Ana Duası

Ahmet, şehrin telaşlı ofis ortamında, bilgisayarının başında kendini sıkışmış hissediyordu. Birden telefonunun melodisi, o tanıdık ama bugün biraz da huzursuz edici sesiyle çaldı. Arayan, annesinin en eski komşusu, Hatice Teyze idi. "Alo, Hatice Teyze? Nasılsınız?" dedi Ahmet, sesindeki profesyonel tonu korumaya çalışarak. Karşı taraftan gelen ses, Ahmet'in bütün rahatlığını bir anda yok etti. 

Ana Duası

Hatice Teyze'nin sesi titrek ve telaşlıydı:

"Ahmet’im... Hemen gelmen lazım. Annen rahatsızlandı. Çok kötü. Acele et evladım, acele et!"

Bu sözler, bir anda tüm planları, bütün toplantıları anlamsız kıldı. Annesi! O, Ahmet'in hayatındaki en büyük çapa, en büyük sığınağıydı. Kalbi hızla çarpmaya başladı.

Ahmet, saniyeler içinde masasından kalktı. İstifa etmeyeceğini, sadece izin istediğini söyleyebildi mi, tam hatırlamıyordu. O anda tek bildiği, Ege’nin o küçük, yemyeşil kasabası olan "Yeşilyurt"a yetişmesi gerektiğiydi.

Hemen en yakın otogara koştu. Otobüs bileti alıp kendini koltuğa bıraktığında bile zihni durmuyordu. Hatice Teyze'nin sesindeki o dehşet, zihninde yankılanıp duruyordu. Annesi neden şimdi? O, Ahmet'in ne kadar meşgul olduğunu bilirdi. Bu kadar kötü bir şey olamazdı, olamazdı...

Yol boyunca pencereden akıp giden manzaralara odaklanamadı. Her kilometre, hem umutsuzluğunu hem de annesine biraz daha yaklaşma hissini artırıyordu.

Gece yarısı Ahmet otobüsten indi. Kasaba meydanı, şehir ışıklarının aksine loş, dingin ve yıldızların altında uyuyordu. Ama o tanıdık sessizlik, bu kez bir gerilim filminin girişi gibi geliyordu.

Çocukluk arkadaşı İbrahim’e haber edip otobüsün varış saatini söylediği iyi olmuştu. Yoksa gece yarısı eve nasıl gidecekti? İbrahim kendisini garajın girişinde bekliyordu. Aceleyle hazırladığı valizini arabaya yerleştirip evin yolunu tuttular. Dar, taşlı sokaklardan geçerken, çocukluğunun geçtiği o küçücük, ahşap evin ışığının yanık olduğunu gördü. Bir anlığına rahatladı. Işık yanıyorsa...

Araba durduğunda hemen inip evin kapısına koştu. Kapıyı açan, gözleri kızarmış Hatice Teyze oldu. Teyzenin yüzünü görünce Ahmet'in bacakları titredi.

"Hatice Teyze, annem nerede?" diye sordu boğuk bir sesle.

Hatice Teyze içeri buyur etti ve kapıyı kapattı. Fısıldayarak konuştu: "İçeride oğlum, yatakta... Ama korkma. Doktor geldi, durumu fena değilmiş. Sadece çok korkuttu bizi."

Ahmet, yavaşça, sanki bir rüyada yürüyormuş gibi annesinin odasına girdi. Odanın kokusu, ilaç kokusu ve annesiyle özdeşleşmiş lavanta kokusunun karışımıydı.

Annesi, yatağında yarı oturur pozisyonda, soluk tenli ama gözleri açıktı. Ahmet'i görünce gözleri nemlendi ve zayıf bir sesle, "Oğlum, geldin mi sen?" diyebildi.

Bu, Ahmet için beklediği bütün stresin aniden erimesiydi. Gözleri doldu. Yıllardır ilk defa, o güçlü iş adamı kimliğinin yerini, annesinin elini tutan küçük bir çocuk almıştı. Koştu, yatağın yanına çöktü ve annesinin elini tuttu.

"Geldim anne," dedi, sesi çatlayarak. "Buradayım. Ne oldu sana böyle?"

Annesi gülümsedi: "Merak etme kuzum. Sadece biraz... korktum. Sen gelince içim rahatladı. Sen geldin ya, tamamdır."

O an anladı Ahmet. Bütün o büyük şehir telaşının, kariyer hırsının, hiçbir şeyin bu odadaki huzurun yerini tutmayacağını. Kasabaya gelmek zorunda kalması, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeye geri dönmek zorunda kalması demekti.

Annesiyle kucaklaşıp hasret giderdikten sonra, Hatice Teyze’nin kendisine hazırladığı yatağa uzandı. Hemen içi geçmişti. Rüyasında kapı çalındı. Bu kez bir telefon değil, somut bir kapı çalınmasıydı.

Kim olabilirdi ki? Tanıdığı kimse yoktu bu saatte.

Kapıyı açtığında, karşısında ne tanıdık bir yüz ne de beklediği bir kurye vardı. Karşısında, yüzünde hem şaşkınlık hem de derin bir huzur taşıyan, yaşlı bir kadın duruyordu. Kadın, özenle dikilmiş ama biraz solmuş bir elbise giymişti ve elinde, sarılmış bir kâğıt parçası vardı.

"Affedersiniz," dedi kadın, sesi kadife gibi yumuşaktı. "Sizi bulmak epey zamanımı aldı. Bu size ait."

Adam kâğıdı aldı. Üzerinde hiçbir adres yoktu, sadece mürekkeple yazılmış tek bir kelime: "Bekle."

"Ne olduğunu anlamıyorum," dedi adam şaşkınlıkla. "Siz kimsiniz?"

Yaşlı kadın gülümsedi. Bu, dünyevi bir gülümseme değildi; sanki yıldızların ışığını yansıtıyordu.

"Ben sadece bir haberciyim," dedi. "Ama asıl hediye içeride. O sizin için gönderildi. Allah'ın, sizin o en derin can sıkıntınızın tam da o anda size bir armağan gönderme yoluymuş."

Adam daha soru soramadan kadın, bir gölge gibi hızla arkasını döndü ve sokağın köşesinden gözden kayboldu. Sanki hiç var olmamıştı.

Titreyen ellerle kâğıdı masaya bıraktı ve kapıyı kapattı. Gözleri kâğıda değil, kapının hemen yanına, eskiden hiç fark etmediği küçük, ahşap bir sandığa takıldı. Sandık sanki o an mucizevi bir şekilde belirmişti.

Sandığı açtı. İçeride ne altın vardı ne de mücevher. İçeride, her biri ayrı ayrı özenle katlanmış yüzlerce not vardı. Her notun üzerinde, onun en sevdiği yazarın el yazısına benzeyen bir dille yazılmış, hayatındaki küçük anlara dair satırlar:

- Sonsuzluğun İlk Adresi Anne Sevgisidir.

- İnsan hayatında karşılaşılan en güçlü bağlardan biri şüphesiz anne sevgisidir. Bu sevgi, ne bir tanım kitabına sığar ne de bir formülle ölçülebilir. O, varoluşumuzun ilk menzili, koşulsuz kabulün ilk durağıdır.

- Dünyanın ne kadar acımasızlaştığını hissettiğimizde, annenin sesi, dokunuşu veya sadece varlığı bile en derin yaralarımızı sarmaya yeten görünmez bir merhemdir.

- Anne sevgisi gökyüzü gibidir; bazen bulutlarla kapansa da hep oradadır. Hasret ise bu gökyüzünü ne kadar özlediğimizi bize hatırlatan rüzgârdır.

Her bir not, yıllar önce yaşamış olduğu, unuttuğu veya değersiz gördüğü bir anıyı canlandırıyordu. Sanki hayatının tüm güzellikleri, o anki kasveti dağıtmak için geri çağrılmıştı. Bu sadece bir anı defteri değildi; bu, onun ruhunun, en zor anında bile ne kadar değerli olduğunu hatırlatan ilahi bir onaylamaydı.

Adam, o notları okurken gözyaşlarına boğuldu. Can sıkıntısı gitmiş, yerine hayatın küçük mucizelerine karşı duyulan derin bir şükran gelmişti. Bu bir rastlantı değildi. Bu, Allah’ın ona, "Yalnız değilsin, değerli ve güzel anılarla çevrilisin," deme şekliydi.

Bu, Allah'ın hediyesiydi; çünkü en büyük sıkıntının ortasında, ona hayatının güzelliğini unutturmayacak, ruhunu yeniden canlandıracak o mucizevi hatırlatmayı göndermişti.

Uyandığında hemen annesinin yanına koştu. Annesinin gülümseyen yüzünü görünce içine huzur doldu. Fakat bir gariplik vardı. Annesinin elleri ve bedeni buz gibiydi. Hemen nabzını tuttuğunda annesinin çoktan bu dünyayı terk ettiğini anladı. İyi ki vaktinde gelmiş, annesinin hayır duasını ve helalliğini almıştı.

Başını ellerinin arasına alıp düşünürken güneşin bütün zarafetiyle doğuşunu fark etti. Saatin kaç olduğuna bakmak için telefonu eline aldığında patronundan bir mesaj geldiğini gördü.

Merakla endişe arasında mesajı açtığında şunlar yazılıydı:

"Ahmet Bey, uzun yıllardır göstermiş olduğunuz gayret ve çalışkanlığınızın neticesinde sizi çoktandır düşündüğüm danışmanlık görevine getirdim ve maaşınıza hatırı sayılır zam yaptım. En kısa zamanda işlerinizi bitirip aramıza dönmenizi bekliyoruz."

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Ne Tuhaf Bir Hismiş

Ne tuhaf bir hismiş… Sayısız defter almışım meğer; onları fark etmeden dost edinmişim. Kendini deftere dökenleri kınarken, bir gün kendimi elimde kalemle aynı sessizliğe sığınırken bulmuşum. Sıra bana gelmişti; böyle bir zaafımın olabileceğini, defterlerimle sırdaş olacağımı hiç düşünmemiştim. Her sayfasına bir sırrımı, bir sessizliğimi, bir gülüşümü, hatta koca bir dünyayı sığdırabileceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Ne Tuhaf Bir Hismiş

Defterlerim bir yol gibiydi; sayfalarında yürüdükçe içimde tuhaf bir ferahlık uyanıyor, yazdıkça kendi duygularımdan daha çok emin oluyordum. Sanki her satır, içimde karanlıkta dolaşan bir düşüncenin yolunu aydınlatıyordu.

Yumuşak sandığım bu iş, aslında ince ve zor bir meslekmiş. Hayatımın içinde fark etmeden icra ederken zaman zaman tökezlediğimi anlıyordum. O anlarda bir cümleye fazla anlam yükleyip beklentiye giriyor, karşılık alamayınca hayal kırıklığını yine kendimden topluyordum. Kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemeyişimin altında belki de kendi kırılganlığımdan duyduğum şaşkınlık vardı.

Ve bütün bunların sessiz tanığı yine defterlerimdi; çünkü insanın saklamaya çalıştığı her şey, en önce kâğıda sızar.


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Döner Dönmez

Döner Dönmez

- Ding dong.

Eski apartman kapısı hafif gıcırtıyla gülümser sesli, minyon tipli hanımı tarafından açıldı:

- Hoşgeldin!

Anahtarı vardı ama şunca yorucu saatten sonra kapının kendisine açılması hoşuna gidiyordu. Yüzündeki sırıtışla birlikte coşkuyla çıkan “Hoşbulduk”u, kadının yüzünü görünce yarıda kesildi:

- Kız hele ne yaptın yüzüne böyle?

Domates gibi büyümüş ve kızarmış dudaklarıyla kadın bir poz kesip yanıtladı:

- Ne o beğenmedin mi? 

Bir tuhafına gitmişti ama, şimdi ne dese hemen alınırdı. Ayakkabılarını çıkarıp tam da ayaklarını bastığı yere yerleştirilmiş terliklerini giyerken söylendi: 

- İyi olmuş gülüm, iyi olmuş. 

Bir buse almak için kadının dudaklarına uzandı. Kadının dudakları sahiden de domates gibiydi, bir diş atası geldi. Nedense domates suyu gibi bir su tadı da geldi. Bir de yoğun bir soğan kokusu… Bu işte bir tuhaflık var diye düşünüp geri çekildiğinde karşılaştığı manzara ile şok oldu. Kadının dişleri gitmiş yerine küp doğranmış soğan taneleri yerleşmiş, domatesten dudağı da ısırmanın şiddetinden yarılmış, suyu akmıştı. “Ne oluyor be?!” diye haykırırken uyandı. Etrafına bakındı. Daha gün aymamıştı bile. Saate bakmak için elini komidinin üzerine uzatıp cep telefonunu aradı. Bulamadı. Doğruldu. Telefonunu yatağın yanında yerde buldu. Yine elinde telefon ve gövdesinde bornozla uyuya kalmıştı. Saat henüz gece yarısıydı. İstifini bozmadan örtüyü üzerine çekip uyumaya devam etti. 

