Geceye İnanmak İstemiyorum

Sophia Jamali Soufi

Geceye inanmak istemiyorum

Uzaklığın soğuk ve siyah

Artık hiçbir mevsim bana gülümsemiyor

Sokaklar

Yüzler

Pencereler beni bekliyor

Hayal gücün eğildiğim bir tapınak

Bütün varlığım sende kayboldu

Beni karanlıkta bırakma

Bir köşede kıvrıldım

bir okşayış özlemi

Bir umut ışığı, bir yıldız

Geceye inanmak istemiyorum …


Sophia Jamali Soufi  / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Fazlı Humar Yazdı: Sonra

 Fazlı Humar Yazdı: Sonra

çoğalırdık bebelerin

günü aşklayan sevinçleriyle

tuttukça ellerini

nehirlerce akardık

denizine kavuşmak isteyen

sıcak bir çorba

iki dilim ekmek

açlığı teselli eder

elde ne var ne yok

tepeden tırnağa giydirir

cicili bicili bayramlara bezenirdik

 

sonra

 

yalın ayak yürürdük

şarkılar

türküler söylerdik avaz avaz

halaylar çeker dans ederdik

ve şiirler okur

uzun uzun öpüşürdük seninle

 

sonra

 

apansız kopan her yağmurda

sen düşersin aklıma

  

Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Gülcan Şık Yazdı: Olmaz mı?

“Ne tuhaf bir histi… Kızgınlık, öfke, kırgınlık, sevgi… Bunlara dair içinde tek bir kıvılcım bile kalmamıştı. Ne kaşlarını çatabiliyor, ne de kahkaha atabiliyordu. Gözleri bile dolmuyordu. Duyarsız değildi aslında, sadece yorgundu… Hırpalanmıştı.  

Gülcan Şık Yazdı Olmaz mı

Diğer yarısı bir ağacın altına oturdu. Gözleri bir karıncaya takıldı. İstese parmağıyla ezebileceği o minik karınca, ağzındaki kırıntıyla didinip duruyordu.  O an sadece yürümek istedi. Karıncayla sessizce vedalaştı. Çünkü kendini onda gördü. Hafifçe, belki de son kez gülümsedi. Adım atmaya mecali kalmamış bedenini toparlayıp yürümeye koyuldu. Çünkü hayat, bazen sadece yürümek zorunda olduğun bir yoldu… Belki sonu bilinmezdi ama yine de… Olmaz mı?”

Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Kurtuluş

Ev kapısının anahtarla dönme sesi, Hatice için günün en korkunç melodisiydi. O ses, okulun cıvıl cıvıl koridorlarında yankılanan çocuk kahkahalarını, tebeşir kokulu umutları ve "Öğretmenim!" diye seslenen minik kalpleri bir anda silip süpüren bir kasırga gibiydi. O ses, Hatice'nin değil, "Polis Murat'ın Karısı"nın evine geldiğini haber verirdi.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı Kurtuluş

Hatice, yirmi sekiz yaşında, idealist bir sınıf öğretmeniydi. Gözleri, öğrencilerine baktığında pırıl pırıl parlardı. Sabrı, en yaramaz çocuğu bile kucaklayacak kadar engindi. Sınıfının kapısından içeri girdiği an, omuzlarındaki görünmez yük kalkar, nefes alırdı. Orası onun krallığıydı; sevginin ve bilginin koşulsuz paylaşıldığı kutsal bir sığınak. Ama okul zili çalıp evine doğru yola çıktığında, omuzlarına binen yük ağırlaşır, adımları küçülürdü. Kocası Murat, dışarıdan bakıldığında saygı duyulan, üniforması içinde heybetli duran bir polisti. Toplumun gözünde asayişin teminatıydı. Hatice'nin hayatında ise asayişin değil, huzursuzluğun ta kendisiydi.

Fiziksel şiddet yoktu. Murat'ın silahı kelimelerdi, bakışlarıydı, sessizliğiydi. "Yemek yine mi tuzlu biraz?" diye masumca başlayan bir soru, Hatice'nin "Affedersin hayatım, dikkat etmemişim," demesiyle büyürdü. "Sen neye dikkat edersin ki zaten, Hatice? Aklın kim bilir nerelerde? Okuldaki velilerden biriyle mi cilveleştin yoksa?"

"Saçmalama Murat, ne ilgisi var?"

"İlgisi var tabii. Ben dışarıda itle kopukla uğraşırken senin aklın bir karış havada. Bir yemeği bile beceremiyorsun. Sonra da 'ben öğretmenim' diye gezersin ortalıkta."

Bu diyaloglar, evin duvarlarına sinmişti. Hatice'nin özgüveni, her gün damla damla eriyen bir buz kütlesi gibiydi. Artık arkadaşlarıyla dışarı çıkmıyordu, çünkü Murat her seferinde "Kimleydin? Ne konuştunuz? O Ayşe denen kadının lafına uyma, kocasıyla arası bozuk, seni de kendine benzetir," diye saatlerce sorguya çekerdi. Annesini aradığında telefonu hoparlöre almasını ister, "Ne saklıyorsun ki benden?" derdi.

En kötüsü de Murat'ın "seni korumak için" maskesiydi. Giydiği elbiseye, "Öğretmene yakışıyor mu bu kadar renkli? Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?" diye müdahale ederdi. Okulda bir veliyle fazla konuştuğunda, akşam evde "O adamın sana nasıl baktığını görmedim mi sanıyorsun? Mesafeni koru biraz. Sonra laf söz olur, benim adıma leke gelir," diye fırtına koparırdı.

Hatice, camdan bir fanusun içine hapsolmuş gibiydi. Her hareketi izleniyor, her sözü tartılıyor, her düşüncesi sorgulanıyordu. Yavaş yavaş kendi benliğini unutuyordu. O artık neşeli, hayat dolu Hatice değildi. O, kocasının gözlerindeki onayı arayan, her an yanlış bir şey yapmaktan korkan, endişeli bir gölgeydi.

Bir akşam, birinci sınıf öğrencilerinden birinin yaptığı resmi buldu çantasında. Bir elma ağacının altında gülüseyen bir çöp adam çizmiş, altına da "Canım Öğretmenim Hatice" yazmıştı. Murat resmi gördü.

"Ne bu?" diye sordu buz gibi bir sesle.

"Öğrencim yapmış," dedi Hatice, sesi titreyerek.

Murat resmi aldı, evirdi çevirdi. "Hatice mi? 'Öğretmenim' yeterli değil mi? Ne bu samimiyet? Daha birinci sınıftan çocuklara adınla hitap etmeyi mi öğretiyorsun? Sonra velisi de gelir sana 'Hatice' der. Nerede kaldı saygı? Nerede kaldı devletin memurunun itibarı?"

Hatice'nin içinde bir şeyler koptu. O masum resim, Murat'ın zihninde kirli bir senaryoya dönüşmüştü. O an anladı. Sorun kendisinde, elbisesinde, yemeğin tuzunda ya da arkadaşı Ayşe'de değildi. Sorun, Murat'ın ruhunu saran zehirli bir sarmaşıktı ve bu sarmaşık onu boğuyordu. 

"Yeter..." diye fısıldadı.

"Ne dedin sen?" Murat'ın gözleri kısıldı. O bakış, karakolda bir suçluya yönelttiği bakıştı.

Hatice ilk defa sesini yükseltti. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama sesi kararlıydı. "Yeter dedim! O sadece yedi yaşında bir çocuk! Onun dünyasında kötülük yok! Senin kirli zihnindeki gibi değil dünya! Ben öğretmenim, anladın mı? Sadece senin karın değilim, ben Hatice Öğretmen'im!"

Murat bir an şaşırdı. Bu beklenmedik isyan karşısında ne yapacağını bilemedi. Sonra o bilindik, zehirli gülümsemesi yüzüne yayıldı.

"Demek öyle, Hatice Öğretmen," dedi sakince. "İstediğin yere gidebilirsin. Ama unutma. Ben polisim. Kime gidersen git, kime ne anlatırsan anlat, kim sana inanır? Zavallı, psikolojisi bozuk bir kadın mı, yoksa görevini şerefiyle yapan bir polis mi? Sen bilirsin."

Bu, en büyük tehditti. Gücün ve otoritenin arkasına saklanarak söylenmiş, üstü kapalı bir 'seni mahvederim' cümlesiydi. Narsist bir kişiliğin dışarıya yansımasıydı.

O gece Hatice uyumadı. Şafak sökerken, Murat'ın uyuduğundan emin olunca sessizce kalktı. Titreyen elleriyle küçük bir çantaya birkaç parça eşya, banka kartını ve öğrencisinin çizdiği o resmi koydu. Resim, onun masumiyetini, kim olduğunu ve ne için savaşması gerektiğini hatırlatan bir bayraktı.

Kapıyı sessizce açtı. Dışarıdaki serin hava yüzüne bir tokat gibi çarptı. Arkasına bakmadan yürüdü. Nereye gittiğini bilmiyordu. Belki bir arkadaşına, belki ailesinin yanına, belki de bir kadın sığınma evine. Bilmiyordu. Ama ilk defa, aylardır ilk defa, attığı her adımın hesabını soracak birinin olmadığını bilerek yürüyordu.

Güneş doğarken, Hatice hâlâ yürüyordu. Yorgundu, korkuyordu ama içindeki cam fanus çatlamıştı. Artık nefes alabiliyordu. O, Polis Murat'ın karısı değil, kendi yolunu çizen, yaralı ama özgür bir kadındı. O, Hatice Öğretmen'di ve krallığına, yani kendisine geri dönmek için ilk adımı atmıştı. Yol uzun ve zorlu olacaktı ama artık kilitte dönen bir anahtarın sesinden korkmayacaktı.

Yollar ve kalbi Hatice'yi en bildik, en güvenli limana, annesinin evine götürdü. Çocukluğunun geçtiği, her köşesinde bir anının saklı olduğu ahşap kapıyı titreyen bir elle çaldığında, içinde hem bir sığınma umudu hem de yaşatacağı hayal kırıklığının utancı vardı.

Kapıyı annesi Fatma Hanım açtı. Kızını şafak vaktinde, gözleri kan çanağı, yüzü solgun ve elinde küçük bir çantayla görünce, yüreğine bir bıçak saplandı. "Hatice? Kızım? Ne oldu bu saatte? Murat nerede, bir şey mi oldu?"

Hatice'nin dudaklarından sadece bir hıçkırık koptu. Annesinin şefkatli kollarına sığındığında, haftalardır, aylardır içinde biriktirdiği tüm o zehir, gözyaşlarıyla birlikte akıp gitmeye başladı.

Fatma Hanım, kızını içeri alıp divanın üzerine oturttu. Önüne bir bardak su koydu. Konuşması için zorlamadı, sadece yanına oturup sırtını sıvazladı. O sessiz dokunuş, Murat'ın en tumturaklı sevgi sözcüklerinden bile daha gerçekti.

Hatice sonunda sakinleşince, her şeyi anlattı. Kırılan tabakları, yakılan yemekleri değil; kırılan gururunu, yakılan özgüvenini anlattı. Kelimelerle kurulan darağaçlarını, bakışlarla sıkılan kurşunları, "seni koruyorum" maskesi altındaki kontrol saplantısını bir bir döktü ortaya. Anlattıkça, bu zulmün ne kadar derin olduğunu kendisi de bir kez daha idrak etti.

Fatma Hanım, geleneklerine bağlı, "kol kırılır yen içinde kalır" düsturuyla büyümüş bir kadındı. Kızının anlattıkları karşısında dehşete düşmüştü ama zihninin bir köşesinde o meşhur soru yankılanıyordu: "Elalem ne der?"

"Kızım..." dedi tereddütle. "Bilirim, zor zamanlar geçirmişsin. Ama o senin kocan. Bir anlık sinirle yuva yıkılır mı? Sabretseydin biraz daha. Hem o polis, devletin memuru. Karşımıza almayalım şimdi durduk yere."

Hatice, annesinin gözlerindeki korkuyu gördü. Bu korku, Murat'ın en büyük silahıydı. Toplum, güç, itibar...

"Anne," dedi net bir sesle. "Ben de sabredecek bir şey kalmadı. Ben bittim. O evde ben yoktum artık, sadece onun kuklası vardı. 'Elalem' benim her gece yastığa başımı nasıl koyduğumu biliyor mu? Ya da 'devletin memuru' olmasının, karısına psikolojik işkence yapma hakkı verdiğini hangi kanun yazıyor?"

Fatma Hanım, kızının gözlerindeki o çelik gibi parıltıyı görünce sustu. Bu, onun tanıdığı cıvıl cıvıl Hatice değildi; bu, yaralı ama hayatta kalmak için savaşmaya karar vermiş bir kadındı. Annelik içgüdüsü, toplumsal korkularına galip geldi. Kalktı, kızının yanına oturdu ve elini sımsıkı tuttu. "Tamam kızım," dedi. "Tamam. Burası senin evin. Kimse seni buradan alamaz."

