Kitaplar İnsana İnsanlığını Hatırlatıyor

Merhaba Yunus Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Ben 1980 Van merkez doğumluyum. İlk, orta ve üniversiteyi memleketim olan Van’da okudum. Sonrada Atatürk üniversitesi Adalet bölümünü bitirdim. Dikey geçişle özel bir üniversitede Hukuk Fakültesini okumaya başladım. Bazı nedenlerden ötürü severek okuduğum bu bölümü üçüncü sınıfta bırakmak zorunda kaldım. İki yıl süren memuri hayatımı istifa ederek sonlandırmış ve ardında ticari hayata başladım. Evli ve iki çocuk babasıyım.

Yazar Yunus Kuşan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazarlık serüvenim 2011 Van depremiyle başladı. Depremin ardında Van halkı adeta şehri boşaltmış ve ülkenin diğer şehirlerine taşınmıştı. Biz memleketten çıkmayanlar arasında yerimizi aldık. Deprem ve sonradan yaşanan hadiseler zihin dünyamda bir film haline gelmişti. Dolayısıyla zihin dünyamda birikenleri dış dünyaya anlatmak istiyordum, bunun en güzel yolu yazı yazmak ve onu yayınlamaktan geçiyordu. Bende öyle yaptım. Ve Van’da yayın yapan yerel bir gazetede duygularımı yazıyla yayınlamaya başladım. O günden bugüne o gazetede köşe yazarlığı yapmaktayım. Köşe yazarlığı, sonradan roman, düşünce ve eleştiri kitapları yazmama vesile oldu.  Elveda romanıyla beraber beşinci eserimiz de yayınlanmış oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlığı gemi kaptanına benzetiyorum. Alabora olmak üzere olan veya yönünü kaybeden gemiyi kurtaran ve ona doğru yönü gösteren bir kaptan.

İnsanoğluna ölümü tekrar hatırlatan ve okurun beğenisini kazanan Elveda isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Ölüm, gündemimize almadığımız ama bizi bir gölge misali takip eden bir hakikat. Bir gün kendisiyle yüzleşeceğimiz bir hakikat. Bizler ölüm bize hiç uğramayacak hissiyle hayatımızı yaşıyoruz. İnsanlara bu hakikati roman diliyle anlatmaya çalıştım. Hiç ölmeyecekmiş gibi hayatını yaşayan birinin yakalandığı hastalıkla beraber kendisi ve hayatını sorgulaması ve ölüm hakikatiyle yüzleşmesiyle beraber yaşadığı pişmanlıkları ele alan bir eser.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitaplar insanın karakter yapısını oluşturan varlıklardır. Ben, hayatıyla topluma örnek olan yazarların kitabını okumayı tercih ederim. Mesela, İnandığı değerler uğruna bedel ödeyen yazarlar beni daha fazla etkilemiştir. Ama başucu kitabımı söylemem gerekirse, hayat kitabımız olan Kuran-ı Kerim benim başucu kitabımdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Var. Yine bir roman üzerinde çalışıyorum. Ama tam olarak olgunlaşmadığından ipucu vermem yanlış ve yanıltıcı olabilir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Teknolojinin ilerlemesiyle beraber gelişen dijital ve sanal âlem, insanlığı fıtratından maalesef uzaklaştırmıştır. Bunun sonucunda ise okumayan bir nesil var olmuştur. Kitapsız oluşan boşluğu ise boş ve anlamsız muhabbetler doldurmuş bu da düşünmeyen, akletmeyen ve hissetmeyen bir nesli doğurmuştur. İşte böylesi bir çağda, kitaplara daha fazla ihtiyacımız var. Zira kitap, okurunu empati kurmaya, düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmektedir. Yani kitaplar, insana insanlığını hatırlatıyor.

Bizler; kitap ve kalem medeniyetinin çocukları olduğumuzu unutmamalıyız. Her birimiz kitap kokmalı ve yürüyen birer kitap olmalıyız. Buharlaşan neslin kurtuluşu ve fıtratıyla tanışmasının yolu, yine kitapla tanışmaktan geçtiğini iyi bilmeliyiz.

Hayalleri Gerçekleştirmenin Tek Yolu Başarmaktır

Merhaba Ferhan Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1957 Burdur doğumluyum, eğitim hayatımı burada tamamlayarak Burdur Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldum. Sınıf öğretmeni olarak Antalya Kaş’ın Doğantaş Köyü’ne atanmamla Burdur’dan ayrıldım. Yurdun batısından doğusuna çeşitli yörelerinde görev yaptım. 2004 yılında emekli oldum. Etüt merkezlerinde çalıştım. 

Yazar Ferhan Yeşil

Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görev aldım. Halen “Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, ANSAN (Antalya Sanatçılar Derneği) gibi bir çok dernekte aktif üyeyim. Aydın Efesi Dergisi, Truva Edebiyat Dergisi, Alfa Anadolu TV Hatay Gazetesi’nde şiirlerim, yazılarım yayınlanmaktadır.  Evliyim. İki oğlum ve bir kız torunum var. Kitap okumayı, şiir yazmayı, dikiş dikmeyi, güzel olan her şeyi paylaşmayı seviyorum. Çocukları ve onlara birşeyler katabilmeyi, insanlara yardım etmeyi, arkadaşlığı, dostluğu, doğayı tüm canlarıyla seviyorum.

Atatürk sevdalısı bir yazarım. Beni etkileyen toplumsal olaylarda, okul ve aile yaşantısında, meslek yaşantımda duygularımı kağıda dökmek küçük yaştan beri en büyük hobimdi. “Çocuklara Şiirler, Öğretmen Anıları, Cumhuriyet’in 100. Yılında Atatürk ve Cumhuriyet Şiirleri Güldestesi, Filistin Yok Oluyor Suskun Dünya Utansın, Acılara Gömüldük” antolojilerinde şiir ve yazılarımla yer aldım. “Yüreğimin Sesi Yeter Bana, Adı Çocuk Dersiniz” isimleriyle iki şiir kitabım yayınlandı. “Anılarla Öyküleşen Bir Yaşamın İzleri BİZİM KIZ” da siz değerli okurlarıyla buluştu. Eserlerimin her birinde çocuklarımıza ve büyüklere okunası mesajlar var. 

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri aile, okul ve sosyal yaşamımda, milletçe yaşanan olaylara karşı fazlasıyla duyarlı olmam, acıları derinden hissetmem bunları ilkokuldan beri ufak ufak yazmam ilk basamak oldu. Aileme, vatanıma, milletime, çocuklara, gençlere, hepsinden öte Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'e olan sevgim, saygım, minnet duygum ve bağlılığım, bunların paylaşılması da bende güzel duygular uyandırdı. Paylaşmaktı asıl olan. Hani bölüşmek deriz ya. Mutluluğu çoğaltmak, acıları azaltmak adına yazmak. Bu konuda okunası bir eser bırakmak. Bu duygularımı çocuklarımla, eşimle paylaştığımda, beni içtenlikle desteklediler. Böylelikle bireysel ilk şiir kitabım da okurlarıyla buluşmuş oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlığın, deneyimlerin, gözlemlerin, duyguların, hissedişlerin yazılarak insanlara aktarılmasında en etkili yollardan birisi olduğunu düşünüyorum. Tanımadığın insanlarla iletişim kurma yoludur. İnsanlık adına, insanca buluşmaktır. Biz yazarlar iyi ki duyuyor, düşünüyor ve yazıyoruz.

Okurun beğenisini kazanan Anılarla Öyküleşen Bir Yaşamın İzleri Bizim Kız isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Amacı doğrultusunda çalışıp hayallerine ulaşmanın sevinci, başarma duygusu, arkadaşlığın ve paylaşmanın verdiği mutluluk, acıların azalması. Çocukların, ailenin mutluluğu, eğitimin önemi, daha neler neler. Sürprizlerle dolu yaşam öyküleri sizleri bekliyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Nazım HİKMET’ in, “Memleketimde İnsan Manzaraları ve Yaşamak Güzel Bir Şey Be Kardeşim” yapıtı! Toplumsal değişim için kararlı duruşu. Yaşar KEMAL’ in, “İnce Memet”i! Romanlarında, toplumcu, gerçekçi edebiyat akımından etkilenerek yazması. Gülten AKIN’ ın, “Deli Kızın Türküsü”! Yapıtlarında, bireycilikten toplumculuğa yönelmesi, kadın duyarlılığının ön planda olması. Fakir BAYKURT’ un, “Kaplumbağalar”ı! Yazar ve öğretmen kimliği ile eğitime verdiği değer. Ayrıca yazarlarımızın toplumcu, gerçekçi ve mücadeleci yönleri, vatan sevgisi, özgürlüğün ve bağımsızlığın işlenmesi, kadının ön planda tutulması, beni etkileyen yönleridir. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Vatan ve kadın konularının işlenerek toplandığı bir şiir kitabı üzerinde çalışmalarım devam ediyor.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayalleri gerçekleştirmenin tek yolu başarmaktır. Çalışmakla işe başlamalı, çok çalışmalı, kendimize güvenmeliyiz. Göreceksiniz ki, sonuç bizi ve etrafımızdaki herkesi mutlu edecektir.