Ertesi gün tam vaktinde tezgahın arkasındaki yerini aldı. Kısa sürede hem hamaratlığı hem de elinin lezzetiyle dönercide usta olmuştu. Eee… ne de olsa sülalesi bu konuda oldukça yetenekliydi. Maaşı da artmıştı, çok şükür iyi de geçiniyordu da, şu günde beş yüz kere on beş çeşit kombinasyonlu döner siparişlerini duymak yok muydu? Birisi gelir domates istemem, birisi gider soğan istemem. 

- Şunlar ne sosu? 

- Cacıklı, kokteyl, acılı sos. 

- Aman acı koyma abi!, 

- Benimkisi çok acı olsun usta! Memleketime olan hasretim gibi...

Ah… Bir de hesap vakti geldi mi... 

- 9.50 Euro, bitte. Wie werden Sie bezahlen? Nasıl ödeyeceksiniz? Nakit ya da Kart?

- Karte, bitte.

- Leider kann das nicht passieren. Maalesef, mümkün değil.

- Warum? Neden?

Sözde bu Almanlar hani okur yazardı? Koskoca yazıyı da görmüyorlar mıydı yani? Gösterir, 10 Eurodan aşağı kartla ödeme alınmaz yazısını. Kızarmış tombul yanaklı müşteri kaşlarını çatarak sorgular:

- O zaman neden nakit mi kart ile mi ödeyeceksin diye soruyorsunuz?

Çaktırmamaya özen göstererek bıyıklarını ısırır. “Ya sabır ya selamet” çekip kafasını kaldırarak yarım tebessümle, kibar olmaya özen göstererek yanıt verir:

- Ah, Entschuldigung. Kusura bakma. Bugün iş biraz yoğun da. 

Para üstünü vermek için kasaya başını eğmenin verdiği fırsatla söylenir. 

- Bir bilsen bir günde bu lafı kaç kere söylüyorum, müşterim velinimetim!

Gülümseyerek parayı uzatırken gözü saate ilişti. Şunun şurasında son beş dakika daha sabretmeliydi. Noel zamanı olduğundan hanelerin ve işletmelerin camları ledli yıldızlar, köpükle yapılmış bezemeler ve büyükçe yazılmış yeni senenin sayısı ile süslenmişlerdi. Onlar da içinde bulundukları kültüre entegre olduklarını göstererek dönercinin boydan boya camına, hilal ve yıldızlı yanıp sönen led ışıklardan asmışlardı. Bir yandan büyük camın süslemelerden imkan verdiği noktalarından sokaktan gelen geçenleri izliyor bir yandan da saate kaçamak bakışlar atıp duruyordu. Beş dakika henüz bitmemişti ki diğer usta kapıdan içeri giriş yaptı. Selamlaştılar. Diğeri üstünü değiştirene dek mesaisi nihayet bitmişti. Tezgaha varır varmaz, o da üniformasını kendi kıyafetleriyle değiştirmek üzere personel için yapılmış ufak kabine geçti. Bir çırpıda hazırlandı, eyvallahını verdikten sonra tramvaya yetişmek için hızlı adımlarla çıktı. Dönercinin ocaklı sıcak ikliminden, dışarının kaşmir monttan ta kaburgalarına dek işleyen kar soğuğuna çıkmak ürpertince ellerini ovuşturup ceplerine tıkıştırdı. Şanslıydı ki tramvay tam vaktinde geldi. Oturdukları apartmana vardığında, elli beş basamağı üçer ikişer çıkıp daire kapılarına vardı. Dün akşam yorgunluktan uyuklayıp ilgilenemediği ailesiyle vakit geçirmek için sabırsızlıkla kapının açılmasını bekledi. Kapı gülümser sesli, minyon tipli hanımı tarafından açıldı:

- Hoşgeldin! Yüzündeki sırıtışla birlikte coşkuyla çıkan “Hoşbulduk”u kadının yüzünü görünce yarıda kesildi.

- Kız hele ne yaptın yüzüne böyle? Dolguyla şişirilmiş ve kızarmış dudaklarıyla kadın bir poz kesip yanıtladı:

- Ne o beğenmedin mi? 

Yoğunluktan aklı bir gitmiş gibiydi ama bu diyaloğu ben bir kere daha yaşadım, diye düşünüp kadının yüzüne bir kez daha baktı. Bir tuhafına gitmişti ama şimdi ne dese kadını alındırmanın anlamı yoktu. Ayakkabılarını çıkarıp tam da ayaklarını bastığı yere yerleştirilmiş terliklerini giyerken söylendi: 

- İyi olmuş gülüm, iyi olmuş.  Bir buse almak için dudaklarına uzandığında sahneyi nerede yaşadığı aklına geldi, fakat kadın yüzünü buruşturarak adamı geri ittirdi: 

- Amaaan İsmet yine döner kokuyorsun! İsmet bozuntuya vermedi, çünkü yaşananın rüya olmadığını anlamasını sağladı. Olayın komikliğine kıkırdarken söylendi:

- Allah’tan sen soğan kokmuyorsun!

Lütfiye Hacı Hüseyin / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Keşke

Keşke

Dut yapraklarına âşık bir ipek böceği gibiyim,

Kelebek olmayı bekleyen, kanatlarını gizleyen.


Haziran üflüyor günahlarımı yüzüme,

Haziran kavuruyor ensemi,

Haziranda sayıyorum uygun adım…


Üvey anam sesleniyor: “Kurcalama dolabı…”

Biri başımı okşayınca gülüyorum yine,

Sevgiye muhtacım; göldeki yalnız ördekler gibi.


Hazirana gömülmüşüm.

Dağlara bir nefes karbondioksit borçluyum,

Kayalara adını kazıyacağım; duyuyorum sesini.


Çocuklar gülüyor, dondurma ellerinde,

Nasıl da iştahla yalıyorlar o dondurmaları…

Analığım sesleniyor: “Yak ocağı…”


Çürük çarık hayaller beliriyor aklımda,

Tam gülümseyeceğim, sen geliyorsun aklıma…


Ölüm, seni benden alan;

Babam, keşke diyorum,

Evlenmeseydin o kadınla…


Uğur Ünver / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Âşık Ümit Yaşar Doğru: Şiir Benim Nefesimdir

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Ümit Yaşar Doğru; Türk Halk Müziği’nin köklü mirasını yaşatmayı görev bilen bir sanat emekçisiyim. Şanlıurfa Türk Halk Müziği Devlet Korosu’nun yöneticisi olarak hem geleneğin izini sürüyor hem de yeni nesillere aktarmak için çalışıyorum. Aşıklık geleneğinden beslenen şiirlerim ve türkülerimle, halkımızın sesini duyurmaya gayret ediyorum. Her satırı, kültürümüze duyduğum sevginin bir nişanesi olarak okuyucularıma sunuyorum.

Âşık Ümit Yaşar Doğru

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Aşık için şiir, kalbin içinden doğan duygunun mısraya yürüyüşüdür. Hesapla değil, ilhamla yazılır. 

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik benim için gönlümün sesini kelimeye dökme hâlidir; halkın duygusuna tercüman olma çabasıdır. Şiir, benim nefesimdir. Şu an kaleme aldığım bir romanım var. Yaklaşık beş yıldır üzerinde çalıştığım bir çalışma. Yakın zamanda biteceğini umut ediyorum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazma yolculuğum, içimde biriken duyguları, yaşadığım coğrafyanın sesini ve halkın irfanını kelimelere taşıma arzusuyla başladı. Her mısra, kendimi aradığım bir durak; her satır, gönlümün açtığı bir yoldur. Kayseri yöresinde yaşayan Aşık Cefai’den (Galip GÜLER) feyzler aldım.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiir severleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

"Duyulur mu", gönlün iç sesiyle hayatın dış sesini buluşturan bir yolculuk… Bu kitabın içinde kimi zaman bir türkünün sızısı, kimi zaman bir aşkın izi, kimi zaman da bir aşığın dünyayı okuma biçimi var.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucumda; Yunus Emre’nin hikmeti, Aşık Veysel’in sadeliği, Murat ÇOBANOĞLU’nun samimiyeti, Karacaoğlan’ın sevdası, Sezai Karakoç’un diriliği ve Mehmet Âkif’in duruşu var.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu sıralar ikinci edebi şiir kitabım ve ilk romanım üzerinde çalışıyorum; her iki eser de duygularımı, gözlemlerimi ve insan hikâyelerini kelimelere döktüğüm bir yolculuk olacak.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kelimenin ve duygunun peşinden yürüdüğüm bu yolculuğu sizlerle paylaşmak büyük bir mutluluk. Umuyorum ki her sayfa, gönlünüzde bir iz, ruhunuzda bir dem bırakır.

Sabahattin Ali Öykülerinde Kişiler ve Zaman

Sabahattin Ali, Cumhuriyet Dönemi roman ve hikâyesinde önemli bir yere sahiptir. Yazar yalnızca yazdıklarıyla değil, renkli yaşamı ve hazin ölümüyle de toplumun ilgisini çekmiş, hâlâ da çekmektedir.(1) Anadolu’nun değişik şehirlerinde öğretmenlik yapmış olan yazar, hapislik döneminde ve yazarlık yıllarında insanları ve çevreyi gözlemlemiş, bu gözlemleri betimlemelerle okurlarına yansıtmıştır.

Sabahattin Ali Öykülerinde Kişiler ve Zaman

Batı edebiyatında ortaya çıkan toplumsal gerçekçilik anlayışı Türk edebiyatına Cumhuriyet Dönemi’nde yansımıştır. Sabahattin Ali bu akımdan etkilenmiş yazarlarımızdandır. Şu cümleler gerçekleri nasıl da ortaya çıkarıyor: “Her İzmir’e gelişimde muhakkak bir kere uğradığım bu harabeler, sanki seneden seneye daha harap oluyor, binlerce yıl önce aralarında bazı insanların insanlar gibi yaşadığı mermerler bile kendilerini asırlarca örtüp koruyan anlayışlı toprağın altından çıkarıldıklarına küsmüşçesine, kararıp kirleniyordu.”(2)

Sabahattin Ali’nin öykülerinde tanıtılanlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşayan insanlardır. Kasabalarda yaşayan esnaf, köylerde yaşayan çiftçiler, oturak âlemlerinde dansözlük yapan kadınlar gözümüzün önünde canlanacak şekilde ifade edilmektedir. “Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından güzel oyun oynuyor, bütün türküleri, en zorlarını bile, gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki… Bu ses için ismi Gramofon Avrat olmuştu.”(3)

Kişilerin fiziksel özellikleri ayrıntılarla verilmiştir: “Uzun boylu, uzun kır bıyıklı, ihtiyarlıktan hafif kamburlaşmış bir adam, karanlık bir kahveden dışarı çıktı. Beni baştan aşağı süzdükten sonra, kocaman yumruklarını, burada ne işin var? der gibi masaya dayayarak sordu.”(4)

Kişilerin psikolojik özellikleri verilmiştir: “Yıllarca görmediğim bir hasretime kavuşmuş gibi yüreğim hopladı. Sabahtan beri gördüklerimin ve duyduklarımın tesiriyle artık Çirkince’yi de yerinde bulamayacağımdan korkmaya başlamıştım.”(5)

İnsanlar, toplumun ekonomik, sosyal, siyasal ilişkileri içinde, kişisel özgürlüklerden yoksun, sömürü düzeninde var olma savaşı verirler. Bu insanları yazarın gözünden izlediğimizde, acımadan kızgınlığa uzanan duygularla dolarız: “Bu günden sonra kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvela yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı edince de umumhaneye düştü.”(6)

Yazar kişilerini tip olarak değil karakter olarak vermiştir. Onları tek bir özelliğiyle değil birçok özelliğiyle aktarmaktadır. Kişilerin ve toplumun fotoğrafı çekilmektedir. Sınıfsal çelişkiler, kadının ikinci sınıf insan görülmesi, ulusal çekişmeler, doğanın tahrip edilmesi yazarın ortaya koyduğu sorunlardır.