Bu cümle, Hatice'nin haftalardır duyduğu en güzel melodiydi.

Ancak huzurları uzun sürmedi. Öğleye doğru evin telefonu çaldı. Arayan Murat'tı. Fatma Hanım, "Açma kızım," dese de Hatice, "Kaçamam artık anne," diyerek telefonu açtı.

Murat'ın sesi, endişeli bir koca rolünü mükemmel oynuyordu. "Hatice? Hayatım, neredesin? Aklım çıktı. Bir anlık sinirle konuştum, biliyorsun seni ne kadar sevdiğimi. Hadi güzelim, gel evine. Bak yemeği bile ben hazırladım."

Bu sahte şefkat, Hatice'nin midesini bulandırdı. "Geri dönmeyeceğim Murat."

Telefondaki sesin tonu anında değişti. Şefkatli koca gitmiş, yerine tehditkâr polis gelmişti. "Ne demek dönmeyeceğim? Neredesin sen? Annenin evinde misin? Beni rezil mi edeceksin elaleme? Hatice, aklını başına topla ve hemen evine dön. Yoksa bu işin sonu kötü olur."

"Asıl sen aklını başına topla, Murat. Bitti."

"Bitti mi?" Telefonda sinirli bir kahkaha duyuldu. "Ben bitti demeden hiçbir şey bitmez! O kapıdan çıktığına pişman olacaksın. O çok sevdiğin öğretmenliği de elinden almasını bilirim ben. 'Psikolojisi bozuk, görev yapamaz' diye bir rapor yazdırmak ne kadar zor sanıyorsun? Aileni de rahat bırakmam. Anlarsın o zaman dünya kaç bucakmış!"

Hatice, telefonu kapattı. Elleri titriyordu ama yüzü kararlıydı. Annesi korkuyla, "Ne diyor, ne diyor o adam?" diye soruyordu.

Hatice annesine döndü. "Korkutmaya çalışıyor anne. Her zaman yaptığı gibi." Çantasından öğrencisinin çizdiği resmi çıkardı. Buruşmuş kâğıttaki gülümseyen çöp adama baktı. "Ama ben artık korkmuyorum."

İlk işi, liseden beri en yakın arkadaşı olan ve Murat'ın sürekli görüşmesini yasakladığı avukat Ayşe'yi aramaktı. Ayşe, telefonu açar açmaz Hatice'nin sesindeki tınıdan bir şeyler olduğunu anladı. Hatice her şeyi anlattığında, Ayşe'nin tek söylediği şuydu: "Neredesin? Konum at, on dakika içinde oradayım. Sakın korkma. O raporu ancak rüyasında yazdırır. Psikolojik şiddet, en az yumruk kadar güçlü bir delildir. Yalnız değilsin kardeşim."

Telefonu kapattıktan sonra Hatice, annesinin hazırladığı mercimek çorbasının kokusunu içine çekti. Bu, evinin, çocukluğunun kokusuydu. Korku hâlâ oradaydı ama artık yalnız değildi; yanında minik bir umut filizi ve çelikten bir kararlılık vardı. Savaş daha yeni başlıyordu ama Hatice, sığındığı bu limanda, kendi fırtınasını atlatmak için güç toplamaya başlamıştı.

Avukat Ayşe'nin gelişi, Fatma Hanım'ın endişeli evine bir anda strateji ve kararlılık havası getirdi. Ayşe, arkadaşına sarılırken fısıldadı: "Aslan kardeşim benim. En doğrusunu yaptın." Bu iki kelime, Hatice'nin titreyen ruhuna bir zırh gibi giydirildi.

Oturup çorbalarını içerken, Ayşe bir avukatın netliğiyle konuştu, ama bir dostun sıcaklığını hiç bırakmadı. "Bak Hatice," dedi, "Murat'ın en büyük silahı korku ve senin yalnız olduğuna dair yarattığı inanç. Şimdi o silahı elinden alacağız. İlk iş, yarın sabah ilk iş, hakkında uzaklaştırma kararı çıkartmak için başvuracağız. Evine, okuluna, sana ve annene belirli bir metreden fazla yaklaşamayacak. Tehditleri artık sadece boş laf olacak, çünkü en ufak bir ihlalde karşısında polisi değil, hâkimi bulacak."

Fatma Hanım endişeyle atıldı, "Ama kendi de polis, bir şey yapmazlar ona."

Ayşe, Fatma Hanım'a güven veren bir gülümsemeyle döndü. "Fatma Teyze, kanun üniformalı ya da üniformasız herkese aynı işler. Hatta bir kamu görevlisinin gücünü kötüye kullanması, suçu daha da ağırlaştırır. Murat bunu biliyor, o yüzden sadece tehdit ediyor. Blöf yapıyor. Biz onun blöfünü göreceğiz."

Sonra Hatice'ye döndü. "Ve boşanma davası... Dilekçeni hazırladım bile. Psikolojik şiddet, aşağılama, sosyal hayatını kısıtlama, tehdit... Bunların hepsi birer boşanma sebebi. Annen şahidin. Benimle yaptığın bu konuşma bile bir delil. Yalnız değilsin."

Hatice dinlerken, omuzlarındaki görünmez yükün hafiflediğini hissetti. Yıllardır içinde bulunduğu sisli labirentte, Ayşe ona bir pusula uzatmıştı.

"Gönlümdekini yapmak istiyorum, Ayşe," dedi Hatice. "Yarın okuluma gitmek istiyorum. Öğrencilerime."

Bu, odadaki en cesurca cümleyi. Fatma Hanım'ın gözleri büyüdü. "Kızım emin misin? Ya oraya gelirse?"

Ayşe araya girdi. "Harika bir fikir. İşte bu benim tanıdığım Hatice. Korkup saklandığını düşünmesine izin vermeyeceğiz. Okul müdürünle ben konuşurum. Durumu, mahremiyetini koruyarak anlatırım. Okul, senin için güvenli bir alan olmalı ve bunu sağlayacaklar. Sen sadece öğretmenliğini yapacaksın. En iyi yaptığın şeyi."

O gece Hatice, yıllardır ilk defa bir amaçla uyudu. Sabah, annesinin endişeli bakışları ve Ayşe'nin destekleyici gülümsemesi arasında evden çıktı. Okuluna doğru yürürken attığı her adım, bir isyandı. Murat'ın "yapamazsın" dediği her şeye karşı bir meydan okumaydı. Köşe başlarında onun arabasını aradı gözleri, ama korkuyla değil, tetikte olarak. Artık av değil, kendi hayatının devriyesiydi.

Okul kapısından girdiğinde, müdür odasına çağrıldı. Ayşe'nin konuştuğu belliydi. Müdür Bey, babacan bir tavırla, "Hatice Öğretmenim, hoş geldiniz. Okulumuzun ve sizin huzurunuz bizim için esastır. Gözünüz arkada kalmasın. Siz dersinize, çocuklarınıza odaklanın," dedi.

Ve sonra o an geldi. Hatice, sınıfının kapısını açtı. İçeriden gelen o tanıdık uğultu, minik bedenlerin hareketi, tebeşir ve silgi kokusu... Onu bir anda iyileştiren bir iksir gibiydi. Onu gören çocuklar bir ağızdan bağırdı:

"Öğretmenim gelmiiiş!"

Minik ayaklar ona doğru koştu. Bacaklarına sarılan küçük kollar, Murat'ın kurduğu bütün o görünmez duvarları yıktı geçti. Sıraların birinde, geçen gün resmini yaptığı o minik öğrenciyi gördü. Çocuk ona el sallıyordu. Hatice, tüm sınıfı kucaklayan bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Tahtanın başına geçti ve eline tebeşiri aldı. "Günaydın çocuklar," dedi. Sesi, uzun zamandır hiç olmadığı kadar net ve güçlüydü. "Bugün sizlerle en sevdiğim konulardan birini işleyeceğiz: Kendi hikayemizin kahramanı olmak."

O gün ders boyunca Hatice sadece müfredatı anlatmadı. Çocuklara cesareti, iyiliği, bir çiçeğin güneşe dönmesi gibi umuda dönmeyi anlattı. Anlattığı her kelime, aslında kendi kendine verdiği bir sözdü.

Okul çıkışı, artık adımları daha hafifti. Korkusu tamamen yok olmamıştı ama artık ona hükmetmiyordu. Telefonuna Ayşe'den bir mesaj geldi: "Uzaklaştırma kararı için başvuru tamam. Tebligat yakında elinde olur. Akşama kutlama yemeği benden!"

Hatice gülümsedi. Annesinin evine doğru yürürken, hayatında ilk defa anahtarı kendisi çevireceği bir kapıya gidiyordu. O kapının ardında belki hala bir dava, zorlu bir süreç vardı. Ama sınıfının kapısını açtığında bulduğu o saf sevgi ve yeniden kazandığı kimliği, ona tüm bu savaşları kazanacak gücü vermişti. O artık sadece bir mağdur değil, kendi hikayesinin kahramanı olmaya karar vermiş Hatice Öğretmen'di. Ve bu hikaye, mutlu sonla bitmek zorundaydı.

Hatice’nin kendine güveni gelmiş, gerçek kimliğini bulmuştu ama bu kimliği yaşatmak, onu bir zırh gibi kuşanmak, hiç de kolay değildi. Mücadele zordu; çünkü bu, sadece mahkeme salonunda değil, aynı zamanda sokakta, markette, öğretmenler odasında ve en önemlisi kendi zihninde her gün yeniden kazanılması gereken bir savaştı.

2024 yılının yazı, Denizli'nin meşhur sıcaklarından daha yakıcı bir gerilimle geçiyordu. Uzaklaştırma kararı, Murat'ın fiziksel varlığını Hatice'nin hayatından çıkarmıştı, ancak gölgesi hâlâ uzundu ve zehirliydi. Murat, cepheden saldırmak yerine, bir fısıltı ordusu kurarak gerilla taktiği uygulamaya başlamıştı.

İlk salvoyu, ortak arkadaşlarından gelen bir telefonla aldı. "Hatice, Murat perişan haldeymiş," diyordu ses. "Hiçbir şey yemiyormuş, işine konsantre olamıyormuş. Belki bir kez daha konuşsanız? Yuva kolay kurulmuyor." Hatice, bu manipülasyonu artık tanıyordu. "Benim adıma endişelendiğin için teşekkür ederim ama kararım kesin," dedi ve telefonu kapattı. Her kapattığı telefon, kazandığı küçük bir muharebeydi.

Asıl zorlu cephe, sosyal hayattı. Bir gün annesiyle pazara çıktığında, eski bir komşuları yanlarına yaklaştı. Kadın, Hatice'yi görmezden gelip doğrudan Fatma Hanım'a konuştu: "Ah Fatma'cım, duydum olanları. Çok üzüldüm Murat'a. Pırlanta gibi çocuktu. Kadir kıymet bilmek lazım, devir kötü."

O an Hatice'nin yanakları alev alev yandı. Utanç ve öfke birbirine karıştı. Eskiden olsa başını öne eğer, oradan kaçardı. Ama şimdi değil. Sakince kadına döndü. "Merhaba Nermin Teyze," dedi net bir sesle. "Benim hayatım hakkında en doğru bilgiyi, pırlanta gibi bir adamın neden karısını psikolojik şiddetle evden kaçırdığını yine benden öğrenebilirsiniz. Ama zannetmiyorum ki gerçeği merak edesiniz." Kadın afallamış bir halde arkasını dönüp giderken, Fatma Hanım kızının elini sıktı. Gözlerinde korku değil, gurur vardı.

Okulda durum daha karmaşıktı. Müdürün desteği tamdı ama bazı meslektaşlarının meraklı ve yargılayıcı bakışlarından kaçamıyordu. Öğle arasında bir öğretmen, "Boşanma davası zor iş Hatice," diye lafa girdi. "Hele Murat gibi güçlü birine karşı... İyi düşündün mü?" Bu, bir tavsiye değil, bir testti.

Hatice çayından bir yudum aldı. "Hayatımda ilk defa bu kadar iyi düşündüm," dedi, gülümsemeye çalışarak. "Zor olan dava değil, zor olan o hayatı yaşamak." Bu kısa ve net cevaplar, onun yeni kalkanlarıydı. Dedikodulara ve imalara, kendi gerçeğinin duvarını örerek karşılık veriyordu.

Akşamları, Ayşe ile birlikte dava dosyası üzerinde çalışıyorlardı. Murat'ın avukatı, karşı dava olarak "sadakatsizlik" ve "psikolojik dengesizlik" gibi mesnetsiz iddialar sunmuştu. Bu iftiraları okumak Hatice'nin canını yakıyordu. Bir gece, dosyaların arasında ağlamaya başladı. "Belki de haklılar Ayşe," dedi hıçkırıklar arasında. "Belki de ben abartıyorum, belki de sorun bende."

