuz nedir?

Ben Serdar Hacıoğlu,  31 yaşımda Devlet Tiyatrosu sanatçısıyım. Vizyonum, sahnede sadece bir hikâye anlatmak değil; seyircinin kalbine dokunan, onu kendisiyle yüzleştiren işler üretmek. Misyonum ise sanatı toplumsal hafızanın bir parçası haline getirmek; hem sahnede hem hayatta sahiciliği savunmak. Uzun yıllardır psikoloji ve felsefe alanlarına derin bir ilgi duyuyor, bu konularda çok okuyorum. Bu tutkum hem benim hayatımı kişisel gelişim anlamında geliştiriyor, hem de mesleki olarak oyunda yarattığım karakterlerle daha yakından bağ kurmamı, sahnede derinlik yaratmamı ve yarattığım her esere düşünsel bir omurga kazandırmamı sağlıyor. Bir Garibin Vedası da bu anlayışın en somut yansımasıdır.

Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Serdar Hacıoğlu

Bu oyunun fikri nasıl doğdu?

“Bir Garibin Vedası” yaklaşık sekiz ay önce zihnimde filizlendi. Konservatuvar yıllarımdan beri içimde Orhan Veli hayranlığı vardı. Onun şiirlerindeki yalınlık, insan sevgisi ve hayatın en küçük anlarını bile sanatın merkezine koyabilmesi beni hep etkiledi. Bir gün kendime şu soruyu sordum: “Orhan Veli ile ilgili Sahnede ne görmek isterdim ve ona hayat verme şansım olsaydı nasıl oynamak isterdim?” Cevap netti: Orhan Veli’nin iç dünyası.., ruhu.. Yaşamı.. ve içsel çatışmaları.. ve en önemlisi insan sevgisi.. Böylece hem oyuncu olarak biriktirdiklerimle hem de Serdar’ın hayal dünyasıyla Orhan Veli ile birlikte güzel bir yolculuğa çıktım. Orhan Veli’yi sahnede canlandırmak uzun zamandır en büyük hayallerimden biriydi; fakat bunu hâlihazırda var olan metinlerin izinden gitmek yerine ki bu metinlerin hepsi çok değerli ama benim anlatmak istediğim, Orhan Veli’nin bambaşka bir yönüydü. O yüzden ben ne görmek ve oynamak isterdim sorunun güdüsü bana bu eseri yazmaya doğru götürdü. İyi ki de götürmüş (Gülüyor)

Evet iyi ki yazmışsınız Serdar Bey sayenizde edebiyat ve tiyatro dünyasına güçlü bir eser kazandırdınız peki neden Orhan Veli?

Çok teşekkür ederim efendim. Çok incesiniz. Sözleriniz beni gururlandırdı birazcık da utandırdı (Gülüyor) Çünkü Orhan Veli sadece bir şair değil; Garip akımıyla edebiyatı sokağın diliyle, halkın nefesiyle buluşturmuş, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte insani bir devrim yapmış bir sanatçı. Şiirini kalıplara hapsetmemiş, hayatın kendisini şiir yapmış. Benim için Orhan Veli, hem özgürlüğün hem sahiciliğin simgesi. Onun hikâyesini sahneye taşımak, sadece bir sanat projesi değil, aynı zamanda hayata karşı bir duruşu simgeler. Ve bu duruş benim için önemlidir. Orhan Veli benim iç dünyama şey katmış bir şairdir. Kendimle her baş başa kaldığım anda Murathan Mungan Hocamızın yazdığı ve dramaturjisini yaptığı ve hem insanlığına hem sanat hayatına ve hem aktörlüğüne hayran olduğum rahmetli Müşfik KENTER’in sesinden Bir Garip Orhan Veli iyi açıp Orhan Veli’nin şiirlerini çok dinlemişimdir. Bu benim için hatta bir meditasyon biçimi bile diyebilirim. Müşfik Hocanın sesi, Ve Orhan Velinin şiiri ve bu ikisi tek yürek! Söylesenize efendim bundan daha iyi meditasyon biçimi olabilir mi? (Gülüyor). O yüzden bende bu ustaların izinden giderek Hadi bakalım Serdar Kolları sıva. Madem oynamak istiyorsun nasıl oynamak istiyorsan öyle yaz dedim.

Ellerinize sağlık. (Burada ekibimizde gülüyor)  Bir Garibin Vedasının atmosferi nasıl ve nereden besleniyor?

Oyun, Orhan Veli’nin ölümünden sonra “Hayatını baştan sona izleme” hakkını kullanmasıyla başlıyor. “Göklere çıkınca meleklerin söyle bakalım Orhan her ademoğlunun hakkıdır hayatını tekrar baştan sona izlemek en çok nereye gitmek istersin” sorusuna Orhan’ın verdiği cevap, hayatımın  en çok geçtiği yer: Lambo’nun Meyhanesi müsaade ederseniz oraya gitmek isterim der. Orhan Veli için burası sadece bir mekân değil; dostlukların, aşkların, şiirlerin ve yüzleşmelerin mabedi. Meyhanenin sıcaklığı ile ölümün soğuk nefesi aynı sahnede buluşuyor. Orhan Veli, Araf'ta son bir kez hayatını baştan sona tekrar yaşıyor; şiirleriyle, türküleriyle, dostluklarıyla, aşklarıyla ve her şeyden önemlisi insana ve hayata dair olan sevgisiyle. Son bir kez hayata ve sevdiklerine veda ediyor. Bu atmosferi kurarken içsel sezgilerimi çok kez  dinledim. Ben Orhan Veli’nin yerinde olsaydım ve onun hayatını ben yaşamış olsaydım onun koşullarında nasıl veda ederdim diye düşündüm. Bu sormuş olduğum soruyu biz Oyunculuk sanatında bir karakteri yaratım aşamasında da sorarız. Asıl beslendiğim kaynak içsel kaynağım diyebilirim. Ve tabi ki Asıl Orhan Veli’nin yaşamı çok önemli o yüzden araştırma sürecinde çok titiz davrandım Orhan Veli’yi hayat hikayesini anlatıyor çünkü Orhan Veli’ sahnede dolayısıyla her şeyin gerçek ve çok samimi olması gerekir. Hata yapma şansınız kesinlikle yok. Bir de benim en önemli dertlerimden biri de Orhan Veli’yi hiç bilmeyen birinin bu oyunu izledikten sonra Orhan Veliyi  baştan sonra tanımalarını istememdi. Orhan Veli’nin kim olduğunu? Edebi kişiliğini? Hayata edebiyata ve sanata  nasıl baktığını ? Edebiyatımıza neler kazandırdığını.. Tercüme bürosunu ve sabahlara kadar Orhan Veli ile arkadaşlarının sabahlara kadar çalışarak şuan ülkemize kazandırdıkları bir çok yabancı eseri nasıl kazandırdıklarını ? , O dönemdeki güzelim köy enstitülerini  ve burada neler yapıldığını? Eğer kapanmasaydı nasıl bir toplum olacağımızı? Garip akımını. O dönemim daha nice önemli yazar, ressam ve şairlerini  Sebahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Oktay Rıfat Horozcu , Melih Cevdet Anday,  Abidin Dino.  Cahit Sıtkı Tarancı Cemal Süreyya  ve o dönemde ki daha nice önemli isimlerin edebiyatımıza neler kazandırdıklarını ?  Bu önemli isimlerin arasında ki dostluğu  ve edebiyatımıza bıraktıkları tüm mirasları Orhan Veli’yi hiç bilmeyen birisi oyunu izlerken bu kültür mirasını baştan sona bilsin ve iyi bir fikri olup evine öyle gitsin istedim. Dolayısıyla bu süreç de çok titiz çalışılmalıydı ger bilgi belki binlerce kez teyit edilmeliydi.

Bir Garibin Vedası Tiyatro Oyunu

Hangi kaynaklardan yararlandınız?

Yalnızca dijital kaynaklarla yetinmedim. Orhan Veli’nin kendi kaleminden çıkan mektuplar, şiirler ve öyküler temel başvuru noktamdı. Haluk Oral’ın “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli”, Seray Şahinler Demir’in “Ağabeyim Orhan Veli” kitaplarından yoğun olarak yararlandım. Ama esas ışık Seray Hanım oldu. Burada özellikle Seray Hanım’a, yeri gelmişken oyunun sahiciliğini artıran samimi paylaşımları ve nazik desteği için teşekkür ediyorum. Dramaturji sürecinde Devlet Tiyatroları dramaturgu Füsun Ataman’ın değerli yönlendirmeleri de benim için çok kıymetliydi; 2 ay boyunca çok yoğun biçimde kendisiyle çalıştık, kendisine teşekkür ediyorum. Bunun dışında gözüne güvendiğim birçok yazar ve meslektaş dostuma metni gönderdim; sağ olsunlar vakit ayırıp okudular. Onlara da teşekkür ederim; onların yapıcı eleştirileri sayesinde oyunun omurgasını güçlendirdim. Ve en önemlisi, bu süreçte ve her zaman yanımda olan, oyunu attığım gibi ilk okuyan ve yapıcı eleştirileriyle oyuna yön veren canım anneme, erkek kardeşime ve kız kardeşime içten teşekkür ederim. Ayrıca size bu eserin ışığına katkı sağlayan edebiyat gazetesi ailesine ve okuyucularına da ayrıca teşekkür ederim.

Meslek büyüğüm, beni konservatuvara kazandıran, Devlet Tiyatroları sanatçısı, akademisyen ve hayatımda derin izler bırakmış Sayın Fırat Demirağ hocama teşekkür ederim. Oyunuma büyük bir sahiplenme duygusuyla yaklaştı; hatta rejisini üstlenmek istediğini söyledi. Bu isteği beni fazlasıyla yüreklendirdi. Oyunun ilk yazıldığı dönemde, yoğun programına rağmen metni okuyup çok kıymetli dramaturjik açılımlar sağlayan ve yönlendirmeleriyle oyunun gelişmesine önemli katkı sunan Sayın Muzaffer Kırıkkalp hocama teşekkür ederim. Yazım sürecinde neredeyse her an fikir alışverişinde bulunduğum, teknik bilgisi ve manevi desteğiyle yanımda olan, Devlet Tiyatrosu’nun en değerli teknik personellerinden sevgili ağabeyim Çağlar Tekman’a ve her zaman içten desteğini sunan değerli eşi, meslek büyüğüm Yeliz Tekman’a şükranlarımı sunarım.

Metni ilk okuyanlardan, en az benim kadar heyecanlanarak saatlerce üzerine konuştuğum meslek büyüğüm Burçin Börü hocama; aynı şekilde desteğini açık yüreklilikle ifade eden meslek büyüğüm Gökhan Doğan hocama teşekkür ederim. Orhan Veli’ye gönül vermiş, “Rakı Şişesinde Balık Olsam” müzikalinin yazarı ve yönetmeni, disiplinine ve tiyatro adamlığına her zaman hayran olduğum değerli meslektaşım Hakan Akyüz’e desteği için teşekkür ederim. Oyunu okuyup fikirlerini dobra bir şekilde paylaşan meslektaşım ve arkadaşım Nazlı Köymen’e teşekkür ederim. Oyun yazımının ilk dakikasından beri yanımda olan, “Yazmaya devam edeceksin Serdar!” diyerek beni motive eden, meslek büyüğüm ve kurumumuzun müdür yardımcısı Ozan Sargın’a teşekkür ederim. Yoğunluğundan ötürü metni okuyamasa da desteğini her zaman hissettiren ve oyun için elinden geleni yapan sevgili ağabeyim Sebahattin Nazik’e teşekkür ederim.

Hayatımda tanıdığım en entelektüel insanlardan biri olan, yazdığım her metni sabırla okuyup beni yüreklendiren değerli ağabeyim Önder Arslanboğa’ya şükranlarımı sunarım. Ve sürekli desteğini hissettiğim, beni her daim kocaman yüreklendiren Duyan Ailesi’ne çok teşekkür ederim. Oyunun psikolojik yapısını daha iyi detaylandırmak adına fikirlerine her daim güvendiğim ve kendilerinden çok şey öğrendiğin  psikolojiyi bana  daha da çok sevdiren sayın psikiyatrist  profesör Dr. Ayşe Avcı ve Sayın profesör doktor Şükrü uğuz hocalarıma teşekkür ederim. 

Ve en büyük teşekkürüm, bugün olduğum insanın temelini atan, içimdeki rehber, hayatımın ilham kaynağı, sesi hâlâ kulağımda olan ve adını gururla soy ismimde taşıdığım Merhum HACI ŞEKER’e…O, yalnızca benim dedem değil; bu ülkenin vicdanı, karakteri ve ilkeleriyle hatırlanan gerçek siyasetçilerinden, değerli bir öğretmen, bilge bir baba figürüydü.Beni ben yapan değerleri bana o aşıladı. Ben de onun bıraktığı mirası, taşıdığım isimle yaşatmaya devam ediyorum. Bu oyunu ona ithaf ediyorum. Çünkü ben, onun eseriyim. O, dünyaya iyi bir eser bıraktı ve ben bu sözü ona verdim. Sözümü tuttum, tutmaya da devam edeceğim. Seni çok seviyorum, dedeciğim… Bu oyun, benim ismimle anılsa da, aslında Adana Devlet Tiyatrosu’nun eseridir. Biz bu oyunu birlikte yazdık. Aramızdaki dayanışma, birlik ve beraberlik, ortaya içimize sinen, güçlü ve sahici bir iş çıkardı.