“Gymnasium’un mozaikleri, şimdi birbirini kovalayan keçilerin tırnakları altında dağılmaktaydı. Coşkun bayramların, spor oyunlarının kutlandığı Hipodromun göbeğine muhacirler tütün ekmişler, kenardaki kuru yapraklı bir çardağın altında sıtmadan titreşerek yatıyorlardı. Sayısı bir zamanlar bin üç yüzü geçen ve bugün elimize ancak elli kadarı gelebilen o harikulade tragedya ve komedyaların oynandığı tiyatronun geniş ve serin artist gardıropları şimdi tek tük gelen seyyahlarla, buraya yerleşmiş olan birkaç aileye ve keçi çobanlarına kenef vazifesi görüyordu.”(7)

Mekân tasvirlerinde okurun gözünde canlandırma amacıyla ayrıntılı gözlemlere başvurulmuştur: “Köyü baştan başa dolaştım. Bu sekiz yüz evli küçük kasabada şimdi belki elli hane bile oturmuyordu. Buraya mübadil olarak yerleştirilen muhacirler, tütüncü oldukları için incirlerini, zeytinliklerini yok pahasına satmışlar, hatta birçok ağaçları kışın kesip yakmışlar, sonra her biri bir tarafa dağılmışlardı. Yıllardır boş duran evlerin ne kapıları, ne pencereleri, hatta ne de döşemeleri kalmıştı.”(8)

Sabahattin Ali için sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Yazar, gözlem yeteneği olan, betimlemelerinde başarılı, kişileri doğa ve toplum kuralları içinde gerçekçi bir biçimde verebilen, edebiyatımızın erken kaybettiği yeteneğidir. Yazımızı Sabahattin Ali’nin bir dörtlüğüyle bitirelim:

Geniş meydanlarda yakılır çıra

Çakır nazlı nazlı dokunur defe

Süt gibi rakıyı sunar Çakır’a

Ateş gözlü, gür bıyıklı bir Efe


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35


Kaynakça

1. Eski Dostlar, Hıfzı Topuz

2. Çirkince, Sabahattin Ali

3. Gramofon Avrat, Sabahattin Ali

4. Çirkince, Sabahattin Ali

5. Çirkince, Sabahattin Ali

6. Çirkince, Sabahattin Ali

7. Çirkince, Sabahattin Ali

8. Çirkince, Sabahattin Ali

Flavia

Floransa’daki yoğun ve keyifli geçen konferanstan çıkıp, Siena’ya gelmiştim bir gece önce. Sabah, otelin terasında kahvaltımı eder etmez, vanilya sarısı uzun keten elbisemi giyerek, kenarları mimoza işlemeli büyük hasır şapkamı da alarak Siena sokaklarında yürüyüşe çıktım. 

Flavia

İnsana huzur veren bir dokusu vardı şehrin.  İlk olarak Piazza del Campo’yu gezdim. Piazza del Campo’nun etrafındaki küçük butikler ise büyük zincir mağazalarda satılan birkaç kullanımdan sonra modası geçen çoğunlukla sentetik içerikli, trend ürünlerin aksine doğal materyallerden hazırlanmış el yapımı ürünlerdi. 

En beğendiğim mağaza ise, kişiye özel ekru rengi dantelli keten gömlek ve elbiseler diken bir butikti. Mağazaya girer girmez, ürünleri kaç günde teslim edebileceklerini sordum. Çok teferruatlı olmayan modelleri iki, üç gün içinde teslim edebileceklerini söylediler. Bu harika bir haberdi, ben de şehirde dört gün kalacaktım. 

Heyecanla inceledim askıdaki modelleri ve katalogları. Tüm modeller özenle hazırlanmıştı.  Vitrinde gözüme çarpan zarif ve şık bir elbisenin modelinde karar kıldım.  Ölçü almak ve detayları konuşmak için, iki buçuk saat sonrasına randevu verdiler. 

Mağazadaki doğal kumaşlara dokunmak bile iyi hissettirmişti. Denk geldikçe, küçük, mahalli üreticilerden doğal el yapımı ürünler alıp kullanmayı severim ben. Daha özgün hikayeleri olduğu için bu ürünlerin, onlarla bir gönül bağım oluyor. 

Sürdürülebilir enerji, alternatif enerji kaynaklarının kullanımı konularında bilimsel çalışmalarda bulunan biri olarak günlük hayatın içinde tüketim eğilimlerinin sürdürülebilirlikten oldukça uzak oluşu, satın alınan ürünlerin kısa süreli kullanılıp genellikle geri dönüştürülmemesi, ekonomiye tekrar kazandırılmayışı üzüldüğüm konulardan biri. Üretim süreçlerini ve içeriklerini bildiğim, doğal el yapımı ürünleri tercih edip kullandığım anlar, günlük hayattaki seçimlerimle de aynı şeye katkıda bulunduğumu hissedip, mutlu oluyorum. 

Maalesef günümüzde üretim süreçlerinde ve sonrasında çevrenin üzerinde oluşan atık yükü ve tüketilen doğal kaynakların miktarı, gelecek nesillere bulduğumuzdan da iyi bir dünya bırakma sorumluluğumuzun çok uzağında. Örneğin, basit bir pamuklu tişörtün üretimi için iki bin yedi yüz litre su harcanıyor.  Bu bir insanın, iki buçuk yıllık içme suyuna denk geliyor. Üstelik, bu miktarın çoğu sadece tişörtün hammaddesi olan pamuğun üretimi için kullanılıyor. Bunu düşününce, gözümün önüne Afrika’da günlerce içecek su bulamayıp, hayatını kaybeden çocuklar geliyor, içim sızlıyor. Bizler bu dünyadan gelip geçen yolcularız, ardımızda bıraktığımız ayak izinden sorumluyuz.

Eskiler “alışveriş yapmak” demezmiş, “eksik gidermek” dermiş. Şimdi ise eksik gidermek için alışveriş yaptığımız pek nadir, modayı takip etmek için, elimizdekilerden hızla sıkıldığımız için, zevk için alışveriş yapıyoruz. Üstelik de en lüks mağazalardaki çoğu kıyafetin içeriğinde bile sağlığa ve çevreye zararlı doğal olmayan materyaller var. Doğal kumaşlardan, yünlülerden yapılan ürünler nadir bulunuyor raflarda. Bunları düşünerek çıktım butikten. 

Butiğin elli metre kadar ilerisinde terasa koydukları ferforje masalarının şıklığı ile dikkatimi çeken küçük bir restoran gördüm. Masaların beyaz metal gövdeleri çiçek desenleri ile bezenmiş, üzerlerinde mavi beyaz benekli örtüler, küçük zarif kristal vazolar ve papatyalar vardı. İçeriden gelmekte olan Fred Bongusto’nun seslendirdiği “Una Rotonda Sul Mare” isimli şarkı, hafif de olsa duyulmaktaydı.

Asma yapraklarının yanındaki masaya oturmak üzereyken, restoranın dondurma satışı yapan kısmındaki basamakta oturan bir buçuk, iki yaşlarındaki kız çocuğu gözüme çarptı.  Altın sarısı parlak saçları omuzlarına değiyordu. Kocaman mavi gözleriyle bana bakıyordu dikkatle. Başımdaki hasır şapkaya benzer bir şapka da onun kafasındaydı. Onun şapkasının ucuna kumaş bir unutma beni çiçeği iliştirilmişti. Işıl ışıl parlayan bu tatlı kız, üzerinde beyaz minik çiçekleri olan mavi salopet tulum ve yakası dantelli beyaz tişört giymişti.  Ayağında ise, deri taba rengi önü açık bir sandalet vardı. Ayak parmaklarından birini sivrisinek ısırmıştı yakın zamanda, tıpkı benim gibi.

Minik kızla karşılıklı olarak birbirimize bakıyorduk. Aynı anda ikimizin de yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Ben onu izlerken, O kendi etrafında döne döne danslar ederek yanıma geldi. Küçücük elini, elimin üzerine koyup, yüzüme batkı gülümseyerek. Dondurma kuyruğunda beklemekte olan babasından onu kucağıma almak için izin istedim. Babası, “Kendisine sorun.” dedi gülümseyerek, ardından da “O pek kimsenin yanına gitmez aslında” diyerek konuşmasını sürdürdü.

Kucağıma almak için ona uzandığım an, O da kollarıma uzandı gülümseyerek. Aldım onu kucağıma. Biraz kucağımda oturdu, saçlarımla oynadı. Sonrasında havaya kaldırıp indirdim defalarca onu. Kahkahalar atıyordu. Gülerken mavi gözlerini kısıyor, altın sarısı kâkülleri, kahkahaları, kısık gözleri ile “güneş gibi bir çocuk” diye geçirdim içimden. Sonra tekrar kucağıma oturttum. Yüzümü dokunarak sevdi. O an babasına göz ucuyla baktım, rahat hissedip hissetmediğini tartmak için. Babası da bize gülümseyerek bakıyordu. Sonra elimden destek alarak kucağımda ayakta durdu eliyle gökyüzünü gösterdi, “Haydi beni tekrar kaldır yukarıya” der gibi. 

O İngilizce konuşamıyordu doğal olarak, ben de İtalyanca bilmiyordum. Ama birlikte kalpten kalbe köprü kurmuş, sevgi diliyle anlaşıyorduk. Tekrar onu havaya kaldırıp indirdim, sonra yere bıraktım. Babasının yanına gidip az önceki basamakta oturdu tekrar. Babasından isminin Flavia olduğunu öğrendim. Flavia, tekrar kendi etrafında dönerek, dans ede ede geldi yanıma aynı gülümseyen gözlerle, aldım onu tekrar kucağıma, kahkahalar atıyorduk. O an sanki zaman durmuştu, her şey donmuştu ve sadece ikimiz vardık. 

Birbirini tanımayan iki insan, birbirlerinin dilini bile bilmeden bağ kurmuş, ruhları aynı anda aynı şarkıyı söyler olmuştu. Ne kadar yaşadığımız, kaç yaşında olduğumuz hiç önemli değil. Önemli olan; yaşadığımız o anın içinde ne kadar canlı hissettiğimiz, hafızamızda o anın, o mekânın, o duygunun, o temasın, o tadın, o sesin, iletişimde olduğumuz kişinin, ne kadar özel, ne kadar güzel kaldığı. İşte Flavia ile paylaştığımız o kısacık zaman, hafızamda kalacak olan canlı anlardan biriydi.

Flavia’nın babasına dondurma sırası geldi. Babası, Flavia için çikolatalı bir top dondurma aldı ve yanımıza geldi, Flavia’ya gitme vakti geldiğini söyledi. Flavia, yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Ben de onun avucunun içini öptüm. Onun hep mutlu ve neşeli kalmasını, yolunun sevgi dolu insanlarla kesişmesini diledim. Bu dileğimi babasıyla da paylaşınca, babasının gözleri doldu. “Ona sizin gibi sevgiyle bakan insanlarla karşılaşırsa yolu, Flavia bu hayatta cenneti yaşar” dedi gülümseyerek. Onlar giderken arkalarından baktım, Flavia arkasına dönüp öpücük yollayıp, el sallıyordu bana.

Flavia gider gitmez, siparişimi almak için garson geldi yanıma. “O küçük kızla iletişiminiz, o kadar güzeldi ki muhabbetinizi bozmak istemedim, o nedenle ancak şimdi geldim.” dedi. Garsonun gelip bizi bölmemesi çok ince düşünülmüş, yerinde bir tavırdı. Flavia ile geçirdiğim o kısa ama kalbime dokunan zaman diliminde, ruhum doymuştu. Şimdi karnımı daha da mutlu bir şekilde doyurabilirdim. Flavia’nın babası, vedalaşırken Ribolita isimli çorbayı ve Bistecca alla Fiorentina’yı (biftek) denememi önermişti. Hemen onları sipariş ettim.

Flavia’yı düşündüm yemekleri beklerken. Onu düşünürken, gülümsemekten yanaklarıma ağrı girdiğini fark ettim. Huzurlu olmak, mutlu olmak gönülden yapılan paylaşımlarla ne kadar kolay. Mutlu olmak isteyene; gökyüzünün mavisi, rüzgârın sesi, yağmurun dokunuşu, ılık bir yaz havası, küçük bir çocukla paylaşılan anlar, bir kedinin karnını doyurmak, bir atla göz göze gelmek fazlasıyla mutluluk verebilir, ilham olabilir. 

Yemeklerim geldi. Flavia’nın babası iyi ki yemek tavsiyesinde bulunmuş bana. Gerçekten yemekler çok lezzetliydi. Ruhumu da karnımı da en güzel şekilde doyurmuştum tesadüfen girdiğim bu restoranda. Plansız, tesadüfen gelişen olaylar bazen ne kadar şifalı oluyor, ruha ve bedene iyi geliyor.

Yemekten sonra kahvemi içerken, yan masada oturmakta olan, şık bir hanımefendi “Küçük kız sizi ne kadar çok sevdi, keşke beraber fotoğrafınızı çekseydim, hiç aklıma gelmedi ki” diyerek sohbete başladı benimle. “İsmi Flavia imiş. Altın sarısı saçları ile sanki güneşi kucaklamışım gibi hissettim. Ben ona Güneş ya da altın ismini koyardım” diyerek karşılık verdim hanımefendiye. İsminin anlamına bakacağım internetten şimdi hemen” dediğim an yan masadaki kadın gülerek “Bakın ve az önce söylediklerinize siz de şaşırın benim gibi, ben isminin anlamını bildiğim için bu sözlerinizi çok kıymetli buldum” diyerek karşılık verdi bana. 

İnternetten araştırınca, Flavia isminin tarihte zenginlik ve parlaklık ile ilişkilendirilen ve soylulara verilen bir isim olduğunu öğrendim. Flavia’nın Latincedeki anlamlarından biri altın sarısı imiş. Bir çocuk ismine ancak bu kadar yakışabilirdi.