Çözül Ağır Ölümüm

Binnaz Deniz Yıldız

Gözlerimin mor kasığı, retinamda Mikail, bir kadın yıkanıyor yaşlarımın taburesinde

Işıksız çukur, ayakları devrilen sehpa, yangın hükmetti yağmurdan tarlalarıma…

Kanıksadım sabahların limon çiçeklerini.Pencerelerde türlü giysiler içinde ayna…Ağzımdan damlıyor kentin uçurum lekesi…Kustum sokaklara cennetin çıplak sesini…

Dua eden güruh, başlarında yeşil aplik, kertenkele resitali… Sönmüş yıldızın içindeki kan! Ağzımda bir iğneyle eğildim mermerden rahibeye. Plastik teniyle söndürdü dilimdeki cinneti…

Karanlığın şarabı peygamber mottosu…Pusuya yatmış akbaba…İstanbul’un vapur hatlarında bir kedi ilan etti kendini tanrı olarak- arp tellerine asılan yılanlar yıkıyor ellerini

Solucan patikası, sıcaklık fahrenayt, damıttı zihnimin etini otel odalarına…Giydirdim kirli anahtarı tren kapılarına. Yürüyordu çarşaflar ve kurban istiyordu haykırarak

Kumdan dirilişle astı kendini Zebercet. Masada son kırıntı…Güvercin kanatları…Çözül ağır ölümüm! Karanlık vagonlarda

Zaman kendini yiyen bir fare, ekşiyor bağıran kompartıman... Kollarımda can veren “o” …Çekiyor saçımı Zebercet. Uyuyorum cam kırıkları üstünde.

Bekliyor Zebercet! Düşen fotoğrafta aşağılık bir delilik içinde bekleyecek!

Bu ne ilk ne son felaket! Her şey dönüşecek!


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

Fazlı Humar Yazdı: Kartal

Fazlı Humar Yazdı: Kartal

kanadını kıramaz

aşkına gem vuramaz

kafeslere koyamazsın 

sen onu

keza

gökte doğar

özgürlük ile yaşar 

bir 

haykırırsa

üstüne yıkılır dağlar


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

David Copperfield Bunu Nasıl Yaptı?

Kuzu kuzu tabirini genellikle kendilerine söylenenleri hiç sorgulamaya gerek duymadan hemen kabullenen kişiler için kullanırlar. Hemen kuzu kuzu kabul etti her şeyi derler. Ya da hayatı öylesine, hiçbir olaya merak göstermeden, nasıl olduğunu çözmeye uğraşmadan dümdüz yaşayan kişiler için. Etliye sütlüye karışmadan kuzu kuzu bir yaşam. Bir yazlık tatil yerinde (ben 10 yaşlarındayken) 18 yaşındaki bir akrabam bana bir iskambil numarası yapmıştı. Yani kartlarla sihirbazlık. Elindeki asları destenin ortalarına koyup, sonra “hokus pokus” diyerek hepsini destenin en üstünden çıkarmıştı. Benim yaşımda biri için yeterince şaşırtıcıydı. Anlamak istiyordum.

David Copperfield

“Bir daha yapar mısın?” dedim, “Ama biraz daha yavaş hareketlerle lütfen!”

Desteyi eline alıp aynı sihirbazlığı çok yavaş hareketlerle tekrarladı. Yine başardı. Ben şaşkın gözlerle bakarken, “Nasıl yaptın bunu.?” dedim. Güldü. 

“Sihirbazlık öğretilmez. Düşün çözmeye çalış!” diyerek iskambil destesini masanın üzerine bırakıp çekti gitti.- Bana ne ya - diyemedim. Çünkü kuzu kuzu karakterim yok. Saatlerce o desteyi elime alıp çeşitli ihtimal hesapları veya hileler düşünerek böyle bir şeyin nasıl gerçek olabileceği üzerine kafa patlattım. O yaptığına göre, demek ki yapılabilirliği vardı. Bütün arkadaşlarım her gün denize girerken ben bu sihirbazlığın hilesini çözmeğe uğraştım. Ve tam 3 gün sonra başardım. O andaki mutluluk duygusu nasıl bir duygudur  anlatılamaz. Daha sonra bu sihirbazlığı arkadaşlarıma yaptığımda suratlarındaki şaşkınlığı görmek de anlatılması zor bir mutluluk duygusu. 18 yaşımdaki akrabamın bana uyguladığı taktiğini kullandım ve hiç kimseye bir şey öğretmedim tabii. 

Bir gün bir kitapçının vitrininde “İskambiller ile Sihirbazlık “ isimli bir kitap gördüğümde ise sanki Tanrı’nın bana o güne kadar yaptığı en büyük lütuf gibi gelmişti. Cebimdeki tüm harçlığımı o kitaba harcadım. Evde gece gündüz hayretler içinde kitaptaki sihirbazlıkları okuyup iskambillerle yapmaya çalıştım ve öğrendim…ve bu benim için hayatım boyunca ilginç bir hobi oldu. Gençliğimde yurt dışına gittiğimde bazı dükkanlarda bulduğum çeşitli sihirbazlık oyunları sayesinde iskambil oyunları dışında  diğer sihirbazlıkları öğrendim. Artık kolay kolay beni şaşırtabilecek bir sihirbazlık düşünemiyorum. Olursa da kuzu kuzu kabullenmem, sırrını çözmek için kafa yorarım.

Yıllar geçti. Evlenip çocuk sahibi olduğumda tabii ki kızıma da yeterince sihirbazlık öğrettiğimden onu da şaşırtacak biri de pek olmaz. Şaşırtırsa araştırıp sonunda çözer sırrını.

Kızım 14 yaşlarında iken Yurtdışındaki bir fuar nedeniyle Las Vegas’a gitme durumum oldu. Onu da götürdüm. Gittiğimiz tarihte Las Vegas’ta dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield’in, hani sahnede birisini kıtır kıtır keser de bir türlü nasıl tekrar birleştirdiğini çözemezsiniz, o illüzyonistin gösterisi vardı. Bu fırsat kaçmaz dedik. Bilet aldık.

Büyük  tiyatrovari bir gösteri salonunda show başladı. Nasıl olduğunu üç aşağı beş yukarı tahmin edebildiğimiz birkaç gösteri yaptıktan sonra David “ Önemli bir show için içinizden birkaç kişiyi sahneye alacağım” dedi. Kızım buna benzer gösterileri daha önce Türkiyede ‘de izlemiş olduğundan,

 “Ya, önceden anlaşmalı kişileri hiç tanımıyormuş gibi sahneye çağırıyorlar ki numaraları yakından bakınca anlaşılmasın. Veya mesela çıkan bir kıza-  birden ona kadar bir rakam tut içinden- deyip, sonra -4 rakamını tuttun- derler . Kız da hayret çığlıkları atarak – Doğru!- diye bağırır. Her kes şaşırır, falan filan. Basit sihirbazlık aslında.” dedi. O sırada David:

“Elimdeki şu birkaç iskambil kağıdını fırlatacağım, kim yakalarsa o gelsin sahneye” dedi.  

Sonra da iskambil kağıtlarını baş parmağı ve işaret parmağı arasında tutup, elini yan çevirip sırasıyla tek tek bumerang fırlatır gibi fırlattı. Bir iskambil kağıdı üçüncü sıradaki bayana gitti. Alkışladık, kalktı sahneye yöneldi, sonra biri daha, biri başkası daha, toplam 5-6 kişi çağıracak. Attığı kağıtlardan biri havada kavisler çizerek bizim masaya doğru yöneldi ve “AAA-aaaaa ?!” kızımın kucağına düştü. Biran şaşkınlıkla bakıştık.

“Bu adam seni de mi tanıyor kızım ?”diye espri yaptım. Kızım da şaşkınlıklar içinde elinde kart ile sahneye yöneldi. Sahnede içinde 4 kişinin oturduğu eski dev 1956 model Amerikan arabalarından biri var. David çağırdığı 6 kişiye bir büyük kumaş açarak her birinin bunun bir ucundan tutmasını istedi. Tuttular ve o şekilde arabanın üstünde tutmalarını ve hafif hafif sallamalarını istedi. Yani o koca bez parçasını çeşitli köşelerinden tutmuş altı kişi ,(bezin altındaki araba görünemeyecek kadar geniş bir bez), arabanın üzerinde  tutup aşağı yukarı silkeler gibi hareketler yapıyorlar. David bir ara “Kaldırın bezi!”dedi. Bezi kenara doğru çektiler. O ne ?!

Araba ortada yok! Tabi otomatikman içindekiler de. Bahsettiğimiz şey oyuncak araba değil, basbayağı içinde şahıslar olan gerçek kocaman bir arabaydı. Nasıl oldu bu? 

Hayret sesleri, alkışlar, alkışlar. David eğilip alkışları mütevazi bir şekilde kabul etti.

Kızım geri geldiğinde bana sordu: “Baba bu nasıl oldu?”

“Kızım ben 30 metre mesafeden seyrettim, ama sen 1 metre yakınındaydın, anlamadın mı?”

Kızım şaşkın. “Vallahi hiçbir şey anlamadım!”  

David’e saygı duydum. Ama kızımla birbirimize bakıştık.

“Bunu otelde bir düşünelim, çözeriz” dedi. 

Kısacası anlatmak istediğim şu. Hani bir deyim vardır: “ Her seyahat bir adımla başlar” diye.

O adımı atmazsanız hiç seyahate çıkamazsınız. Kızım “ bunu çözeriz” demeseydi, biz de olayı öylesine kabullenip sırrını hiç öğrenememiş olurduk. Biraz geç de olsa ( yani Las Vegas’dayken değil) ama İstanbul'a döndüğümüzde olayı çözmüştük. Merak neticeye giden yoldur. Meraksızsanız, yapacak bir şey yok. Hayatınız çok düze olur. Gayesiz yani. Yani… Kuzu kuzu.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

Yeni Sezon Dosya Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: editor@alaskakitap.com

Telefon: (0312) 3609862

Mervenur Uç Yazdı: Kızıl Tilki

Mervenur Uç Yazdı: Kızıl Tilki

Güzel gözlü İnci çiçeği, 

Sever misin kalbimi? 