Ayşe, dosyaları kenara itti. "Sakın! Sakın o tuzağa düşme. Bu, istismarcının son ve en kirli oyunudur: Kurbanı, kendi akıl sağlığından şüphe etmeye zorlamak. Sen delil topla, o iftira atsın. Bakalım hâkim kime inanacak? Senin elinde tehdit mesajları, tanık olarak annen ve ben varız. Onun elinde ne var? Sadece kendi kibri."

Hatice, bu destekle yeniden ayağa kalktı. Mücadele sadece yasal yollarla olmuyordu. Kendini yeniden inşa etmesi gerekiyordu. Yıllardır Murat'ın "ne gereği var" dediği için bıraktığı halk oyunları kursuna yeniden yazıldı. Zeybek figürlerini öğrenirken, attığı her adımda toprağa daha sağlam bastığını hissediyordu. Ayakları yere vurdukça, içindeki öfke ve kederin ritimle birlikte dağıldığını fark etti.

Bir Cumartesi günü, ilk duruşmaya sadece haftalar kala, tek başına teleferiğe binip Bağbaşı Yaylası'na çıktı. Serin havayı ciğerlerine doldururken aşağıda kalan şehre baktı. O şehirde bir yerlerde, onu yok etmeye çalışan bir adam vardı. O şehirde onu yargılayan insanlar vardı. O şehirde zorlu bir gelecek onu bekliyordu.

Ama o an, o yükseklikte, hepsi küçücük görünüyordu. Gözlerini kapattı ve öğrencisinin çizdiği resmi, annesinin gururlu bakışını, Ayşe'nin dostluğunu ve halk oyunları kursundaki müziğin ritmini düşündü. Bunlar, onun yeni gerçekliğiydi.

Mücadele zordu, evet. Yıpratıcıydı, bazen umut kırıcıydı. Ama Hatice de artık zordu. Kırılgan bir cam fanusun içindeki kadın gitmiş, yerine köklerini toprağın derinliklerine salan, fırtınada esneyen ama asla devrilmeyen sağlam bir çınar ağacı gelmişti. Ve o çınar, en sert rüzgârlara bile dayanmaya kararlıydı.

Teleferikten indiğinde hissettiği o dinginlik ve güç, saniyeler içinde tuzla buz oldu. Aşağıya doğru, ağaçların gölgesindeki patikada yürürken yan tarafındaki yolda duran siyah araba dikkatini çekti. Önemsemedi, ta ki arabanın arka kapısı açılıp içinden Murat fırlayana kadar. Hatice'nin beyninde tehlike sinyalleri çakarken, bedeni donup kalmıştı. Bir çığlık atmaya bile fırsat bulamadan Murat'ın demir gibi parmakları kolunu kavradı.

"Gezintin bitti mi, Hatice Hanım?" dedi Murat, sesinde korkutucu bir sakinlik vardı. Bu, fırtına öncesi sessizlikti.

Hatice'yi bir bez bebek gibi arabanın arka koltuğuna çekti. O çırpınmaya çalışırken, arabanın merkezi kilidinin çıkardığı o tok ses, bir mezar kapağının kapanması gibiydi. Şoför koltuğunda oturan adama gözü ilişti. Yabancı değildi; Murat'ın devresi, karakoldan arkadaşı Kenan'dı. Kenan, dikiz aynasından bir anlığına Hatice'ye baktı, gözlerinde acıma ve suçluluk vardı ama anında bakışlarını kaçırdı. O da bu suçun bir parçasıydı.

"Murat, ne yapıyorsun sen? Delirdin mi?" diye bağırdı Hatice, sesindeki titremeye engel olamayarak. "Uzaklaştırma kararı var! Bu yaptığın suç!"

Murat, yanına oturmuş, alaycı bir gülümsemeyle onu izliyordu. "Suç mu? Ben sadece karımla konuşmak istiyorum. O avukat karının dolduruşuna gelip evi terk eden karımla... Aramıza giren bütün o kanunları, kâğıt parçalarını bir kenara bırakıp, eskisi gibi konuşacağız."

Araba hareket etmeye başladı. Şehrin içinden geçip, kimsenin bilmediği bir yöne doğru hızlanıyorlardı. Hatice'nin kalbi, göğüs kafesini delip çıkacak gibi atıyordu. Ayşe'nin sözleri aklında çınladı: “Panik yapma. Gözlemle. Detayları hatırla.”

"Beni ne hale getirdiğinin farkında mısın?" diye devam etti Murat. "Beni, kendi karımı kaçırmak zorunda bıraktın. Onurumla, şerefimle oynadın. Herkes bana acıyarak bakıyor. Bütün bunları düzelteceğiz. Gideceğimiz yerde bizi kimse rahatsız edemeyecek. Baş başa kalacağız ve sen aklını başına toplayacaksın."

Bu bir barışma teklifi değil, bir tehdit beyanıydı. Hatice, yalvarmanın işe yaramayacağını anladı. Sessizliğe büründü. Gözleriyle dışarıyı tarıyor, geçtikleri yolları, tabelaları hafızasına kazımaya çalışıyordu. Çameli yoluna doğru saptıklarını fark etti. Dağlara gidiyorlardı. Issızlığa...

Çantası, Murat'la arasına sıkışmıştı. Telefonu içindeydi. Ona uzanması imkânsızdı. Aklına halk oyunları kursu geldi. Hocanın sözleri: “Zeybekte en önemli şey dengedir. Yere sağlam basacaksın, dizlerinle yaylanacaksın ki en güçlü tekmeyi vurabilesin.”

Bir an için bu düşünce ona saçma geldi. Ne işe yarardı ki? Ama sonra, Ayşe’nin bir başka sözü aklına düştü: “Beklenmeyeni yap. Onu şaşırt. Kontrolü elinden al.”

Araba, şehir merkezinden çıkmış ama hâlâ trafiğin aktığı bir kavşağa yaklaşırken yavaşladı. Kırmızı ışık yanıyordu. Etrafta başka arabalar, otobüs bekleyen insanlar vardı. Bu onun tek şansı olabilirdi.

Derin bir nefes aldı. Aniden öne doğru eğilip midesini tutarak öksürmeye, öğürür gibi sesler çıkarmaya başladı. "Dur... durdur arabayı, midem bulanıyor!"

Murat bir anlığına şaşırdı. "Saçmalama, numara yapma!" dedi ama Hatice rolünü o kadar inandırıcı oynuyordu ki, şoför Kenan istemsizce frene biraz daha bastı. İşte o an, o küçücük tereddüt anı, Hatice'nin aradığı fırsattı.

Tüm gücünü bacaklarında toplayarak, halk oyunlarında öğrendiği o yaylanma tekniğiyle, yanındaki kapıya değil, doğrudan şoför koltuğundaki Kenan’ın koltuğunun arkasına doğru olanca gücüyle bir tekme savurdu. Kenan'ın başı öne savrulurken, araba hafifçe sarsıldı. Hatice, bu saliselik şoku fırsat bilerek, ciğerlerindeki bütün havayla bağırdı:

"İMDAT! YARDIM EDİN! KAÇIRIYORLAR BENİ!"

Çığlığı, arabanın içindeki boğucu sessizliği bir cam gibi kırdı. Yan arabadaki sürücü, ön koltuktaki yolcu, otobüs durağındaki insanlar... herkesin başı onların arabasına döndü. Muratın yüzündeki o sahte sakinlik bir anda yok oldu, yerine saf bir panik oturdu. "Kes sesini!" diye bağırarak Hatice'nin ağzını kapatmaya çalıştı.

Ama artık çok geçti. Kenan, "Murat, sıçtık! Bırak kızı, herkes bize bakıyor!" diye bağırıyordu. Yeşil ışık yanmıştı ama arkadaki arabalar kornaya basıyordu. Kaosun ortasındaydılar. Muratın kontrolü kaybolmuştu.

Hatice, Murat'ın bir anlık boşluğundan yararlanıp kapının kilidini açtı ve kendini dışarı attı. Yere düşerken dizi acıdı ama umursamadı. Ayağa kalkıp en yakın kalabalığa, otobüs durağına doğru koşmaya başladı. Arkasından Murat'ın küfürlerini ve hızla uzaklaşan arabanın lastik seslerini duyuyordu.

Durağa vardığında, nefes nefese, insanların şaşkın ve korkmuş bakışları arasında yere yığıldı. Bir kadın yanına gelip, "İyi misiniz hanımefendi?" diye sordu. Hatice, titreyen elleriyle çantasından telefonunu çıkardı. Ekranda Ayşe'nin adı parlıyordu. Aramayı cevapladı.

"Hatice, neredesin? Sesin..."

"Ayşe," dedi Hatice, hıçkırıklarla gülmek arasında gidip gelen bir sesle. "Ayşe, o beni kaçırdı... Ama ben de arabadan inip kaçtım."

O an, dizindeki sıyrığın acısını hissetmiyordu. Sadece damarlarında dolaşan vahşi bir adrenalin ve her şeye rağmen kazanılmış bir zaferin sarsıcı gücü vardı. Murat, onu kırmak için son kozunu oynamış ve kaybetmişti. Bu bir uzaklaştırma kararının ihlali değildi artık; bu, aleni bir suçtu. Savaşın seyri, o kavşakta, bir çığlıkla tamamen değişmişti.

Dizindeki acıya ve yaşadıklarına daha fazla dayanamayan Hatice insanların arasında bayıldı. Orada bulunanlar Avukat Ayşe hanımla konuşmaya devam ederek bulundukları yeri tarif ettiler. Ayşe Hanım hemen savcılığa, uzaklaştırma cezasını ihlal etme, adam kaçırma ve tehdit suçlamalarıyla bir dilekçe verdi. Yanına güvenlik güçlerini de alarak Hatice'nin olduğu durağa geldiler.  

Durakta bulunanlar çoktan ambulans çağırmışlardı. Hatice'ye olay yerinde ilk müdahale yapıldı. Fakat yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Olan bitenden ve korkudan Hatice'nin sinirleri tamamen yıpranmıştı. Bütün bedeni titriyordu.

Hastaneye götürüldüğünde hala elleri, ayakları ve başı titriyordu. Yapılan tahlil ve tetkikler sonucunda Hastaneye Nöroloji servisine yatırılmasına karar verildi.

Sakinleşici ilaçlar verildiğinden Hatice sürekli uyuyordu. Rüyasında nurdan, pırıl pırıl bir elin kendisine uzandığını ve elini tuttuğunu gördü. “Hoş geldiniz Peygamberim. Hoş geldiniz ya Rasulallah! Siz beni ziyarete mi geldiniz? “ dedi. Karşısında gördüğü sadece gülümsedi ve elinden tutarak Hatice'yi ayağa kaldırdı.

Tam o sırada Avukat Ayşe odaya girdi ve “ Canım, kendine geldin demek! Sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum fakat bilmen gereken bir şey var. Murat ve arkadaşı, Çamelinde dağlarında aşırı hızla viraja girdikleri için uçuruma yuvarlanmışlar. Kurtarma çalışmaları devam ediyor fakat ikisi de ölmüş” dedi.

Hatice iyi niyetini bir daha göstererek” Allah rahmet eylesin” diyebildi.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Edebi Metinlerde Doğu Batı Çatışması

Türkiye’nin jeopolitik konumu, Doğu ile Batı kültürleri arasında bir köprü olduğunu göstermektedir. Sınır komşularımızdan biri Yunanistan biri İran, biri Bulgaristan biri Suriye.Batı kültürüyle Doğu kültürü arasında ortada kalmış durumdayız. Avrupa, orta çağ kültürünü aştıktan sonra Reform ve Rönesans hareketleriyle çağı yakaladığında kültürünün temeline Yunan kültürünü oturttu. Unutulmuş olan Yunan felsefesi, tiyatrosu, edebiyatı yeniden araştırılmaya başladı. Yunan kentleri incelendiğinde bu kentlerden çoğunun bugünkü Anadolu topraklarında olduğu görülmektedir. Anadolu’daki antik kentler arkeologlar tarafından kazıldığında bölgenin binlerce yıllık uygarlıklara ev sahipliği yaptığı anlaşılıyor. Lidyalılar, Frigler, Hititler, Urartular, Romalılar; hanlar, hamamlar, köprüler, su kemerleri, ticaret yolları yaparak bu topraklardan gelip geçtiler. Bugün Avrupalılar Yunan kültürünü kendi kültürlerinin temeli görüyorlarsa, bu diğer kültürleri yok sayıyorlar anlamına gelmez.