Yan masadaki hanımefendinin ismi Maria imiş. Sienna Üniverstesi’nde akademisyen olarak görev yapıyormuş. Benim de akademisyen olduğumu öğrenince, hem Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri olan Sienna Üniversitesi’ni görmem hem de daha çok sohbet edebilmek için üniversitedeki ofisine davet etti beni çalıştığım konuları ve kurumları da öğrenince.  Maria ile ertesi gün görüşmek üzere sözleşerek, ayrıldım restorandan.

Randevu saatim yaklaşmıştı. Büyük bir mutlulukla mağazaya doğru yürüyordum Flavia’yı düşünerek. Gece gündüz yoğun bir şekilde çalışıp, çoğu zaman uykusuz kalma sebeplerimin en başında, dünyayı gelecek kuşaklara mümkün olduğunca iyi ve güzel bir şekilde devredebilmek geldi her zaman “İyi ki bu konularda çalışmışım, iyi ki bu kadar çok çalışmışım.” dedim içimden yine bir kez daha. Sırf Flavia için bile bu kadar emek sarfetmeme değerdi.

Mağazada, seçmiş olduğum modelin üzerinde yapılmasını istediğim birkaç değişikliği anlattıktan sonra, ölçüm alındı. Elbisenin markasının da el işi ile içine işleneceğini öğrenince, bugünün hatırasına marka yerine Flavia isminin işlenmesini istedim, başımdan geçen hikâyeyi ve Flavia’nın nasıl da ismine yaraşır bir çocuk olduğunu anlatarak. Mağaza sahibi ricamı geri çevirmemekle beraber, Flavia isminin yanına altın rengi bir güneş işlemeyi ve elbisenin kumaşından küçük bir çanta dikerek, üzerine de altın sarısı güneş deseni işleyip bana hediye etmek istediğini söyledi. “Flavia, zenginlikle de ilişkilendirilen bir isim ve sizin çantanız da altınlarla dolup taşmalı, bu kadar gönülden bağ kurabildiğiniz için” diyerek sözlerine devam etti. Dokunabildiğim her kalp zaten benim için yeni bir altın madenine sahip olmak gibi.” diyebildim mahcup bir şekilde. 

Bugün, kısa zaman dilimlerine sığdırılan paylaşımların her birini kalbimde hissettim. Anlar, güzel anılara dönmüştü bile. İşte, bu nedenle ne kadar yaşadığımız değil, kalbimizin sevgiye ve paylaşıma ne kadar açık olduğu, ne kadar bağ kurabilip, ne kadar sevebildiğimiz kıymetli olan. İnsanın en büyük zenginliği sevebilme kapasitesi, paylaşma potansiyeli, niyeti ve bu yolda attığı adımlar bence. 

Hem Flavia’nın hem de sizlerin de yolunuzun kıymet bilen, iyi niyetli, karşılıklı paylaşmaktan, gelişmekten, dönüşmekten keyif alan ve bunu önceliklendiren, sevme kapasitesi yüksek, bağ kurmaya niyetli ve açık insanlarla kesişmesini dilerim. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Timshel: Seçebilmenin Gücü

Bu ay siz değerli okuyucularım için ben de insanın kaderle dansı diyebileceğimiz bir eser olan John Steinbeck’in Cennetin Doğusu’nu seçtim. İyi seçimler yapabilmemize katkısı olması umuduyla. Hiç kendi içindeki iyiyle kötü arasında sıkışıp kaldığın oldu mu? İşte John Steinbeck, Cennetin Doğusu’nda tam da bu ikilemi anlatıyor. Fareler ve İnsanlar ya da Gazap Üzümleri’ni okuduysan, onun insan ruhunu ne kadar iyi tanıdığını bilirsin.

Timshel: Seçebilmenin Gücü

Ama bu roman… bir bambaşka. 1952’de yayımlandığında yalnızca bir aile hikâyesi gibi görünse de, aslında insanın kadere karşı verdiği en eski savaşı yeniden anlatıyor. Steinbeck, doğup büyüdüğü Kaliforniya’daki Salinas Vadisi’ni sahneye çeviriyor. Bu vadide iki aile yaşıyor: Trasklar ve Hamiltonlar. Ama bu sadece birkaç kuşağın hikâyesi değil; adeta Tevrat’taki Kabil ve Habil öyküsünün modern bir yankısı.

Romanın merkezinde iki kardeş var: Cal ve Aron Trask. Aron saf, inançlı, ışığa yakın bir karakter. Cal ise kendi karanlığıyla boğuşuyor, “kötü olma” korkusuyla nefes alıyor neredeyse. Ve ortada bir baba: Adam Trask. O da kendi vicdanıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Tüm bu karakterlerin kaderinde yankılanan tek bir kelime var: Timshel.

İbranice kökenli bu kelime “Sen seçebilirsin” anlamına geliyor. Steinbeck, insanın doğuştan ne iyi ne kötü olduğunu ama her zaman seçim yapma gücüne sahip olduğunu söylüyor. Yani kaderin çizdiği yolda bile bir dönemeç var; ister sağa, ister sola dön. Belki de insanın en büyük özgürlüğü bu:

Ve evet, bu da en ağır ama en güzel yükümüz aslında insan olmak. Kahramanların Gölgesinde Biz Varız Romanın karakterleri sadece kurgusal kişiler değil; insan doğasının birer aynası. Adam Trask, iyiye inanma arzumuz. Cathy Ames/Kate, kötülüğün cazibesi. Cal, içimizdeki karanlıkla boğuşan biz. Samuel Hamilton ve Lee, aklın ve bilgenin sesi.

Steinbeck bu karakterlerle bir hikâye anlatmaktan çok daha fazlasını yapıyor. Sanki insan ruhunu bir laboratuvara yatırıyor, mikroskopla inceliyor. Her bir karakterin gözünde, bizden bir parça var.

Steinbeck’in dili sade ama etkileyici. Doğayı ve insanı bir bütün gibi işliyor. Salinas Vadisi’nin rüzgârını, tozunu neredeyse teninde hissediyorsun. Bazı satırları ise zihninde uzun süre yankılanıyor:

“Kalbi bir çiftlik kadar kuruydu.”

“Vicdanı, bir bıçağın üzerinde yürüyen adam kadar dengedeydi.”

Steinbeck büyük olayları değil, küçük anların içindeki çatışmaları anlatır. Cennetin Doğusu da öyle akar; yavaş ama güçlü. Her sayfada biraz daha kendine yaklaşırsın, kendi içindeki Cal’ı ve Aron’u tanırsın.

Ve o meşhur sözü hiç unutamazsın: “Her kalpte hem karanlık hem ışık vardır; hangisini beslersen o büyür.”

Bu kitabı okurken öğrendiğim en önemli şey, iyilikle kötülüğün dışarıda değil, içimizde yaşadığı. Her seçim bir yön belirliyor. Steinbeck bize, ne kadar düşersek düşelim yeniden başlayabileceğimizi hatırlatıyor. Cennetin Doğusu, yalnızca bir roman değil; insan olmanın sorumluluğu üzerine yazılmış bir destan. Acımasız gerçekleri gösterirken bir umut ışığını da hep açık bırakıyor. Ve o ışığın adı belli: Timshel, sen seçebilirsin. Bazen bir kitap okursun ve sanki biri senin iç sesini kelimelere dökmüştür ya…

Cennetin Doğusu tam da öyle bir roman. Sayfaları çevirdikçe sadece karakterleri değil, kendini de tanıyorsun. İyi mi olmak istiyorsun, yoksa sadece anlaşılmak mı? Steinbeck’in cevabı net: “Seçebilirsin.” Ve belki de tüm mesele bu kadar basit.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Çınar

Çınar


Büyük bir çınar üstünde aydınlanırken gece,

Yine büyük bir yolculuk içinde bilinmeze.


Bir yaprak gibi günler düşerken ömürden,

Nasıl geçtiğini düşünürken gönülden…


Bir göz açma bir göz kapama arasında,

Ve tüm sonsuzluk duruyorken orada.


İnsan düşündükçe yaşadıklarını anlarmış;

Muhakkak ki içinde bir saadet ararmış.


Oysa aramak saadeti kaybetmektir;

Belki de hediye olarak kabul etmektir.


Onca duygu içinde mutluluğun adı,

Hiç tam alınmayacak fâni dünya tadı.


İşte, çınarın üstünde aydınlanırken gece,

Bak, güneşli yolculuk bizi bekler sakince.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Bir Başkalık Var Sende

Bir Başkalık Var Sende

Bizi kavuşturacak çok sızı var biliyorum.

Çok yara var sarılacak.

Dökülecek gözyaşları var.

Serbest bırakılmayı bekleyen,

Çok düşünce var zihnin duvarlarında.


Hissediyorum, var sende bir farklılık.

Kokunda serinlik var, teninde dinginlik.

Ve saçlarında, akşam güneşi kızıllığının 

Vermiş olduğu şuh bir güzellik.


Nesin bilmem ki, yahut kimsin. 

Bu kadar çok şey toplanmış sende. 

Kimi zaman anam, babamsın 

Kimi zaman abim, kardeşim...


Ama bildiğim bir şey var. 

Asırlardır süregelen tarih kadar, 

Sevginin varlığı kadar emin olduğum bir şey

Sonsuz kendiliğindenliğinle, bir başkalık var sende. 


Utandığında kızaran yanakların var, 

Güldüğünde beliren tatlı gamzelerin. 

Baktığımda, içimde tohumlar filizlendiren gözlerin var, 

Bir de ruhumu şekerlendiren sesin. 


Demem o ki, çok şey var sende.

Kozmosun içinde küçücük bir toz tanesi olan,

Soluk mavi noktayı anlamlı kılacak kadar çok şey. 

Ve bir de, delice çağlayan nehirler gibi

Sana akan, yüreğim var sende...


Naciye Akşit / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Karşılıksız Aşk

Karşılıksız Aşk

Çim filizlenir, 

Zaman acıyı siler.

Aşk gelir elbet sana, 

Kalbinin kapılarını deler. 

O tek kişi olur, ruhunu sarar.

Şimdi ise karşılıksız aşk 

Yaralar, yorar.

Senin gücün, senin armağanın, 

Kalbin yaşıyor, 

Derin sevgiyle dolu.

Ama ne yazık ki karşılık bulmadı. 

Bir gün tadacaksın aşkın mutluluğunu.

Şimdilik ise 

Her günü yaşamaya çalış.

Çim filizlenir, 

Zaman acıyı siler.

Kalbin acıyı unutur, 

Yer açar yeni aşk için.


Ekaterina Skar / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Kendimce

 kendimce

Kaynağı ne şiirlerimin,

Öznesi kim cümlelerimin?

Kendimi anlatıyorsam her mısrada,

İki farklı cevap aramak ne fayda?

 

Dizelerim birer otobiyografi adeta,

Belki de “Oto”su fazla.

Çünkü bazen

Ben bile yabancıyım bana.


Muhammed Baver Akcan / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Özünü Bilen Yönünü Bulur

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Bir kamu kurumunda görev yapan bir devlet memuru olsam da, mesleki kimliğimin ardında tarih, felsefe, mitoloji ve psikoloji gibi disiplinlerden beslenen derin bir entelektüel merak bulunuyor. Uzun yıllardır toplumların dönüşüm dinamiklerini, kültürel süreklilik ile kırılma noktalarını ve bireyin ruhsal yapısının sosyolojik koşullarla ilişkisini inceliyorum. Kalabalıklardan uzaklaşıp düşünsel dinginlik aradığım dönemlerde dağ cılık, yamaç paraşütü ve su altı dalışları gibi doğayla uyumlu faaliyetlere yöneliyorum. Bütün bunlar, insanın hem tarihsel hem biyolojik hem de varoluşsal serüvenini anlamaya çalışan bir düşünce yolcusuna dönüştürdü beni.

Yazar Haktan Üveys Yıldırım

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Toplumsal çözülme, kültürel erozyon, modern bireyin kimlik parçalanması ve aile kurumunun sessiz fakat derin yarılmaları beni yazmaya sevk eden temel motivasyonlardı. Yazı benim için yalnızca bir ifade biçimi değil; aynı zamanda düşüncenin kalıcı hale gelme çabasıdır. Gelecek kuşaklara entelektüel bir miras bırakma, yaşadığımız çağın ruhunu analiz ederek tarihin devam eden anlatısına mütevazı bir katkı sunma isteği beni sürekli olarak üretmeye yöneltti. Köklerinden kopmadan yeniliği kavrayabilen, vicdanı hür bir insan idealine katkı sağlamak için yazıyorum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık, düşüncenin zamana meydan okuma biçimidir. İnsan zihninin içsel evreniyle dış dünyanın kaotik gerçekliği arasında kurulan rafine bir köprüdür. Bir yazar hem hatırlayan hem hatırlatan; hem çözümleyen hem çözüldüğü noktaları görünür kılan kişidir. Benim için yazmak, bilincin katmanlarını aralamak ve okurun zihninde yeni ufuklar açmaya çalışmaktır.