Yoluma ışık ateş böceği, 

İçinde saklar mısın beni? 


Parıldasın kum tanesi, 

Kaybolmuş yıldız gibi. 

Hisseder yüreğini, 

Korur seni Kızıl Tilki. 


Mervenur Uç / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

Geçmişten Günümüze Resim Sanatı

Resim sanatının kökleri ilkçağlardaki mağara resimlerine kadar gitmektedir. Yazının henüz icat edilmediği dönemlerde insanlar duygularını, düşüncelerini çizgilerle duvarlara yansıtıyorlardı. Sanat yapma kaygısından uzak, estetik zevkten habersiz bu ilk insanlar bilinçsiz bir şekilde sevgilerini, korkularını, hayallerini duvarlara nakşettiler. İlkçağ insanlarının neler yaşadıklarını, yaşadıkları bölgelerde hangi hayvanlarla mücadele ettiklerini mağaralardaki ilkel resimlerden anlıyoruz.

Geçmişten Günümüze Resim Sanatı

Yazının icat edilip gelişmesiyle birlikte resim sanatı da ilerledi. Resimde renklerin, çizgilerin kullanımı, perspektif kavramının oluşması ve daha birçok yenilik Avrupa uygarlığını bir resim uygarlığı haline getirdi. Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Tiziano,Tintoretto, Köylü Bruegel, Rembrandt, Paul Cezanne, Claude Monet, Rafaello, Albert Dürer, Goya,Vermeer, Van Gogh, Pichasso ve adını sayamayacağımız kadar çok Avrupalı ressam bugün tüm dünyada tanınan, müzelerde sergilenen eserler ürettiler. Bu eserlerin çoğu zamanında tanınmadı, ressamlar yoksulluk içinde yaşadılar. Van Gogh’un kardeşi Teo resim galerisinde resim satarken abisinin bir tek resmini satabildi. Resim sanatının toplumda yaygınlık kazanması modern zamanlara denk geldi.

Osmanlı’da resim sanatının gelişmesi çok zor oldu. İnsan portresinin yapılması dince sakıncalı olduğundan resim sanatı hat, tekzip, ebru sanatları şeklinde gelişti. 

Orhan Pamuk kendisine Nobel Edebiyat ödülünü kazandıran Benim Adım Kırmızı isimli romanında sarayda ders veren Hattat Osman ve öğrencilerinden bahsetmektedir. Camilere, hamamlara ve diğer tarihi eserlere baktığımızda resme ilgi duyan sanatçıların, Avrupa’daki meslektaşlarından hiç de geri kalmadıklarını görüyoruz. Tanzimatla birlikte modern anlamda resim sanatından bahsedebiliriz. Bugün herkesçe tanınan Kaplumbağa Terbiyecisi resmini çizen Osman Hamdi Bey’in sadece Türk resmine değil müzeciliğimize de büyük katkıları olduğunu çok az kişi bilir. Resim sanatının gelişmesiyle birlikte ressamların eğitimine önem verildi. Modern resim okulları, resim atölyeleri kuruldu. Öğrencilerine resim sanatının inceliklerini öğreten hocaların başında İbrahim Çallı gelmektedir. Yetiştirdiği öğrencilerle Türk resim sanatına büyük katkılarda bulundu. Resmi sadece erkekler yapmaz, kadınlar da iyi ressam olurlar. Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım ilk ünlü ressamlarımızdandır. Resim yeteneğini oğluna aktarmıştır diyebiliriz. Şakir Paşa’nın kızı, Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı)'nın ablası Fahrenissa Zeyd Resim sanatımızın önemli sanatçısıdır. Fahrenissa Zeyd ilk resim sergisini apartman dairesinde açmış. Sergiyi izlemeye bir tek havagazı şirketinin çalışanı gelmiş, o da gaz kontrolü için gelmiş. Bu kişi İnce Memed romanının yazarı Yaşar Kemal’dir.

Cumhuriyet dönemiyle birlikte resim dersi, ilkokuldan üniversiteye kadar her branşta verilmeye başladı. Fakültelerin resim bölümlerinde çok değerli sanatçılar yetişti. Yurt dışına gidip akademik eğitimlerini geliştiren sanatçılar yurda döndüklerinde değerli öğrenciler yetiştirdiler. Devrim Erbil bu sanatçılardan biridir. Halk kültürüyle resim sanatının inceliklerini bir araya getiren Nuri İyem, Fikret Otyam gibi sanatçılarımız Türk resminin dünyaya açılmasını sağladılar. Fikret Otyam’ın Gide Gide isimli gezi kitabı okunmaya değer bir kitap.

Resim sanatı sadece okullarda değil cezaevinde de öğretildi. Nazım Hikmet cezaevinde Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi yazarlara yazı konusunda destek olurken bir mahkuma resim sanatını öğretti. Bu gencin ismi İbrahim Balaban’dır. İbrahim Balaban ünlü bir ressam olmasında Nazım Hikmet’in nasıl bir etkisi olduğunu anı kitabında ve söyleşilerinde dile getirdi.

Halikarnas Balıkçısı Bodrum’a sürüldüğünde( kendisi hem yazar hem ressamdır) kendisini yazıya verdi. Bodrum’u tanıtan yazılar yazınca ( Bodrum o dönem bir köydü) merak eden arkadaşları Mavi Tur’u düzenlediler. Mavi Tur’a katılanlardan biri Şair ressam Bedri Rahmi Eyuboğlu’dur. Sahilden giderlerken her durdukları sahil ilçesinde ya bir resim çizip ya da bir heykel yapıp bırakıyordu.Bedri Rahmi ile ilgili hikayeye göre Resim öğretmenliği yaparken öğrencisi olan Ermeni kızına aşık olmuş. Onun için bilinen şu şiiri yazmış:

Karadutum çatalkaram çingenem

Nar tanem nur tanem bir tanem

Ağaç isem dalımsın salkım saçak

Petek isen balımsın ağulum

Günahımsın, vebalimsin

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan

Bir süre sonra Ermeni kızı veremden ölmüş. Yıllar sonra bir ortamda Bedri Rahmi’den bu şiiri okumasını istemişler. Şair bu şiiri okuyunca ağlamaya başlamış. Karısı durumu görünce, ‘’onu unuttu sanmıştım’’ deyip şairi terk etmiş.

Bedri Rahmi gibi tanınmış diğer ressamımız, şairlerin dostu Abidin Dino’dur. Uzun yıllar yurt dışında yaşamış olan Abidin Dino ülkesiyle bağlarını hiçbir zaman koparmamış, sevdiği şair arkadaşlarının şiir kitaplarına resimler çizerek destek vermiştir. Nazım Hikmet’in Kuvay-ı Milliye’sine çizdiği resimler bugün beğeniyle karşılanmaktadır. Edebiyatı resme benzeten sanatçılar edebiyatın sözcüklerle yapılan resim olduğunu belirtirler.

Günümüzde resim sanatı oldukça yaygınlaştı. Resim sergileri, atölyeler, resim sanatını bilimsel yöntemlerle öğreten okullar bu sanatın hakkını veren sanatçılar yetiştirmektedir. Resim sanatının önü açık gibi görünüyor. Nazım Hikmet’in oğlu Mehmet Nazım ömrünü resim sanatına vermiş bir sanatçıdır. Yakın tarihlerde vefat eden Mehmet Nazım’ın resim sergisi günümüzde Ankara’da sergilenmektedir. Mehmet Nazım’ın arkadaşı yazar Gündüz Vassaf, Ressamın İsyanı adlı eserinde Mehmet Nazım hakkında bilgi vermektedir.

Yazımızı Nazım Hikmet’in Abidin Dino’ya yazdığı şiirle bitirelim:

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

İşin kolayına kaçmadan ama

Gül yanaklı bebesini emziren melek

Yüzlü anneciğin resmini değil

Ne de ak örtüde elmaların 

Ne de akvaryumda su kabarcıklarının 

Arasında dolanan kırmızı balığınkini

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25


Ayna

Bu sabah uyanır uyanmaz, işlerimin yoğunluğu nedeniyle hızla kendime bir kahve yapıp çalışma masamın başına oturdum. Odamdaki nergis çiçeklerinin kokusu dışarıdan gelen kuş sesleri ile birleşince bendeki telaşı alıp götürdü, daha dingin bir ruh hali ile oturdum masamın başına. Çalışırken müzik dinlerim ben. Çevrimiçi radyolardan birini açtım, çalışmaya koyuldum. Radyoda Concerto pour elle isimli eser çalıyordu. Bu şarkının yeri bende özeldir. Şarkı beni aldı, anılara götürdü.

Yazar Güz, Ayna

Doktoramı yeni bitirmiş, yurt dışına taşınıyordum kariyerim nedeniyle. Uçakta yanımda oturan bir hanımefendi (Estella) ile sohbet etmeye başladık. Yolculuk sebebimi sordu, “kariyer” dedim. Ben ona sorunca aynı soruyu, “Ruh ikizimle buluşacağım” dedi.