Edebi Metinlerde Doğu Batı Çatışması

Alparslan Anadolu’ya geldiğinde Bizanslılarla karşı karşıya geldi.Aslında karşılarında sadece Roma kültürü değil birçok kültürün sentezi vardı.Bizans kültürü sentez de Selçuklu kültürü sentez değil mi?Selçuklular da Anadolu’ya gelene kadar birçok kültürden beslendiler.Hunlar komşu oldukları Çinlilerden etkilendiler.Uzun savaşlardan sonra göç ettiklerinde Araplarla,İranlılarla ve diğer kavimlerle alışverişte bulundular.Müslüman olana kadar Gök Tanrı inancı, Şamanizm, Maniheizm ve daha birçok dine inandılar.Birçok inanış ve kültürün etkisi altında Müslüman ve Türk kimlikleriyle Malazgirt’e gelip Bizans ordusunu yendiler ve Anadolu’yu hakimiyetleri altına aldılar.Bin yıldan fazla zamandır bu toprakların hakimi bizleriz.Bütün bu bilgilerin ışığı altında soru şu? Biz doğulu muyuz, batılı mıyız?

Edebiyatın bu soruya kesin bir cevabı yok.İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı,Divan Edebiyatı ,Halk Edebiyatı eserlerine bakarsak bizler doğuluyuz.Sanatçılarımız daha çok Arap,Fars ve Hint Edebiyatından etkileniyorlar.Tanzimat’a kadar edebiyatta yönümüz hep doğuya dönük.Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte sorunlara çözüm olarak Batı kültürü örnek alınmaya başlanıyor.Batı kültürünün tanınması ile birlikte kültürel farklar ortaya çıkıyor.Tanzimat dönemi eserlerinde Batı Doğu kültürleri arasındaki farklar ortaya konmaktadır.Batılılaşmanın yanlış anlaşılmasından kaynaklanan sorunlar eserlere yansıyor. Araba Sevdası, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Taaşşuk ı Talat ve Fitnat gibi eserler, Batı kültürünü sadece eğlence kültürü olarak gören yaklaşımı eleştiren eserlerdir. Çalışmayı, üretmeyi yok sayan bu kültürün gerçek Batı kültürüyle bir ilgisi olmadığı eserlerimizde dile getirilmektedir.

Avrupalı toplumların Doğu’ya merakı Marco Polo’nun gezi yazılarına kadar dayanmaktadır.Okuduklarından hayallerinde gizemli bir Doğu figürü oluşturdular.Saraylarda şaşaalı bir yaşam,aşk hikayeleri,akıldan çok duyguya önem veren insanlar.Kendilerine oranla teknolojide geri kalmış topluluklar.Bilimden çok dine önem verme kültürü.Doğu toplumlarına Batı kültürünün bakış açısıyla yaklaşma durumuna Oryantalizm adı verilmektedir.Batıyı gelişmiş,doğuyu geri kalmış gören bu zihniyet günümüz yazarlarında sıklıkla görülmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde İstanbul’a gelen Fransız subayı Pierre Loti, bir ağanın dördüncü karısı olan Aziyade’ye aşık olur. Belli bir zaman sonra subay ülkesine döner. Aziyade’nin ölüm haberini alınca İstanbul’a dönüp sevdiğinin mezarını arar. Son dönüşünde yazdığı kitabı Doğudaki Hayalet adını taşır. Yazdığı kitaplarda İstanbul’daki yaşama Fransız gözlerle yaklaştığı için Pierre Loti’ye ilk oryantalistlerden diyebiliriz. Bir başka Oryantalist ise Amin Malouf’tur.Lübnan’da doğmuş. Fransa’da yaşayan bir aydındır. O da Doğu toplumlarına Batılı gibi bakar. Doğu’nun Limanları’nda yaşlılığı gören insanların ne zorluklarla karşılaştıklarını anlatır. Amin Malouf’un en tanınmış eseri Semerkant’tır.Semerkant’ta roman kahramanları tarihte yaşamış kahramanlardır. Ömer Hayyam, Vezir Nizamülmülk, Hasan Sabbah romanda birbirleriyle değişik ilişkiler içinde kah işbirliği kah çatışma halinde bulunurlar.İktidar hırsının insanları çok farklı noktalara götürdüğü romanın izleklerinden biridir.Yazarımız doğulu insanları duygularıyla hareket eden ,akla,bilime önem vermeyen,kendi çıkarını herkesin çıkarının önünde gören insanlar olarak tanıtmaktadır.Batı’dan bakınca Doğu böyle görünmektedir.

Cumhuriyet Dönemi’nde Doğu Batı çatışmasını roman kahramanları arasında görüyoruz.Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye romanında genç öğretmenin yobazların elinden neler çektiğini görüyoruz.Sinekli Bakkal ‘da Zekiye ile dedesinde Doğu Batı çatışması,kuşak çatışması şeklinde ortaya çıkıyor.Yakup Kadri’nin Nur Baba romanında Bektaşi tekkesinin nasıl yozlaştığını görüyoruz.Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanı, Kuvay ı Milliyecilerle düşmanlarının mücadelesini anlatırken aslında gördüğümüz Doğu Batı çatışmasıdır.

Kimi yazarlarımız da Doğu Batı kültürlerinin sentezini yapmaya çalışmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı bu senteze güzel bir örnektir. Yazar burada kahramanlarını tartıştırarak bir ortak noktaya ulaşmaya çalışır. İnsanın huzura ancak bu iki kültürün senteziyle ulaşabileceğini anlatmak ister.

Dünyanın küresel bir köy olduğu görüşünün yaygın olduğu bir dönemdeyiz. Artık doğu mu batı mı daha değerli diye sormak yerine biz insanlığa ne verebiliriz diye düşünmek daha faydalı olacaktır.

Yazımızı iki farklı kültürden iki şairin dizeleriyle bitirelim.

Dünyayı süslediler, bir şey kalmadan

Bu süslere inanma, akıl olmadan

Giden de çok dünyadan, gelen de ama

Sen payını al ondan, o seni almadan

Ömer Hayyam


Kendine Yeterlik

Sırtına aldı güneşi bu sabah

Akordeonu omzunda bir delikanlı gibi

Atina tepelerine tırmanan


Geride kaldı geçirdiğimiz gece, zevkleri

Ve o zevklerin korkusu. O bitmek umudu olmayan

Hüzün de geride kaldı.

Çamlar, güneş, pencereler-işte oradalar.

Ağaçların altında iki iskemle. Niçin iki?

Haa evet, biri oturmak, biri de bacaklarını uzatmak için.

Yannis Ritsos


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Seyahat Anılarından: Hindistan

Yıllar önce Çin’den Türkiye’ye uçakla dönerken bir sürpriz yaşadık. Uçağın her zamanki rotadan değil daha yukarılardan uçacağı söylendi. Sebep olarak da o günlerde başlamış olan İran ile Irak arasındaki savaş nedeniyle o ülkelere yakın hava sahalarının emniyetli olmadığı söylendi. Zaten çok uzun süren yolculuğumuz daha da uzun sürecekti ama tabii ki emniyet daha önemliydi. Hindistan üzerinden aktarmalı olarak gideceğimiz bilgisi verildi. Hindistan’ı görmeyi tabii ki çok isterdim ama maalesef aktarmalı olduğu için sadece birkaç saat havaalanında kalabilecek, gümrüğü geçip şehre girmeyecektik. Yine de havaalanında da olsa Hint kültürü ile alakalı bazı şeyler görebileceğimiz için mutluyduk. 

Seyahat Anılarından: Hindistan

Havaalanı yeterince büyük ve temizdi. Bazı dükkanlardan hediyelik eşya bakınırken karşımdaki aynadan arkamdaki garip görüntüyü fark ettim. Kocaman bir inek o güzelim kapkara gözleri ile bana bakıyordu. Arkamı döndüm bu güzel görüntünün tadını çıkarmaya çalıştım çünkü Hintlilerin dini inanış ve gelenekleri nedeniyle ineğe büyük saygı gösterdiklerini bildiğim için bu olay bana pek garip gelmemişti. Çantamdaki eski model fotoğraf makinemi çıkartıp bu ilginç görüntüyü ölümsüzleştirdim. Birazdan yanıma bir Hintli yanaştı. Üzerinde uzun turuncu renkli etekvari bir giysi vardı. Oldukça esmer tenliydi. Kaşının kenarında iki çizgi halinde yara izi vardı. İyice yanıma geldiğinde bir elini açıp benden biraz para istedi. Şaşırdım. Bir dilenci. Her ülkede dilenci vardır ama havaalanında bu olmamalıydı diye düşündüm. Üzüldüm.

Bir müddet sonra anons yapıldı ve tekrar uçağımıza döndük. Bir de ne göreyim, biraz önceki dilenci de elinde bir giriş kartıyla benim önümde bizim uçağa biniyor. Benzettim mi diye düşündüm ama kaşı üzerindeki iki çizgi halindeki yara izi yanılmadığımı gösteriyordu. Uçağın içine girdiğimizde adam elindeki bilet ile yürümeye devam etti ve şans işte, yanlışlıkla benim koltuğuma oturdu. Yanındaki koltuk boştu, onun için olay çıkarmayayım dedim, o koltuğa oturdum. Birazdan uçak İstanbul için havalandı. Bir saat kadar sonra yemek dağıtımı başladı. Genelde Türk Hava Yollarında yemek her zaman çok iyidir. Ama bu kez nedense çok garipti. Yediğim şeyin hiç tadı tuzu yoktu. Bu biraz neşemi kaçırdıysa da bir miktar sırf yemiş olmak için bir kısmını atıştırıp tepsiyi geri verdim.

Biraz sonra yanımdaki Hintli’nin yemeği de geldi. Adam itinayla yemeğe başladı ama biraz sonra kıyameti kopardı. Yarım yamalak İngilizcesi ile hosteslere bağırmaya başladı.  Bir telaş ve koşuşturma başladı. Adamı sakinleştirmek hiç kolay olmadı. Ne olduğunu merak ettim, birazdan yerimden kalkıp hosteslerin yanına gittim. Hostes şaşkın ve sinirliydi. Bana yaptığı açıklama ise beni daha çok şaşırttı. Şöyle söyledi, “Vejetaryenler uçağa binmeden önce kendilerine özel yemek isterler ve koltuk numaralarını bildirirler, onlara herkesinkinden değişik özel vejetaryen yemek veririz. O adamın oturduğu koltuk için böyle bir talep yoktu. Ben vejetaryen yemek istemiştim diye olay çıkarıyor, anlamadım bir şey.”

Gözümün önünde adamın benim koltuğuma, benim de onun koltuğuna oturduğum an canlandı. Hostes bir şey anlamamıştı ama ben anlamıştım. “Olur böyle şeyler kafanızı takmayın,” diyerek koltuğuma geri döndüm. Ağzımda hâlâ o garip yemeğin tadı vardı.


Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Karşılaşma

Yoğun geçen günün akşamında, bisikletle Amsterdam Ormanı’na gittim bugün. Yemyeşil ağaçların gölgesinde pedallarken, önüme düşen sincapta, uçan kuşta, yeşilin onlarca tonunda, rüzgârla birlikte burnuma gelen petrikor kokusunda aşkı buldum her zamanki gibi. Bir saat kadar bisiklete bindikten sonra, gölün kenarında, hafif nemli çimenin üzerine kırmızı ekoseli örtümü sererek oturdum. Rengini güneşten alan termosumu, kiraz kabartmalı hasır sepetimden çıkararak, badem aromalı sıcacık kahvemden bir yudum aldım.  

Karşılaşma

O sırada, yandaki patikada yürümekte olan atların ayak seslerini gözlerimi kapatarak dinledim, ıslak çimen kokusunu da içime çekerek. Kalbim yine aşkla doldu. Atlara âşık olan biri olarak, günün en mutlu anları idi bu anlar benim için. Yazmakta olduğum bilimsel yayın için notlar almaya başladım, Mevlâna’nın Şems için yazmış olduğu, Nu’nun seslendirdiği “Mon O To” isimli şiirini dinlerken. 

“Şems’i bularak Mevlâna, ne büyük şans yakalamış” diye düşünürdüm on yedi, on sekiz yaşlarımda iken. Gıpta ederdim ona. Bilirdim, ayna rehberliğinin kıymetli olduğunu tekâmül yolculuğunda. Aynalar, çeşit çeşit. Gönül, hakikate açılan aynayı, aynaların pirini ister. Ancak, doğru aynayı bulmak ve onu kabul edebilmek de derin mevzu. Üzerine ne kitaplar yazılır bunun…Aynada gördüğümüzü kabul etmeye hazır olmak ise bedeller ödeyerek edindiğimiz hayat deneyimiyle mümkün oluyor çoğunlukla.  