Bizde teşekkür ederiz Serdar Bey. Oyunun merkezindeki “Orhan mı olacaksın, Veli mi?” sorusu  çok çarpıcı bu soru nasıl ortaya çıktı?

Bu, oyunun en derin çatışması. Ve bence insanın da en büyük çatışması! İnsanoğlu her şeyi düşünür; zihninden hem temiz hem kirli, hem doğru hem yanlış geçer. Yani kısacası iyi de kötü de insanda vardır. İnsan sürekli olarak kendisiyle çatışır ve onu insan yapan da budur. Fakat insanı insan yapan şey o derin dünyanın içinde hepsini gözlemleyip neyi tercih ettiğidir. İyi insanın da içinde kötülük vardır ama onu insan yapan, iyi olmayı seçebilme cesaretidir. Orhan Veli de bir insandı. Onun da içinde arzuları, tutkuları, karamsarlıkları değerleri, iyisi kötüsü vardı tabi ki hepimiz gibi.  Eserde ona hayata dönme şansı verilir ama tek bir şartla  şair olmayacak. Yazmayacak. Sıradan bir memur yada isterse milletvekili olma teklifi veriliyor. Tek şart yazmamak.. Bir yanda güvenli ve konforlu bir yaşam, diğer yanda riskli ama iz bırakan bir hayat. Bence Orhan Veli isteseydi, o keskin zekâsıyla bizim tanıdığımız Orhan Veli olmaz; belki çok zengin, hatta o dönemde milletvekili olabilirdi tabi bu benim düşüncem. Psikolojiyi, felsefeyi çok iyi biliyordu; kolay olanı seçseydi, sahte bir dünyanın içinde rahatça başarılı olabilirdi. Ama mutlu olabilir miydi? O ne pahasına olursa olsun Orhan Veli olmak istedi. Ve en güzeli de, “Bir garip Orhan Veli” olmak istedi. O bunu tercih ettiği için onlarca yıldır onu konuşuyoruz ve bugün Orhan Veli hakkında röportaj yapıyoruz. Diğer türlüsü olsaydı emin olun çabuk unutulurdu. İyi olmayı tercih etmenin bedeli ağırdır ama iz bırakır. Diğerini tercih etmek zaten kolay olanıdır. Bu çatışma, aslında hepimizin ömrü boyunca çatıştığı bir şeydir kim olacağım? Yada kim olmak istiyorum?  İnsan önce kendi vicdanıyla yüzleşir; asıl sınavını orada verir. Orhan Veli’nin Araf'taki bu içsel mücadelesi, izleyiciye “Sen olsaydın hangisini seçerdin?” sorusunu doğrudan hissettirir.

Oyunun seyirciye mesajı ne?

Finalde Orhan, konforu değil, şiirini ve garipliğini seçer. İstanbul’a son kez bakar ve “Hadi eyvallah” diyerek sahneden çıkar. Seyirciye ve okuyucuya kalan soru basit ama derin: “Sen olsaydın hangisini seçerdin?” Bu oyun, sadece Orhan Veli’nin değil, kendi hayat defterinde belki de yeni bir sayfa açmak isteyen herkesin hikâyesidir. Oyunumu, gözüne güvendiğim birkaç seyirciye de gönderdim; geri bildirimleri benim için çok anlamlıydı. Bir seyircim, “Eserinizi okurken kendi hayatımı düşündüm. Neleri tercih ettiğimi, nelerden vazgeçtiğimi ya da nelere katlandığımı… Eserle birlikte ben de içsel bir muhakeme yaptım. Sonra ‘İyi ki ben, ben olmuşum’ dedim.” sözleriyle duygularını paylaştı. Bu geri bildirim beni çok mutlu etti ve yüreklendirdi. Eserin okuma sürecinde bile bu denli amacına ulaşması benim için büyük bir gurur kaynağı oldu. Sezon içerisinde sahnelemek için çalışmalarımız devam ediyor; bakalım seyircilerimizin takdiri ne olacak… Bu beni çok heyecanlandırıyor. Ve oyunun en ham mesajı şudur sen kim olmak istiyorsun ?

Teşekkürler Serdar Bey. Bu güzel hoş sohbet için ve ben Edebiyat Gazetesi ailesi adına ve tüm edebiyat severler ve sanat severler adına bu eser için size çok teşekkür ederim. Sezon içerisinde prömiyer tarihini sabırsızlıkla takip edeceğiz. Kendinize çok iyi bakın.

Ben teşekkür ederim efendim sizde kendinize çok iyi bakın. Beni yine utandırdınız ve çok mutlu ettiniz herkese sevgi ve saygılarımla sanat ile kalın…

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Pencerenin kenarındaki koltuk, Arzu’nun dünyası olmuştu. Eskiden kilometrelerce koştuğu, dostlarıyla kahkahalarla güldüğü, hayatı dolu dolu yaşadığı dünya, şimdi bu solgun renkli koltuk ile camın ardındaki avluya sıkışıp kalmıştı. Güneşin her batışı, takvimden bir yaprağın daha kopması değil, umudundan bir parçanın daha eksilmesi demekti.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Adı Arzu’ydu ama artık arzulayacak gücü kalmamıştı. Tek arzusu, sabah uyandığında o tanıdık, kemiklerini sızlatan ağrının olmamasıydı. Ya da aynaya baktığında, saçları dökülmüş, gözaltları çökmüş, teni kâğıt gibi incelmiş o yabancıyı görmemekti. O yabancı ona her gün aynı şeyi fısıldıyordu: "Ben kanserim. Sen değilsin." Ama Arzu biliyordu, o yabancı artık kendisiydi.

En zoru sevdiklerinin gözlerindeki acıyı görmekti. Annesinin zoraki gülümsemesinin ardına gizlediği gözyaşları, eşinin "Daha iyi olacaksın, her şey geçecek" derken titreyen sesi... Onlar umut vermeye çalıştıkça, Arzu kendini daha da büyük bir yük gibi hissediyordu. Onların hayatını da kendi hastalığının karanlığına çekmişti. Geceleri, yan odadan gelen boğuk hıçkırıkları duyduğunda, çaresizlik bir pranga gibi ruhuna kilitleniyordu. Elinden bir şey gelmiyordu; ne kendi acısını dindirebiliyor ne de onlarınkini.

Vücudu, artık ona ait olmayan bir savaş alanıydı. Hücreleri ona ihanet etmişti. İlaçlar, damarlarında dolaşan acı birer vaatti; bir günü kurtarıyor ama yarını garanti etmiyordu. Doktorların teskin edici sözleri, anlamını yitirmiş birer uğultuya dönüşmüştü. Rakamlar, raporlar, tahlil sonuçları... Arzu'nun hayatı, başkalarının yorumladığı, üzerinde kararlar aldığı bir dosyadan ibaretti. Kendi bedeni üzerinde söz hakkını kaybetmişti.

Bazen eski fotoğraflara bakıyordu. O gür saçlı, yanakları al al, gözleri hayatla parlayan kadın o muydu gerçekten? O kadının kahkahası şimdi kulaklarında ne kadar da uzak bir yankıydı. O kadın geleceğe dair ne çok hayal kurmuştu. O hayallerin hepsi, şimdi hastane koridorlarının keskin kokusunda boğulup gitmişti.

Çaresizlik, bir fırtına gibi her şeyi bir anda yıkıp geçen bir şey değildi... Arzu için çaresizlik, yavaş yavaş suyunu çeken bir topraktı. Önce umutları çatlamış, sonra hayalleri kurumuş, şimdi ise ruhu toz olup savruluyordu. Pencereden dışarı bakarken, rüzgârda sallanan yaprağı gördü. Bir zamanlar o yaprak gibiydi, hayat dalına sıkı sıkı tutunan. Şimdiyse sonbaharın ayazında titreyen, kopup düşeceği anı bekleyen solgun bir yapraktan farksızdı.

Arzu, artık sadece nefes alıyordu. Yaşamak bu değildi. Bu, her saniyesi acı ve bekleyişle dolu bir arafta kalmaktı. Ve en acısı, bu araftan çıkacak kapının nerede olduğunu bilmemekti.

Arzu ve eşi Ahmet, hastanenin otoparkından ana binaya doğru yavaş adımlarla yürüyorlardı. Her adım, Arzu'nun ruhuna batan bir diken gibiydi. Bu koridorlar, bu koku, bu bekleyiş... Sıradan bir kâbusun tekrarıydı. Ahmet, karısının koluna destek olurken yüzüne cesaret verici bir tebessüm yerleştirmeye çalışıyor, ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu.

Randevularına daha yarım saat vardı. Ahmet bir banka oturmalarını teklif ettiğinde, Arzu'nun gözü bahçenin ücra bir köşesine takıldı. Orada, dizlerinin üzerine çökmüş yaşlı bir adam, küçük bir el çapasıyla toprağı eşeliyor, özenle bir şeyler ekiyordu. Sanki ufak bir çiçek bahçesi oluşturmuş, hala ekmeye devam ediyordu. Hastanenin bakımsız bahçesinde, hayatla dolu bir vaha gibiydi bu görüntü. Adamın sırtı onlara dönüktü ama hareketlerindeki şefkat ve adanmışlık uzaktan bile hissediliyordu.

Arzu, ne olduğunu anlamadığı bir dürtüyle o yöne doğru yürüdü. Ahmet şaşkınlıkla "Arzu, nereye?" dese de onu takip etti.

Yaklaştıklarında adamın, etrafını minik çitlerle çevirdiği küçük bir alana kadife çiçekleri diktiğini gördüler. Adamın yüzündeki derin çizgiler, bir ömrün haritası gibiydi ama gözleri, toprağa her dokunuşunda bir çocuğunki gibi parlıyordu.

Arzu, fısıltıyla "Kolay gelsin amca," dedi.

Adam başını kaldırdı. Yorgun ama inanılmaz derecede huzurlu bir yüzü vardı. Gülümsedi. "Sağ ol kızım, hoş geldiniz."

Ahmet, "Burada ne yapıyorsunuz böyle?" diye sordu merakla. "Belediyeden falan mı?"

Yaşlı adam güldü. Toprakla kirlenmiş ellerini eski pantolonuna sildi. "Yok evlat, belediyeden değilim. Gönüldenim ben."

Arzu, çiçeklere bakarak, "Çok güzeller," dedi. "Neden buraya ekiyorsunuz?"

Adam, doğrulup belini tutarak Arzu'nun gözlerinin içine baktı. O bakışta ne acıma vardı ne de merak; sadece derin bir anlayış vardı.

"Hanım yatıyor yukarıda," dedi sakin bir sesle. "Bir senedir... Gelip giderken bu bahçenin cansızlığı içimi yakıyordu. Buraya gelen herkesin ruhu zaten yorgun. Bari dedim, gözleri bir renge, bir canlılığa değsin. Pencereden bakan bir hastanın, tahlil sonucunu bekleyen bir yakının içine bir anlık da olsa bir ferahlık dolsun."

Arzu donakaldı. Kendi acısına o kadar gömülmüştü ki, başkalarının da benzer yollardan geçtiğini unutmuş gibiydi.

Yaşlı adam devam etti: "Kontrol edemediğim o kadar çok şey var ki kızım... Ne doktorların diyeceğini kontrol edebilirim, ne de hanımın ağrılarını... Ama şu toprağa bir tohum ekmek, onun sulamak, büyümesini beklemek... İşte bu benim elimde. İnsanın elinde bir şeylerin olması, en büyük ilaçmış meğer."

O an, Arzu için bir kırılma anıydı. Aylar süren tedavilerin, bitmek bilmeyen tahlillerin yapamadığını, toprakla uğraşan bu yaşlı adamın birkaç cümlesi yapmıştı. Çaresizlik hissi, ilk defa o demir parmaklıklarını gevşetti. Evet, kanseri kontrol edemiyordu. Ama hayatı, sadece kanserden ibaret değildi.

Yaşlı adam, avucunda tuttuğu birkaç tohumdan birini Arzu'ya uzattı. "Al kızım," dedi. "Bu da senin çiçeğin olsun. Bir saksıya ekiver. Her sabah ona bir damla su ver. Bak gör, bir şeyi yaşatmaya çalışmak, insanın kendi yaşama arzusunu nasıl kamçılıyor."

Arzu, o küçük, kuru tohuma bakarken gözleri doldu. Bu, bir tohumdan çok daha fazlasıydı; bu, kaybolan umudun bir sembolüydü.

Kontrole girdiklerinde, Arzu artık aynı kadın değildi. Doktoru, sonuçların stabil olduğunu, hatta bazı değerlerde ufak bir iyileşme görüldüğünü söylediğinde, ilk defa yürekten gülümsedi. Bu haber artık bir sonraki kontrole kadar kazanılmış pamuk ipliğine bağlı bir zaman değil, yeni bir başlangıç için verilmiş bir işaretti.