Sohbet sohbeti açtı, birbirimize telefon numaralarımızı verdik. İletişimimiz hiç kopmadı onunla yıllar içinde. Ben kariyerimle, hayatla ilgili gelişmeleri anlattım ona, o ruh ikizine kavuşmak amaçlı başlayan dönüşüm yolculuğunu anlattı bana. Kendi ruhuna belki de ilk kez yakından baktı süreçte. Gölge yanları ile tanıştı. Gölge yanlarının karanlığında kayboldu bazen, acı çektiği de oldu, şaşırdığı da oldu. Sohbetlerimizde bazen sustu, sadece beni dinledi. An geldi henüz bir ay önce anlatmış olduklarının bile yanılsama olduğundan bahsetti. Aslında onlar yanılsama değildi, o an onun anlamaya, hemhal olmaya hazır olduğu gerçeklikti. Estella değişip, dönüştükçe kendisine dair başka bir gerçeklik, onun hazır olduğu kadar açılıyordu ona. 

Bir dönem, anlatmayı kesti. Sadece dinler oldu beni. Akabinde dinlemek de fazla geldi ona, anladım bunu halinden. Bu gibi dönemlerde, o benimle temasa geçene kadar, iletişime geçmedim Estella ile. 

Estella neye bakıyorsa kendisini görüyordu. O içine döndükçe kendisini anlar, kendisine yakınlaşır, kendisini tetikleyen şeylerin dedektif dibi izini sürerek görmezden geldiği yanlarına, yaralarına, özlemlerine, yaslarına yakalanır olmuştu. Böylece gölge yanları da ışığa kavuşuyordu, 

Estella, gölge yanlarını fark edip aydınlığa çıkardıkça, değişmiş, farklılaşmıştı hayata bakışı, istekleri, öncelikleri. Kariyerinde köklü değişiklikler yapmış, yakınında tuttuğu bazı insanlarla arasına mesafe koymuş, uzak bildiği bazı insanları ise yakınına almıştı. Sıradan bildiği şeylerin aslında hayattaki asıl lüksler olduğunu anlamış, vazgeçilmez sandığı lükslerinin ise gereksizliğini anlamış, hepsinden arınmıştı.  

Bu süreç, onun miracıydı. Estella, bıraktığı her şeyle birlikte sanki kendisine ait başka bir kaybettiği parçasına kavuşuyordu. Bir arkeoloğun kazdıkça ulaştığı gizli bir hazine odasında, asırlardır saklı kalan mücevherleri ilk gördüğü anda duyduğu coşkuyu, heyecanı, merakı, mutluluğu hissediyordu kendi içindeki cevhere ulaştıkça.

Bu coşku onun dış görünüşüne de yansıyordu. Yüzünde, vücudunda hiçbir estetik müdahale olmamasına rağmen, her ortamda duruşu, güzelliği ile eskisinden de daha dikkat çekici hale gelmişti. Estella zaten çok güzel bir kadındı fakat bu içsel yolculuğu vesilesiyle kavuştuğu gerçek benliği, onun ışığına ışık katmıştı. Bir keresinde ona “Senin gizli güzellik iksirin, kendini bulmuş olman” dediğimde, gözlerini teveccüh ile kaçırıp “Ben halen yolcuyum ve yol ömürlük” demişti mahcup bir şekilde. 

Estella, kendini tanıyıp anladıkça, dışarıdakini sorgulama, inceleme, gözlemleme ihtiyacı duymaz olmuştu. Nasıl olsa, o gün hangi haldeyse, o halden dinleyip, görüyordu etrafında olup biteni. Kendini bilmek olmuştu önceliği. Genç kadın, sırlı yolculuğuna ruh ikizini bulma arzusuyla girdi. Ancak, anladı ki kendi ile gerçekten tanışmadan, ruh ikizi kelimesinin içi boş kalıyordu. 

Yolculuğunda farkeeti ki, insanı kendisine götüren yol; koşullar ne olursa olsun,  yanında kim olursa olsun bir noktadan sonra tek başına yürünüyormuş. İnsanın atalardan getirdiği epigenetik kodları ve çocukluk travmalarıyla yüzleşmesi, içine doğduğu toplumun yüklediği kodlardan arınması, okuyup, izlediği, örnek aldığı rol modellerinin kendisine uymayan kalıplarından sıyrılması, olmaya çalıştığı ile gerçekte olduğu halinin arasındaki farkı hazmetmesi, kendisine itiraf etmekten çekindiği ya da farkında dahi olmadığı gölge yanlarını ışığa çıkartıp, aydınlatması zorlu, uzun, sabır gerektiren ve yalnız başına içinden geçilen bir süreçmiş. Estella’nın yolculuğuna uzaktan şahitlik ederken Platon’un mağara alegorisini daha iyi anlar olmuştum. 

Genç kadın, kendisini buldukça dışarıdakine ihtiyaç duymaz olmuştu. Dışarıda aradığı her şeyin kendi içinde saklı olduğunu anlamıştı.

Estella ile tanışalı yedi yıl olmuştu, çocukluk hayali olan dedelerinin geldiği topraklar olan Barselona’ya taşındı yanına sadece iki bavul alarak. Dışardan gören belki de “ne kadar basit, sıradan ve az şey alarak taşındı” derdi onun için. Oysa Estella kalbine kocaman evreni sığdırarak, epey varlıklı bir şekilde yeni bir hayat kuruyordu kendisine Barselona’da.  

Onun için ev hediyesi olarak, kırmızı tennure giyen uzun siyah saçlı, narin ve zarif görünümlü Estella’ya benzer bir kadın semazenin kendi etrafında döndüğü bir tablo çizdirdim tanıdığım bir ressama. Tennurenin eteğine küçük parçalara ayrılmış ayna parçaları yapıştırmasını istedim ressamdan. Tuvalde resmedilen semahanenin de her yerine ayna kırıntıları yapıştırdı ressam benim isteğim üzerine. Tablonun arkasına ise şunları yazdım;  “Ruh ikizine kavuşmak için ülke ve iş değiştirirken bilemezdin ki bu yolculuğun bu kadar zorlu olup, aldığın yaralarla önce sana kendini sorgulatıp, sendeki ötekiler ve ben ayrışmasını ilk başta körükleyeceğini bu denli, sonrasında ise seni sana yaklaştırırken dışarıdaki ile arandaki duvarın kademe kademe yıkılacağını, ötekinin de senin bir parçan olduğunu anlayacağını, akabinde ise dışarıdakinin aslında var olmadığını anlayıp, olanı da olmayanı aşkla kucaklayacağını. Tüm evrende ne varsa sende de var olduğunu, sende ne varsa tüm evrende var olduğunu anlayacağını. Vuslatın kutlu olsun, aşkta kal Estella, aşkla yürümeye devam et…” 

Yıllar önce uçakta ilk sohbete başladığımız an, bir gün Estella’nın Barselona’daki evinde, elimde böyle bir hediye ile onun pişirdiği deniz ürünlü paellayı yiyeceğimizi hayal dahi edemezdim, O,  hediye paketini heyecanla açarken fonda Concerto pour elle çalıyordu. O sofra, Estella’nın tuvaldeki resmi gördüğü an duyduğu sevinç ve yolculuğu boyunca yaşadıklarını hatırlarım bu şarkıyı ne zaman dinlesem.  Benim için bu şarkı, tüm o süreci içine saklayan bir zaman kapsülü gibi tılsımlı. 

“Alem tek bir suretin aynalarından ibaret” diyerek sizlerin de yolculuğunuzun, bütüne ve size güzellikler getirmesini dilerim. Aşk ve sevgiyle kalın.

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

‪Şeyma Esma Yaşar‬ Yazdı: Siyah Gül

‪Şeyma Esma Yaşar‬ Yazdı: Siyah Gül

Bi nilüfer misaliydi bu mazi

İnanmazdık öylesine

Bakardık görürdük ama neden

Neden sevemezdik


Dikenlerim mi batardı

İnsanlar mı kovalardı seni

Şaşardım anlayamazdım kalbini

Göremedim içindeki siyah gülü


Kanmışım amansız bi hastalığa

Kara toprak olmuş bizim kavuşma

Artık yedi cihan birlikte olsa da

İnanmazdım bu amansız hastalığa


Amansız bu hastalığa aşk demişler

Kara toprakta umut olmuş meğerse

Kanmışım bi siyah güle

Şeyma Esma Yaşar / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

İnsan Olmak Kolay Değil

George,  öfkeli, akıllı, hayalperest. Lenni, güçlü, saf, neyi nasıl yapacağını bilmeyen, aşırı unutkan biri.  Arkadaş  sevgisi ile dolu olan, iki insanın hayat hikâyesidir bu. Ancak dikkatli okuyucular için birçok konuyu işlemiş olan kitap, bir insanın başka bir insana  iyilikte bulunmasını, güç sahibi olan insanların kendilerini diğerlerinden üstün görerek bunu daha da göklere çıkarmak için nasıl insanlığını yitirdiğini, iyi niyetli insanların da büyük hatalar yapabildiğini,  umut etmenin insanı nasıl ayakta tuttuğunu!

Fareler ve İnsanlar

"İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!" der John Steinbeck. George ve Lenni geçimlerini ırgatlık yaparak kazanan iki arkadaştır. George ufak tefek ama zeki birisiyken, Lenni iri yarı aşırı güçlü ancak zekâ geriliği ve unutkanlığı olan birisidir. Lenni' nin zekâ geriliği onun çocuksu saflığıyla irdelenir. Lenni yumuşak şeylere dokunmaktan, okşamaktan  hoşlanır. Bu yumuşak şeyler fareler ve tavşanlar bile olabilmektedir. Ancak dokunurken orantısız gücü ve belki de bu yumuşak şeylere dokunma açlığı yüzünden fareleri ve tavşanları öldürür.  Lenni'nin bu tavrı onun bir şekilde hasta olmasına bağlanabilir. Ancak satır araları bunun basit bir rahatsızlık olmadığını açığa çıkarır nitelikteki ince ayrıntılarla doludur. 