Şems ve Mevlana’nın ilk karşılaşmasında, Mevlâna aslında pek de prim vermiyor bu karşılaşmaya. Iskalıyor o ilk şansı. Yıllar sonra gelen ikinci karşılaşmada ise; Şems’in nev-i şahsına münhasır sert üslubu karşısında, hiddetlenmeden, direnç göstermeden, reddetmeden, merakla, aşkla, heyecanla cevap vermeyi biliyor Mevlâna. Bu sayede, günlerce, gecelerce süren, Mevlâna’yı Mevlâna yapan, onu dönüştüren muhabbete, dostluğa, yolculuğa açılıyor kapı. Herkes bir Şems arar kendisine, ama Şems’i bulma derdine düşmeden önce, aradığımız şeye ne kadar benziyoruz, o karşılaşmaya ne kadar hazırız, bizim eksiğimiz, hatalarımız, zaaflarımız neler, bunların üzerinde çalışmak gerek. Bunu yapabilmek için de bazen inzivaya çekilmeye, bazen de ilişkilere ihtiyacımız var. İnsanı kendisiyle en çok buluşturan, gölge yanlarını tetikleyerek, gün ışığına çıkaran da ilişkiler değil mi?

Ancak, ilişkilerde o ideal yoldaş arayışı, o ideal yoldaşa hasreti bitmez kimilerinin. Bazıları, idealize edilen hayali yoldaşla yaşanacak aşka güzellemeler yapıp, yılları ve emek verseler yeşerme, derinleşme potansiyeli yüksek olan mevcut ilişkilerini, kendi üzerlerinde hiç çalışmadan, dönüşmeden, gelişmeden israf ederler, tüketirler. O partnerden, bu partnere dolaşırlar. Böylece, çok kişinin hayatına uğrayıp, kimsenin yüreğine dokunamazlar. Bu şekilde, kendileri de gitgide çoraklaşıp, içten içe kururlar maalesef. En çok buna üzülürüm, insanın israf edilmesine, bağların yıpratılmasına, emek vermeyerek kalplerin kırılmasına, başkasının zamanının çalınmasına, yılların ziyan olmasına. Oysa, aşkı aramak kolay olan! Aşkın kendisi olmak ise insana en yakışan. Mevlana’nın dediği gibi “Bizim görevimiz aşkı aramak değil, aşkla aramızdaki engelleri kaldırmak”. Aşkın tam kendisi olmak dileğiyle… 

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Peder Parkus'a Mektup

Tekrar ve tekrar geri döndüm, kendimi gömdüm sandım, öldüm öldüm dirilmeyi unuttum. Sayın Peder Parkus izole bir hayat felsefesi içinde boğulan bir inanca mı sahiplik ediyorsunuz? Yani İsa Mesih neden çarmıha gerdiniz ki? Uzun bir yol boyunca adalar geçip, dalgalar aşıp kendi dikenli telleri kafama dolayıp kendimi çarmıha germek için okyanus kıyısında, ormanın derinliklerinde bir kulübede yaşamımı sürdürdüm ta ki cehennemi satın alan Aziz Luther hazretlerine kadar. 

Peder Parkus'a Mektup

Şimdi ise cehenneme bilet almak için dünyaya, toplumun göbeğine Petersburg'a geldim. Bilinmezlik içinde kırılan inançları, yolsuzluk yapan şehir haydutlarını, anlamsız bir şekilde bakan sefil hayatları görüyorum. Papa hazretleri kendi rahibeleriyle sıcak şarabını yudumlarken, ben yani anlamsızlık dünyasına yani insanların beynine sızan bir parazit gibi dünyaya iniyorum, halbuki daha çok asır geçmemiş İsa Mesih'i çarmıha geren toplumlar şimdi onu bekler olmuş, yüce Tanrım Mesih adına, dua eden dillerde hep bu sözcük olan, sefil halkların çocuklarına, tecavüz eden haydutlar mı aşmıştı sizin İsa Mesih'nizi?

Anlayamıyorum sizi! önemli olan dünya da mı kalmak yoksa, dünyanın içinde kendi huzurunuzu mu yakalamak. Anlayamıyorum sizi. Şimdi gemideyim. Bir filozofla tanıştım ve ben kendi ormanıma, okyanus kıyısında ki evime gittiğimde. Bir filozof on yıllık bir çöküş dönemine girecek ne kadar acı değil mi? Yanımda Afyon -uyuşturucu- içen adam, üç saat sonra bir ata sarılıp beynini yetirecek. Kime ne anlatıyorum ki. Sayın Peder, rahibelerle sıcak şarabınızı içiniz sevgililerle...

Berat Efe Çokcanoğlu / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Yaşların Sesi

Ağlayan sesler duyacaksın kulaklarınla,

Can vermek için koşacaksın mezarlıklara.


Anlayacaksın ki ağlayan ses, sesindir;

Görmek istediğin, can verdiğindir.


Ne garipti ki aynı gün gülen, ağlayan…

Belki de hayat için kalmış bir yalan.


Yaşamın sanatı ifade eden kitaplar,

Kitaplar içinde yalnız kalan insanlar.


Duyulmaz sesler içinde göz kapakları,

Eski defterde saklı kalan hatıraları…


Üzülmenin adı, yaşamaktır duyguyla;

Hissettiğin sürece insansın hayatta.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Sesimi Duyan Var mı Kitabı Hakkında

Yazarlar anı, öykü ve romanları kaleme alırlarken çevreden beslendikleri olur. İnsanlar çevreden etkilenirler. Her yazar da az çok bu etkileşimden payına düşenler olur. Yerli ve yabancı yazarlar (çok azı müstesna) çok güçlüklerle karşılaşmışlardır. Acı çekenler çoktur. Yazar olana kadar başlarından çok şeyler geçmiştir. Yazar olunca da bazı dramları yaşamaları da olasıdır. 

Osman Aytekin Yazdı: Sesimi Duyan Var mı?

Kitap fuarlarına birkaçı istisna genelde çevremdeki kitap imza etkinliklerine katılmaktayım. Kitap günleri okurlarla buluşmanın dışında isimi tanıdık veya tanınmadık yazarlarla da buluşmak manevi bir kazanç olmaktadır. Bu kitap fuarlarından biri de Nevşehir Gülşehir’de yapıldı. 2. Mantarkaya Kitap Günlerinde Esra Reis isimli bir yazarla tanıştım. Kitaplarımız aynı yayınevinden çıkmıştı.

Esra Hanım da yukarıda kısaca değindiğim bazı dramları yaşayan yazarlarımızdan biridir.  Bunu nerden anladım? “Sesimi Duyan Var mı?” isimli kitabından. 

 Her kitap yazarın özel yaşamı hakkında genelde pek bir bilgi vermez. Bazı yazarların ifadelerinde özel yaşamını hissedebilirsiniz. Öyle bir intibaya kapılmanız mümkündür. Her ne kadar “Sesimi Duyan Var mı?” isimli kitabın künyesinde kitabın türü hakkında bir bilgi bulunmasa da “Ön Söz Öz Söz” den itibaren kitabın türü ve içeriğinin bir anı türünde olduğunu anlıyorsunuz.

Yazar Esra Hanım eşinden boşanmış, oğlu ile bir hayat yaşamaktadır. Yazar, “Yaşamın kendisi bir yolculuktur”, diyor. Ailesinden kilometrelerce uzaklıkta bir yolculuğa çıkıyor. Aslında öğretmen olan yazarın amacı görevli olarak Almanya’ya gitmekmiş ancak kader onu bir başka ülkeye götürmüş.

Kuşkusuz yaşadığı hayat bir bakıma kendi ifadeleriyle hemhal olmuş denilebilir. Yazar şöyle diyor: “Yollar her zaman insanın kendini bulabilmesi adına vardır. Yolculuklar ise kendini bulabilme yolculuğudur. Yolda olmak kendini arayıştır. Kendini bulma çabasıdır.”

Okurlar kitabı okuyunca yazar bu yolculukta kendini bulabildi mi?Diye bir soru sorulsaydı acaba ne derdi? Esra Hanım, sanırım onca acı, korku ve hasretten sonra hele ki bir de mucize ile karşılaştığına göre kendini bulmuştur, diye düşünmekteyim.

 Kitaba gelecek olursak; yazar, dil, din, ırk, coğrafya ayrımı olmaksızın çocuk her türlü güzelliği ve saflığı ile yine karşımdaydı.” Yazar bu cümlelerle farklı ülkelerde öğretmenlik yapma isteği o gezide aklına düşmüş. Öncelikle Almanya aklına gelmiş. Dil sınavı ve barajı düşünmüş, bu sırada görev yaptığı okuluna Afganistan’da açılacak olan yeni bir okul için öğretmen başvurusu yazısı gelmiş. O anda karar vermiş ve durumu oğluna açmış. Oğlu da belki bir anlık cevabı uzun süre yaşamışçasına bir anda şöyle demiş, “Sen istiyor musun anne?” Dediği anda annesine onay vermiş. Esra Hanım’ın yolculuğu böylece başlamış.

Oğlundan ayrılıyor. Zor bir durum. Ayrılığı ölümden daha fena görmüşler. Bu saikle Esra Hanım, “Oğlumdan ayrılmak ciğerimi parça parça ediyordu”, diyor.

 Ankara’dan Kabil ve Mezar-ı Şerif yolculuğu Özel bir Afgan havayolları uçağı ile başlamış. Görev yapacağı okul bizim ülkemizde mahrumiyette bir köyle eşdeğer olan ancak ilçe Akça yerleşim birimine varıyor. Yazarın amacı kız çocuklarının okumasıdır.

Yazarı/ öğretmeni lojmana götürüyorlar. Bu satırlardan itibaren birkaç yerde adeta yazarla bana aynı kaderi hem yazdıklarımla hem de yaşadıklarımla dedirtti.

“Nevşehirli Kahramanlar Harp Hikayeleri” kitabımda Ürgüplü Subay Mustafa Fevzi Bey Ruslara esir düştüğünde yanındaki askerlerle birlikte boşaltılmış lojmanlara götürülüyorlar. Manzara Esra Hanım’ın yazdığıyla aynılık taşımaktadır; “Dış çevresi duvar ve tel örgülerle çevrilmiş olan, kapıda yerel polisin beklediği lojmanda hayat başlamıştı.” Yazdıklarımda ise şartlar biraz farklı olsa da polis değil askerler vardı. Başka benzer durumlar: “Banyoyu, tuvaleti ortak kullanıyorduk. Plastik içi yosun tutmuş… Alt kat yemekhane…” Subay Mustafa Fevzi ve arkadaşlarına bir hafta sonra ancak çok az miktarda ekmek verilebilmiş… Benzer cümleler: “O tozlu avluda çok volta atardım, ruhum daralırdı…. Avluda özgürlüğe kavuşmayı bekleyen bir at gibi hissederdim kendimi.”

“Askeri Uçaklarımız…” Bölümünde Türkiye’ye gelip tekrar Afganistan’a dönüşte Kargo uçağına Mehmetçiklerle binmiş. Bu da ilk deneyimi imiş. Biz de kızımın ilk ataması yapılan Van Muradiye ilçesine gitmiştik, bir ay sonraydı deprem oldu. Ölüm korkusunu en feci bir şekilde yaşadık. Depremin şoklarını atamadık… Öğretmenlere bir imkân tanıdırlar. Öğretmen ve yakınları Askeri Kargo uçağı ile Ankara’ya gönderildiler. Biz de ilk kez bir kargo uçağı ile yolculuk yaptık. 

Afganistan’da patlamalar! … Muradiye’de akşam silah sesleri!..

 Ve aynı duygular. Bir yerde savaş, diğerinde de terör illeti: “Buranın zorlu yaşam şartlarından kaynaklanan psikolojik baskının da bunu tetiklemesi çok olağandı tabii…” Hele şu cümleler deprem ve savaş anını ne kadar da örtüşüyor: “Yatağımın küçücük olan altına dört kişi girmeye çalışıyorduk. O yatak bizi koruyacaktı sanki çaresizlik işte… Silah sesleri ile çığlıklar birbirine karışmıştı.”

Biz de ise deprem sarsıntılarının seslerine karışan kelim-i şehadet getiren haykırışlarımız…

Amacım kendi yaşadıklarımızla Esra Hanım’ın yaşadıklarını kıyaslamak asla değildir. Esra Hanım üç dört kez Türkiye’ye gidip tekrar Afganistan’a dönüyor. Savaş anında sosyal hayata uyum sağlama çabasındadır. Örneğin çöp kutusunun önünden dahi geçemediğini söylüyor. Korku ve endişe hayatın her evresinde zihninden gitmediğini anlıyoruz. Ancak yine de Türk askerleri onun için güven duygusunu da perçinliyor. Yazar şu düşünceleri ne kadar da ruhumuzu okşuyor: “Kendi uçaklarımızla ve dünyanın en güçlü Türk askerleriyle yolculuk tarif edilemeyecek yüce bir duygu ve gururdu bana.”