Hastaneden ayrılırken Ahmet, karısının yüzündeki değişimi fark etmişti. Sessizdi ama bu, umutsuzluğun değil, kararlılığın sessizliğiydi. Arzu, avucunda sımsıkı tuttuğu tohuma bakıyordu.

Eve geldiklerinde yaptığı ilk iş, balkondaki eski bir saksıyı bulup toprakla doldurmak oldu. İsmail Amca'dan (adını sonradan öğrenmişti) aldığı o tek tohumu, dualarla toprağın kalbine yerleştirdi.

O günden sonra Arzu için her şey değişti. Artık sabahları pencerenin kenarındaki o koltuğa çöküp çaresizce dışarıyı izlemiyordu. Uyanır uyanmaz balkona koşuyor, toprağı kontrol ediyor, o minicik tohuma "Günaydın" diyordu.

Arzu, artık sadece hastalığının bitmesini beklemiyordu.

O, ektiği tohumun yeşermesini bekliyordu. Ve bu, her şeyi değiştirmişti.

Balkonda, saksıdaki toprağın nemini parmağının ucuyla kontrol ettiği bir öğleden sonraydı. Telefonun zil sesi, evin içindeki sessizliği bir bıçak gibi kesti. Arayan, lise yıllarından kalma, uzun zamandır sadece özel günlerde mesajlaştığı arkadaşı Figen'di.

"Arzucum, canım, nasılsın? Duydum durumu, o kadar üzüldüm ki..."

Figen'in sesi her zamanki gibi telaşlı ve enerjikti. Arzu, alışkın olduğu "Geçmiş olsun" telefonlarından biri olduğunu düşünerek yorgun bir tebessümle teşekkür etti. Ancak Figen'in bambaşka bir gündemi vardı.

"Bak canım, şimdi beni iyi dinle. Sakın bu modern tıbbın kölesi olma. Bedenin kendi kendini iyileştirme gücü var, anlıyor musun? Enerjini yükseltmen lazım. Ben geçenlerde bir seminere katıldım, mucize gibi bir şey! Alternatif tedaviler, şifalı bitkiler ve en önemlisi... Doğru nefes!"

Arzu, içinden bir bıkkınlık dalgasının geçtiğini hissetti. Bu süreçte ne çok "mucizevi" tavsiye duymuştu... Amazon ormanlarından gelen bir bitki,

alkali su diyetleri, asla ulaşılamayan şifacılar... Hepsi iyi niyetli ama yorucu önerilerdi. Figen'i kırmadan telefonu kapatmanın yollarını düşünürken, Figen'in bir cümlesi dikkatini çekti.

"Her şey nefeste gizli Arzu! Bedenine yanlış komutlar veriyorsun. Korkuyla, sığ nefesler alarak hastalığı besliyorsun. Ama derin ve doğru nefeslerle hücrelerine yaşam enerjisi yollayabilirsin. Oksijen, en büyük şifacıdır!"

"Doğru nefes..."

Bu iki kelime, Arzu'nun zihninde farklı bir kapıyı araladı. Bu, Figen'in bahsettiği şifalı otlardan ya da pahalı seminerlerden farklıydı. Bu, yine İsmail Amca'nın felsefesine çıkıyordu: Kontrol edebileceği bir şey! Kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Nefesi, kendisinindi. Tıpkı toprağa bir tohum ekmek gibi, bu da kendi elindeydi.

Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece durdu. Ahmet, karısının dalgın halini görünce yanına geldi. "İyi misin hayatım? Kimdi arayan?"

"Figen," dedi Arzu. "Liseden..." Sonra tereddütle ekledi: "Alternatif tedavilerden bahsediyordu... Nefes terapisinden."

Ahmet'in kaşları hemen çatıldı. Koruyucu bir tavırla, "Arzu, doktorumuz ne diyorsa o. Lütfen böyle şeylerle umutlanıp sonra hayal kırıklığı yaşama. Biz bilimsel yoldan ilerliyoruz," dedi.

Arzu, eşinin elini tuttu. Bu kez sesinde o eski çaresizlik yoktu, aksine sakin bir güç vardı.

"Biliyorum Ahmet. Tedavimi bırakacak değilim. Bu bir mucize aramak gibi değil... Bu, İsmail Amca'nın dediği gibi... Kontrol edebileceğim bir şey daha bulmakla ilgili. Sadece bu."

O akşam, güneş batarken Arzu yine balkonuna çıktı. Saksısının yanına bir minder koyup oturdu. Gözlerini kapattı ve sadece nefesine odaklandı. Önce zordu; aklına binbir türlü düşünce üşüşüyordu. Ama sonra, Figen'in dediği gibi derin bir nefes aldı. Havanın ciğerlerini dolduruşunu, her bir hücresine ulaştığını hayal etti. Nefesini verirken de sadece

karbondioksiti değil, içindeki korkuyu, yorgunluğu ve acıyı da dışarı üflediğini düşündü.

Bu, on dakikalık bir eylemdi. Ama bittiğinde, Arzu kendini aylardır hissetmediği kadar hafif ve dingin hissediyordu. Ağrıları sihirli bir şekilde yok olmamıştı ama zihnindeki o ağır, karanlık bulut biraz olsun dağılmıştı.

Artık Arzu'nun yeni bir rutini vardı.

Her sabah ve her akşam, saksısındaki tohuma su verdikten sonra, yanına oturup nefes egzersizi yapıyordu. Her nefes alış, saksıdaki o tohuma verdiği bir damla su gibiydi. Biri topraktaki canı, diğeri kendi içindeki canı besliyordu. Bu, onun sessiz isyanı, en kişisel ilacıydı.

Tıbbi tedavisi, topraktaki tohumu ve kendi nefesi...

Arzu, çaresizliğe karşı kendi kalesini tuğla tuğla örüyordu. Artık o, rüzgârda savrulan bir yaprak değil, köklerini toprağın ve kendi ruhunun derinliklerine salan bir fidandı. Ve en önemlisi, büyümeye kararlıydı.

Kontrol günü yine gelip çatmıştı. Ama bu kez Arzu ve Ahmet hastaneye giderken içlerinde o eski, boğucu endişe yoktu. Elbette bir gerginlik vardı ama bu, fırtına öncesi bir sessizlik değil, toprağa düşen tohumun yeşermesini bekleyen bir çiftçinin sabırlı sükûnetiydi. Sonuç ne olursa olsun, Arzu artık hayatının kontrolünü rakamlara ve raporlara teslim etmeyecekti.

Doktorun odasına girdiler. Doktor Hakan, her zamanki gibi dosyaları inceliyor, bilgisayar ekranındaki görüntüler arasında geçiş yapıyordu. Fakat bu kez yüzünde her zamanki profesyonel ifadesi yoktu; yerini şaşkınlık ve neredeyse inanamayan bir hayret almıştı. Gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı, arkasına yaslandı ve uzun bir süre sessizce Arzu'ya baktı.

Bu sessizlik, Arzu ve Ahmet'in kalbinin daha hızlı çarpmasına neden oldu. Kötü bir haber mi vardı?

Sonunda Doktor Hakan konuştu. Sesi, sanki ilk defa karşılaştığı bir durumu anlatır gibiydi.

"Arzu Hanım... Ahmet Bey..." dedi yavaşça. "Ben yirmi beş yıllık hekimim. Binlerce vaka gördüm. Ama bu... Bu başka bir şey."

Tekrar önündeki raporlara baktı, sanki gözlerinin onu yanılttığından emin olmak ister gibiydi.

"Bu bir mucize," dedi net bir sesle. "Kanserli hücreler... Neredeyse tamamen yok olmuşlar. Vücut, inanılmaz bir şekilde kendini temizlemiş. Tıbbın açıklayabileceği bir hızın çok ötesinde bu. Lütfen söyleyin bana, ne yaptınız Arzu Hanım? Farklı bir tedavi mi uyguladınız? Bize söylemediğiniz bir şey mi var?"

Odanın içinde zaman durdu. Ahmet, elleriyle yüzünü kapattı, omuzları sarsılarak sessizce ağlamaya başladı. Bu, aylardır tuttukları acının, korkunun ve kederin boşaldığı bir sevinç seliydi.

Arzu'nun gözlerinden de yaşlar süzülüyordu ama yüzünde tarifsiz bir sükûnet vardı. Doktora baktı ve usulca gülümsedi.

"Sizin tedavinizden hiç şaşmadım, doktor bey," dedi yumuşak bir sesle. "İlaçlarımı harfiyen aldım, tavsiyelerinize uydum." Bir an duraksadı, doğru kelimeleri aradı.

"Ama... Sanırım başka bir şey daha yaptım. Ben... Ölmeyi beklemekten vazgeçtim. Rabbimden aldığım güçle yaşamayı seçtim.”

Doktor merakla dinliyordu.

"Eskiden her günüm, hastalığımın bir sonraki hamlesini beklemekle geçiyordu. Vücudumu bir savaş alanı, kendimi de o savaşın çaresiz bir esiri gibi görüyordum."

Gözü, pencereden görünen gökyüzüne daldı.

"Sonra bir gün... Bir şeyi yaşatmaya karar verdim. Küçücük bir tohum ektim. Her gün ona su verdim, onunla konuştum. O benim sorumluluğum oldu. O tohumu yaşatmak, kendi hayatıma sahip çıkmak gibiydi. Sonra nefesimi fark ettim. Vücudumun bir savaş alanı değil, benim evim olduğunu anladım. Ve evime iyi bakmaya başladım. Her nefesimde hücrelerime korku değil, yaşam gönderdiğimi hayal ettim."

Arzu, şimdi doğrudan doktorun şaşkın gözlerinin içine bakıyordu.

"Galiba... Ben kanserle savaşmayı bıraktım, doktor bey. Ben yaşamayı seçtim. Bütün mesele buymuş."

Doktor Hakan, duydukları karşısında bir süre sessiz kaldı. Elindeki kalemi yavaşça masaya bıraktı. Bu, tıp kitaplarında yazan bir formül değildi. Bu, hayatın en temel kanunuydu. Gülümsedi.

"Tıp kitaplarında bunun adı 'spontane gerileme' olarak geçer, Arzu Hanım," dedi. "Ama ben bugün buna başka bir isim vereceğim. Galiba en güçlü ilacı siz kendiniz bulmuşsunuz."

Hastaneden çıktıklarında dünya daha parlak, hava daha temizdi. Ahmet, karısına sarılıp dakikalarca öylece kaldı. Yürüdükleri o yol, artık kâbuslarının değil, mucizelerinin yolu olmuştu.

Arzu'nun eve gitmeden önce yapmak istediği tek bir şey vardı. Ahmet'in elini tuttu ve onu hastane bahçesine, o küçük, bakımlı çiçekli alana götürdü. İsmail Amca yine oradaydı, bu sefer kurumuş yaprakları temizliyordu.

Arzu'yu ve Ahmet'i görünce yüzü aydınlandı. "Hoş geldiniz evlatlar," dedi.

Arzu bir şey söyleyemedi. Sadece İsmail Amca'ya yaklaştı ve ona sımsıkı sarıldı. Yaşlı adam şaşırdı ama sonra Arzu'nun sırtını bir babanın şefkatiyle sıvazladı. Arzu geri çekildiğinde, İsmail Amca onun gözlerine baktı. Soru sormasına gerek kalmamıştı. Arzu'nun yüzündeki aydınlık, en güzel cevaptı.

"Tohum," dedi İsmail Amca gülümseyerek. "Yeşerdi mi kızım?"

Arzu, gözyaşları içinde başını salladı. "Yeşerdi İsmail Amca," diye fısıldadı. "Hem de nasıl..."

O günden sonra Arzu'nun balkonu, tek bir saksının olduğu bir yer olmaktan çıkıp renk renk çiçeklerle dolu küçük bir cennet bahçesine dönüştü.

Arzu, artık kanseri yenen bir hasta değildi. O, hayatı yeniden eken bir bahçıvandı.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Haylaz Zamanın Ortasında

Haylaz Zamanın Ortasında

Sessiz kalabalıkların içindeki haylaz çocuklardık biz. Gürültümüzle sessizliği reddeder, suskunluğun sesi olurduk. Kalabalıklar, dalgın olanlara kendi evinde yabancıydı artık. Biz o yabancılığa dil olduk haylazlığımızla. Üç kişiydik sen, ben ve o. Sessizliğimizin gücünü yaşadıklarımızdan almıştık. Sen isyanından, o yalnızlığından, bense bana yaşatılanlardan.

Mahallenin bilge amcası olan babam, sessizliğin karanlık yüzünü daha bıyıkları terlememişken anlamıştı. Oğlunu susturan bir baba, kalabalıkların oğlunu dışlamasına dayanamazdı. Üç haylaza haylazlık etmemiz için sessizliğin önünü açmıştı bir bakıma.