Lenni'nin tek dostu George'dur. Lenni ırgattır ve ırgatlar için hayat oldukça zordur. Bu zorluk hayatı yaşanılabilmek için her ırgatı belli bir kabalığa belli bir anlayışsızlığa iter. Hayatta kalabilmek için anlamak değil sürekli savaşmak zorunda kalırsan eğer. Aralıksız olarak. Hiçbir zaman fırsatın olmazsa durup düşünmek, anlamak, kavramak için öyleyse nasıl görebilirsin sebepleri? Lenni neden yumuşak şeylere dokunmak konusunda obsesif bir ısrar göstermektedir? Neden fareleri sadece onların  yumuşaklığını hissetmeye çalışırken öldürmektedir? Hikâyemizin başında  George Lenni'nin cebinde ölü bir fare bulduğunda ona sinirle soruyor: Ölü bir fareyle ne yapabilirsin ki? Lenni ona yalnız başına  yürürken onu baş parmağımla sevebilirim der. Lenni yalnız hissettiği zaman, sevmek istediği zaman yumuşak şeylere dokunuyor. Ben bunun en çok da şefkat hissetmek için obsesiflik derecesinde dokunma hissine dönüştüğünü düşünüyorum. Yalnızlığın en büyük düşmanı başkasından gördüğümüz şefkat ve arkadaşça destek değil midir zaten? Peki yol arkadaşı, tek arkadaşı olan George neden ona şefkat gösterememektedir? George Lenni'yi  aşırı sevmesine rağmen ona şefkat gösterecek durumda değildir... Yaşam mücadelesi o kadar zordur ki durup yumuşayacak zaman yoktur. "insan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!" der John Steinbeck. 

Kimdir bu insanlar, kimdir bu fareler? İşçiler köle gibi karın tokluğuna çalıştırılmaktaydı. Bir şeye sahip olmak, örneğin küçük bir toprak parçasına ve bir eve sahip olmak büyük bir hayaldir. Karınlarını doyurabilmek için o çiftlikten bu çiftliğe savrulan ve günün sonunda bin bir güçlükle yatağa uzanan bu işçiler tıpkı fareler gibidir.  Peki bu düzende insanlar kimdir? İnsanlar mıdır? George Lenni'nin de çiftlikteki diğer ırgatlardan bazılarının da içinde umut ateşi yakan onlara bir anlam veren onlara bir yol veren karakter olarak çıkmaktadır karşımıza. Georgun hayali Lenni ile birlikte küçük bir ev ve arazi sahibi olmaktır. Öyle güzel öyle masalımsı anlatır ki burayı Lenni'ye, Lenni ondan sık sık bu hayali tekrar anlatmasını  ister. Bu iki ırgat arkadaş hatta bütün ırgatlar için masal niteliği taşıyan şey budur işte. Bu küçük ev ve arazi onların özgürlüğünü temsil etmektedir. Belki yine çiftlik işlerini yapacaklardır ancak insanca ve kendileri için ama fare olmadan... Bu hayal yaşlı, bitik bir ihtiyar bir ırgatın bile gözlerinde umut ateşi yakmıştır. Peki, bu ırgatlar bu hayallerini gerçekleştirebilecekler midir? 

Lenni ve Georg'un birlikte çalıştıkları çiftlikte ki yaşlı ırgatımızın artık yaşlanmış ve hasta olan bir köpeği vardır. İhtiyar için bu köpek onun en yakın dostudur, arkadaşıdır ve  yalnızlığının en büyük ortağıdır. 

Köpek sürekli inlemekte ve öteki ırgatlar da bundan sürekli şikâyet etmektedir. İhtiyar ne köpeğini iyileştirebilecek durumdadır ne de köpeğini alıp gidecek bir yeri vardır. İşte işçilerin bu çaresizliği, hayatlarının her bir köşesine sinmiş bu çaresizliğini hiç süslemeden anlatmaktadır Steinbeck. Köpeğin acı çekmesine, inlemesine dayanamayan ihtiyar, köpeğini acılardan kurtarmak ve diğer işçilerin baskısına dayanamadığı için bir ırgatın köpeğini öldürmesine izin verir. Bu olaydan sonra ihtiyarımız bir büyük umut ve bir büyük pişmanlığın pençesine düşer. Umut onun insanca yaşayabilmesi için Georg'un hayalidir.  Bu hayalin, bu planın bir parçası olmak için çabalar. Onun en büyük pişmanlığı ise hikâyemizin en büyük trajedisidir. Ayrıca çiftlik sahibinin oğlunun bir eşi  vardır. Bu kadını belki de sarayda yaşayan fare olarak tanımlamalıyız. Yalnızlığa itilmiş, hapsedilmiş olan bu kadın yaşama hevesi yaşamı tanıma heyecanı ile dolup taşmaktadır. Bu kadın da birinin karısı olmaktan, sevmediği değer görmediği birinin karısı olmaktan öteye geçmeye çalışmaktadır. Bu yüzden o da "farelerin" Planına dâhil olmak ister. Öte  yandan hikayedeki başka  trajik bir olay  ise  kendileri de ezilen işçilerin  siyahi olan bir işçiyi  aralarına almayıp ona yaşattıkları  yalnızlığında  bir tarifi yok..

Tüm bu yalnızlık, tüm bu çaresizlik düğümü tüm bu fare gibi yaşama içindeki insanlığı fare gibi saklama trajedisi bir hayalin gerçekleşmesi ile biter mi? Neden bitmesin? Yaşlı ırgatımızın umudundan bahsetmiştik. Peki ya onun pişmanlığı neydi? Dostunun öldürülmesine izin vermek mi? Hayır. Sarayda yaşayan faremiz ve zeka geriliği olan nasıl seveceğini bilmeyen ama deli gibi şefkat isteyen yalnızlıktan korkan Lenni arasında geçen olaylar sonucunda Lenni bu kadını sevmeye çalışırken sıkmaktan öldürür. Tıpkı sevmeye çalışırken fareleri ve tavşanları avucunun içinde öldürdüğü gibi... Bu orantısızlığı belki de onun korkusundan, yalnızlık korkusundan, şefkate olan açlığından kaynaklanıyordur. Yaşlı ırgatımızın en büyük pişmanlığı dostunu, arkadaşını başka ellerin öldürmesine izin vermektir. Eğer yapılması gerekiyorduysa bunu kendisi yapmalıydı. Belki de onu son kez okşayıp severek, şefkat göstererek, onu sakinleştirerek bir an için bile olsa onu mutlu hissettirerek kendi elleriyle öldürmeliydi. Onu tanımayan umursamayan ellerin öldürmesine izin vermemeliydi. Ancak ihtiyar buna cesaret edemedi. Ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini kendisine itiraf edemedi. Hatta köpeğini ne kadar sevdiğini bile itiraf edemedi. İşte belki de bu yüzden üçüncü kez: "İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa! diyoruz. 

George kimsenin Lenni'yi anlamayacağını kimsenin ona bir şey sormayacağını, ona işkence edeceklerini, onu zindana atacaklarını ya da öldüreceklerini bilecek kadar akıllıdır. Lenni anlama güçlüğü olan aslında saf ve iyi bir insandır. Lenni bütün bu insanların ona neden kötü davrandığını, onu neden öldüreceklerini ya da neden yıllarca hapsedeceklerini bile anlamayacaktır. Onu böyle bir işkenceye onu böyle bir zalimliğe bırakmak... Gerçek bir arkadaşın yapabileceği bir şey midir? George Lenni'yi çiftlikten kaçırır. Onu bir göl kenarına götürür. Ona her zaman anlattığı hayallerini anlatır. Lenni'ye gözlerini kapatmasını söyler ve onu sanki hayallerindeki güzel küçük çiftliğe götürür. Lenni oradaymışçasına mutluyken  George Lenni'yi vurur. 

Tüm yaşananlar  karşısında  insan bu soruları sormadan duramıyor.

İnsanlar ve farelerin  planları hep ters mi gider gerçekten?

Arkadaşlık-dostluk   sevinçleri ve  zorlukları paylaşmak  mıdır da?

Kapitalist sistem gerçek  dostluk ve arkadaşlık  önünde engel midir?

Gücün tanımını nasıl  yapmalıyız? 

Fiziksel ve zihinsel güç buluşunca  neler yapılır? 

Dayanışma arkadaşlık yoldaşlık bağlılık doğru bir temelde olursa hedefe ulaşma  ve

Hayallerimizi gerçekleştirmede yol acıcı  mıdır? 

Sonuç olarak parası olanların güçlü olanların, kendini insan sandığı; olmayanların ise fare olmak zorunda olduğu bu hikâyede belki de en büyük insanlık arkadaşlık, dostluktur. İnsanca yaşanamayacak bu düzende insana umut veren, yalnızlığı bir nebze olsun dindirebilen arkadaşlıktır. İnsan yalnız başına bir hayalin peşinden koşacak motivasyonu bile bulamayabilir ama arkadaşlık  yaşlı bir bedenin içinde bile umut ateşi yakabilir. Acıyı dindiren de ölümü tatlı kılan da arkadaşlıktır....

John Steinbeck Kimdir?

Amerikalı yazar John Steinbeck (27 Şubat 1902 - 20 Aralık 1968), Amerikalı gerçekçi yazar. Eserlerinde genellikle İşçi yaşamını ve toplumsal sorunları dile getirdi. Gençliğinde bir zamanlar çalıştığı Salınası Vadisi onun eserleri için vazgeçilmez bir mekândır. Bir ailenin Oklahoma'dan, Kaliforniya'ya göçünü anlattığı Gazap Üzümleri eseri ile Pulitzer  ve Ulusal Kitap Ödülünü kazandı. Ayrıca edebiyat alanında verdiği katkılardan dolayı 1962’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

Şairlik Toprakta Yaşam Denizde Tuz Gökyüzünde Özgür Kuşlardır

Merhaba İsmail Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. 1958 Çorum doğumluyum. Emekli askerim.  