 Kitaptan: “Gözlerim bir anda ağlamaya başlamıştı. Gözlerimdeki yaşlar sanki olacakları benden önce görmüş ve damla damla süzülmeye başlamışlardı yanaklarımdan. Ruhumun bilmediğim telaşı gözyaşlarımla akmaya başlamıştı.”

………..

 “O duvar roketin içeriye girdiği dev bir yarık haline gelmişti. Ben saldırı zamanı bu duvarın önündeydim buzdolabından bir şeyler alırım diye ve yaklaşık iki dakikalık bir zaman, benim hayatımı kurtaran an olmuştu.”

Lojmana saldırıda amaç kız öğrencileri aydınlattıkları için Türk öğretmenleri kaçırmak, kaçıramazlarsa öldürmekmiş. Lojmanda duvarlar delik deşik… Saldırılar sonrası Öğretmenleri Türk Özel Hareket Polisleri korumaya başlamış.  Bir yanda bomba yüklü araçlar, diğer yanda kız çocuklarını hurafelerle beyinlerinin yıkanmaya çalışılması…

 “Kitapta yer alan bölümlerden biri de “Afganistan’ın Son Vuruşu”dur. Yazarı Paşahorda sineği sekiz yerinden ısırıyor. Kollarında bir parmağın girebileceği kadar derin yara çukurlar açılmış. Yazar yemek yiyememiş, titremiş durmuş. Bir ilaç adı veriliyor, derdine çare olarak. Adı: Penstoran. Tüm eczanelere soruyor ancak hiçbir yerde yok!Ve bir mucize gerçekleşiyor!...

Yazarın yaşadıkları unutulacak türden değil. Ancak Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra belki de esas mutluluk ve haz verici şey öğretmeni olduğu bazı öğrencilerin sınavı kazanarak Türkiye’ye eğitim için gelmeleridir. Yazar onları iki yıl sonra havaalanında karşılamış. Farklı üniversitelere ülkemizin farklı şehirlerine gideceklermiş. O karşılaşma, kavuşma anı sevgi dolu müthiş duyguları yaşatmış!

 Kitap, daha çok dramatik yanıyla öne çıkıyor. Deneme tadında bir anı, yerine göre gezi ve gözlemlerden oluşan bir kitaptır. Her ne kadar “Sesimi Duyan Var mı? Kitaba dair bazı bilgileri, yaşanmış durumları ifade etmeye çalışsak da kitap okudukça okuyucuların yüreğine dokunacak niteliktedir. Heyecan ve merakla okunacak bir kitaptır. 

 “Sesimi Duyan Var MI?”yı okurken öykü türünde macera dolu bir kitap olarak kaleme alınsa nasıl olurdu diye düşünmeden de edemedim. Yazar yaşadıklarını, gördüklerini, izlenimlerini bir güzel merak ve ilgiyle okunacak kıvamda kaleme almış. Kitabı okurken duygu yoğunluğunu yaşamamak mümkün değil. Belki de gözyaşlarınızı tutamayacaksınız! Bu kitabı okumalısınız derim.

Osman Aytekin / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Hiçbir Teknolojik Ürün Kitabın Yerini Tutamaz

Merhaba Fırat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Fırat Kasap, 1974 yılında Ankara’da doğdum. Yazma merakım lise çağlarında başladı. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciyken okulda çıkardığımız amatör dergide ilk yazım çıktı. Öğretmenlik yıllarımda güzel sanatların diğer dallarıyla ilgilendim. Tiyatro, halk dansları, halk müziği, drama gibi alanlarda her yıl en az bir kere sahneye çıktım. Ankara’da sanatla ilgili insanlar beni mutlaka bir yerde izlemişlerdir. Edebiyat öğretmenliği, sanatsal faaliyetlerle bir arada yürüdü, gitti. 2010 yılında evlendim. Oğlum Bülent Cevahir 12 yaşında. Öğretmenlikte 26. yılı bitirdim.

Yazar Fırat Kasap

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Okumayı kendimi bildim bileli severim. Tek çocuk olmamın da etkisiyle kitaplar benim ablam, abim gibi oldu. Yalnız gecelerimi onlarla paylaştım. Okumanın yoğunlaşması bir zaman sonra yazma isteğimi artırdı. Ben de bildiklerimi, hissettiklerimi paylaşayım, insanlar beni de tanısınlar gibi düşünceler yazma yolculuğumu başlattı. Sürekli yazdım ama yazdıklarım defterlerde kaldı. 2004 yılında artık yazdıklarım bana kalmasın düşüncesiyle yazımı Çağdaş Türk Dili dergisine gönderdim. Yazım yayımlanınca "Demek ki yazabiliyorum." duygusu oluşmaya başladı. Bugüne kadar bir kitap dosyası olacak kadar yazım edebiyat dergilerinde çıktı. Yazdıklarımı bir kitapta toplama isteğiyle deneme yazılarımı bir dosya hâline getirip bir yayınevine gönderdim. 2017 yılında denemelerim Aklımdan Geçenler ismiyle kitap hâline geldi.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için güzel duygular ifade ediyor. Bana göre yazmak, bir yazarın dediği gibi, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Görmediğimiz ülkeleri görmek, tanımadığımız insanları tanımak, farklı deneyimleri yaşamaktır. İnsanların kapalı ufkunu açmaktır. Kitaplar olmasaydı hayatımız çok daha kuru, sıkıcı olurdu. İyi ki kitaplar var.

Yaşamın İzinde Edebiyat isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Alaska Yayınları’na kitabımı çıkardıkları için teşekkür ediyorum. Güzel bir çalışma yaptılar. Kitabımda edebiyat-yaşam ilişkisinde farklı bilgiler okurlarımızı bekliyor. Umarım zevkle okurlar.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Genç yaşımdan itibaren yazarlar hayatımı etkiledi. Sait Faik, Orhan Veli, Orhan Kemal, Namık Kemal, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl... Hangi birisini sayayım? Hepsi de hayata farklı bakış açılarından bakmamı sağladılar. Hayatın değişik yönlerini tanıttılar. Yazarları akrabalarım gibi sevdim. Onlar benim sevgili büyüklerim. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Dergilerde çıkan yazılarımı bir dosya hâline getirdim. Ne zaman yayımlanacak bilmiyorum. Hayırlısı diyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyuculara bir öğretmen ve yazar olarak sesleniyorum: Hiçbir teknolojik ürün kitabın yerini tutamaz. Kitabın kokusunu telefonlarda, bilgisayarlarda bulamazsınız. Geleceğimizi kurtarmak için lütfen okuyun.

Cümlelerimde Kendinizi Bulursanız Bilin ki Yalnız Değilsiniz

Merhaba M. Ali Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben M. Ali Aslan veya tam adımla Muhammedali Aslan. 1995 Eskişehir doğumluyum. Aslen Ispartalıyım. Marmara Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı mezunuyum. Okumayı ve gezmeyi seven biri olmakla birlikte “Turuncu Gökyüzü” ve “Huzur Edebiyatı” eserlerinin yazarıyım. 

Yazar Muhammedali Aslan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Akülü tekerlekli sandalye kullanan bir genç olarak gezdiğim gördüğüm yerlere ilişkin erişilebilirlik açısından rehberlik sunabilecek kaynak oluşturmak amacıyla yazmaya başlamıştım. Fakat bir süre sonra kısa blog yazıları yazmak yetersiz geldi ve duygularımla, düşüncelerimle bazen de kurgu ile zenginleştirerek yazmaya karar verdim. İlk kitabım “Turuncu Gökyüzü” ile okuru kendi yaşam serüvenimle birlikte hac yolculuğuna davet ettim; ardından gelen “Huzur Edebiyatı” ile sözcüklerin zenginliğiyle edebiyatın estetiğini harmanlayarak bir kurgu roman yazdım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık da tıpkı okumak gibi; benim bir çeşit ruhsal terapi. Bu ruhsal terapi ile okurlarımı da kendi dünyalarından soyutlamak ve memnuniyet sağlayarak dinlendirebilmek de terapi sonrası mutluluk kaynağım. 

Huzur Edebiyatı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Okurların kısımları okurken sık sık yanılgıya düşmelerini ve küçük beklenmedik sürprizleri saymazsak, Huzur Edebiyatı romanının yazarı okurlarına en büyük sürprizi kendi kimliğini açıklayarak yapacak. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Pek çok kitap söyleyebilirim aslında ama en çok okuduğum isimlerden bahsedeyim. Zülfü Livaneli, Gülseren Budayıcıoğlu, Elif Şafak, Ahmet Ümit, İskender Pala ve İmam Gazali. Bununla birlikte hayatıma yön veren ve yazım kimliğimi oturtmam için katkı sağlayan fakat popüler olmayan yazarlar da var. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Huzur Edebiyatı romanımın dönütlerine göre şekillendireceğim yeni bir roman daha düşünüyorum. Şu an net değil fakat yolculuk romanı fikri sıcak geliyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kelimelerle hayatın görünmeyen kıyılarında gezinmek, birbirimizle satır aralarında konuşmak; sorularınızı duymak ve cevapsızlıklarınızı yazmak... Aslında bizi anlatmaya çalıştım; adını koyamadığımız hisleri, susarak taşıdığımız acıları, tarifsiz mutlulukları, görünmeden sevdiğimiz insanları, neşeyi, en çok ta huzuru ve huzursuzluğu... Eğer cümlelerimde bir yerlerde kendinizi bulursanız, bilin ki yalnız değilsiniz. Bu roman biraz da sizin hikâyenizdir. Okuyarak büyüttüğümüz bu sessizliği birlikte konuşmak dileğiyle, tüm okurlarımdan kıymetli yorumlarını bekliyor olacağım. Sevgiyle kalın. 

Şiir Kalıplara Sıkıştırılmamalı

Merhaba Banu Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba; tabii ki. Üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak 1969 da dünyaya İzmir’de gelmişim. Kimine göre çok yaramaz kimine göre neşeli bir çocukmuşum. Bana sorarsanız arada sıkışmış, başına buyruk ve eğlenmeyi seven biriyim. İlkokuldan sonra babamın işleri gereği Bursa’ya taşındık. Orta ve Lise tahsilimi Bursa Atatürk Lisesinde tamamladım. Aynı zamanda Bursa Belediye konservatuarında da yaklaşık 2,5 yıl koroda görev aldım. Kulağımın hep iyi olduğunu söyleyenler çıkınca müzikle ilgilenmek istedim ama aile meclisinden olur alamadım. Hareketli bir hayatım olur düşüncesiyle Arap Dili okumaya karar verdim. Zira iyi seviyede İngilizcem vardı. 

Yazar Banu Akman

Tercüman veya rehber olup gezebileceğimi düşündüm. Tabii ben bu planları kurup yola çıktığımda hayat kendi planını oluşturmuştu. Oğlumun babasıyla 1992 de evlendik. Benim rotam değişti. Birkaç yıl çok farklı sektörlerde çalıştıktan sonra Türkiye’ye Rüzgar santrallarını getirmek için yola çıkan bir firmada Enerji sektörüne adım atmış oldum. Çok keyifle güzel işler yaptık. Bu arada Finansçı olmayanlar için finansal eğitim ile ilgilendim. Sektörde çok işime yaradı. Aslında ben 1985’den beri şiir karalıyordum ve kısa hikâyeler yazıyordum ancak paylaşmaktan da çekiniyordum. Oğlumun babasıyla yollarımızı ayırdıktan hemen sonra yaratıcı yazarlık eğitimi aldım. Sanıyorum benim için değişim orada başladı. Şiirlerimi yazılarımı elden geçirdim ve bir şiir kitabım olsun istedim. Şimdilerde Kanun eğitimi ve şan dersi alıyorum. Sanırım artık o kadar kendimim ki bu kitaptan sonra diğer bir şiir kitabımı belki de deneme çalışmalarımı elden geçirip birkaç kitap daha çıkartabilirim.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir benim için hayatın ta kendisi. Hayatın içinde gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz her türlü düşünce ve duyguya biraz değişik anlamlar veya olaylar ekleyerek anlattığımız bir yazın türü. Şiirin içinde bence her türlü duygu olabilmeli ve kalıplara sıkıştırılmamalı. Çünkü şiir yaşadığın, hissettiğin bir duyguyu kendi süzgecinden geçirip okuyucuya anlatabildiğin bir eser. Ben yazarım duygularımı okuyucu içinde kendinden parçalar bulur.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şair hayata bambaşka bir pencereden kendi gözleriyle bakabilen ama gördüklerini okuyucuya berrak şekilde verebilen kişidir. Evet kısa öykülerim ve denemelerim var. Ancak bunları henüz su yüzüne çıkartmak için zamana ihtiyacım var. 