Sesimizi duyurduklarımızla sınandık. Sessizlik yenmedi ama yordu bizi. Önce seni aldı aramızdan, hayatın en sert tokatıyla, ailenle sınandın. Ben inatçıydım, düştükçe yeniden ses oldum. Çok kaybettim, çok yarıda kaldım ama hâlâ yoldayım.

Senin beni en çok vazgeçiren yanın, o’nun sessizliğe ses oldukları tarafından ölüme itilmesiydi yakışmamıştı. Gürültülü haylazlığımıza and içmiştik. Kadınların “Tatar Ramazan”dediği o küçük kız çocuğu gitmişti. Bugün, gidişinin acısını her zerremde hissettim.Sen ve ben, artık sürüleşmiş sessizliklerin arasında dolaşıyoruz. Ne sese ne sessizliğe tahammülümüz kaldı. Kendi haylazlığımızın sesine bile. Bir bilet alıp gitmek istedim… Başka sessizliklere, başka red’lere. Son bir kez haylazca bakıştık, sonra yolun ortasında ayrıldık. Trafik kalabalıktı. Bizse haylaz zamanın ortasında öylece kalakaldık.


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Tutsak Kalpler Mahzeni

Tutsak Kalpler Mahzeni

Bazen bazı şeyler bir kez uğrarmış insana. Aşk, acı, ayrılık ve binlercesi. Kendisini sevmeyenler başkasından sevgi bekleyemezmiş uzun süre. Düşünmekten geceler aymaz gün doğmazmış. Hür fikirler tutsak kalplerin zindanlarıymış. Yolunu, yönünü bilmezken insan; bir uçurumun kenarında ayaklarını sallayabilirmiş. Nefes almak bile zormuş aslında bazen. Ciğerlerini yakarken evren, su tutarmış güneş saçlarına. “Siz delirmişsiniz!” diyenler asıl delirmiş olanlarmış. Her kör satıcının kör alıcısı varmış ama Kaf Dağı’nda da olabilirmiş. Karşına çıkmayan, çıkamayan ihtimaller tenha sokaklarda sıkarmış boğazını. Bir deniz kenarında ağlarken bulurmuşsun kendini. Avucunda bin bir çeşit deniz kabuğu, parmakların kumlu. Gözün açılırmış da kör kalırmışsın. Yakamoz kamaştırırmış bir süre gözlerini. Kalbinin çıkacak gibi atası gelirmiş. Adım sesi duyduğunda da ürkermişsin üstelik. 

Bir ibadethanenin kapısında da ağlarmışsın. O kadar çaresiz bırakmışlar ki seni, insanlar nasıl yaşadığına şaşarmış. Tanrıya yalvarmak kolay değilmiş. Bir dua ya ne de olsa, kaderi değiştireceği ihtimali gezmezmiş zihnin kalın duvarlarında. Uyurken bile rahat bırakmayan düşünceler varmış. Yatağının altına canavarlar gizlenirmiş. En savunmasız anında korkularını sererlermiş önüne de bayılır kalırmışsın. O çok sevdiğin uykuların da mahvolurmuş. Elinde, avucunda artık hiçbir şeyin kalmazmış. Sessizleşmeye başlarmışsın. O şen şakrak cümlelerin toz olup havaya karışır, kahkahaların da sihirli lambaya sıkışır kalırmış. Ölmezmişsin ama yaşadığını da hissetmezmişsin. Mutsuzluk gelmiş bulunurmuş bir kere. Zaten o canavarın girdiği yerde de hiç güzel bir şey kalmazmış. Yok edermiş hepsini zevkle. Sakinleşirmişsin. En hoyrat davranışların bile zarif bir maskenin altına gizlenirmiş. Sonra… Sonra aniden ciğerlerin açılırmış. Adımların hızlanırmış o deniz kenarına. Boğazının sıkıldığı sokağa sihirli lambaya sıkışan kahkahalarınla girermişsin. Bir şiir kitabı karıştırırmışsın rastgele bir kütüphanede. “Özledim, yıllarca daha özlerim.” diyen bir şair girdi miydi zaten hayatına, her şey değişmeye başlarmış. Kitaplarınız bütün ömrünüz haline gelirmiş. Küçük çocukların oyuncaklarını sahiplenişi gibi sahiplenirmişsiniz onları. Paylaşamazmışsınız. Kelimelerle dostluk kurarken bir yandan da kendinizi bulurmuşsunuz. Yazmaya başlarmışsınız. Her nefessiz kalışınızda, her sokak köşesinde boğazınız sıkıldığında yazarmışsınız. Yazarken hem yaşamayı hem yaşatmayı öğrenirmişsiniz. Ve okumayanların haline acırmışsınız…

Bilgisayarı kapattı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Çalan kapının sesiyle irkildi. Aklına gelen ihtimalle bir süre duraksadı. Daha fazla kaçamazdı. Sandalyeden kışkırtıcı bir yavaşlıkla kalkıp kapıya yöneldi. Savsak adımları geri dönmesi için yalvarırken kapının kulpunu sıkıca kavradı. Kapıyı açtığında…

Kan ter içinde uyanmıştı tatlı uykusundan. Bembeyaz çarşaflar serdiği yatağı sırılsıklamdı. Korku böyle bir şeydi işte. Çok sevdiği uykularını bile zehrederdi insana. Komodinin üstündeki bardağı dudaklarına yasladı. Bin asırdır susuzmuşçasına içti suyu. Korkuyordu. Aldığı psikiyatri tedavileri hiçbir işe yaramamıştı. Kullandığı ilaçların onu daha beter bir kör kuyuya attığını fark ettiğinde hepsini çöpe atmıştı. Hastanede yattığı zamanlar zorla verdikleri ilacın kanında dolanmasındandı tüm bunlar. Elindeki bardağı komodinin üstüne bırakmak isterken düşürdü. Paramparça olmuştu bardak. En sevdiği bardaktı niye kırılmıştı durduk yere? Günah aynası mıydı yoksa bu bardak? Kötülük yapınca kırılıyor muydu hemen? Düşündü. Kime ne yapmıştı ki bu zamana kadar? Herkese iyi davranmaya çalışan, her çocuğun başını okşayan o kadına ne yapmışlardı?

TUTSAK KALPLER MAHZENİ

Yatağının sağındaki boy aynasına çevirdi bakışlarını. Önce üstündeki kırmızı pijamayı inceledi. Sonra saçlarını, yüzünü… Uzun uzun kendini izledi. Gözleri gözlerine kavuştu sonra kirli aynada. Ne kadar da yıpranmıştı. Hiç istemeden üstelik. Beyni karıncalanmaya başlamıştı, bir şeyler yapması lazımdı. Aniden gelen mide bulantısıyla lavaboya koştu. Klozetin önüne diz çöküp kusmaya başladı. Sabah rutini haline gelmişti bu onun için. İlaçların yan etkileri diye düşünmeye çalıştı ama bilinci gitgide kapanıyordu. Bayılmak gibi değildi bu. Beyni kendini belki birkaç saat belki birkaç gün tamamen kapatıyordu. Düşünemiyor, konuşamıyor, hatta bazen hiçbir uzvunu oynatamıyordu. Sifona basıp dizlerini yerden kaldırdı. Ellerini yıkamak için musluğa yönelmişti. Yine karşısında kocaman bir ayna her şeyi yüzüne vuruyordu. Bakışlarını kaçırdı. Yüzleşmek istemiyordu henüz. Daha çok yeniydi onun için her şey. Odasına döndüğünde yatağın oturdu, dizlerini karnına çekip kollarını bacaklarına doladı. Sallanmaya başladı. Çocukken ağladığı zamanlarda da hep bunu yapardı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Her zaman olduğu gibi ağlarken direnemedi uykusuna. Kendini uzun ve derin bir uykunun kollarına bıraktı. Zihni karanlıktı. Kimse görmemeliydi.

Şehrin gürültüsü her sesi bastırıyordu. Korna sesleri, insan fısıltıları, yaprak hışırtıları, simitçinin bağırışı… Köhneyen İzmir bütün yüküyle ayakta duruyordu. Kulaklığından çalan şarkının sesi şehrin gürültüsünü bastırıyordu. Sevmezdi zaten İzmir’i, duymasa da olurdu. Bir de insanlar akın akın ziyarete gelirdi buraya. Hiç anlamazdı o insanları. Berbat anılarla süslü bu şehrin nesini seviyor olabilirlerdi? İş yerine az kalmıştı. Düşüncelerine ket vurmak için biraz daha yükseltti kulaklığındaki sesi. Ne dinlediğini algılayamayacak kadar bulanıktı kafası. Nefes al, nefes ver. Adımlarını daha da hızlandırdı. Bu yol bir an önce bitmeliydi. Bitti de. Şirketin kapısına geldiğinde kimliğini gösterip içeriye süzüldü. Buradaki odasını belki de her şeyden çok seviyordu. Odasının kapısını açıp masasına oturdu. Şeffaf bir kutu gibi duran masanın altındaki fotoğraflara kaydı gözü. Bütün çocukluğu gözler önündeydi sanki. Belli belirsiz bir gülümseme peyda oldu yüzünde. Küçük Ahu’yu seviyordu. Keşke hep öyle kalabilseydi. Başka bir fotoğrafa kaydı sonra dikkati. Kaşları çatıldı, nefesi daraldı. Canını çok yakardı o fotoğraf ama atmaya kıyamazdı. Ölen insanlardan da nefret ediyordu zaten. Bilgisayarını tam üstüne koyup fotoğrafı gizledi. Biraz daha rahatlamıştı.

Yaklaşık iki saat kadar posta kutusuna konan gizli mektupları okudu. Gazeteciydi. Bu tarz mektuplar haber yazarken fazlasıyla işini görüyordu. Son mektubu eline aldığında üstünde harfler fark etti. Şaşırmıştı. Genellikle herkes kendini gizlemek için ne bir harf ne de bir sembol bırakırdı. A.A. Tuhaftı, gerçekten tuhaftı. Çok da tanıdık gelmişti ama zihnini ne kadar zorlarsa zorlasın çıkaramamıştı. Hızlıca zarfı yırttı. Elleri titremeye başlamıştı ama korkudan mı heyecandan mı emin değildi. İlk cümleyle beraber gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı:

Ahu’m,

Ahu’m,

Bu satırları büyük bir utanç içinde yazıyorum.

Bu satırları büyük bir utanç içinde yazıyorum. Sana yaptıklarımın hiçbir mantıklı açıklaması yok Sana yaptıklarımın hiçbir mantıklı açıklaması yok biliyorum. Af dilemeye hakkım yok. Sadece güzel günlerin hatırına beni mazur gör. Her ayın biliyorum. Af dilemeye hakkım yok. Sadece güzel günlerin hatırına beni mazur gör. Her ayın yedinci günü orada seni beklemeyedinci günü orada seni beklemeye söz veriyorum. ye söz veriyorum. SevgilerimleSevgilerimle…… A.AA.A

Başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki. Neydi şimdi bu? Kafasının karışıklığı kalbinin ağrısını bastıramıyordu. Hak etmemişti. Evet, evet kesinlikle hak etmemişti. Mektubu yırtıp attı. Geçmişine bağlı yaşayamayacağı hem hastanedeki doktorlar hem de etrafındaki insanlar tarafından çokça söylenmişti. Söz de dinlemezdi ama dinlemek mecburiyetindeydi artık. Ayın kaçıydı sahi bugün? Zaman algısını yitireli bir hayli olmuştu. Telefonunun ekranını açıp tarihe baktı. 17 Mart. Ayın yedinci günü çoktan geçmişti ve diğer ayın yedinci gününe çok vardı. Endişe etmesini gerektiren bir şey olmadığını düşündü kapısı çalana kadar. Gel, diye seslendiğinde içeri bir çiçekçi süzüldü. Başıyla selam verip saksıdaki kamelyaları masaya bıraktı. Pembe kamelyalar… Teşekkür ettiğinde çiçekçi yine hiç konuşmadan başıyla rica edip odadan ayrıldı. Ahu, bir hışımla ayağa kalkıp saksının üstünde not aramaya başladı. Kamelyalardan birinin dalına asılan siyah kağıdı gördü. Siyah kağıt… Kamelyalara zarar gelmesin diye narince aldı siyah kağıdı, çok severdi kamelyaları zarar görsün istemezdi. Beyaz kalemle inci gibi yazılan yazılara çevirdi bakışlarını, bunu bile unutmamış olamazdı. Ahu günlüklerini hep siyah yapraklı defterlere tutardı, beyaz kalemiyle. Notu okumaya başladı:

Bahçendekiler solgun gözüküyordu. Bunları dik, sen seversin. Özenle

Bahçendekiler solgun gözüküyordu. Bunları dik, sen seversin. Özenle büyüt onları. büyüt onları. Saygılarımla…Saygılarımla…

A.A

A.A

Gerçekten anlam veremiyordu. Neydi bu romantizm durduk yere. Birbirlerinin hayatından çıkalı yıllar olmuştu. Nereden biliyordu şimdi bahçesinde solmaya yüz tutan çiçekleri? Notu çöpe atmaya kıyamadı. Kilitli çekmecesini açtı, içinde duran fotoğrafları acı çekmemek için incelememeye dikkat ederek notu bırakıp çekmeceyi kapattı. Bu çekmecedeki her şey A.A A.A ile ilgiliydi zaten. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Her şeye rağmen ona olan sevgisi ve saygısı hiç azalmamıştı. Bazı insanlar böyleydi işte. Hayatımızdaki kredileri tükenmek bilmiyordu. Ne yaparsa yapsın kıyamıyordu insan bazen. Nefesinin seyri değişse saniyelik, nefes vermeye hazır olurdu insan. Bazen de kader sadece bu kadarına izin verirdi işte. Kavuşmalar anca mahşerdeydi zaten. Çok yalnız bırakmıştı Ahu’yu çok. Nasıl affedebilirdi bunca yalnızlıktan sonra?