Yazar İsmail Donanmış

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir; yaşama en güzel dokunuş, duygular bütününün dışa vurumu, düşünlerin anlam derinliği ve en coşkulu ritmidir. Sevmenin, sevilmenin en özgün hali, insan vicdanının en güzel şaheseridir. Şiirde olmazsa olmazım; iç sesi, anlam bütünlüğü, vurgu ve imgeler.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik; toprakta yaşam, denizde tuz, gökyüzünde özgür kuşlardır.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İlkokulda yazdığım ilk şiirimin okul panosuna asılmasıyla başladı.

Son Yaprak isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Sevi şiirlerinin yanı sıra, toplumsal sosyolojik şiirler. Ağırlıklı lirik şiir türü.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Cemal Süreya, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Öykü kitabı çalışmam var. Birebir tanık olduğum, sorgusunu yaptığım olaylar.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Herkes her fırsatta türü ne olursa olsun kitap okusun. İmkanları dahilinde bir kitap hediye etsin. Saygılarımla.

Teknoloji İyidir Fakat Sayfaları Aşınmış Kitap Daha Güzeldir

Merhaba Elif Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba ben Elif Gül Yiğit. 2014 Kahramanmaraş doğumluyum. 11 yaşındayım 5.sınıf öğrencisiyim. 3 kardeşiz, 5 kişilik aileyiz. Toplamda 3 kitap yazdım ve yayınlandı.   

Yazar Elif Gül Yiğit

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Kendimi yazıda daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Genel olarak da yazmayı, hayal kurmayı ve resim yapmayı seven bir kişiyim. Yazılarımda duygularımı daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Bu da beni yazarlığa ileten temel sebeplerden birisidir.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Dile getiremediklerimi düşüncelerimle ifade edip okurlarıma sunma ve hayallerimin peşinden koşmaktır. Yazmak benim için özeldir.

Okurun beğenisini kazanan Gizli Operasyon Grubu 2 isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Merak uyandırıcı bir macera kitabıdır. Okudukça sizi meraklandıran bir kitaptır.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ağaç Okulu Cahit ZARİFOĞLU. Çok sevdim ve heyecanla eserlerini okuduğum bir yazardır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Tabi ki yazma konusunu severek devam edeceğim. Size güzel maceralar yaşatmak benim için güzel olacak.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayatlarında her daim uğraşacakları bir ilgi alanı bulsunlar. İnsan boş değildir, sadece gayreti yoktur. Teknoloji iyidir fakat sayfaları aşınmış kitap daha güzeldir.


Sophia Jamali Soufi: Kaçmak

Sophia Jamali Soufi: Kaçmak

Sarı yaprakların inişi gibi

Gözlerimde hüzün oturuyor

Acı beni parçalıyor

Ve yaralar ısınır

gaddarlıkla dolu

İçimde kök salan hasret doluyum

bavulu alıyorum

Kalbimi uzak yerlere bırakıyorum

Gökyüzünün öfkesi yüzümde patlıyor

gözlerim titriyor

aklımda tekrar ediyorum

Biri beni gözyaşlarımın izinden bulacak…


Sophia Jamali Soufi / İran / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Tüm Yaşadıklarım Hayatın Gerçekliğini Gösteriyor

Merhaba Hüseyin Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Hayırlı günler Efendim. Ben 1968 yılında Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Yaraşlı köyünde doğmuşum. İlk orta ve liseyi Kulu’da tamamladım.1988 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazandım. Fakat bazı sebeplerden okula gitmedim. O yıl ailemin yanına Hollanda’ya gittim. Önceleri dil kurslarını takip ettim daha sonra Turizm Yüksek Okulunda turizm rehberi olarak sertifika aldım. Aynı yıl da Anadolu Üniversitesi İş İdaresi bölümünü kazandım fakat okulu tamamlamadan iş hayatına atıldım bilfiil 34 sene ticaretle uğraştım geçen sene iş hayatına son vererek yeniden okumaya karar verip İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde okuyorum. Evliyim ve üç çocuğum var. Orta derecede Flemenkçe, İngilizce ve Arapça biliyorum.

Yazar Hüseyin Aksoy

Yazma yolculuğundan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri  yazmayı  çok severim özellikle lise döneminde Türkçe Öğretmeni kompozisyon dersleriyle beni daha da tetikledi. Çeşitli gazetelerde makaleler yazdım. Yaşadığım olaylar ve içimde kalan ukde sonucu kitap yazmaya karar verdim.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık, insanın iç duygularının bir yansımasıdır. Söyleyemediklerini  kağıda yansıtarak dışarı çıkarılmasıdır. Daha yolun başındayım ama bu yolda daha da ilerlemek insanlara bir şeyler vermek istiyorum. Çünkü hayat çok kısa bazı durumların insanlara aktarılması lazım diye düşünüyorum.

Okurun  beğenisini kazanan Ahiretten Selam Var isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz.  Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ederim. Özellikle Alaska Yayınevine minnettarım. Kitabın basımı ve yayınlanmasında çok faydalarını gördüm. Bu kitapta mürekkep yerine gözyaşlarımı kullandım. Koma ve yoğun bakım ünitesinde çektiğim acıların bir aktarımıdır. Her harfinde yaşadığım inanılmaz, iliklerimde hissettiğim ölüm ve yaşam arasındaki durumun yansımasıdır. İnşallah yakın zamanda yine hayatın gerçekliğini anlatan bir kitabın hazırlığındayım. Okurlardan isteğim bu kitabı samimi duygularla okumalarıdır. Akıllarından ölüm gerçeğini çıkarmamalı ve bununla yüzleşmeleri, sonunda kalan ömürlerini düzeltmelerini istiyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

-Genellikle hiç kitap ayrımında bulunmam. Lise döneminde dört yıl kütüphanede görevli olmam kitap okuma sevgisi kazandırdı. Binlerce kitap okudum. Hepsinin benim yanımda ayrı bir değeri vardır. Bugün bile elime geçen kitabı okumaya çalışırım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularımıza ipucu verir misiniz?

Yukarıda bahsettiğim gibi şu an yazma aşamasında hayatın gerçekliğini anlatan bir kitapla meşgulüm. İnşallah yakında görüşürüz.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Değerli okuyucularım, bu kitabımı bugün ağlayarak yazdığımı bilmenizi istiyorum. Tüm yaşadıklarım hayatın gerçekliğini gösteriyor. Şunu da belirtmek isterim ki bu kitaptan gelen gelirin hepsi üniversite öğrencilerine burs olacak, verdiğiniz her kuruş iyiliğe sebep olacak. Yazmak bizden okumak sizden. Takdir Allah’tandır. Saygı ve sevgilerimle!..   

Okumaktan ve Yazmaktan Vazgeçmeyin

Merhaba İsmail Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Konya Cihanbeyli Küçükbeşkavak köyünde doğdum. İlkokulu köyümde okudum. 1991’de Kulu İHL’den mezun oldum. Ben dışarıda gezmeyi sevmezdim. Daha çok kitap okurdum. Okula geç başlamıştım. Yaş olarak benden üç yaş küçük arkadaşlarla aynı sınıfta okumanın da etkisiyle olacak ki derslerden daha çok kitaplarla haşir neşir olurdum. Üniversitedeyken yalnız başına büyük gayretler sarf ederek Serzeniş adlı edebiyat dergisini yayınladım. Ne yazık ki edebiyat dergisi yayınladığım için üniversite yönetimince mahkemeye verildim ve beraat ettim. 1995’te Niğde Ün. Eğitim Fakültesinden mezun olup Elazığ-Baskil-Gemici Köyünde öğretmenliğe başladım. Samsun ve Ankara’da öğretmen ve yönetici olarak çalıştım. Samsun Halk Eğitim Merkezi ile Ankara Olgunlaşma Enstitüsünde Müdür Yardımcısı olarak çalıştım. Polis Amca ilkokulunda okul müdürü olarak görev yaptım. Halen Ankara Gölbaşı Halk Merkezinde kurum müdürü olarak görev yapıyorum. Milli Gazete, Denge, Merhaba ve İstiklal Gazetesi, Yarpuz Edebiyat ve Kültür Ajanda’da yazdım. Karakedi, Erik Ağacı Öykü, Edebistan ve Asanatlar’da yazmaktayım.  