Altın Kanlı Kral isimli eseriniz okurla buluştu, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Altın Kanlı Kral, Mezopotamya coğrafyasının kadim hafızasından beslenen bir psikolojik dramdır. Eserde, iki kardeşin trajedisiyle başlayan hikâye bir halkın yavaş yavaş çürüyüşüne ve bir kralın karanlığa sürüklenişine dönüşüyor. Altının cazibesi ile insan vicdanının sınırları arasındaki gerilimi felsefi bir dille ele alıyorum. Okurları sadece bir anlatı değil; tarihsel göndermeler, mitolojik yankılar ve insan doğasının karanlık kıvrımlarına yapılan entelektüel bir yolculuk bekliyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Bu eserlerin hayatınızdaki etkisinden bahseder misiniz?

Yuval Noah Harari’nin düşünsel derinliği, insan türünün kolektif hikâyesine bakış açımı genişletti. Ziya Gökalp ve Nihal Atsız gibi isimler kültürel hafızanın önemini kavrayışımda belirleyici oldu. José Mauro de Vasconcelos’un duygu derinliği, İskender Pala’nın medeniyet perspektifi ve tarihsel tutarlılığı ise yazınsal disiplinimi şekillendirdi. Bu yazarlar, düşünce evrenimi hem akademik hem estetik açıdan besleyen önemli kilometre taşlarıdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu sıralar üzerinde çalıştığım The Network Man, dijital çağın görünmeyen karanlık yüzünü anlatıyor. Fakir bir aileden çıkan, kurduğu karmaşık sosyal ağlar ve bilişim suçları dünyasında yükselen bir adamın serüvenini merkeze alıyor. Ancak bu eser yalnızca teknik bir siber suç anlatısı değil; güç, kader, etik ve Mezopotamya’nın tarihsel gölgeleriyle örülü derin bir ruh çözümlemesi sunuyor.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Köklerinizi unutmayın; çünkü köksüz kalan her varlık, en hafif rüzgârda bile savrulmaya mahkûmdur. Modern dünyanın baş döndürücü hızına kapıldıkça insanın kendi benliğinden uzaklaşması neredeyse kaçınılmaz hâle geliyor. Kadim Türk öğretileri “Özünü bilen, yönünü bulur” diyerek insanın önce iç âleminde düzen kurması gerektiğini hatırlatır. Bilgelik geleneğinde geçen “Zihnini düzelt, dünyanın düzelmeye başladığını göreceksin” sözü de bireyin dönüşümünün mikrokozmos ve makrokozmos ilişkisinde nasıl rezonans yarattığını gösterir.

Atatürk’ün düşünce yapısı ise akıl, bilim ve eleştirel muhakemenin merkezde olduğu rasyonel bir ethos kurar; “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir” sözü, insanın varoluşsal yönelimini mental disiplinle şekillendirmesi gerektiğini vurgular. Vicdanınızı koruyun; çünkü insanın en kırılgan ama aynı zamanda en dirençli tarafı oradadır. İmam Gazâlî’nin “Kalp temiz olursa ameller de temiz olur” sözü, içsel konsistansın tüm davranışlara yansıyan bir aksiyom olduğunu hatırlatır.

Ailenize, kültürünüze ve toprağınıza bağlı kalın; zira insan, ait olduğu coğrafyanın hafızasıyla anlam bulur. Unuttuğu yere yabancılaşır; hatırladığı yerde ise yeniden inşaya yönelir. Bu yüzden hafızanızı diri, bilincinizi uyanık, varlığınızı ise anlamlı kılın; çünkü insan, ancak kendi yaşamının farkındalıklı tanığı olduğunda gerçek bir ömür sürmüş olur. Yada ölünce torunları tarafından unutulmuş, hiç bir yaşam emaresi göstermeyen, insanlığa bir iz bırakmamış sadece mezarlıktaki kum birikintisi olursunuz.

Yazarlık Kalbimin Konuşabildiği Tek Dil

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Ada Güçlü. İçimde ne yaşarsam yaşayım, dışarıya hep gülümseyen ama hissettiklerini kelimelere dökmeyi seven biriyim. 14 yaşındayım, Bayburt’ta annemle yaşıyorum ve Bayburt Lisesi 9. sınıf öğrencisiyim. İki kardeşiz; en azından benim için öyle bir ablam var. Her zaman yanımda, destekçim ve rehberim. Kitapta da adı geçiyor. Ablam, bir şirkette organizasyon işleriyle uğraşıyor. Yazmak, benim için hem nefes almak hem de kendimi bulduğum bir yer.

Yazar Ada Güçlü

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya 5. sınıfta şiirlerle başladım. Kelimelerin iyileştirici gücünü fark ettikçe 6. sınıfta kendi dünyamı kurmaya yöneldim. Bu yolculukta ailemin desteği hep yanımdaydı, ama en büyük ilhamım dostum Cansu oldu. Yazdığım her romanı ilk o okudu; her cümlemde bana yol gösterdi, eksik ya da fazla gördüğünde bana dürüstçe söyledi. Pes etmeyi düşündüğüm anlarda sadece bir kelime söyledi: ‘Yaz.’ Cansu, benim için bir yol gösterici, bir sırdaş ve cesaret kaynağı oldu. İçimdeki Mavi’nin ortaya çıkmasında onun emeği ve desteği çok büyük. Onun varlığı, yazdığım her satıra güven ve umut kattı. Ama içimdeki Maviyi yazma nedenlerimden biri birine olan duygularımı ona söyleyememiş olmam.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık, benim için kelimelerle nefes almak, kalbimin konuşabildiği tek dil. İçimde biriktirdiklerimi özgür bırakma biçimim. Bazen bir cümle, yaşadığım bir duyguyu binlerce kelimeden daha iyi anlatabiliyor. Yazmak, sessizliğime ses veriyor ve iç dünyamı görünür kılıyor.

Kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurları ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. ‘İçimdeki Mavi’ bir drama kitabı… Hayatın acı gerçeklerini, kırılan kalplerin bile nasıl yürümeye devam edebileceğini anlatıyor. Büyük mutluluk sahneleri yok; okurlar, Mavi’nin hikâyesinde kendilerinden parçalar bulacaklar. Belki de en büyük sürpriz, duyguların gerçekliği ve samimiyetinde gizli. Üzülecek, empati kuracak, ama aynı zamanda umudu da hissedecekler. Kendi içindeki duyguları anlamış olacaklar.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarım Miraç Çağrı Aktaş. Onun ‘Sen On Yedi Yaşımsın’ kitabı bana çok şey kattı. Bir cümlenin, bir hikâyenin insanı nasıl değiştirebileceğini, duyguların gücünü ve hayatın anlamını öğretti. Yazarlar bana sadece kelimeleri değil, dünyayı, bakışı ve hayalleri öğretiyor. Onların eserleri, yazma isteğimi her zaman besleyen bir ışık oldu.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyuculara ipucu verir misiniz?

Evet, yeni bir kaç kitap üzerinde çalışıyorum: ‘Sisler Ardında’. Bu kez konusu aşk olacak. ‘İçimdeki Mavi’den sonra okurlar daha sakin ama bir o kadar da duygusal bir yolculuğa çıkacaklar. Hikâye, iki düşman ailenin masum çocuklarının izini süren bir aşkı anlatıyor. Yasak, tehlikeli ama saf bir aşkın peşinden giden bir yolculuk olacak. Kelimelerle sizi hem ürkütüp hem de büyüleyeceğimden eminim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma her satırımda eşlik ettikleri için teşekkür ederim. Hayat, bazen insanın kalbini zorlayan yollarla dolu olabilir… ama unutmayın: Herkes bir gün kendi mavisini bulur. Hayallerinizden asla vazgeçmeyin, çünkü vazgeçtiğiniz her hayal, içinizde küçücük bir ışığın sönmesi demektir. Sevdiğiniz, sizi seven insanların kıymetini bilin, bir dostunuz olsun; benim için Cansu neyse. Sizin için de öyle biri mutlaka olsun. Yorulduğunuzda dinlenin ama asla pes etmeyin. Kalbinizin kırıldığında bile yürümeye devam edin, çünkü bazen kırık bir kalp bile en güçlü ışığı taşır. Herkesin kendi mavisini bulması dileği ile.

Yazdıklarımın Okunması Beni Gururlandırıyor

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?  

Merhabalar, ben Sümeyye Yeşil. 15 yaşındayım. Yazı yazmayı, kitap okumayı seviyorum. Macerayı severim, yeni şeyler denemeyi severim.

Yazar Sümeyye Yeşil

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben çok fazla kitap okuyordum ve çok fazla düşünüyordum. Yazmayı da seviyordum. Sonrasında dedim ki “Ben de bir şeyler yazmalıyım. En azından kendi yazdıklarımı okurum.” Sonrasında yazmaya başladım. Kitabımı bazı platformlarda yayınlıyordum. Baktım ki beğeniliyor, ben de bastırmaya karar verdim. İnsanların benim yazdıklarımı okuması beni çok gururlandırıyor.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için sadece kelimeleri yan yana getirmek değil; kendi duygu ve düşüncelerimi, hayal gücümü insanlara aktarmak ve yazıya dökmek anlamına geliyor.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bol bol ters köşeler var. Sürükleyici bir kitap. Okuyucular spoiler yemeden okursa daha fazla keyif alır. Eğlenceli, merak uyandırıcı, biraz üzücü bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu kitaplarıma Harry Potter, Anlatmayı Çok Düşündüm, İzler Kalır, Bul Beni, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Alice Harikalar Diyarında diyebilirim. Bu kitapların benim hayal gücümü daha da genişlettiğini söyleyebilirim. Çok sevdiğim kitaplardır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum. Bu yazdığım kitap fantastik. Bu kitabımın da çok güzel olacağını düşünüyorum. Doğaüstü güçleri olan öğrencilerin gittiği bir okulda yaşanan bazı olayları anlatıyor diyebiliriz.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Benim kitabımı okuduğunuz veya okuyacağınız için teşekkür ediyorum. Sizleri seviyorum. Okuduktan sonra bana yorumlarınızı yazabilirsiniz. Bu instagram hesabıma yazabilirsiniz: @kitaplardan_seylerr

Kevork Hovagimyan: Yazarlık Kaderi İfade Ediyor

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Yakınların İştahı basıma hazırlanırken kıymetli yayım destekçim benden bir özgeçmiş istemişti. Talebini, kitaba özgeçmişimin ilavesini kibirli bir hareket olarak algıladığım düşüncesiyle yanıtlamıştım: Yazar, yazının önüne geçip ona gölge etmemeli; ancak yazının arkasında, gölgede durmalı. Elbette bu düşüncem naif bulundu ve kitaba adet olduğu üzere özgeçmiş ilave edildi. Mazrufla değil de zarfla ilgilenme hatasına düşenler, Yakınların İştahı’nın ilk sayfasında yer alan nefes kesici özgeçmişi okuyabilirler.

Kevork Hovagimyan: Yazarlık Kaderi İfade Ediyor

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Okumaktan hayatımın ekseriyetinde büyük keyif aldım. Keyif aldığım meşgaleler arasında, pek çok türde yaratıcı faaliyet ve hayal kurmak  gibisinden işler de vardı. Nasıl ki benzin, hava ve kıvılcım bir araya geldiklerinde ateş oluşturuyorlarsa, bu nevi nitelikler de bir araya geldiklerine yazmak eylemini tetikliyorlar. Yazmanın en az okumak kadar keyifli olduğu görüldüğünde ise, yazının devamlılığı kaçınılmaz oluyor. Yazmanın benim nezdimdeki karşılıklarından başlıcası eğlencedir. Yazarken eğleniyorum. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Tek sözcük ile kader.  Tek sözcükten fazlası isteniyorsa, önce “hadig”ten bahsetmemiz gerekir: Hadig, Ermenilerin yarı dini bir seromonisidir. Bu seromoninin konusu bir bebek, daha doğrusu bebeğin çıkardığı ilk diştir. Beslenebilmenin ve dolayısıyla sağlığın nişanesi ilk dişin kutlanması üzere, dişin taşıyıcısı ortaya alınır. Etrafında genellikle yaşlı teyzelerden müteşşekkil bir ahali ve bir de masa bulunur. Dualar okunur. Masada -tahıl, bilhassa buğday, biraz da bakliyat nevinden- taneler vardır. Bu taneler bebeğin başından aşağı, bereket temennileri eşliğinde dökülür. Ancak seromoni burada bitmez. İkinci aşamada, bebeğin etrafına çeşitli nesneler serpiştirilir ve bebeğin bu nesneler arasından bir seçim yapmak suretiyle kaderini tayin (veya bakış açısına göre açık) etmesi beklenir. 