İzmir’in kalabalık sokaklarına karıştı adımları yeniden. Beraber yürüdükleri yolları tek başına adımlamak ağır gelirdi her zaman. İzmir’den nefret etmesinin en büyük sebebi buydu işte. O kadar çok yalnız bırakmıştı ki bu şehir onu, o kadar çok yalnız bırakılmıştı ki burada, hatta her köşe başında nefessiz kalana dek ağlamıştı ya sürekli; nefret etmeye başlamıştı bir zamanlar canını istese vereceği şehirden. Kayalıklara doğru yöneldi. Deniz ona her daim iyi gelirdi, gelmeliydi. Deniz de olmasa ne işi vardı burada canım? Dizlerini kırdı, dikkatlice kayalardan birinin üstüne oturdu. Dizlerini karnına çekti, derin bir nefes aldı. Her şeyini bu deniz almıştı ondan. Kardeşi de burada boğulup gitmişti, ailesi de. Denize hayranlığı da bu yüzdendi işte. Sevdiği her şeyi ondan alınca tek sevdiği, en sevdiği haline gelivermişti. Gözlerinden usulca yaşlar süzülmeye başladı. Kardeşini o kadar çok özlemişti ki bir an önce yanına gitmek istiyordu. Doğum günüydü bugün biriciğinin. Beş senedir deniz kıyısında ağlayarak doğum günü kutluyordu. Keşke ben ölseydim onun yerine, diye düşündü her sene

olduğu gibi. Bade… Doğduğundan beri en kıymetlisiydi onun. İkisinin de birbirinden başka kimseleri yoktu çünkü. Keşke o gün de anne ve babasının yanına bırakmasaydı onu. Bencil ebeveynler, birbirlerine olan öfkelerinden çocuklarını bile görmüyordu gözleri. Bade ilk çocuk değildi ebeveyn kavgasına kurban giden. Korkarım ki son da olmayacaktı. Yanında getirdiği dilek balonunu havaya bıraktı. Her sene olduğu gibi bu sene de Bade’nin huzur bulmuş olmasını umdu. Hayat bu kadardı işte. Ya bir mezar başında ağlatırdı sizi ya da mezarı bile olamayacak kadar canlı insanları gözünüze sokarak.

Saat gece yarısına geldiğinde artık gitmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu şehrin sokakları belli bir saatten sonra güven vermiyordu insana. Oturduğu kayalıklara sessiz bir veda bırakıp oradan uzaklaştı. Evi pek uzak sayılmazdı bu yüzden arabasını getirmemişti. İzmir’in tenhalaşmaktan ziyade daha çok dolan sokaklarında adımladı. Sarhoş adamların, hiçbir çıkış yolu bulamadığı için yol kenarlarında duran kadınların arasından hayalet gibi süzüldü. İçinde bir sıkıntı vardı ama henüz anlamlandıramamıştı. Derin bir nefes alıp düşünmemeye çalıştı. Tam o esnada karşısında duran adamda durdu bakışları. Geri mi dönmüştü? Ne işi vardı ki burada? Karşılaşmaya hazır mıydı? Hızlı bir kararla oradan uzaklaşmakta buldu çareyi. Hayır şu an olmazdı, buna hazır değildi. Tam kaçmaya yeltenmişken kolunu saran elle duraksadı. Gözleri gözlerine mi değecekti bunca zamandan sonra? Kafasını kaldırdığında tonu hiç değişmeyen ela gözler buldu acı kahve gözlerini. Kendi yüzünde ne vardı bilmiyordu ama yıllardır özlediği o yüz, gülümsüyordu. Öyle bir gülümsemekti ki bu, yıllardır çölde su arayan bir bedevinin suya kavuşma sevinci gibiydi. Yıllardır kendini ülke ülke aratmıştı zaten niye şaşırıyordu ki? Bu pek tanıdık yabancı konuşacak mıydı onla acaba? Dudaklarından dökülen bir kelimeye bir hayat verecekti sanki. O kadar özlemişti ki onunla bir şeyler konuşmayı, kendini konuşsun diye dualar ederken bulmuştu. AhuAhu, dedi yabancı. Asırlardır ismini bu kadar güzel söyleyen yoktu. İlaç gibi gelmişti bu ses, bu tını. AteşAteş, diye karşılık verdi Ahu.

Dakikalarca birbirlerini seyrettiler. Öyle bir seyretmekti ki bu cümleler yetmezdi anlatmaya. Konuşmadılar, öylece sustular. Aradan geçen on yılın belki telafisi yoktu ama her şeye sıfırdan başlanabilirdi. Ahu’nun gözlerinden süzülen yaşları parmaklarıyla öldürdü Ateş. Canından çok sevdiği kadına istemeden çektirdiği acıların asıl sebebini belki de hiç anlatamayacaktı ona. Zaman Ahu’ya hiç iyi davranmamıştı. Verdiği kilosu, eskisi gibi parlamayan soluk saçları, solgun teni, umutsuz göz bebekleri, mor göz altları ne kadar yıprandığının bir kanıtı gibiydi. Oysa Ateş’in aşık olduğu kadın rengarenkti. Saçları altın sarısı, gözleri umudun mavisi kadar parlaktı. Uyumayı çok severdi ama gözlerini morartacak kadar uyumamaya dikkat ederdi. Ne çok şey değişmişti böyle. Gökten su damlaları düşmeye başladı usulca. İkisi de gülümsedi. Ahu en çok yağmuru severdi. Ateş’in evinin bahçesinde yağmur yağdığı gün koşarak çıkmıştı bahçeye. Ateş ne yaptıysa da tutamamıştı. Yağmur dinene kadar saatlerce ıslanmıştı. Sonrasında hasta olduğu bir hafta boyunca Ateş bakmıştı ona. Ateş’ten başka nazlanacak kimsesi yoktu. Olsa bile en çok ona nazlanmayı seveceğine emindi.

3 Yıl Önce (Ahu Kamer)

Soğuk bir eylül akşamı göz kırpmıştı bize. Yorgunduk ama beraberdik. İkimizin de en sevdiği günler tatil günlerimizin denk gelmesiydi. Bazen Ateş’in acil ameliyatları çıksa da bugün çıkmamıştı. Sadece ufak bir zaman diliminde dışarıdaydı. Doktor olmak için çalıştığım günleri hatırlardım hep onunlayken. Hiç aklımda olmayan bir alan olmasına rağmen dereceyle mezun olmuştum fakülteden. Ateş ile tanıştıktan sonra hiç alakam olmayan bu fakülteye neden geldiğimi anlamıştım. Aşk. Stajda onu gördüğüm gün yuvam olduğunu anlamıştım. Hayatım boyunca hep duygusal düşünen biriydim zaten. Onu ilk gördüğümde de öyle yapmıştım. Bütün kötü tecrübeler silinmişti sanki onunla. Hastane koridorunda bağıra çağıra kavga ettiğimizde yirmi beş yaşındaydık. Şimdiyse yirmi sekiz yaşında iki doktoruz. O yemekleri hazırlarken ben camdan dışarıyı izliyordum. Evleneli henüz üç ay olmuştu. Mutfakla ilgilenmeyi sevdiği için genelde o yapardı yemekleri. Onu izlemeyi bile çok seviyordum. İşte aşk tam olarak da buydu. Konuşmadan da anlatabilmekti. Dokunmadan sadece gözlerinle sevebilmekti. Aranıza dağlar da girse vazgeçememekti. Aramıza giren dağlar, ovalar yoktu şükür ki. Böyle şeylerin olma ihtimali bile aklımı kaçırmam için yeterli oluyordu. Adımı seslendiğinde sofranın hazır olduğunu anlamıştım. Acıkmıştım, heyecanla yanına koştum. Alnımdan öptü ve oturmam için sandalyemi çekti. Her zamankinden daha tuhaf bakıyorduk birbirimize, ilginçti. Bolca gülmüştük. İçimdeki kız çocuğu bir tek onun yanında bu denli içten gülüyordu.

Salonumuza geçtiğimizde şarap doldurmak için hareketlendi. Kolundan kavrayıp onu engellediğimde şaşırmıştı. Bugün hayatı boyunca almak istediği bir haberi ona veriyordum. Hamileydim. Bu berbat dünyaya yeni bir birey kazandırmayı korkunç bulurken onun bana muhteşem bir anne olacağımı hissettirmesi bütün duvarlarımı yıkmıştı. Hâlâ çok korkuyordum ama yanımda o varken beni hiçbir şeyin yıkamayacağını çok iyi biliyordum. Hevesle konuşmaya başladım; “Bu haberi sana nasıl vermem gerektiğini çok düşündüm. En sonunda sakin sakin konuşup açıklamaya karar verdim. Biz her konuyu bu şekilde hallediyoruz çünkü. Gerçi bilmiyorum tartışacak mıyız bugün ama olsun. Öncelikle sana teşekkür ederim. Hayatımın en değerli hazinesine ulaşmam için beni ikna ettin. Ay sayıyorum şimdi o hazineyi sana göstermek için, o hazinenin kokusunu içime çekmek için. Baba oluyorsun Ateş Alaca.”

Cümlelerim bittiğinde gözlerinden ilk defa yaşlar süzüldüğünü gördüm. Hiç konuşmadı, sadece ağladı. İstemiyor muydu acaba? Sevinip havalara uçması gerekmiyor muydu? Aman bu hormonlar beni ne kadar duygusal yapmıştı hemencecik. Gözlerimden düşündüklerimi okumuş olacak ki bana sıkıca sarıldı. Eli karnıma gitti sonra. Çok değerli bir şeye sanki bir daha dokunamayacakmış gibi dokunuyordu. Onun da mı hormonları bozulmuştu acaba? Bütün gece bebeğimiz hakkında konuştuk. Bebeğimiz… Hayat ne garip kelimeler kullandırıyordu insana. Saat erken olmasına rağmen uyku bastırmıştı. Ateş gülerek beni kucağına aldı ve yatağımıza götürdü. Elalarında bugün çok garip bir ifade vardı. O kadar garipti ki bir an söylediklerime üzüldüğünü bile düşündürmüştü bana. Kuruntu yaptığımı düşünerek anın büyüsüne bıraktım kendimi. Bedenim yatağa kavuştuğunda çok geçmeden tatlı bir kâbusun kollarına bıraktım kendimi.

Gecenin bir yarısı göğsümün ağrısıyla uyandım. Berbat bir ağrıydı. Kalp krizi geçirdiğimden endişelenerek yataktan kalktım. Ateş uyuyordu. Onu yanımda uyurken görmek

içimi az da olsa huzurla doldurmuştu. Yüzümdeki buruk gülümsemeyle beraber mutfağa ilerledim. Bir bardak su doldurup balkon kapısının oradaki sandalyeye bıraktım kendimi. Ağrım dayanılmaz derecede şiddetlenmişti. Sanırım korktuğum için boş olan elim istemsizce karnımı buldu. “Geçecek bebeğim.” Derken buldum kendimi. Tuhaftı, hem de çok tuhaftı. Suyum bittiğinde sandalyeden kalkmak için hareketlendim. Tam o esnada büyük bir gürültüyle elimdeki bardak darmadağın oldu. Kurşun… Mutfak dolapları tek tek patlamaya başladığında korkuyla yere bıraktım kendimi. Bu bir kabus olmalıydı, bu kesinlikle bir kabustu. Sanki koruyabilecekmişim gibi ellerimi karnıma siper ettim. Kurşunlar bir an bile durmuyordu. Bütün mutfak tuzla buz olmuştu birkaç dakika içinde. “Ateş” diye çığlık atmamla sırtıma gelen kurşunun acısı karıştı sesime. Vurulmuştum. Bugüne kadar bir sürü kurşun çıkarmıştım onlarca bedenden. Şimdi o çıkardığım kurşunlar benim bedenime saplanmıştı. Çaresizlik en korkunç duyguydu. Ateş neredeydi? Bunca sese ve çığlıklarıma rağmen uyanmamış mıydı? Bir kurşun daha hissettim bedenimde. Acıdan bilincim kapanmak üzereydi. Olmazdı, eğer bayılırsam bebeğimi koruyamazdım. Kapanan gözlerime direndim. Kanayan yaralarıma direndim. Ateş şimdiye kadar çoktan gelmeliydi. O da mı vurulmuştu yoksa? Silah sesleri susmuyordu. Bu kargaşanın içinde ölmesem bile delirecektim. Daha fazla direncim kalmamıştı. Son hatırladığım şey Ateş’in ellerinde silah olan adamlara yalvararak beni kucağına almasıydı.