Yazar İsmail Okutan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

İlk yazmaya ortaokulda başladım. Okulda kütüphane kolu başkanlığı yapmıştım. Orada çok kitap okuyordum, durmadan kitap okuyordum, öyle ki bazı derslerde kitap okumak için sınıfa gitmezdim. Beni arayanlar önce kütüphaneye bakarlardı ve orada bulurlardı beni. O zamanlar ortaokul liseyle birlikteydi. Bu dönemde yazmaya başladım. Babam beni ilkokuldan sonra okula göndermedi önce. O yüzden okula geç başladım. Bunun etkisiyle olacak ki dersleri bırakıp okumaya ve yazmaya ağırlık veriyordum. Yaş olarak diğerlerinden büyük olunca ilgilerim, merakım, hedeflerim sınıftaki diğer öğrencilerden farklıydı ve daha önde gidiyordu hep. Çok kitap okuyordum, sonuçta okuduğum kitaplardan etkilenerek şiir ve deneme yazmaya başlamıştım. Tabiî ki tek neden bu değildi. O zamanlar okuduğum okullarda bir dava bilinciyle yetiştiriliyorduk. Davayla birlikte o davanın mücadelesi içinde bulmuştuk kendimizi. Yazmak da bir çeşit, belki de en önemli mücadele yöntemlerinden biriydi. Biz de bu kaygı veya bu bilinçle yazıyorduk. Yazmak bir kavgaydı belki de bizim için. Bir kaygıyla yazıyordum ve bu yazdıklarımla bir kavgaya taraf olduğumu düşünüyordum, o kavganın bir tarafında gönüllü bir kavgacı olarak görüyordum kendimi. Hiç unutmuyorum, körfez harbi sırasında ben lise öğrencisiydim. Krize Taş Çıkartmak, başlıklı bir deneme yazmıştım. Bu denemem Konya’da üniversite öğrencilerinin çıkardığı Sayha adlı dergi de yayınlanmıştı. Büyük bir heyecan ve gururla o dergiyi alıp okula gelmiştim, öğrenciler okumak için sıraya girmişlerdi. Ben köyde büyüdüm. Traktör sürerek çok gidip geldim tarlaya. Kırlarda, ovalarda, dağlarda, derelerde, tarlalarda, çölde çok zaman geçirdim. En önemlisi de çölde geçirdiğim gece vakitleriydi. Gecenin içime fısıldadığı, çölün içime doldurduğu sonsuzluk ruhu, özgürlük düşüncesi kalbimi, içimi büyütüp genişletmişti. Bunun da etkisiyle yazmak istiyordum hep. Yazdıkça da sonunda kitaba, kitaplara ulaşmış oldum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık bir sorumluluktur. Toplumun önünü açmak, ufkunu genişletmek için yapılan bir çalışma yöntemidir. Yazar veya şair hakkı ve hakikati, gerçeği ve güzeli yazmalıdır, sorunlara değinmelidir. Adaleti teşvik edici yazılar yazmalıdır. Toplumun değerlerini, geleceğini, özgürlüğünü, gelişimini isteyip bu yönde eserler vermelidir.  Çocukların ve gençlerin bu düşüncelerle dolduran, işleyen eserler yazmalıdır. Gençliği ve toplumu kendi medeniyetiyle buluşturan, kendi medeniyetinin, değerlerinin, gücünün, ruhunun, tarihinin, öncülerinin farkına vardıran bir sorumlulukla yazmalıdır yazar. 

Okurun beğenisini kazanan Kelebeklerin Kanadındaki Rüzgar isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çocukların gayretleriyle yangını söndüren, ormanı kurtaran bir iyilik hareketiyle karşılaşacaklar. Yangını alevlendirip büyüten rüzgârın yönünü değiştiren kelebek ordususun kanatlarından çıkan hafif de olsa bir esintinin etkisini, değerini bulacaklar orada. Rüzgarın yönünü değiştiren kelebeklerin kanat çırpışındaki esintidir. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yazarların hayatımdaki etkisi çok olmuştur. Yani daha doğrusu kitapları vasıtasıyla olmuştur bu etki. Daha ilkokulu bitirdiğim ancak okula gitmediğim yıllarda okuduğum Muhammed Esed adlı yazarın Mekke’ye Giden Yol adlı eseri ki bu romanı birkaç kez okumuştum. O vakitlerde köydeki evimizde okumak için çok az kitap vardı. Seksen öncesiydi. Nereden geldiyse o kitap elime geçmişti. O kitabı üst üste birkaç kez okuduğumu hatırlıyorum. Onun etkisiyle yazılarımda tasvire çok yer veriyordum. Yine öykü ve roman yazmaya yöneldim onun etkisiyle. Yine Sezai Karakoç da liseli yıllarımda ezberlercesine çok okuyordum, onun etkisiyle deneme, sonradan şiir yazmaya başladım. Yabancı eserlerin ise hayatımda hiç etkisi olmadı. Tercüme eserler ruhunu ve anlamını kaybediyor çünkü.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yayınlamak istediğim bir çok şiir, öykü, deneme ve hikâye kitabım bulunuyor. Şu an öncelikli olarak üzerinde çalıştığım beş adet kitabım bulunuyor. Elbette Sıra da Gelecek, Göl Katili isimli romanlarla Askıda Sevgi, Bulutlara Küsen Kuşlar, Okul Görmüş Öyküler, isimli hikâye ve öykü kitaplarıdır.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Çok kitap okumalarını, kabiliyeti olanların ise çok yazmalarını, okumaktan ve yazmaktan vazgeçmemelerini tavsiye ediyorum.

Kitap Yazmak Bir Cesaret İşidir

Merhaba Salih Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ankara Gölbaşı Tepeyurt köyünde 1972 yılında dünyaya geldim. İlk öğrenimimi köyde yaptıktan sonra gönlümde her zaman efsane şehir olan Ankara’da orta ve lise öğrenimimi tamamladım. O yıllarda üniversite hazırlık ve sınavları zor şartlarda yapılıyordu. İlk sınava girdiğim yıl Bursa’da bir üniversitede Psikoloji bölümünü kazandım. Maddi yetersizlikler ve Psikoloji mesleğinin geçerli bir meslek olmadığı yönündeki baskılar nedeniyle üniversiteye gitmedim. Birkaç yıl sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açtığı Polis Memuru sınavına girdim ve polis olarak çalışmaya başladım. Polislik mesleğini yaparken Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunda İstihbarat, Terörle Mücadele ve Çocuk Şube birimlerinde uzun yıllar çalıştım. 15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişiminde çatışma sürecinde gazi olduktan sonra 2019 yılında emekli oldum. Kurucusu olduğum SAAY Araştırma ve Analiz Şirketi’nde bilirkişilik ve analiz uzmanlığı yapmaktayım.

Yazar Salih Aydemir

Uzmanlık alanlarım arasında terör ve terör örgütleri, terörün finansmanı, kara para aklama, kayıp çocuk ve kayıp şahıs olayları, KVKK uzmanlığı, grafoloji, tipoloji ve örgütsel şema hazırlaması, adli belge uzmanlığı incelemesi, Iowa Üniversitesi’nin katkılarıyla düzenlenen "Cinsel İstismara Uğramış Çocuklarla Adli Görüşme Teknikleri Sertifikası" ve Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından çok az sayıda kişiye verilen "Eğiticilerin Eğitici Sertifikası, Terörizmin Finansmanı ile Mücadele, Soruşturma Süreci Sertifikası" bulunmaktadır. Ayrıca Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi üzerine yüksek lisans yaptım.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?  

Aslında benim yazma tutkum, çok kitap okumakla başladı. Lise yıllarında gazete okuma oranı yüksekti, bazı gazeteler belirli konularda makale, hikâye ve siyasi yazılar için yarışmalar açarlardı. Ben de birkaç gazetenin bu yarışmalarına katıldım ve üçüncülük ve mansiyon gibi ödüller aldım. Ödül derken, öyle maddi şeyler değildi; daha çok kitap ve kalem gibi ufak şeylerdi. Tabii ki ilerleyen zamanlarda devlet için çalışmak, çok zamanımızı aldı ve yazma ile kitap okuma gibi şeylere vakit bulamadım. Ancak zaman zaman ufak ufak yazılar yazdım ama bunlar kağıtlarda kaldı. Bu arada, uzmanlık alanım olan terör ve terörün finansmanı konularında dersler vermeye başlayınca yazma ve okumaya daha çok vakit buldum. Kitap yazmaya iten en büyük etkenlerden biri, kitap yazmanın bir ayrıcalık olduğunu hissetmemdir.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Bu soruya verilecek en güzel cevap, kitap yazdığınızda ister çok güzel bir kitap olsun herkes okusun, ister kötü bir kitap olsun ve çok az okunsun, kitap yazmak bir cesaret işidir. Fikirlerinizi, hayallerinizi, yaşadıklarınızı, sevgilerinizi, şiirlerinizi, akademik kariyerinizi, kişiliğinizi ifade etmiş oluyorsunuz. Kitap yazmak, bir şeyi bulup meydana getirmektir. Gerçek bir hayaldir.

Okurun beğenisini kazanan Terörün Finansmanı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik Ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle bu röportaj ve iyi niyetiniz için size teşekkür ederim. Biraz geç kaldım ama yine de sonsuz teşekkürler. Alaska Yayınları’na da buradan teşekkür etmek isterim, özellikle İsrafil Bey’e. Çünkü kitabımız diğer kitaplardan içerik olarak biraz farklı olduğu için yayın ve düzenleme işi biraz zor oldu.