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Dediğim gibi aslında 1985 yılında dedemin vefatında yazdığım bir kısa şiirim vardı. O şiiri bir yerlere sıkıştırmışım. Anneannem bulup bana nedenini sordu. Utandım dedim. Aslında utandığım orada ölüm sonrası pişen helva ve taziyeye gelenlere kızgınlığımı anlatmıştım ve tepki almaktan korkmuştum. Anneannem sen hep böyle yaz ama küçük kâğıtlara değil deyip bana bir defter aldı. İşte benim yazma hikâyem böyle başladı. Bu olaydan sonra hep yazdım gördüğüm deneyimlediğim yada insanların deneyimlediklerinden edindiklerimi şiirlerle anlatmaya başladım. Tam zamanını hatırlamıyorum ama instagramda bir şiir grubumuz var Betül Önk arkadaşımız her cuma orada yayın yapar ve bir gün bana bir şiirimi okuduktan sonra Banu’cum senin kitap zamanın geldi de geçiyor dedi. Yayın sonrası kendisiyle konuşunca dedim ki eksiğim yok. Çıkmalıyım yola. 

Bir Kelebeğin Gözünden isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Öncelikle Alaska Yayınları'na ayrıca teşekkür ederim. Çok sağlam yazar ve yazar adaylarının arkasındalar. Benim şiirlerimde hayatın tamamı var yaşadığımız toplumsal olaylardan aşka, yalnızlığa, gençliğe, yaşlılığa her şey var. Bu sebeple sevilerek okunacağını sanıyorum çünkü ben Orhan Veli Kanık hayranı olarak Garip akımına inanıyorum ve rotamı da bu çizgide tutuyorum.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Şair derseniz ilk sırada tabii ki Orhan Veli Kanık gelir ve Oktay Rıfat, Atilla İlhan herkes gibi Nazım Hikmet Ran, Can Yücel idollerimdir. Yazar derseniz Adalet Ağaoğlu ve Elif Şafak ve Yılmaz Özdil ilk aklıma gelen isimler. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Henüz tamamlayamadığım kısa öykülerim veya bu kitabımda yer veremediğim diğer şiirlerimi çıkarmayı planlıyorum. Ayrıca güfte çalışmaları da yapmaktayım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsan zenginliğini boş zaman yaratmadan yaşadığında keyifle geçiriyor. Bize boş zamanda kitap okumayı öğrettiler. Aslında okumak yeni bir şeyler öğrenmek ve spor boş zamanda yapılmaz. Zenginleşebilmek için yapılır. Bu yola çıkmak isterlerse ilk önce benim şiir kitabımla başlayabilirler.

Hayal Kurmaktan Asla Vazgeçmeyin

Merhaba Eda Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Eda Ekşi. Küçük yaşlardan beri hayal kurmaya ve yazmaya tutkuyla bağlıyım. Eğitim hayatım boyunca da edebiyat hep ilgi alanım oldu. Şiirler, denemeler, kısa öyküler yazarak başlamıştım bu yolculuğa. Bugün kendi hayal dünyamı çocuklarla paylaşabiliyor olmak benim için büyük bir mutluluk.

Yazar Eda Ekşi

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma serüvenim çocukluk dönemimde başladı. O dönem okuduğum kitaplar bana çok iyi geliyordu. Şimdi kendi çocuklarım büyürken, o kitapların bende bıraktığı etkiyi daha iyi anlıyorum. Bu duyguyu başkalarına aktarmak istedim. Kayıp Krallık Larimar’ın Mirası çocuklara hem hayal güçlerini geliştirecek bir dünya, hem de cesaret, dostluk, adalet, umut… gibi değerler üzerine düşünme fırsatı sunmak istedim. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim iç dünyamı başka kalplere ulaştırmanın en saf hali. Duygular, düşünceler ve hikayeler kelimelerle yeniden can buluyor. Yazmak, benim için bazen sessiz kalan bir duyguyu dile getirmek, fark edilmeyeni fark ettirmek demek. Çocuklara sadece hikayeler değil, kalpten gelen bir sıcaklık duygusu da ulaştırsın istiyorum.

Kayıp Krallık Larimar'ın Mirası isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Kayıp Krallık Larimar’ın Mirası, okurlara sadece bir macera değil, aynı zamanda içsel bir yolculuk ta vadediyor. Kitapta dostluğun, cesaretin ve kendine inanmanın önemini vurgulayan bölümler var. Her bölümde çocukları farklı duygular bekliyor: merak, heyecan, biraz hüzün ve bolca umut. Fantastik öğelerle örtülü bu dünyada belki de en büyük sürpriz, kendilerine dair yeni bir şey keşfetmeleri olacak.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu kitabım Yüzüklerin Efendisi ve J.R.R. Tolkien’e özel bir hayranlığım var. Onun kurduğu evrenin derinliği, dili kullanma biçimi ve karakterlerin zamansızlığı beni her zaman büyülemiştir. Kitaplarını defalarca okudum ve her seferinde yeni bir ayrıntı yakalamak beni çok heyecanlandırıyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

CŞu anda Kayıp Krallık Larimar’ın Mirası'nın devamı üzerine çalışıyorum. Bu hikaye henüz tamamlanmadı, karakterlerin yolu uzun, sırlar henüz bitmedi. Okuyucularımın sevdiği dünyayı daha da derinleştirmek, onları yeni sürprizlerle buluşturmak istiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her kitap bir yolculuktur, ama o yolculuk okuyucuyla tamamlanır. Kitabımı ellerine alıp satırlarda kaybolan herkese sonsuz teşekkür ediyorum. Hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin.





Hayat Güzeldir Filmine Edebi Bir Bakış

Bu ay sizler için hazırladığımız yazımız bir filmden ibarettir. Filmin orijinal adı La Vita è Vella'dır. Filmin yönetmeni Roberto Benigni, yapımcısı Gianluigi Braschidir. Müziği Nicola Piovani'ye aittir. Beyaz perdeden bugüne kadar İkinci dünya savaşını konu alan sayısı yüzlere ulaşan filmler geldi geçti.

Hayat Güzeldir Filmine Edebi Bir Bakış

Çoğu birbirinin kopyası ve  birer Amerikan propagandasından ibaret. Bu kadar kopyanın arasında elbette orijinalleri bulmak en önemlisidir.  Savaş yalnızca iki taraftan erkeklerin birbirini öldürdüğü bir eylem olarak tanımlanamaz. Yine de "savaş" Kelimesini düşündüğümüz anda aklımıza ilk gelen sıcak temasın bombalara, parçalanan bedenlere ve kana bulandığı muharebe alanları canlanmakta. Oysa  asıl savaş ülkelerin sosyolojilerini ekonomilerini psikolojilerini parçalayan toplumsal patlamalardır. Bu patlamalar sıcak temasta ölen insanlardan kat be kat daha fazla insanı öldürmektedir. Nasıl mı?  Onların umutlarını geleceğini  dinamitleyerek elbette. Cephedeki acı ve yara  oldukça hızlı bir şekilde ya sağlığa ya da ölüme dönüşmektedir.  Oysa toplumun içinde oluşan yaralar nesillerce sürmektedir. 

Toplumun hafızasında yer almaktadır ve Toplumsal davranışı şekillendirmektedir. Roberto Benigni’nin 1997 yapımı orjinal adıyla La vita é bella yani "Hayat Güzeldir" filmi bize ağlamadan, kan görmeden üstelik yer yer gülebileceğimiz bir savaş filmi sunuyor. Bizi gülümseten güldüren şey bir baba ve oğul arasındaki o harika bağ o iletişim ve sevgiydi. Bizi aynı zamanda ağlatacak şey de bu masumiyeti gözyaşlarına ve ölüme çevirecek olan savaşın doğasıdır.  Guido, kendisine bir sarraf dükkanı açmak isteyen italyan yahudisi bir gençtir.  Zengin ve güzel olan Doraya aşık olur ve onunla evlenir.  Dora öğretmendir. Bu peri masalında, Guido ve karısının Joshua adında bir oğulları olur, İtalya’yı  Alman güçleri istila edene kadar birlikte mutluluk içinde yaşarlar. 

Nazi Almanyası İtalya'yı işgal edene kadar kapılara yazılan yahudi karşıtı ırkçı yazılar dışında hikayeyi rahatsız eden pek bir şey yoktur. 

Joshua’nın doğum gününde Guido, Eliseo ve Joshua diğer Yahudilerle birlikte toplama kamplarına gönderilir. Dora ailesinin peşinden trene binerek farklı vagonlarda ailesiyle birlikte kampa gider. Kampta başından beri oğlunu Alman güçlerinin zalimliğinden korumak isteyen Guido, oğlunun korkmaması ve gerçeği anlamaması için  her şeyin bir oyun olduğunu, eğer oyunda başarılı olurlarsa bir tank kazanacaklarına dair bir yalan uydurur. Karşılaştıkları bütün zorlukları oyunun bir parçası ve kazanmak için toplanan puanlar olarak lanse eder. Guido oğluna gerçeği yani savaşın ne olduğunu anlatamaz çünkü bir çocuk için savaş yalnızca korkudur. Guido asla pes etmeyen bir babadır. Her şey tepetaklak kötüye giderken onun oğlu için her türlü tehlikeyi göze alması, her türlü yalanı kandırmacayı kullanması film boyunca size bu savaşın etkilerini hissettirecek. 

Tarih derslerinde savaşların nedenleri ve sonuçlarından bahsedilirken hep büyük sebeplerden ve sonuçlardan bahsedilir oysa acılar da mutluluklar da her bir hayatın her bir ayrıntının her bir ailenin yaşamının can damarıdır.  Kamptaki bir nazi askerinin Almanca bilen var mı, sorusuyla birlikte Guido’nun oğlu için vereceği savaş başlar. Bilmediği halde Almanca bildiğini söyler. Guido'nun, kamp kurallarını  oğluna söylediği yalanın bir parçası olarak oyun kurallarıymış gibi yüksek sesle söylemesiyle birlikte Joshua da oyuna dahil olur. Elbette kamp esirleri bütün gün çalıştırılmaktadır. Kampın ilk günü çok yorulan Guido, dinlenmek yerine bütün gün kendisini bekleyen oğluna yaşadıklarını oyun devam ediyormuş gibi anlatır. “Biz bugün deliler gibi eğlendik. Nasıl eğlendik inanamazsın” sözü Guido’nun aslında ‘yorgunluktan öldüm yorum’una eşittir. Her gerçeği bir şaka veya yalana dönüştüren Guido'nun çabası izleyiciye savaşın etkilerini bir cephe sahnesinden çok daha gerçekçi hissettirecektir. 

Hayat güzeldir filmini klasik bir şaheser haline getiren son sahnesidir. Guido’nun Alman askerinin namlusunun önünde ölüme giderken bile Joshua’nın yani oğlunun kendisini izliyor düşüncesiyle yaptığı komik yürüyüş bir babanın fedakarlığının yanında filmi zirveye taşıyan sahnelerden bir tanesidir. Filmin son sahnesinde Joshua annesiyle kavuşur ancak yürekler bir babanın evladından ayrılışında kalır... Mutlu sahnelerinde yüzünüzün güldüğü sıcacık hissettiğiniz hüzünlü sahnelerinde yüreğinizin darlandığı ve gözlerinizin dolduğu bu film  aldığı ödüllerle de klasik bir film olarak somutlaşıyor.

7 dalda Oscar’a aday gösterilerek En İyi Yabancı Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Müzik dallarında ödüller almanın yanında Akademi, BAFTA, César, Cannes ve daha birçok film töreninde farklı dallarda ödüllere layık görülmüş bir filmdir. Filmi izlerken savaşlara daha fazla  öfke duyacak ve bir kez daha faşizmi lanetleyeceksiniz. İyi seyirler.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Kızlarxon İbrahimova Yazdı: Güven

Alişer çok zeki, nazik ve neşeli bir çocuktu. Okulda da çok iyi notlar alıyordu. Öğretmenleri Alisher'i çok seviyorlardı ve onu tüm sınıf arkadaşlarına örnek gösteriyorlardı. Mayıs ayının sonunda Alisher'in doğum günüydü. Doğum gününü sevdikleriyle birlikte unutulmaz bir şekilde kutladı. 

Kızlarxon İbrahimova Yazdı: Güven

O gün arkadaşları ve ailesi Alisher'e hediyeler getirdiler. Büyükbabası ona mavi bir futbol topu hediye etti. Annesi sevgili oğluna çikolatalı pasta pişirdi. En güzel hediye henüz gelmedi! Alisher'in babası oğluna son model iki tekerlekli bir bisiklet hediye etti. O gün çok mutlu ve sevinçliydi.

Alisher, uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ bisiklete binmeyi öğrenememişti. Bunu başarabileceğine inanmadığı için düşeceğinden korkuyordu. Bu yüzden babasının kendisine hediye ettiği bisiklete hiç binememişti. Arkadaşlarını çok kıskanıyordu, onlar gibi bisiklete binmeyi hayal ediyordu. Bir gün Alisher, evinin penceresinden arkadaşlarının bisiklete binmesini sessizce izlerken bir karınca gördü. Bir karınca, kendisinin birkaç katı büyüklüğünde bir şeker parçasını taşır.