İşler hiçbir zaman istediğimiz gibi gitmezdi. Her ne olursa olsun illa bir yerlerde pürüz çıkardı. Hayatımızı hayat yapan, anlamlandıran da bu pürüzlerdi. Onları kabullenmediğimiz sürece ne yaşayabilirdik ne de mutluluğu bulabilirdik. İnsanlara inanmak fikirlere inanmaktan hep daha kolaydı. Bu yüzden de insanları kabullenmemiz hep daha erken olurdu. Tüm bunlar birleşince de ortaya hayal kırıklığından başka bir şey çıkmazdı. Kesiklerine hiçbir deva bulunamayan hayal kırıklıkları…

Ateş Alaca korkak bir adam değildi. Sevdiği kadını yalnız ve çaresiz bırakacak kadar kalpsiz de değildi. Ateş Alaca mecburdu, tutsaktı. O gece eve giren adamlara yalvarırken bile kendine küfürler ediyordu. Hem eve düzenlenecek suikastten haberi vardı hem de bebeği olacağından. Ahu’ya, ruh--u revanına haftalarca yalan söylemenin ne kadar zor olduğunu kendisinden başka kimse anlayamazdı. Yıllar geçecekti, Ahu ölümden dönecekti ama Ateş Alaca kendisini hiçbir zaman diliminde affedemeyecekti.

Yağmur bastırınca Ateş, Ahu’yu arabaya çekti. Ahu kaskatı kesilmişti. Bir kukla gibiydi. Bu durumu fark eden Ateş, kendine hakaretler yağdırarak onu ön koltuğa yerleştirdi dikkatlice. Ahu sadece ağlıyordu. Arada buruk bir gülümseme beliriyordu suratında ama göz yaşları hiç dinmiyordu. “Madem yanımda durmayacaktın neden sevdirdin kendini?” Ahu’nun kurduğu cümle Ateş’i bir kez daha darmadağın etmişti. Bir bilseydi onu korumak için gittiğini. Ateş hiç konuşmadı. Yol boyunca sustuğu her bir kelime onu boğdu. Bundan sonrasını değiştirme şansı vardı ama geçmişe eli uzanmıyordu. Çaresizlik hissinden nefret eden Ateş Alaca’yı baştan ayağa çaresiz kılmışlardı. Ahu’nun evine gitmek yerine evli oldukları zamanki evlerinin kapısının önünde durdurdu arabayı. Eve hiç dokunulmamıştı o günden beri. Duvarlardaki kurşun izleri hala çok tazeydi. Ahu kafasını kaldırıp evi gördüğünde büyük bir sinir krizi geçirmeye başladı. Arabanın kapısını açıp kaldırıma attı

kendini. O ufacık kaldırımda öyle bir küçüldü ki kaldırım dev halini aldı. İzmir’de yağmur Ahu Kamer için yağıyordu. İzmir, yıkılıp giden Alaca ailesi için ağlıyordu.

Apar topar arabadan inen Ateş, bir hışımla Ahu’yu kucağına alıp hızla eve koşturdu. Anahtarı cebinden çıkarıp kapıyı açmak bile saatler sürmüş gibi gelmişti. Ahu’yu yatağa bırakıp yanında getirdiği iğnelerden birini zor da olsa yapabilmişti Ahu’ya. İtalya’da olduğu süre boyunca mesleğini kullanarak Ahu’nun aldığı bütün ilaçları takip etmişti. Viraneye çevirdiği kadının çok yüksek dozlarda sakinleştiricilere bağımlı hale gelmeye başladığını fark etmişti. Ama unuttuğu bir şey vardı: Ahu ilaçlardan nefret ederdi ve o kadar zehri asla vücuduna almazdı. Hiçbir zaman verilen ilaçları kullanmamıştı çünkü asıl ilacın ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Ahu sakinleştiricinin etkisiyle uyuyakaldığında Ateş mutfağa ilerledi. Kaç yıl olmuştu burayı görmeyeli? Yüzündeki buruk gülümsemeyle o sandalyeye oturdu. Gözlerinden yaşlar damlarken yeniden o güne döndü.

3 Yıl Önce (Ateş Alaca)

Sinirden gözüm dönmüştü. Bakışlarımdan ve sözlerimden ateşler çıkma olasılığı bile vardı. Kemal Kamer. Ahu’nun her şeyi mahveden babası, şimdi de her şeye rağmen temiz kalan Ahu’yu tehdit ediyordu. Ölüp gitmişti ama ölü hali bile birçok insana zarar ziyandı. Uzun zamandır tehdit mesajları alıyordum. Başlarda ameliyat masasında kalan yakınlarını kabullenmeyen, suçu biz doktorlarda bulan psikopatlardan biri olduğunu düşünmüştüm. Keşke öyle olsaydı. En azından çözümü vardı. Bu sabah mesajları atan kişinin Elena Vasilyev isimli Rus bir kadın olduğunu öğrenmiştim. Kemal Kamer ile olan ilişkisini ise dakikalar içinde çözmüştüm. Kemal Kamer’in bu kadınla olan ilişkisinin ortaya çıkması Kamer ailesini pek tabi parçalamıştı. Hatta Ahu Bade’yi anne ve babasının bu konuda tartışmaları sonucu kaybetmişti. Ahu’yu çok iyi tanıyordum. Bu olaylar patlak verdiği sıralar artık anne ya da baba sevgisine ihtiyaç duyduğu yaşları çoktan geçmişti. Bade’nin ölümünden sonra hiç toparlanamamıştı ama bir şekilde hayatına devam edebilmişti. Bu kadını tanıyıp tanımadığını bile bilmiyordum. Tahminimce sadece isim olarak biliyordu. Ben tüm bu düşünceler içinde kaybolurken kadının adresini bulmasını rica ettiğim arkadaşımdan, telefon ekranıma bildirim düştü. Hızla ayağa kalktım, önlüğümü çıkarıp montumu üstüme geçirdim. Bu sinirle araba kullanmak mantıklı bir fikir olmasa da başka çarem yoktu. Sürücü koltuğuna yerleşip hızla adrese doğru sürmeye başladım.

Evin önüne geldiğimde kocaman bir villa görmek beni şaşırtmamıştı. Zile basıp kapının açılmasını bekledim bir süre. Türkçe bildiğinden emin olmadığım bir hizmetli kapıyı açtığında kadının ismini verip görüşmek istediğimi söyledim. Birkaç dakika gözden kaybolup tekrar geldiğinde nihayet içeri girebilmiştim. Salona girdiğimde tekli koltukta arkası dönen kadını inceledim kısa bir süre. Kırklı yaşlarının başında, sarı saçları düz bir kadındı. Bozuk aksanıyla ismimi söyleyip oturduğu yerden kalktığında göz göze geldik. Gözlerimle şaşkınlıkla açılmıştı çünkü Rusya’nın en ünlü kadın doğum uzmanını karşımda beklemiyordum. Kemal Kamer nereden bulmuştu bu kadını? Düşüncelerimi dağıtmak ve sakin olmak için derin derin nefesler aldım. “Ne istiyorsun Ahu’dan?” dememle birlikte gözlerini büyük bir kin kapladı. “Senin o sevgili karın hayatımı çaldı benden!” kurduğu cümle

karşısında kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. “Evli bir adamla birliktelik yaşayan bir kadın için fazla iddialı cümleler. Sonunu böyle olacağı en başından belliymiş. Karımdan uzak dur yoksa mahvederim seni!” Konuşmanın seyri o kadar ilginçti ki bu sefer o sözlerime kahkahayla karşılık vermişti. “Bir bebeğin olacağını bilsen yine aynı şekilde konuşur muydun acaba sayın Alaca? Arkadaşlarımdan aldığım habere göre iki gün önce bebeğiniz olacağını öğrenmiş sevgili karıcığın.” Bakışlarım dondu, dünyam durdu o an. Bizim bebeğimiz mi olacaktı? Ahu istemiyordu anne olmayı, nasıl olabilirdi böyle bir şey? Ben duyduklarımı sindiremezken o konuşmasını sürdürdü. “Gideceksin sayın Alaca. Senin karın benden en değerlimi, Kemal’imi aldı. Benden ondan seni alacağım. Geri döndüğün gün zaten birbirinizi bulamayacak hale geleceksiniz. Sevgili karıcığınız delirmeye yer arıyor zaten, kendi kendini öldürür.” Öfkeli bakışlarım cümleyi kuran kadına kaydı. Söyledikleri tamamen deliceydi. Ben Ahu’yu bıraksam da Ahu beni bırakmazdı. “Küçük oyunlarınıza başkasını dahil edin Vasilyev. Karımdan da çocuğumdan da vazgeçmeyeceğim.” Yüzünde oluşan sinsi gülümsemeden sonra hayatımın değişeceğini anlamıştım. “Karının ve çocuğunun ölmesini istemiyorsan dediklerimi yapacaksın Alaca. Aksi taktirde sen de kimsesiz kalacaksın. Bu gece son gecenizi geçirin. Güzelce veda et sevgili karıcığına ve tabii bebeğine de.” Son tehdidi üzerine öfkeyle evi terk ettim. Şuh kahkahası ve bozuk aksanına kulaklarımı tıkamak istedim ama yapamadım. Ne yapacaktım ben şimdi? Ahu’nun başka kimsesi yoktu, ben gidersem ne yapardı? Kısa bir an düşündüm. Hayatımdaki en mutlu anlarda hep Ahu’yu gördüm. Her ne olacaksa ölmesinden, ona zarar gelmesinden iyidir diye düşündüm. Gidecektim ve geri gelme şansım olan ilk an onu bulacaktım. O beni hep affetti. Şimdi de affederdi.

Evimizin yolunu tuttum. En azından bu geceyi de onun kokusuyla geçirecektim. Hava kararmaya başladığında kapının önünde durdum. Belki de yıllarca bu kapıya bile hasret kalacaktım. Biraz arabada oturup evi izledim, evimizi izledim. Tek katlı, küçük de olsa bahçesi olan bu evdeki anılarını düşündüm. Çok değil 3 ay olmuştu Ahu’yla hayatlarımız birleşeli. Buna rağmen her köşede onun parmak izlerini görmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bir anlığına bahçeye açılan cam kapıda Ahu’yu gördüm. Heyecandan yerinde duramayan, elini sürekli karnına götürüp bebeğinin gerçekliğini sorgulayan Ahu’mu. Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Sevdanın gizli ahitlerinden biri de buydu. Bazen onu, onun için bırakmak zorunda kalıyordun. Onun iyiliği her şeyden ve herkesten önemli oluveriyordu. Aşkın hürriyet değil tutsaklık getirdiğini Ahu’ya aşık olduktan sonra fark etmiştim. O günden sonra da herhangi bir hürriyet beklentim olmamıştı.

Eve girdiğimde Ahu hemen boynuma atlamıştı. Eve ondan geç geldiğim zamanlar bunu hep yapardı. Gözleri öyle bir ışıldıyordu ki bir şeyler söylemek için yerinde duramadığı belliydi. Ben de ona sarıldıktan sonra yemek yapmak için mutfağa yöneldim. Mutfakla ilgilenmeyi hep sevsem de bugün sadece zihnimden kaçmak için mutfağa girecektim. Ahu her zamanki gibi salondaki koltuğa kurulup beni izlemeye başlamıştı. Yemek yaparken ya da herhangi bir şey yaparken beni izlemeyi seviyordu. Gülümseyerek bakışlarına karşılık verdiğimde kalbim acımaya başlamıştı. Bana böyle bakan bir kadını nasıl bırakacaktım? İyiliği için, diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Harla yanan ateşe karıncanın su taşıması gibiydi bu ama o karıncanın neleri değiştirebileceğini bilemezdim. Arada bir atışırken zaman çok çabuk geçmiş, yemekleri hazırlamıştım. Sofraya gelmesi için Ahu’ya seslendiğimde hızla yanımageldi, karşıma oturdu. Konuşarak yemeklerimizi yemeğe daldık. Bazen gülüyor, bazen düşüncelere dalıyor ama birbirimize hep aşkla bakıyorduk. Tekrar salona döndüğümüzde şarap koymak için hareketlendim. Her akşam olmasa da bazı akşamlar tadında içmeyi severdik. Bardağını aldığımda kolumu tutup beni engelledi. Şaşırmıştım çünkü bir anlığına unutmuştum. Onunla vakit geçirmenin kötü düşünceleri anında silen bir etkisi vardı. Ahu Alaca bugün bebeğimiz için içmeyi reddetmişti. Şaşkın bakışlarımı yakalamış olacak ki bütün dişlerini gösterip gülümsedi, konuşmaya başladı. Hep bir bebeğimiz olursa nasıl söyleyeceğinden bahsederdi. Bu an, hayalini kurduğumuz hiçbir ana benzemiyordu çünkü Ahu Alaca anne olmaktan fazlasıyla korkuyordu. Sesinin titremesinden bile hala korktuğunu anlayabiliyordum ama o mutlu ve heyecanlı olduğunu söylüyordu, kabullenmişti. Gözlerimden usulca yaşlar düşmeye başladı. Ahu mutluluktan ağladığımı düşünse de ben içimin yangınını biraz olsun dindirmek için ağlıyordum. İkisinin de iyiliği için onları bırakacak olmak çok kötü bir fikirdi ama zorundaydım. Bebeğimizin hiçbir anında yanında olamayacağım zihnimde yankılandığında daha fazla ağladım. Büyüyüp beni gördüğünde tanımayacaktı bile. Bize bunları yaşatacak olanların yaşamaya hakkı var mıydı gerçekten? Ahu’ya, hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca sarıldım. Elim karnına gitti sonra. Çok değerli bir hazineye bir daha hiç dokunamayacakmış gibi dokundum. Hissediyor muydu acaba tüm bu düşüncelerimi? Ahu beni hep hissederdi. Bugün ben de bir gariplik olduğunu hissettiğini adım gibi biliyordum. Bütün gece hayaller kurduk bebeğimizle ilgili. Daha bir bedene bile sahip olmayan bu ruh, şimdiden evimizin maskotu oluvermişti. Hayat çok garipti. İlerleyen saatlerde uykusunun geldiğini söyleyen Ahu’yu kucağıma aldım. Yatağımıza giderken yine yaramaz bir çocuk gibi kıkırdıyordu. Çocukluk yaşama fırsatı vermemişlerdi ona. Benim yanımda her fırsatta ufak bir kız çocuğuna dönüşmesi bundandı. Hoşuma gidiyordu bu halleri, her hali hoşuma gittiği gibi.