Örnek vermek gerekirse, bebek; makasa yönelirse terzi, paraya yönelirse tacir, kepçeye yönelirse aşçı, tarağa yönelirse berber, hesap makinesine yönelirse muhasebeci olacağı kanaati uyandırır.  Benim elime geçirdiğim iki nesneden biri kalemdir.  Ancak yazarlık bana yukarıdaki hikayeyi ifade etmiyor. Çünkü tüm bu anlattıklarım gerçek olabilecekleri gibi, pekâlâ, yaratıcılığın mahsülü de olabilirler.

Yazarlık bana yukarıdaki hikayenin gerçek olup olmadığını bilme; bildiğimi güzel bir söyleyiş eşliğinde nakledebilme; kafası karışan okuru düşleyip kıs kıs gülebilme, bir gerçeklik ve  gerçeklikten azade bir güzellik yaratabilme imkanını ifade ediyor. Üç soru cevapladığıma göre bir soru da ben sorayım: Kalemi seçme hikayesi gerçek miydi değil miydi? 

Kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Bu soru, ‘bir sürpriz bekliyor mu?’ ve onun da öncesinde ‘sürpriz beklemeli mi?’ sorularının her ikisinin de peşi sıra ‘evet’ diye yanıtlanmasının ardından sorulabilir. Ancak, öncül iki sorudan birine cevabım hayır. Dolayısıyla bu soru anlamını yitiriyor. Hangi soruya ‘hayır’ dediğimi söylemeyeceğim. Sürpriz de burası olsun. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Vladimir Nabokov açık ara gözde yazarım. Tüm edebi eserlerini okuduğumu söylemekten büyük kıvanç duymakla beraber birkaç eserinin yabana atılamayacak bir kısmını anlayamamış olmakla o kadar övünemiyorum.  

‘Etki’ sözcüğünü seçtiğiniz için faydaları bir kenara bırakıp doğrudan zarardan bahsedeyim: Beğeni eşiğimi o kadar benzersiz bir noktaya koydu ki, hemen her edebi eser, ama şu ama bu ama öteki yönden eksik geliyor. Okuduğum her metinde Nabokov’un bir dokunuşunu arıyorum. Elbette Nabokov’un vasıflarından bazılarını ziyadesiyle taşıyan çok sayıda yazar mevcuttur. Ancak müteveffanın tüm özelliklerini tastamam haiz (bu satırları o yazsa bir parantez açmaksızın complet diyeceği) bir yazar ben tanımadım. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yazımı devam eden bir eserim var. İlk edebi eserini kıyamet-sonrası bir dünyada inşa etmiş birinden pek çokları fantastik bir eser bekleyecektir. Vereceğim ilk ipucu böyle bir beklentiye kapılınmaması gerektiğidir. Son ipucu ise beklentinin büyük tutulmasında bir beis olmadığıdır. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyarak geçirilen zaman ömürden düşülmez, ömre eklenir. Ömürleri uzun olsun. Bu uzunlukta payım olursa, ne mutlu bana. 

Köşe Yazarlarında Halk Edebiyatı

Halk edebiyatı, kökü eskilere dayanan; Orta Asya’dan Anadolu’ya değişimlere uğrayarak bugüne gelmiş bir kültürdür. Atalarımız yaşadıkları deneyimleri, aşklarını, acılarını, umutlarını, özlemlerini halk edebiyatı nazım biçimleriyle gelecek kuşaklara aktarmışlardır. Maniler, türküler, destanlar, hikâyeler, fıkralar, deyimler, atasözleri, dinî niteliği ağır basan ilahiler, nefesler sözlü kültürle başlamış, yazılı kültürde varlığını devam ettirmiştir. İnsanlar bu eserlerde kendilerinden bir şeyler bulduklarında onları kuşaktan kuşağa aktarırlar. Köylerde, kasabalarda, kentlerde halk edebiyatı ürünlerini bilmeyen yoktur. Yunus Emre, Mevlânâ, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal halkın gönlünde yer etmiş birer çınar ağacıdır. Kökleri çok derindedir.

Köşe Yazarlarında Halk Edebiyatı

Modern edebiyat, halk edebiyatından etkilenirken eski eserlerden sıkça alıntı yapmakta, insanların geçmişle bağını kurmaktadır. Edebiyatta süreklilik esastır; nesiller arasındaki bağlantıyı edebiyat sağlamaktadır. Günümüz yazarları, görüşlerini aktarırken kendilerine destek bulmak amacıyla farklı metin örneklerinden alıntılar yapmaktadırlar. Bir şiirden, hikâyeden, masaldan, fıkradan alıntı yapmak inandırıcılığı artırır, görüşleri pekiştirir. Yazar bu konuda “Sadece ben böyle düşünmüyorum, başkaları da böyle düşünüyor.” demek istemektedir.

Örnek verme, tanık gösterme edebiyatta sıkça kullanılan tekniklerdendir. Birçok yazarda halk edebiyatı türlerinden örnekler bulabiliriz. Bu yazıda alıntıları dört köşe yazarımızla sınırlandıracağız. İlhan Selçuk, Çetin Altan, Hasan Pulur ve Rauf Tamer, halk edebiyatı unsurlarını ustaca kullanan yazarlarımızdır.

Gazetelerin tirajının yüksek olduğu dönemde köşe yazarlarının toplumda büyük bir itibarı vardı. Dile hâkim olan köşe yazarları, günlük yazılarıyla toplumun gündemini belirliyorlardı. Zaman içinde değişen toplumsal koşullarla birlikte köşe yazarlarının güncelliği azaldı. Fakat yine de işinde etkili olan köşe yazarlarımız bulunmaktadır. Yazımıza İlhan Selçuk’un fıkralarıyla başlayalım. İlhan Selçuk uzun süre Cumhuriyet gazetesinde başyazarlık yaptı. Pencere köşesinde toplumsal sorunlara değindi:

“Federal Almanya’ya gitmek için vize kuyruğunda bekleyen Mehmet, oradan geçen bir deveye sordu:

- Boynun neden eğri?

Deve, ‘Nerem doğru ki?’ diye yanıtlamadı Mehmet’i, tepeden bakarak:

- Benim boynum hiç olmazsa eğri ama seninki gibi eğik değil.

Bir domuz holding kurmuştu. Tilkiyi muhasebeci diye aldı. Yılan personel müdürüydü. Çakal satış şefi oldu. Dış alım-satım işlerini fare yönetiyordu. Aslan durumu öğrenince meraklanıp holding başkanı domuza sordu:

- Ne yapıyorsunuz?

- Orman yasalarına göre ülkemize hizmet ediyoruz, sultanım.

Kırkayak üzgünmüş.

-Neye bozuluyorsun? diye sormuşlar.

Yanıt vermiş:

- Dünyada nezaket kalmadı; kalabalık yerlerde herkes ayaklarıma basıyor.”**

Hasan Pulur, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Olaylar ve Görüşler köşesinde toplumsal konulara mizahi bir anlayışla yaklaştı:

“Çoktandır fıkra yazmıyoruz; oysa öyle fıkralar var ki, kiminin yakası açılmadık, kiminin de yakası açıldı mı bir daha kapanmıyor.

Köy halkı susuzluktan kırılıyormuş, bir daha yağmur düşmemiş. Nefesi kuvvetli bir hocayı çağırıp yağmur duasına çıkmışlar, nafile, yağmur yok; yağmur değil, bulut bile yok. Dönerken hoca, ‘Sizin köye yağmaz.’ demiş.

- Niye?

- İnancınız yok da ondan. Eğer inancınız olsaydı yağmur duasının yağmur getireceğine inanır, yanınıza şemsiye alırdınız.”

Çetin Altan, Milliyet gazetesinde Şeytanın Gör Dediği köşesinde gündeme dair fıkralar yazdı. Bir dönem milletvekilliği yapan yazar, tiyatro oyunlarıyla da tanındı:

“Bir orman korucusu, ormanların içinden geçen bir derede yüzmeye kalkmış birini görünce kendisine bağırmaya başlamış:

‘Kıyıdaki “Burada yüzmek yasaktır” levhasını görmedin mi?’

Deredeki adam da boğuk bir sesle yanıt vermeye çalışmış:

- Ben, ben yüz... yüzmüyorum ki... Boğuluyorum.”

Rauf Tamer, Hürriyet ve Posta gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Mizahi bir anlatımı olan yazar, gündeme dair görüşlerini ortaya koyan fıkralar kaleme aldı:

“Papazı uygunsuz hâlde yakalayan bir kişi papaza ‘Tüh!’ diye tükürmüş. Bunu gören papaz adama seslenmiş:

- Hele şu işimi bitireyim, kiliseye tükürmek neymiş sana göstereceğim!”


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

İçimizdeki Musa

İçimizdeki Musa

Bir dağa benziyordu yüzün

Kıyaslanamaz –ölçülemez-sonsuz(yekpare)

Musa’nın kalbinde eriyen gözlerin-okyanus-kabarıp alçalan erlik

“Dünyayı yarattım.” diyor uçan gövde. “Yalnızlar ve yanlışlar için. Çünkü herkes geç kalmıştı

kendine.”

Ve çocuklar beyazlar içindeydi kum saatinde

Çoğaldıkça eksilen-düştükçe alçalan gök(dağ) benim duvarım-tarot ve büyü-kesif toprak

Yüzün bir dağa benziyordu-kor karanlığa-ışıksız ruhlara evriliyor saçların

Nesneler seçilemeyen-göz yalnızca saydam olanı görür ve saklar-içeride

Bakışında hükümsüz ışıltı gibi tanrıtanımaz kökler saldım yeryüzüne

Biliyorduk hiçbir şeyin aslen var olmadığını- ince kılcal mayoz ve mitos

Ağzının deltasında bakırdan durduğunu önsezinin

Ateşin çalındığını-bu yüzden yıldızların sönmediğini asla! Kalbimizde küle dönüşerek

yankılandığını(Yankı, bir şehrin devrim özlemi!)

Ve içimdeydi Musa-Musa içimde yaşıyordu- o benimleydi

Zaman durdu-Su boğuk

Parçalandı kum saati

“O” aslolan içimdeki!


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Naciye Akşit Yazdı: Eşik

Naciye Akşit

Girdiğimde o çıktığın kapının eşiğinden içeri

Düştüğünde elimdekiler

Ve hızla karardığında dünya

Gel sarıl boynuma

Sarmaşık misali sımsıkı

Itırların dolsun burnuma

Ölüm sarmadan kollarını yamalı bedenime

Hiç olmadan önce

Topla içimdeki kırık aynaları

Aman ha!

Kesme ellerini dikkat et

Yoksa akar bir bir özlemlerin

Ya da bırak aksın

Dökülsün kanın

Belki kokusu gelir karanfillerinin

Solmadan önce göğsümde.


Topladın mı içimdeki kırık aynaları?

Gördün mü aynalardan suretini?

Eğer görmediysen tekrar bak onlara

Beni göreceksin yüzünde,

gözbebeklerinde

Hiç yörüngeden çıkmayan bir gezegen gibi

Dönüp duruyorum senin etrafında

Razı oluyorum her seferinde

viran olmaya

Beni imar etmen için...

İyice bak oraya

Alacalı ışıklar arasından

seçeceksin sana olan hasretimi

Ve neden sonra sezeceksin

Seni gördüğümde hudutsuz bir sevdanın korlarının yeniden alevlendiğini

Filhakika durum bu cânım efendim.


Gördüğümde seni o evin içinde

Hala yeni gitmişsin gibi

Körpe acımla

Hala seni ilk gördüğüm gün gibi

Dipdiri sevgimle

Ve bilhassa

Onmaz bir aşkla

Bakakaldım sürmelerin altında ciğerimi delip geçen kömür karası gözlerine

Saçlarının rayihası buram buram gelirken burnuma

Tazecik bedenin ötesindeyken bir adım  kadavradan hallice olan vücudumun

Anladım o zaman alametifarikasını yaşamanın.

Sensedikçe dökülür dilimden

Mâh gibi olan yüzüne bakınca ah'larım.

O kapıdan girince anladım.

İşte böyle cânım efendim.

Sesini duyunca anladım...


Naciye Akşit / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Zaman Dönüşmüş İnsanlardır Yazarlar

Hapisteki biri için kanımca en değerli armağan kitaptır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu açıdan şanslıyım. Zira en fazlası iki posta günü boş geçer ama üçüncü posta gününde bir dost kapımı kitap ya da kitaplarıyla çalarak beni sevince boğar. Tam da “kitapsız” biri olup çıkacakken yollanan kitabı alır, körleşen gözlerimin izin verdiği görme alanıma şükrederek zamana yayar, sabırla okurum. Ne diyordu Pablo Neruda: “Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi / muhteşem bir mutluluğun kapısına…” Sayfaları çevirip satırların arasında kaybolur, aynı anda hem “içeride” olurum hem “dışarıda” da. Hem hiçbir yerde olurum hem de her yerde. Sözcük kuşlarının kanatlarına binince tabii...

Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu Tacim Çiçek

Değerli hocam, ağabeyim, yazar Tacim Çiçek, mayıs ayının sonlarıydı; kilitli kapımın sürgüsünü kendisine ait kitaplarla çaldı. İçerdiği temadan hareketle “sakıncalı” bulunarak bana verilmeyen son romanı Bela Mıknatısı’nın ardından onun üç kitabıyla buluşmak güzeldi. Hepsine bir yazı içinde değinmek biraz zor. Ben önceliği Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu kitabına verecek, yeri geldiğinde Hatıralar Manavkuyu ve Kitap Hırsızı adlı kitaplarına da göndermeler yapacağım. Zira bu üç kitap, Tacim Çiçek’in hayatı ve yazarlık serüveninde adeta el ele tutuşuyor.

Heyamola Yayınları’nın “Adana Kitaplığı” başlıklı dizisinden çıkan Geçmiş Ceyhan’da Çocukluktu adlı eserinde Tacim Çiçek, yazımı zor, çetrefilli bir işe soyunarak çocukluğunun elinden tutuyor. Onunla birlikte düne, paradoksal bir biçimde aynı anda hem çok yakın hem de çok uzak olan geçmişe doğru yola çıkıyoruz. Oktay Rifat’ın ifadesiyle kuş gibi konacak dal arayan hatıralarına dalıyor ve okurunu sokak sokak, cadde cadde Ceyhan’da gezdiriyor. Öyle ki anlatı bir film tadında akıyor ve Ceyhan az sonra bir yer, bir mekân olmaktan çıkarak kişileşiyor; kahvehanelerinde, sinemalarında, ırgat pazarlarında, çırçır fabrikalarında, istasyonlarda geziniyor, Ceyhan’ı tüm hakikatiyle soluyorsunuz.

Tacim Çiçek bizi alıp çocukluğuna, onun deyişiyle “altın ülke”sine götürüyor. Bir yönüyle ütopyasına... Zamanla ayrılmak zorunda kalınan korunaklı yurduyla, sihirli dünyasıyla tanıştırıyor. Sadece doğduğu, büyüdüğü, ailesiyle oturduğu yere değil; bizzat yaşadığı, yetişip olgunlaştığı, kişilik edinerek benlik kazandığı bir yere alıp taşıyor. Anlam devşirirken anlam kattığı, ruh edinirken ruhunda izler bıraktığı bir kente...

“İlklerin” ne çok önemi var hayatımızda. İlkokulun, ilk girilen sınıfın, oturulan ilk sıranın, sıra arkadaşlarının, ilk öğretmenin, ilk kitabın, yazılan ilk harfin, kurulan ilk cümlenin, ilk aşkın, tanışılan ilk akıllı ya da delinin, izlenen ilk filmin, binilen ilk bisikletin... Ne çok önemi var, değeri... Her biri apayrı sihirler içeren bu listeye kuşkusuz başka detaylar da işlenebilir. Mesela kuyruğuna jilet takıp uçurduğunuz ilk uçurtma, elinize aldığınız ilk resimli roman, oynadığınız ilk kovboyculuk oyunu, tüm sınıfın hatta tüm okulun önünde okunan ilk şiir, sahnelenen ilk piyes, söylenen ilk türkü, yayımlanan ilk hikâye, ilk temas, ilk dokunuş, ilk öpüş...

Tacim Çiçek, kitabında bir düşe dalarak kendisini albatrosa dönüştürüyor ve geniş kanatlarına okurunu bindirip Ceyhan Irmağı boyunca uçuyor. Manzara enfes! Irmakla birlikte akıp ta Akdeniz’e dökülüyor. Asıl önemlisi bu sırada Tacim Çiçek’in resmettiği Çukurova’yla tanışıyorsunuz. Dünü ve bugünüyle bir tür zamanda yolculuk...

Bana kalırsa yazarlar zamana dönüşmüş insanlardır. Bu nitelikleriyle büyülü işler yapar, aynı anda hem geçmişi hem bugünü hem de geleceği görürler. Görüp kurarak anlatır, her seferinde sözcükler aracılığıyla gerçeği yeniden ve yeniden inşa ederler. Evet, kalem denen nesne sihirli bir değnek gibidir. Doğru; o sihirli değnek sayesinde sözcüklere kanatlar takılıp havalandırılır ve hepimizin başını döndüren cümleler, metinler yaratılır. Ancak bu kendiliğinden olmaz kuşkusuz. Her şey adına “yazarın odası” ya da “mutfağı” denen yerde pişer, pişirilir. İçine doğulmuş, içinde yetişilmiş, zamanla olgunlaşılmış; başkalarından hareketle hayatın, insanın, doğanın ve dünyanın tanındığı, çözülüp anlaşılmaya başlandığı, yazara kişilik, benlik ve karakter kazandıran yerdedir marifet. Orada yaşar, deneyimler, iyi veya kötü sonuçlar çıkarır, değerler edinerek anlamı kovalar. Hatta zamanla o hâle gelir ki hikâyenin kendisi olur.

Tacim Çiçek tam da bu tarife uyan “mutfağında”, Ceyhan’da bir “hikâye toplayıcısı” olmuş; zamanla yol alıp bir “hikâye anlatıcısı”na dönüşmüş, oranın ruhuyla hemhâl olup gerçeğinden yola çıkmış, kurmuş, kurgulamış ve edebiyat dünyamıza nitelikli yapıtlar sunmuştur. Zira Ceyhan onu içine alıp sokak ve caddelerini, tüm kıyı ve köşelerini yaşatmış ve Tacim Çiçek bu kaynaktan beslenerek eserlerini yaratmıştır. Adana’nın Ceyhan’ında bulunmamış, Türlübaş Mahallesi’ni görüp bizzat yaşamamış olsanız “Türlübaşlı Cemil” adlı bir öyküyü yazabilir misiniz? Irgatlığı, ırgat pazarlarını, çırçır fabrikalarını ve her şeye rağmen akıp giden Ceyhan’ın gece âlemini bilmeseniz kaleminizden ne “Avans Günü” ne de “Keseen Ağa ile Irgat Kibar” öyküleri çıkabilir. Ceyhan’ın, dolayısıyla Türkiye’nin 60’lı–70’li yıllarını bizzat yaşamanın, tanığı olmanın, görüp gözlemlemenin artısıyla Tacim Çiçek sonrasına da uzanıyor ve bize kurguyla gerçeğin nerede başlayıp bittiğini zor fark edebileceğimiz eserleri bu nedenle sunabiliyor. “Mutfağı” zengin!

Kitabını okurken anlıyoruz ki Tacim Çiçek’in çok yönlü bir çocukluk hayatı olmuş. Ezberi iyi, okul piyeslerinde başrolde, türküler söylüyor. Öyle ki daha o yaşta harekete geçip Kulaksız Hakkı’nın kahvesinin karşısındaki Ceyhanspor Lokali’nde sahne alıyor. Dahası da var elbette. Romanlara ait derme çatma, adına “stüdyo” denemeyecek bir yerde “demo” doldurup kasete çevirerek elden eşe dosta dağıtıyor. Bu arada sağlam bir “kitap hırsızı”... Kitapları Halk Kütüphanesi’nden (ç)alıyor, apış arasında... İlk kitaplığını bu şekilde var ediyor. Ama yıllar sonra okuyup öğretmenlik mesleğine başladığında geri dönerek Ora Kitabevi’nden bir kucak dolusu kitapla çıkıyor ve hikâyesini şaşırarak dinleyen Halk Kütüphanesi müdürüne teslim ediyor. İşte bir kez daha “yazarın mutfağı” meselesine geliyoruz; çünkü Tacim Çiçek bu yaşadıklarını kaleme alıyor ve yıllar sonra okurunu Kitap Hırsızı adlı romanıyla buluşturuyor.

Tacim Çiçek’in hayatı ve insanları gözlemleyip tanımasında, başlarda fark etmeksizin bir “hikâye toplayıcısı” hâline gelmesindeki önemli bir faktör, erken yaşta başladığı gazete satıcılığıdır. Ceyhan’ı, Ceyhanlı insanları, gün içinde farklı mekânlarda gerçekleşen olayları, tuhaflıkları görüp yakalamasında bunun payı büyük. Gazeteleri en küçük ayrıntısına varıncaya dek okuması da cabası elbette. Ufku genişliyor, hayatı ciddiye almayı öğreniyor. Hayatla birlikte edebiyatı... Bu nedenle onun çocukluğunun elinden tutarak gezindiğimiz Ceyhan’daki kişilerle olayları bir sıradan anlatı niteliğinde değil, edebî karakterler ve onları var eden olaylar şeklinde okuyoruz. Kamalı Bekir, Terzi Orhan, TKP’li olduğu çok sonra anlaşılan bilge berber Ramazan, Porsuk Duran, Şarapçı Besim, Deli Hasan, bisikletçi Fettah bunlardan sadece birkaçı. Demir Köprü, Türlübaş Mahallesi, Çamlıyol, Dost Bakkal, Asri Sineması, yazlık Sahil Sineması gibi mekânlar da öyle.

“Büyülü fener” dediğimiz sinema ve sinemacılık, özetle bir gölge ve hayal perdesi olan “filmcilik” de o yaşlarda ilgi alanında. Arkadaşlarıyla çöpleri tarıyor, makinistlerin “sansür” niyetiyle kesip attığı film şeritlerini topluyor. Sonrası titiz bir işçilik... Filmler birbirine ekleniyor; bu arada bir bisikletin tekeri çıkarılarak yerine tahtadan yapılan bir makara takılıyor. Evden ya da bir çırçır fabrikasından aşırılan beyaz çarşafın üzerine, ters çevrilen ikinci bir bisikletin tekeri döndürülerek dinamosundan ışık düşürülüyor. Alın size “büyülü fener”; ışık, gölge, hayal ve gerçeğin keşfi...

Tacim Çiçek’in hikâyeciliğinde annesinin de katkısı çok. Zira evlerin teknolojik aletlerle dolup taşmadığı bir dönemde, büyüklerin sık aralıklarla anlattığı masalları can kulağıyla dinlemiş bir masalcı, bir sözlü anlatım ustasıdır. Annesiyle masallar dünyasına, ressam Ali Atmaca’yla resim dünyasına, şiire ve öyküye uzanıyor. Çevresinde bulunan insanların farklılıklarını, özgünlüklerini, ayırıcı niteliklerini yakalamayı başarıyor. İyi bir gözlemci. Yakın komşuları, gözlerinin aslında hiç görmediğini sonradan öğrendiği Raşide Teyze sayesinde, örneğin “görmek” denen şeyin salt fiziksel bir marifet olmadığını fark ediyor. Zira Raşide Teyze sesten, kokudan, ufak bir temas ya da kıpırtıdan hareketle görmektedir! Yani asıl mesele hayatı, insanı ve doğayı içtenlikle duymak, duyumsamaktır.

Bu bakışla daha o yaşlarda gazete satar ya da başka işlerin, insan ya da olayların peşinden koşarken Ceyhan’ı, çarşısını, pazarını sadece görmüyor; hissedip yaşıyor. Biz de onunla birlikte lahmacuncuların, halka tatlısı satanların, şalgamcıların, kellecilerle tavukçuların, eğlence darısı satanların, mısırcıların, kimyonlu nohutçuların, muhallebicilerin, bicibicicilerle eskimocuların, sokak kebapçılarının, karsambaççılarla bozacıların, şirecilerin arasında geziniyoruz. Bu yakın gözlem, bu hayatla iç içe oluş, zamanla Tacim Çiçek’e çevresindeki insanların köklerini, kimliklerini, sır hâline getirilmiş gerçeklerini de gösteriyor. Etrafındaki insanların Arnavut, Boşnak, Ermeni, Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Terekeme, Adige olduğunu anlıyor. Anadolu’nun bir kavimler kapısı olduğu gerçeğini... Nasıl bir tarihsel travmanın yansımasıysa, an gelip “Siz Ermeni misiniz?” diye sorulan kimi komşularının “Biz o değiliz, biz o değiliz!” diyerek verdiği karşılığın tanığı oluyor.

Doğumundan başlayarak askerliğine kadar uzanan süreci, o sürecin Ceyhan’ı ve insanları bağlamıyla anlatan Tacim Çiçek, kitabını şu paragrafla bitiriyor:

“Kendimde olan parçacıkları birleştirdim. Böylece bana ait yapbozla baş başa kaldım. Bu yapboz, çocukluğumdaki sinemacılık günlerimde olduğu gibi karşımda hareketli bir siyah-beyaz filmdi.

Eski zaman ezgisi eşliğinde buruk bir mutluluk bulutu gibi çöktü üstüme.”

Adını başlarda andığım diğer kitabı İzmirim / Hatıralar-Manavkuyu adlı eserinde Tacim Çiçek soruyordu:

“Bir kenti güzel yapan nedir acaba?”

Bana kalırsa o kentte yaşanıp paylaşılanlardır. Hatıralardır, vesselam!