Alisher giderken şaşırdı ve karıncaya sordu, "Eğer bu kadar küçük bir karıncaysan, bu şeker parçası sana yük olmuyor mu? Onu nasıl taşıyorsun?" Sonra karınca cevap verdi, "Evet. Bu şeker parçasının ağır olabileceği doğru. Ama kendime güvendiğim için onu kaldırabilirim. Eğer kendime güvenmeseydim, onu asla kaldıramazdım."

Karıncanın bu sözleri Alişir'i cesaretlendirdi. Hedeflerine ulaşmak için öncelikle özgüvene ihtiyacı olduğunu fark etti. Bu onun bisiklete tam bir özgüvenle binmeye başlamasına yardımcı oldu. Alisher kısa sürede bisiklete binmeyi öğrendi.

Kızlarxon İbrahimova / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Kemal Taşdemir Yazdı: Son Vedalar

Kemal Taşdemir Yazdı: Son Vedalar

Hiç bitmeyecek bir rüya gözüküyor,

Uykunun en tatlı hali gibi görünüyor.


Yıllar sonra görülmeyecek parıltılar,

Galiba ruhumuzda canlanmaktalar.


Ancak sonsuza kadar ayrılacaklar,

Mesafeler içinde yalnız kalacaklar.


Kalplerin tarihine gömülecek anılar,

Belki de bir daha hiç çıkmayacaklar.


Şehirler içinde edilen son vedalar,

Şehirlerde kalacağını sananlar…


Arada geçmişteki fotoğraflara bakanlar,

İçlerinde birkaç minik tebessüm ararlar.


Kalplerde canlanacak bol bol hüzün,

Akmak istemeyen yaşlardaki gözün…


Veda edilen mekanlardan geçenler,

Anılarla birlikte yalnız yürüyecekler.


Yıldızların altında sonsuzlar konuşulacak,

Ölen toprakların ardından yıldızlar parlayacak.


“Bitmesin!” diye sözler geçireceksin,

Zamanın durmasını isteyeceksin.


Seni bırakmayan şu hüzünler,

Yollarda hep senle beraberler.


Ancak büyüyecek insan zaman içinde,

Arada hatırlanacak birkaç anı belki de.


Yıllar sonra bir isim duyacak kulakların,

Mazideki, son hayal meyal hatırlananların…


Bir an dalacaksın geçmişin derinliğine,

Bir an da geleceksin yaşadığın hâle.


İhtimal ki “aman” deyip hemen geçilecek,

Anlaşılır ki o an, kalptekiler külleşecek.


Şimdilerde yaşadığını sansan da,

Unutulan mazilerde kalacaksın, anlasana.


Ve işte insan ölmeye başlar yaşarken,

En genç zamanında, mutlu sanılırken.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29

Umudunuzu Kaybetmeyin Umut Sizi Canlı Tutar

Merhaba Sabahattin Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Adana doğumluyum. Bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra Ankara Üniversitesi Dil ve tarih Coğrafya fakültesinde Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde okudum. Oradan mezun olduktan sonra Adana’ya geri döndüm ve özel sektörde çalışmaya başladım. Evlendim, Samira adında bir kızım var. İngilizce, Almanca biraz da Rusça biliyorum.

Yazar Sabahattin Tenikeci

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

2017 de İstanbul'da kızım ağır bir ameliyat geçirdi. O dönemlerde hastanede kalırken geceleri çok zamanınız oluyor. O zaman Karar verdim ancak eşimin sağlık sebepleri yüzünden ertelemek zorunda kaldım. Kitabın aynı zamanda birçok kişiye bir kılavuz olacağını düşündüm. Yazdığım hastalıklara maruz kalan insanlara faydası olacağını düşünerek yazdım. Hikayenin sonunda yaşananlar aslında  bu kitabı yazmama vesile oldu bunu kitabımda daha detaylı anlattım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Benim için büyük bir ölçüde bilgi paylaşmaktır. Yaşadıklarınızdan, gözlemlerinizden yada hayal gücünüzden yola çıkarak okuyucularınızla bildiklerinizi paylaşıyorsunuz. Ben Duymadan isimli eserimde bunu yaptım. 

Ben Duymadan isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?  

Her bölümde ayrı bir sürpriz bekliyor. Mücadele ederken tam bitti derken yine karşınıza bir şey çıkıyor ve onunla mücadele etmeye başlıyorsunuz.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Hermann Hesse, Dostoyeski, John Steinbeck, Shakespeare, Tolstoy en son okuduklarımın arasında ancak daha çok biyografiler ilgimi çeker.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Türkiye'deki evlilikler üzerine bir kitabın hazırlığını yapıyorum. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayatınız boyunca ne yaşarsanız yaşayın ama umudunuzu kaybetmeyin. Umut sizi canlı tutar, size yol gösterir, size kılavuz olur. En zor zamanlarda düşmemeye çalışın. Tekrar ayağa kalkın ve en baştan mücadele etmeye devam edin. Karşınıza çıkan sorunları gülerek karşılayın ve ondan iyi bir şeyler çıkarın. Bunu yaparken de en sevdiklerinize sarılın.

Edebiyatta Rüya Motifi

Rüya, uykularımızda bize eşlik eden, günlük yaşantımızı olumlu ya da olumsuz etkileyen, her gün karşılaştığımız bir kavramdır. Türkçe Sözlükte rüyanın karşılığı düş. İki mecazi anlamı var. Gerçekleşmesi imkânsız durum, hayal. Gerçekleşmesi beklenen ve istenen şey, umut. Rüya Arapça bir kelime. Bu yazıda sözcüğün bu anlamlarını sınırlandırarak uykuda görülen rüyadan bahsedeceğiz.

Edebiyatta Rüya Motifi

Rüyalarına gereğinden fazla anlamlar yükleyen insanlar olduğu gibi bu işten para kazanan rüya yorumculuğu yapıp para kazanan insanlar bulunmaktadır. Gün boyunca rüyanın etkisinde kalarak yaşamı kendisine zehir eden insanlara rastlanmaktadır. Rüyayı neden görürüz, bunun sebebi bilim adamlarınca araştırıldı. Psikoloji biliminin önemli isimlerinden Freud’a göre bilinçaltı kavramı bilinç kadar önemlidir. Günlük yaşamdaki duygularımız, isteklerimiz umutlarımız, hayallerimiz, öğrendiğimiz bilgiler bilinçaltında depolanır. 

Uykuya daldığımızda bilinçaltımızda sakladıklarımız rüya yoluyla bilince çıkar. Freud bu yönüyle rüyalara büyük önem verir. Freud’un Edebiyatta en çok etkilendiği isim olan Dostoyevski eserlerinde rüyaya önem verir. 

Yeraltından Notlar ve Öteki gibi psikoloji ağırlıklı romanlarında kahramanlarımız gördükleri rüyaları gerçek gibi düşünüp, gerçeklerle bağlarını koparınca toplum onları dışlama yoluna gider. Gerçekle düşü ayırt edemeyen roman kahramanları sonunda yıkıma uğrarlar. Savaşlar, göçler, depremler gibi toplumsal yıkımların yoğun olduğu dönemlerde insan psikolojisi bozulur ve bu durum rüyalara yansır. İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını yaşamış olan Frankfurt Okulu yazarı Teodor Adorno, Rüya Kayıtları adlı eserinde gördüğü rüyalardan bahsetmektedir. Nazi Almanya’sının düşünüre yaşattıklarını günlüklerinde görüyoruz. Rüyalarından nasıl etkilendiğine örnekler verelim: 

Frankfurt, Ocak 1954

Hoparlörlerden Hitler’e ait olduğu aşikar bir ses şu konuşmayı yapıyor: “Tek kızım dün trajik bir kazaya kurban gitti. Bunun kefaretinin ödenmesi için bütün trenlerin raydan çıkmasını emrediyorum.” Kahkahalar atarak uyandım.

Hamburg, Mayıs 1954

Damarlarımın şişip, patlayacak kadar sertleştiğini hissettiğim bir gece gördüğüm rüya. Bazı iğrenç ve küçük hayvanlar kargaşa çıkarıyor. Oyuncak biçimindeki bir triceratops disiplini sağlamak için ortaya çıkıyor ama hiçbir şey olmuyor ve nihayetinde o da diğer hayvanlardan ayırt edilemeyecek hale geliyor.

30 Temmuz 1954

Rüyamda L’yi gördüm. Çok zarif görünüyordu ama karşımda bir ölünün suratı kadar solgun bir suratla oturuyordu. İki kardeş gibi birbirimize sarıldık. Bu kadar kötü görünmesinin sebebini sordum. “Çok hastayım.’’ “Neyin var peki?’’ Kanser. Onu böyle söylemekte vazgeçirmeye çalıştım. Ne kadar iğrendiğimi belli etmemeye çalıştım ve ona ne kanseri olduğunu sordum, şu yanıtı verdi, koltuk kanseri.

Portekiz Edebiyatı’nın dünyaya tanıttığı Fernando Pessoa, mutluluğu tema olarak işlediği eserlerinde düşlerinden bahsetmektedir: “Çok düş kurdum ben. Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle… Düşlerimde her şeye sahip oldum. Uyandığım zamanlar oldu ama bunun ne önemi var? Kaç kez imparator oldum kim bilir? İmparatorluğum yalnızca düşlerde geçerliydi ve işte bu yüzden gerçekte hiçbir şey olamadım.’’

Türk Edebiyatı’nda rüyalar önemli bir işlev görmektedir. Âşıklık geleneğinde rüya motifi geleneğe giriş ritüeli işlevi görmektedir. On beş yaşına gelen delikanlı köyde çeşme başında ya da mezarlık gibi tenha bir yerde uykuya dalar. Rüyasında Pir elinden bade içer. Pir, aşığa bağlama çalmayı öğretir. Kısmeti olan kızı gösterir. Âşık uyandığında önce kendine gelemez. Birisi bağlamaya dokununca kendine gelip çalmaya başlar. Diyar diyar dolaşıp türkü söyleyerek nasibini arar. Hacettepe Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Umay Günay’ın çalışması Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi adlı eserinde yüzden fazla âşıkla görüşülmüş ve birbirine benzeyen hikâyeler derlenmiştir. Âşık Mahsuni Şerif, Himi Şahballı ve daha birçok âşık gördükleri rüyaları anlatmış ve geleneğe nasıl girdiklerini anlatmışlardır.

Yunus Emre şiirinde şöyle der: 

Geldi geçti ömrüm benim

 Şol yel esip geçmiş gibi

 Meğer bana şöyle gelir

 Bir göz yumup açmış gibi

 Modern Edebiyatımızda rüyalara sıkça yer verilmektedir.

Nazım Hikmet’ten bir alıntı:

 Gönlümün yolları öyle ıssız ki

 Görmedim üstünde bir rüya bile

 Ahmet Haşim’in şirinde rüyalar:

 Altın kulelerden yine kuşlar

 Tekrarını ömrün eder ilan

 Kuşlar mıdır onlar ki her akşam

 Âlemlerimizden sefer eyler

 Akşam, akşam yine akşam

 Göllerde bu dem bir kamış olsam

Orhan Veli Kanık’ın ünlü şiirinin ismi rüyadır.


RÜYA

Annemi ölmüş gördüm rüyamda

Ağlayarak uyanışım hatırlattı bana

Bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakarak

Ağlayışımı

Edebiyatımızda romanlarda, hikâyelerde rüyalardan yararlanılır. İnsanı tanıyıp anlatmaya çalışan edebi metinler için rüyalar psikolojik malzeme sunmaktadır.

 İnsanları robotlardan ayıran bir özelik de rüya görmeleridir. İnsanlar duygusal varlıklardır. Rüya yorumları insanların iç dünyalarını yansıtan yorumlardır. At görmek murattır, çocuk görmek aileye çocuk geleceğini gösterir gibi yorumlar insanları rahatlatır. Kötü rüyalar olan kâbuslar da insanları olumsuz etkiler. Rüyalarımız bizim psikolojimizi yansıtır. Yazımızı Melih Cevdet Anday’ın Telgrafhane adlı şiiriyle bitirelim.

 TELGRAFHANE

 Uyuyamayacaksın

 Memleketin hali

 Seni seslerle uyandıracak

 Oturup yazacaksın

 Çünkü sen artık o sen değilsin

 Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

 Durmadan sesler alacak

 Sesler vereceksin

 Uyuyamayacaksın

 Düzelmeden memleketin hali

 Düzelmeden dünyanın hali

 Gözüne uyku giremez ki

 Uyuyamayacaksın

 Bir sis çanı gecenin içinde

 Ta gün ışıyıncaya kadar

 Vakur metin sade

 Çalacaksın


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Haziran 2025 / Sayı 29
1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447