Onu yavaşça yatağa yerleştirdim. Odaya giderken mayışmaya başladığı için yatakla buluştuğunda gözleri kapanıvermişti. Kokusunu uzun uzun içime çektim. Vedalar hep zor gelirdi ama sessizce veda etmenin zorluğunu o gece anladım. Cümleler içimizdeki zehri akıtırdı, susmaksa zehirlenmemizi hızlandırırdı. Yanına uzandım, uyuyup hiç uyanmamayı diledim o gece. Uyanmazsam onları terk etmek zorunda kalmayacaktım, umarım uyanmazdım. Tüm bu düşüncelerin arasında uykuya dalmıştım.

Gözlerimi açtığımda saat kaçtı bilmiyordum. Odadaki duman ciğerlerimi yakmıştı. Her yerden silah sesi yankılanıyordu. Bunca gürültüye niye uyanmamıştım? Öksürmeye başlamamla soruma cevap almıştım. Odada uyuşturucu bir gaz vardı. Hani zarar vermeyecekti aileme? Hani gidersem Ahu güvende kalacaktı? O an büyük bir oyunun içine çekildiğimi anladım. Kendime lanetler okuyarak endişeyle yatakta Ahu’yu aradım. Yoktu. Neredeydi bu saatte? Aklımı kaçırmak üzereydim. Yataktan doğruldum, hızla çıktım odadan. Mutfağın yanan ışığı gözümü aldığında Ahu’nun orada olduğunu anladım. Koşarak mutfağa girdiğimde hayatım boyunca görmekten en çok korktuğum o görüntüyle karşılaştım. Ahu’nun sırtına giren kurşun, her yeri kan gölüne çevirmişti. İçimden kabus olmasını dilerken Ahu, diye bağırarak yanına çöktüm. Hareket etmiyordu, eğilip nefesini kontrol ettim. Çiçekler açtıran, acıları dindiren nefesi duyulmayacak kadar yavaştı. Acıyla inledim. Hani bir şey olmayacaktı? Beynime kan gitmiyordu, düşünemiyordum. Bir anda mutfağa doluşan adamlar beni

kollarımdan bağladı. Bağırdım. Sesim kısılana kadar bağırdım. Yalvardım. Sevdiğim kadının canı için yalvardım. En azından bir ambulans çağırsalardı olmaz mıydı? Kollarımı tutan adamları ittirdim. Ahu’yu kucağıma alıp kapıya doğru koşmaya başladım. Dayan çiçeğim, diye fısıldadım kulağına. Dudaklarını zoraki şekilde hareket ettirmeye çalıştı, beni duyuyordu. Peşimden gelen adamlar halime acımış olacak ki hastaneye bırakma konusunda ikna oldular. Onun yanında olamayacaktım ama en azından yaşama şansı olacaktı. Kucağımda Ahu, yüreğimde kaybetmenin korkusu; hiç tanımadığım adamların arabasına bindim. Mecburiyet iğrenç bir histi. En yakın hastanenin önünde durduğumuzda vedalaşma vaktinin geldiğini anlamıştım. Önce saçlarından öptüm onu, sonra alnından. Kokusunu içime çeke çeke öptüm. Adamlardan biri onu kucağına alıp hastaneye götürmek için arabadan indi. Beni arabadan indirmiyorlardı. Muhtemelen Ahu’yu hastaneye bırakan adam da hemen ortadan kaybolacaktı. O gece canımı bıraktım İzmir’de. Ben o gece ömrümü gömdüm İzmir’e. Ben o gece öldüm ama Ahu hiç bilmedi.

Günler çok hızlı geçiyordu ama ben hep aynı günde kalmıştım. O geceden sonra apar topar İtalya’ya gönderildim arabadaki adını bile bilmediğim adamlar tarafından. Tam yedi ay olmuştu ben buraya geleli. Ahu’dan hiçbir haber alamamıştım. Hastane kayıtları bile henüz sisteme işlenmemişti. Ne yapmışlardı benim can parçama? Ölse ölüm raporu geçerdi sisteme ama hiçbir şeyi geçirmemişlerdi yedi aydır. Uyanmış mıydı acaba? Beni sormuş muydu uyandıysa? Sistem önümde açıkken tekrar tekrar yenilemeye devam ediyordum. Aniden yeni bir bilgi düştüğünde bilgisayara eğildim iyice. Psikiyatri kliniğinden çıkış raporlarını inceledim dikkatle. Uyanalı henüz bir ay olduğunu gördüm. Uykulara doyamayan Ahu, altı ay boyunca uyumuştu. Yüzümdeki buruk gülümsemeye engel olamadım. Deli kız, uyanınca ne yaptıysa direkt kliniğe gönderilmişti. İçimden beni beklemesini diledim. Buradan çıktığım ilk an onu bulacaktım çünkü. Acaba o beni unutur muydu? Yıllar geçse bile beni sevmeye devam eder miydi? Bunca soruyla yaşamak hiç kolay değildi. Zaman geçtikçe yükümün ağırlaşacağını biliyordum. Sükunetle beklemekten başka çarem yoktu. Her şey düzelecekti ve ben vatanıma, Ahu’ma, kavuşacaktım.

Aşk, zamandan bağımsız hareket ederdi. Zamanla azalması ya da artması tamamen kişinin hislerine olan bağlılığıyla alakalıydı. Sevmek ise tamamen farklı bir duyguydu. Her zaman aşık olabilirdiniz --aşık olduğunuzu düşünebilirdiniz-- ama her zaman sevemezdiniz. Sevgi bir kalbe bir kez uğrar çünkü. Aşkın kestirilemez sonuçları yoktur. Sevgininse insana yaptıramayacağı şey yoktur. İnsanlar tarafından hep kıyaslanan bu iki duygu bugüne kadar hep tartışmalara sebep olmuştur. Sevginin aşktan üstün olduğunu bilen kişi sayısı ise bir hayli azdır.

Ateş, mutfakta oturduğu sırada içeriden bir hareketlilik işitti. Ahu’nun uyandığını düşünerek heyecanla yerinden kalkıp yatak odasına doğru ilerledi. Yatak odasının kapısını açtığında irkildi. Ahu elindeki küçük tabancayla, dizlerini karnına çekmiş oturur bir vaziyette yatakta ileri geri sallanıyordu. Kapıdan giren Ateş’e çevirdi ruhsuz bakışlarını. Ahu kaldıramamıştı, Ahu artık tamamen aklını yitirmek üzereydi. Ateş ne yapacağını bilemez bir halde odaya girdi. Ahu’nun elindeki silahı almaya çalıştığında Ahu aniden ayağa kalkıp silahı Ateş’e doğrulttu. Elleri fazlasıyla titrerken bile Ateş’in tam kalbine doğrultmuştu silahı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama silahı biraz olsun kıpırdatmıyordu. Sen gerçek değilsin, dedi Ahu umutsuzca. “Hayallerinle yaşamaktan da senden de bıktım. Her gece rüyalarımı istila eden o bebekten bile bıktım artık. Seni aradım ben yıllarca. Her köşeden sen çıkacakmışsın gibi yaşadım ben üç sene. Üç sene! Ben hastanede yatarken neredeydin? Ben her gece kriz geçirirken neredeydin Ateş! Gerçekliğine inanmamı bekleme benden. Ben bugün kendimden de senin hayallerinden de kurtulacağım.” Ahu konuşurken Ateş’in de gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Çok sevdiği kadını elinde olmadan bu hale getirdiği için nefret etti kendinden. Ateş konuşmak için ağzını açtığında bir silah sesi duyuldu. Ahu, Ateş’i vurmuştu. Ahu, aşık olduğu adamı kalbinden vurmuştu. Ateş kanlar içinde yere yığılırken Ahu aynaya döndü. Bu evde yaşarken oturup uzun uzun makyaj yaptığı aynaya baktı. Masanın üstündeki eşyalar bile ona mutlu olduğu zamanları hatırlatmaya yetmedi. Bu sefer kendi kalbine doğrulttu silahı. Aynadaki kendisine gülümsedi ve sakince tetiği çekti. Hikaye bitmişti. Acılar dinmişti. Bu evin en son gördüğü manzaraysa polisler, telsiz sesleri ve kapıya asılan mühürdü…

Ceren Güncan / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Burada ve Hiçbir Yerde

Burada ve Hiçbir Yerde

Buradayım ve hiçbir yerde değilim!

Loş bir odanın aynasında –siyahlaşan dişlerim- burkulan etim

Yuvarlandım bir nehirden ve yıkadım petrol gözlerimi

Beton bıçak saplanırken göğsüme-alevden kanatlı iblisim- zaman çarkı

Annemin yaşlı ellerinde gezinen bedenim-tıpkı parlak elma gibi-yuttuğum sert kabuk yağdı

filozof saçlarıma

Her yerdeyim ve tekinsiz boşluk- çılgın bir münzevi “Operada Hayalet”

Taşıdım dünyayı boynuzlarımda- takımyıldızı, ordu heykeliyim balçıktan imparatorlukta

Ellerimde kırık saç telleri-kan üreyen kaburgam/kaburgası-etimdeki çift kişilik duvarım

Kırılan bir kutudan çıktı parçam- yüz yıllık pencerenin çürük kenarıyım/onlardaki belirsiz

orman

Işıl ışıl parlayan renkler arasında-perdedeki gemi/Yürüyün insanlar-uzanın! Beynimde

konuşan koltuğa-çocuklar hakikatin kâşifleri- yaldızlı armoni bir kütüphane ilanında

Katla-say-yeniden say ve yeniden katla zihnimdeki bilmeceyi- altın tozunda harita-kimlerin

bellediği-uçan lambalar –patlayan ampul karmaşa-Edison’un belleği

Her yerde olan ve hiçbir yerde olmayan-kimin nesi? Eşyanın ruhu-astardan sezgi benlerin

giymediği- arınarak kemiğimden atıldım bir fanusa

Kapandı kapak-katlandı oda: Kırıldı zihnimde ayna. Karanlık. KÖR NOKTA(…)


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Çıkmaz Sokak

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Çıkmaz Sokak

Yalnızlık sadece uzaktan güzeldi

Seni nasıl istemeyeyim

Seni nasıl unutabilirim

Karanlığın ortasında

Her şeyin sonu sana ulaşır

Gözlerin beni yaşamaya zorluyor

Bekleme üstüne bekleme

Mesafe üstüne mesafe

Yara üstüne yara

Toz ve küllerin izolasyonunda kayboluyorum

Karanlığın ortasında

Bütün düşünceler

Pencereler

Yollar

sana ulaşır …


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Edebiyat ve Mitoloji

Mitoloji deyince aklımıza Yunan edebiyatı gelmektedir. Bu, konuyla ilgilenenlerin gayet iyi bildiği bir yanılgıdır. Mitoloji, sıkça kullanılan ama kullananların ne anlama geldiğini bilmediği bir kavramdır. Peki, mitoloji gerçekte nedir? Mitoloji, mit adını verdiğimiz hikâyelerden oluşan bir edebî sistemdir. Henüz yazının olmadığı sözlü kültürde insanların kulaktan kulağa aktardıkları hikâyelerden oluşmaktadır. Bu hikâyelerde tanrılar da insanlar gibi düşünülür.