Hatıralarını yazarak Ceyhan’ın ve İzmir’in güzelliklerini, gerçeğini alıp “ölümün elinden kurtaran” Tacim Çiçek’in, ülkemiz edebiyatında örneği az bulunur bu türden eserlere esin vermesi dileğiyle.


Metin Turan / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Lavanta

Başlarda psikolojik terapi desteği alırken, bundan fayda sağlamadığını düşünerek terapiyi bırakmıştı. Kendi kendine bazı davranış kalıplarını ve döngülerini değiştirebileceğini düşünerek onlarca psikoloji kitabı okumuştu.  Yine de hem iş, hem de özel hayatında maddi ve manevi olarak kayba uğrayacak şekilde insanlardan darbe alma döngüsünden kurtulamıyordu.

Yazar Güz, Lavanta

Eylem ve kayıplarının kök sebeplerini bulmak için dedektif gibi iz sürüyordu. Malum devir bilgi devri idi, herkes herşeye kolaylıkla ve hızla erişiyordu. Demeter de sadece bilimsel kaynakları takip etmeyip, çeşitli sosyal medya platformlarından da bu konuyla ilgili paylaşımları okuyup, dinliyordu.  O, bu konuları araştırdıkça, algoritmalar onun karşısına konuyla ilgili doğru ya da yanlış ayırt etmeksizin daha da çok paylaşım çıkarıyordu. 

Demeter hangi sosyal medya platformuna girerse girsin, insanı düzeltilmesi gereken  bozuk bir makineymiş gibi ele alan sözde kişisel gelişimcilere denk geliyordu. Bu da onu daha da tetikleyerek,  bu konulara daha da fazla kaynak aktarmasına sebep oluyordu. 

Demeter, ilk dönemlerde gayet sağlıklı bir şekilde psikolojik terapi alırken, bu süreci yarım bırakarak, her türlü bilgiyi doğru, yanlış demeden içselleştirerek bir o yana, bir bu yana savrulmuştu. Sonrasında karşılaştığı zorlu duygu durumunlarını sadece dışarıdan destek alarak çözebileceğine inanır hale gelmişti. Nasıl ki yanlış ilaç ve dozla hasta, şifa bulamayıp, var olan sağlığını da kaybederse, Demeter de yanlış bilgi, yanlış yöntem ve bakış açıları ile var olan psikolojik direncini ve iyi olma halini kaybetmişti. 

Alternatif yolları denemesini önermişti bir arkadaşı. Önceleri çok bilimsel gelmese de, sonrasında mantıklı geldi bu da ona, denize düşen yılana sarılır misali. Peru’dan geldiği söylenen bir şamanın hafta sonu kamplarına gitmiş, Göbeklitepe’de ağlama seanslarına sonrasında da ormanda bağırarak öfkenin dışa vurulduğu arınma çalışmalarına da katılmıştı. Artık konu bilimsel çözümler aramaktan ziyade, her seferinde dolandırıldığı ama bir şekilde daha iyi versiyonunu bulup, daha iyi deneyimler yaşayacağına inandığı bir rotada koşar adımlarla yürümeye dönüşmüştü. Aslında yürümüyordu da, sadece patinaj yapıyordu. Ancak, farkında değildi durumun uzunca süre.

Spiritüel çalışmalara, ritüellere bağımlı hale gelmişti. Mesai saatlerinden arta  kalan tüm zamanını ve neredeyse tüm kazancını bu çalışmalara harcıyordu. Ancak bir arpa boyu yol alamıyordu. 

Bir gün Demeter, yakın arkadaşı Dilara ile birlikte Dilara’nın anneannesi emekli doktor Dilruba Hanım’ı ziyaret eder. Dilruba Hanım, Demeter’in bahsettiği arınma terapilerinin ve meditasyonların detaylarını ve Demeter’in içinden geçtiği süreci dikkatle dinledikten sonra içeriye gider. Kısa bir süre sonra, elinde bir tepsi ile gelir. Tepside ince belli bardakta demli çay, yanında tarçın kokulu akide şekeri ve kenarları lavanta işlemeli bej rengi bir kese vardır. Dilruba Hanım, tepsiyi Demeter’in önündeki sedef kakmalı ahşap sehpanın üzerine koyarken Demeter’e dönerek “Sıhhat ve afiyet olsun kızım.” der. Demeter keseyi açar, içinde lavanta kokulu mor bir sabun vardır. 

Çayın yanında sabun ikramı hiç görmemişti ömründe, alır eline koklar sabunu. “Ne güzel kokuyor, kesenin işlemeleri ne özenli, kumaşı ne kadar doğal” der Demeter gülümseyerek. Dilruba Hanım söze girer “Demeter kızım sürekli dolandırılıp, kandırılmışsın maddi ve manevi konularda. Kendini suçlayıp ben nerede yanlış yaptım, çocukluk travmalarım nelerdir, blokajları nasıl çözerim diyerek kapı kapı dolaşmışsın, bunu çok takdir ettim. Ama aslında olayların detaylarının bu kadar içine girip kaybolmadan, anlattıklarına daha bütünsel gözle bakınca tüm hikayelerde ortak bir şey farkettim. Hep aynı karakterdeki insanlara güvenmişsin ama bu insanlar güvenilmez  olduklarına ve değer yargılarında eksiklikler olduğuna dair sinyalleri vermişler zaten. Ama sen “Herkes güvenilirdir, her insan bir şans hak eder. “diyerek hep işaretleri görmezden gelmişsin. Aslında insanlara karşı sınırlarını yavaş yavaş esnetip, yanlış bir tavır gördüğünde biraz geri çekilip, öfkenin de gerekli bir şey olduğunu kabul edip, öfkelendiğinde ya da kırıldığında insanlarla mesafeni tekrar düzenleseydin yaşadıklarının akışı değişebilirdi. Anlıyorum kalp kırmak istemiyorsun, ama kırılıp kızdığında tartışmana, bağırıp çağırmana gerek kalmadan, sadece “Bu benim hoş görebileceğim bir şey değil!” deyip,  emek, zaman ve maddi kaynaklarını o kişiye ya da kuruma akıtmayı azaltsan ya da komple kessen daha az Zarar görecektin çoğu zaman Demeter kızım. Bu dediklerim şiddetsiz ama adil bir iletişimin, ilişki kurmanın parçası.” 

Demeter başlar anlatmaya “Psikoloğum bir keresinde “Her öfke tipi zararlı değildir. Sınırlarını nerede koyman gerektiğini gösteren bir erken uyarı sistemi gibi düşün öfkelenmeyi” demişti. Ama ben hep kötü bir insan olmak, karşımdakine haksızlık yapmak korkusu ile duygularımı ve kendi ihtiyaçlarımı bastırmaktan, öfke bile hissedemez haldeydim. Sonrasında da moda akıma kapılıp bu spiritüelcilerin eline düştüm. O noktada da işin şirazesi iyice kaydı. Farklı çalışmalara, kamplara katıldım. Zamanımı, paramı, hatta sağlıklı düşünme yetimi bile kaybettim. Ortalıkta spiritüel dolandırıcılar çoğalmış epey. Bir tarafta sözde tarikatlardaki hacılar hocalar tarafından maddi ve manevi olarak sömürülen halkımız, bir tarafta da bu kişilere kananları kınayan ama spiritüellik adı altında aynı şeyi yapanlara kaynaklarını kaptırıp, sonrasında da akıl sağlıklarını kaybedenler var ülkede. Atatürk tekke ve zaviyeleri her ne kadar kapatsa da, halkın inançlarını sömürenlerin önü yıllar içinde iyice açılmış, mantar gibi çoğalmışlar farklı formatlarda. Bu akıl tutulması hali de bir başka pandemi türü bence. Maalesef ben de nasibimi aldım bu furyadan. Şimdi de “Ben nasıl bu gibi şeylere inandım!” diyerek derin üzüntü ve pişmanlık içindeyim. Kaybettiğim para, zaman ve iyi olma halimin ise telafisi yok.” Demeter konuşurken, bir yandan da içli içli ağlıyordu. 

Dilruba Hanım, Demeter’e masada duran kenarları pembe gül oyalı mendili uzattı. Demeter gözyaşlarını sildi. Dilruba Hanım’ın hobilerinden biriydi iğne oyalı mendiller, işlemeli keseler yapıp, içlerine objeler koyarak hediye etmek misafirlerine diş kirası olarak. Paşa dedelerinden gelen, aslında bir Türk geleneği olan, diş kirası adı altında hediye verme alışkanlığını ailece sürdürmekteydiler. 

Dilruba Hanım, Demeter’in soğuyan çayını yeniler. Demeter safran aromalı çayından bir yudum alıp, tarçınlı akide şekerini ağzına atmış, lavanta işlemeli keseyi dokunarak inceliyordu. Dilruba Hanım, Demeter’in yüzündeki rahatlamış ifadeyi görünce başlar konuşmaya. “Çapa olsun lavanta kokusu sana, ne zaman lavanta görsen ya da kokusu gelse burnuna, sınırlarını korumayı hatırlat kendine. Seçici davranarak işinin ehli olan gerçek psikologlardan terapi desteği al, ihtiyaç duyarsan. Bu lavantalı sabunu al, banyo alırken kullan, hatırla konuştuklarımızı onu kullanırken. Kendine telkin et duygularını hissetmenin ve haklarını korumak için sınır koymanın seni kötü bir insan yapmayacağını. Küçük adımlarla başla sınır koyma pratiklerine. Belki çevren daralır ama sağlıklı ve yerinde sınırlar koyarsan, hakiki dostlar, arkadaşlar, akrabalar kalır yanında. Kaybedeceklerin sadece seni suistimal etme niyetinde olanlar olur ki onların kaybı aslında bir kazançtır senin için. 

Muhtemelen çocukluğunda ortamda dengeyi sağlamak ve uyumlu bir çocuk olmak için kendi duygusal ve  fiziksel ihtiyaçlarından bile vazgeçmek zorunda kalmıştın. Hatta belki de ebeveynlerini farklı sebeplerle, sen teselli etme görevini üstlenmiş, bu sayede de onay ve takdir görmüştün. Onların duygularını ön görmek ve anlamak için epeyce pratik yapmış, bu arada kendi duygusal ihtiyaçlarından kopmuş, çevreni mutlu etmek için sürekli verirken, kendin için bir şey istemeyi ve destek almayı da unutmuştun. Böylece hiç bir isteği geri çeviremez hale gelip, yetişkinliğinde de istismar ve manipülasyonlara açık hale gelmişsin Demeter kızım. Geçirgen sınırların olması senin bireyselleşmeni ve ayrışmanı da engeller güzel kızım. Seni rahatsız eden bir olay yaşandığında kendini suçlamak yerine önce biraz bekle. Bu çay gibi konu senin içinde demini alsın, dingince dinle iç sesini, anla ve kapsa duygularını. Ne yapılmış, ne yaşanmış ve bu sana ne hissettiriyor bir bak bakalım. İyi ya da güvende hissetmiyorsan, değer yargılarına ters bir şey yapıldıysa ya da hakların gasp edildiyse, haksızlığa uğradıysan yapılanları yok sayarak, hiç bir şey olmamış gibi davranmak zorunda değilsin. Hatta aynı mesafede durmaman karşı taraf ile, daha sağlıklı olan. Karşı tarafın da gelişmesi ve aynı hataları yaparak başka insanları da yaralamaması için bir geri besleme ona da, faydalı bir adım olarak düşün bunu bütünün hayrı için.”

Demeter, Dilruba Hanım ve Dilara ile geçirdiği huzurlu saatlerden sonra, eve dönerken köşe başındaki çiçekçide mor bir saksının içinde lavanta çiçekleri görür. Salonunun baş köşesine koymak üzere, hemen içeri girip satın alır onları. Dilruba Hanım’ın dedikleri kulağına küpe oldu Demeter’in.  Gerçek profesyonellerden terapi aldı. Uzak durdu insanların zaaflarını kullanarak, şifacılık adı altında ticaret yapanlardan. Kendi iyi olma haline ve sınırlarına sadakat geliştirdi küçük adımlarla. Aradan bir  yıl geçip, Dilara ile Dilruba Hanım’ın doğum günü ziyaretine gittiğinde, Dilruba Hanım’a üzerinde lavanta deseni olan altın zarif bir broş hediye eder, göz kırpıp, gülerek. Dilruba Hanım, gülümseyerek başını bilgelikle sallar  Demeter’e onay verir gibi. Diğer misafirlerinin varlığı nedeniyle Demeter ve Dilruba Hanım, hiç konuşmadan iletişim kurmuşlardır Demeter’in hayatının artık yolunda gittiğine dair.

Şifa kapılarının anahtarını bazen bir söz ile, bazen bir temas  ile farkederiz. Güzel kapılara açılan, belki de zaten gözümüzün önünde açık seçik duran, anahtarları kolaylıkla ve huzurla farkedebilmek dileğiyle. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447