Edebiyat ve Mitoloji

İnsanlar gibi severler, nefret ederler, âşık olurlar. İnsanlarla ilişkiye girerler. İnsanlardan farkları, ölümsüz olmalarıdır. Bu konuda Yunan edebiyatı öncülük yaptığı için önce Yunan mitolojisinden bahsetmek gerekir. Yunan mitolojisinde başkahraman Tanrı Zeus’tur. Afrodit, Apollon, Hades, Artemis, Athena, Demeter ve birçok tanrı ve tanrıça, mitos dediğimiz hikâyelerde olayların içinde yer alırlar. Kimi zaman insanların arasındaki kavgalarda taraf olurlar. Sözlü kültürde ortaya konan bu hikâyeler, destan döneminde destanların içinde yazıya geçirilmiştir. İliada ve Odysseia destanlarında tanrılar Paris gibi ölümlülerle bizzat görüşürler, onu güzellik yarışmasında jüri yaparlar. Yarışmada rüşvet olarak Helena’nın aşkını kabul eden Paris, uzun yıllar sürecek olan savaşa sebep olur. Paris’in savaştaki rakibi ise yarı insan yarı tanrı olan Achilleus’tur. Destan dönemiyle birlikte tanrıların etkisi edebî anlatılarda giderek azalır, yerini güçlü insanlara bırakır. Mitler, yerlerini destanlara bırakmakla birlikte her dönem, her edebî sanat eserinde etkisini göstermiştir. Milletlerin yaşamında yenilikler de olsa, tek tanrılı dinler etkili de olsa mitolojik dönemin eserleri insanların yaratıcılıklarında etkili olmuştur.

Milletlerin oluşum dönemlerinde mitoslar, insanları bir araya getiren eserlerdir. Sadece Yunanlılarda değil, her millette mitolojik dönem bulunur. Mitler için milletlerin çocukluk dönemi hikâyeleri diyebiliriz. Türklerde mitolojik dönem pek bilinmese de mevcuttur. DTCF mezunu olan Bahaeddin Öğel’in Türk Mitolojisi isimli kitabında Türklerin destan öncesi dönemine ait bilgiler aktarılmaktadır. Evrenin yaratılması hakkında bilgiler verilirken Tanrı Bayülgen’den ve diğer tanrılardan bahsedilmektedir. Bu döneme ait sözlü ürünler bugün de Yakut ve Çuvaş Türkleri arasında anlatılmaktadır. Bu eserlerin edebî değeri en az Yunan mitosları kadar güçlüdür. Biz Türkler, ana vatanımız Asya’dan uzakta olduğumuz için bu mitleri bilmiyoruz. Bilinen ilk destan olan Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda Gılgamış, arkadaşıyla birlikte ölümsüzlüğün peşine düşer ve bu yolda tanrılarla mücadele eder. Mitolojik döneme ait unsurlar bu destanda bulunmaktadır.

Doğu toplumlarına ait mitolojik eserlere Doğulu sanatçıların eserlerinde rastlanmaktadır. İranlı şairler Sadi ve Şirazi’nin şiirlerinde, Firdevsî’nin Şehnâme’sinde tanrıların hikâyelerinden bahsedilir. Hint destanları Ramayana ve Mahabharata’da Hint tanrılarına ait bilgiler bulunur. Avrupalıların destanlarında La Childe, Ugor, İgor, Beowulf, Nibelungen ve diğer destanlarda tanrılara ait birçok gönderme görülmektedir.

Dede Korkut Hikâyeleri’nden Deli Dumrul’da, kötü sözlerinden dolayı Tanrı memnun kalmaz ve Azrail’i görevlendirir. Azrail, Deli Dumrul ile insan gibi konuşur ve canına karşılık başka can ister. Deli Dumrul başka can bulamaz ve sonunda sözleri Allah’ın hoşuna gider, Dumrul’u affeder. Burada Allah da şeytan da mitolojik dönemdeki gibi düşünülmüştür. Mitolojik dönemdeki tanrılara olan bakış açısı semavî dinlerde kabul edilmez. Tek tanrılı dinlerde ve kutsal kitaplarda yaratıcı, insan gibi düşünülmez. Tanrı, insan gibi konuşmaz; insan gibi davranmaz. Mitolojik dönem, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte son bulmuştur diyebiliriz. Modern edebiyatta tanrılara ve ilahî güçlere sıkça yer verilir. Goethe’nin Faust adlı eserinde Faust, hep genç kalmaya karşılık ruhunu şeytana satar. Tanrılar ve diğer güçler şiirlerde, oyunlarda, roman ve hikâyelerde sıkça karşımıza çıkar. Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim adlı eseri, mitolojik döneme göndermelerle doludur. Türk edebiyatında modern dönemde mitolojiye yapılan göndermeler özellikle Cumhuriyet döneminde yaygınlaşmıştır. Batılı eserlerin Türkçeye çevrilmesi, mitolojinin edebiyat fakültelerinde tanınmasını sağladı. Bu yazımızda mitolojiyle ilgili şiirlere yer vereceğiz. İlk şiir Melih Cevdet Anday’dan:

TROYA ÖNÜNDE ATLAR

Kör bir ozan anlattı bunları

Atların da ruhları vardı Troya önünde

Ta Hades’ten duyulurdu kişnemeleri,

Atsız bu kişneme ölüleri ürpertir

Köpeği deliye çevirirdi

Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,

Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan

Diomedes Tros atlarını koştu arabasına

O atları savaştan Aeneas’tan almıştı

Bir tanrı kurtarmıştı Aeneas’ı

Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu

Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,

Agamemnon’un kısrağı Athe’yi, kendi atı Podagros’u

Can Yücel’den bir şiirle yazımı bitirip tüm edebiyatseverlere mutlu tatiller diliyorum:

Zeus güya rüzgâr

Koşuyor karışık ağaçların ardından

Yakalayamıyor ki ama

Daphne değil çünkü o yeşil kızın adı


DEFNE

Oh olsun Zeus pezevengine

Apollon olsan ne lazım gelirmiş gibisine


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Gölge

Gölge

Kimi kendi içindeki karanlığa tutkun kaldı, çıkamadı zindandan.

Kimi de kendi aydınlığı gibi varsaydı dünyayı, yok saydı karanlığı.

İkisi de bir diğerinin varlığını görmez olmuştu.

Yoktu birbirlerinden farkları... 

Birbirlerinin gölge yanlarına ayna olmuşlardı, bundan bihaber.


Bunu anlamaları için yanmaları gerekiyormuş hakikatin aşkı ile.

Aşkla harlandıkça, karanlık da aydınlık da buldu yerini el ele, yan yana. 

Dışlamadan, yok saymadan, yok etmeden … 

İşte orada açıldı cennet bilinci önce ruha,

Sonra üç boyutlu dünyaya…


Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Uysal Bir Bakış: Sinema, Roman Karakterini Susturduğunda

Bazı kitaplar vardır, okuduğunuz anda insan ruhunun karanlık bir köşesine bir mum gibi düşer. Sönmez ama tam da aydınlatmaz. Dostoyevski’nin “Uysal Bir Kız” (Krotkaya) adlı kısa romanı da o mumlardan biridir. İnsanın içini oyup geçen, titrek bir sesle anlatılan bir çöküş hikâyesi… Sadece bir kadının değil, bir toplumun, bir adamın, bir evin, bir sessizliğin çöküşü. Ve bu kırılgan, neredeyse görünmez iç sesi, sinemanın o büyük, görsel diliyle anlatmak istersek ne olur?

Uysal Bir Bakış: Sinema, Roman Karakterini Susturduğunda

Fransız yönetmen Robert Bresson’un 1969 yapımı Une femme douce filmi, işte bu sorunun cevabıdır. Edebiyatla sinema arasında kurulan köprülerin en tehlikelisi belki de buradadır: Ruhun kelimelerini görüntülere tercüme etmek. Bresson bu tehlikeyi göze alır ve “uysal” bir kızı beyaz perdeye taşır. Ama bu taşınma bir şehri başka bir ülkeye nakletmek gibi değildir; bu, bir iç sesi dışarıda yankılatmaya çalışmak gibidir. Ve her yankı biraz eksilirken başka bir anlam kazanır.

İç Sesin Susturulduğu Yer

Dostoyevski’nin metninde anlatıcı, ölen karısının tabutu başında oturan bir adamdır. Konuşur, durmadan konuşur. Suçludur belki, pişman, belki sadece çaresiz. Ama ne olursa olsun, bu öykü bir iç sesin öyküsüdür. İç hesaplaşmanın, geç kalmış anlam arayışının, duyulmayan bir çığlığın. Oysa sinemada iç sesin yerini görüntü alır. Bakışlar, boşluklar, sessizlikler…

Bresson’un filminde o çok konuşan adam artık suskundur. Kelimelerin yerini kadrajlar alır. Kadının sessizliği, adamın suskunluğu içinde büyür. Dostoyevski’de adam anlatır da anlatır; Bresson’da ise kadın sadece bakar. Ve bu bakış bir taş kadar ağır, bir perde kadar incedir. Uysal olan artık yalnızca kadın değil, anlatının kendisidir. Sinema, burada sözü edebiyatın elinden almaz, sadece onu farklı bir dile çevirir — ve belki biraz da sansürler.

Sinema Kitabı Yutarsa

Bir roman filme uyarlandığında yalnızca hikâye biçim değiştirmez. Zaman, mekân, karakterler ve özellikle “ses” farklılaşır. Uyarlama, bir anlamda edebiyatın iç organlarını sinemanın dış yüzüne taşımaktır. Bazı romanlar bu dönüşüme dirençlidir. Çünkü onların gücü olayda değil, o olayın nasıl anlatıldığındadır. Uysal Bir Kız, tam da böyle bir metindir. Filmde olaylar belki aynıdır, ama romanın diliyle örülen “ruh iklimi” eksilir. Sessizliğin anlamı değişir. Bresson’un sinemasal sadeliği, Dostoyevski’nin felsefi karmaşasını taşıyamaz belki ama başka bir şiir doğurur: Görüntünün melankolisi, durağanlığın anlatısı. Bu noktada, sadakatten çok çeviri meselesi gündeme gelir. Uyarlama, romana sadık mı kalmalı, yoksa onun özünü başka bir biçimde mi ifade etmeli?

Saramago’nun Körlük’ü filme uyarlandığında da benzer bir mesele doğmuştu. Alegorik, yoğun, içe dönük bir anlatının görselleşmesi kaçınılmaz olarak kayıplar içerdi. Zira roman okurun zihninde bir dünya kurar; sinema ise izleyicinin gözünün önüne bir dünya koyar. Biri içten dışa akar, diğeri dıştan içe.

Kadının Sessizliği: Temsil mi Yokluk mu?

Dostoyevski’nin metninde “uysal” olan kız, yalnızca karakter değil, temsilin kendisidir. Konuşmaz, karşılık vermez, hatta direnişi bile sessizliktir. Filmde ise bu sessizlik bir oyuncunun yüzünde, bir pencere önünde, bir aynadaki yansımada büyür. Sessizlik, burada anlamdan çok biçim olur. Peki, bu suskunluk neyi gösterir? Kadının iç dünyasına bir saygı mı, yoksa onun yok sayılması mı? Uyarlama, romanın kadını “temsil” edişini sinemada yeniden üretebilir mi? Yoksa sinema, o kadını sadece bir görüntüye mi indirger? Bu sorular, sinemayla edebiyatın kesiştiği yerde durur. Biri zamana, diğeri mekâna yaslanır. Biri suskunluğu doldurur, diğeri boşluğu izletir. Ve ikisi de, kendi sınırlarında o “uysal” bakışı arar.

Sonuç Yerine: Romanı Görmek, Sessizliği Dinlemek

Bazı romanlar görülmez; duyulur. Bazı filmler okunmaz; hissedilir. Uysal Bir Kız, okurun içinden geçerek konuşan bir metinken, Bresson’un filmi seyircinin içine çöken bir görüntüdür. Aralarındaki fark, edebiyatla sinema arasındaki farktan değil, insanla insan arasındaki farktan gelir belki de: Biri konuşarak anlatır, diğeri susarak. Dostoyevski’nin sesiyle Bresson’un sessizliği arasında, bir kadının yüzü durur. O yüz hem romanda hem filmde sorulmamış sorularla doludur. Belki de o yüzden hâlâ bakmaya, düşünmeye, yazmaya devam ederiz: Çünkü bazı yüzler, sustukça daha çok şey söyler.

Edebiyatla hayat arasında, bazen bir bakışın, bazen bir cümlenin peşinden yürüyen bir kalem…

Her ay bu köşede, sözcüklerin sustuğu yerden yeniden konuşmak için.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Fazlı Humar Yazdı: Sonra

 Fazlı Humar Yazdı: Sonra

çoğalırdık bebelerin

günü aşklayan sevinçleriyle

tuttukça ellerini

nehirlerce akardık

denizine kavuşmak isteyen

sıcak bir çorba

iki dilim ekmek

açlığı teselli eder

elde ne var ne yok

tepeden tırnağa giydirir

cicili bicili bayramlara bezenirdik

 

sonra

 

yalın ayak yürürdük

şarkılar

türküler söylerdik avaz avaz

halaylar çeker dans ederdik

ve şiirler okur

uzun uzun öpüşürdük seninle

 

sonra

 

apansız kopan her yağmurda

sen düşersin aklıma

  

Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447