Kitabımızda okuyucuları bekleyen en güzel şey bilgidir. Terör ve terörün finansmanı konularında bilgileri bir çerez tadında öğrenebileceklerdir. Bunların yanında kara para aklama, suçu, organize suçları hakkında bilgi edinip uluslararası finansal birimler hakkında kolayca bilgi edineceklerdir. Zira bu bilgileri bu kadar toplu bir şekilde başka yerlerde bulamayacaklardır. Kısacası, kitabımız okuyucuyu kanunlara ve içtihatlara boğmadan bilgilendiren bir kitap oldu.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu kitaplarım demeyelim, ama kütüphanemde kaybolmasını istemediğim birçok kitap vardır. Bunların başında Mustafa Yıldırım Hoca’nın Örümcek Ağı kitabı, Henry Kissinger’ın Diplomasi kitabı, Frederick Forsyth’ın Çakal ve İkon kitaplarıdır. Ancak Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar kitabını özellikle terör ve akademik kariyer yapmak isteyen herkesin okumasını tavsiye ederim. Bu kitap, dünya üzerinde bulunan örgütler ve cemaatlerin temel ideolojilerini neye dayandıklarını anlamak için çok iyi bir eserdir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, ikisi roman olmak üzere üç kitabın yazımını planladım. İlk olarak bir roman kitabım var, yarıya geldim. Konusu hakkında pek bilgi vermek istemiyorum ama bittiği zaman çok beğenileceğini tahmin ettiğim bir kitap olacak. Ondan sonra üçüncü kitap olarak yine akademik/siyasi bir kitap, beş yıllık bir geçmişi var ve onun da bir kısmını yazdım. Konusuna gelince; 1990-1996 yıllarında Türkiye’de neler oldu? Bilindiği gibi 1990 yılından sonra çok büyük siyasi ve faili meçhul cinayetler ile 6 Kasım 1996’ya kadar olan olayların bir biyografisini ve analizini yapacağım. 6 Kasım 1996, bilindiği üzere Susurluk kazasının olduğu tarihtir. Bu zaman sürecini irdeleyeceğim kitabımda. Son olarak bir polisiye cinayet romanı olacak; ihraç bir polisin ve polise takıntılı bir seri katilin romanı olacak. Bu yıl en azından iki tanesini bitirmek amacım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımıza son olarak sevgilerimi sunuyorum. Okumanın değerini bilen herkes benim için önemlidir. Özellikle bilgi edinmek için Terörün Finansmanı kitabımı okumalarını tavsiye ediyorum çünkü bu konu, son zamanlarda sanal dolandırıcılıklar dahil, okuyuculara nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda yol gösterici olacaktır. Tekrardan size ve buraya kadar okuyan herkese saygılarımla.

Yazarlığa Başladıktan Sonra Sanki Yeniden Doğdum

Merhaba Azima Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Azima Ağalarova. Azerbaycan Türküyüm. Azerbaycan Yabancı diller üniversitesinin İngiliz-Fransız dilleri fakültesinden mezunum. Mezun olduktan sonra Azerbaycan İçişleri Bakanlığında çalıştım. 1993 yıldan ise Almanya'nın Hamburg şehrinde yaşıyorum. Yani 32 senedir gurbetteyim. 5 dil biliyorum, seyahat etmeyi çok seviyorum. Dünyanın 45 ülkesine seyahat ettim.

Yazar Azima Ağalarova

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya 2014 yılında başladım. Yıllarca içimde birikmiş yaralarım varmış. Onlar bir anda patladı ve ben o hatıraları kağıt üzerine dökmeye başladım. Gece vakitlerinde yazardım. Çünkü gecenin verdiği huzuru insan hiç bir yerde bulamaz. Kurgu türünde yazıyorum. Gizli teşkilatlar, istihbarat örgütleri, Ortadoğu politikası ve imkansız aşklar eserlerimin esas konusudur. 6 romanım, 8 kitabım var. Üç eserim Türkiye'de yayınlandı. Yıpranmış hayallerin peşinde, Ağlayan Duvar ve sonuncu Bir Kadının Anatomisi. Üç romanım Azerbaycan Türkçesi ile Azerbaycan'da yayınlandı. Gecelerde Saklı Kaldım, Uçak Kanatında Uçan Ruh ve Baku'dan Qahire'ye ve Stokholm'a Uzanan Yol. Baku'dan Qahire'ye ve Stokholm'a Uzanan Yol romanım İsveç'te hem İsveççe hem de İngilizce olarak  yayınlandı. Eserlerimde adı çekilen bütün ülkelere gittim, olayları yaşayarak yazdım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Ben yıllar önce bütün hatıralarımı vatanda bırakıp gelmiştim. Yazarlığa başladıktan sonra o boynu bükük hatıralar yeniden canlandı. Sanki yeniden doğdum. 

Okurun beğenisini kazanan Bir Kadının Anatomisi isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitaplarınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bunu söylesem anlamı kalmaz. Sadece şunu demek istiyorum, bu eser kadınları çok mutlu edecek, erkekleri ise çok sinirlendirecek. En azından ben öyle düşünüyorum. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben çok kitap okudum, hem de çok. Tabii ki çok sevdiğim kitaplar ve yazarlar var. Fakat hayatımı etkileyen eser Charlotte Brontë'nin Jane Eyre eseri oldu. Jane Eyre karakteri bana güçlü olmayı öğretti. Savaşmayı öğretti. Hiç kimseye bağlı kalmadan kendi başının çaresine bakmayı öğretti. Şimdi de ne zaman huzursuz olursam mutlaka kitabın orijinalinden bir kaç sayfa okuyorum ve beni çok rahatlatıyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet Cennette Azap isimli bir kitabım var. Bu eser Sovyetler devrinde binlerce Azerbaycan Türkünün Anadolu Türkiye'sine özlemi ve bu ülkeyi cennet bilmesi konusunu işliyor. O devirlerde Türkiye'ye gelmek nerdeyse imkansızdı ve bir Azerbaycanlı genç kadının arzusuydu. Ben bu cennet ülkede cehennemi yaşamaya hazırım, yeterki Türkiye'yi görebileyim demesi. Ve o kadın bin bir zorlukla Türkiye'ye turist olarak geliyor. MİT onun KKB ajanı olduğunu zannediyor ve tutukluyor. Ama bu kadın üzülmüyor. Kendi kendisine "Sen bunu istemiştin ya." diyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 
Okumak, okumak, yine de okumak diyorum. Teşekkür ediyorum. 

Səma Muğanna: Qürub edən Günəş

Reyhanın kənarı yanmış dəftərində nə qədər gizli arzular, tükənməz sevgi varmış. Əgər o gün, məhz təqvimdə yazılan o tarixdə Reyhan Muradı bağışlasaydı, onlar xoşbəxt olacaqdı. Bu küçədə, bu otaqda Reyhanın qoxusu dolaşırdı. Dəli olan Murad Reyhanın qoxusunu ətrafda izləyirdi. Dəli-divanə olduğu bu eşq onun qəlbində ağır bir silah kimi dayanmışdı.

Səma Muğanna: Qürub edən Günəş

Şəkillər kimidir sevgi. Bir foto çəkdirərsiniz və bütün sevginizi o şəkilə ərmağan edərsiniz. O şəkil parçalana, yırtıla, hətta kül ola bilər,ancaq bilirsinizmi ki, hər foto kül olarkən onun içindəkilər də məhv olar? Açarla qapını açırsınız. Kilid açılır. Bəs fotoların kilidi nədir? Sevgi.. Sevgi şəkillərin ən böyük kilididir. Bu kilidi açıb qazanmaq üçün yalnızca bağışlamaq lazımdır. Bəs, Reyhan Muradı bağışladımı? Nə zaman? Yaxın əyləş, əziz oxucum! Mən söyləmişdim axı mənim hər günüm filmdir.Gəl bu filmi birlikdə izləyək…

Axşam saat 21:00 radələrinə təsadüf edirdi. Soyuq, tənha payız elə bil bu dərdləri vücuduna don geymişdi. Reyhansa evdə tək-tənhaydı.Stolun üstündə isti çay, yanan şam və dəftəri vardı.Nə edə bilərdi başqa? Onun da tək təsəllisi bu idi…

  Birdən qəfildən qapı döyüldü. Diksinərək ayağa qalxıb qapıya keçib: -“Kimsiniz?” deyə fısıldadı.

-Mənəm, Murad. Reyhan, qapını aç, xahiş edirəm!

-Rədd ol, sənin kimi birisini tanımıram. Çıx həyatımdan!

-Xahiş edirəm, ölürəm. Son nəfəsimi sənin qollarında təslim etmək istəyirəm.

-Çıx get dedim!

-Qapını açıb baxsan, görəcəksən ki, həqiqəti deyirəm!

Reyhan fikirləşirdi. Qapını açacaqdımı? Bu tilsimi məhv edəcəkdimi? Açar kilidi açıb Reyhanla Muradı birləşdirəcəkdimi? Bu sualların cavabı Reyhanda idi, ancaq Reyhan özü də qaçırdı bu suallardan. Bilirdi,bilirdi ki, açarla açılan bütün qapılar hər zaman xoşbəxtliyə aparmır.

Açar sevginin düşmənidir, əziz dost. Qıfıla bənzəyir. Bizim taleyimizdəki nöqtələri bir-birinə doğru bağlamır…

Reyhanın son qərarı qapını açmamaq oldu. Göz yaşlarına hakim ola bilmirdi, ancaq onun göz yaşlarını heç kəs duymurdu, yalnız Muraddan başqa…

-Reyhan,bilirəm ki,yenə göz yaşlarına boğulmusan. Aç qapını, danışaq.

-Mən sənə bir damla da göz yaşı tökmərəm! Yetər!

-Bəs niyə susursan?

Murad çox yaxşı bilirdi ki, Reyhan susduqda göz yaşlarına boğulur. Həmişə çiyinlərində ağlayan qadın indi ona üz çevirmişdi.. Əslində, bu göz yaşları Reyhanın deyil, Muradın həyat hekayəsinin damla-damla yığılan və səhifələrində quruyub ölən çiçək idi. Sevgi şəkilə bənzədiyi kimi göz yaşlarına da bənzəyir. Damla-damla dolur və sonunda yaşaya bilməyib tərk edir bu fani dünyanı, insanları da.

-Murad, sən heç vaxt ölə bilməzsən. Əgər ölsəydin, bu gün qarşımda deyildin. Sənin simanı görmək deyil,sənin səsini duymaq belə istəmirəm!

  Xənçər kimi ürəyinə batan bu sözlərdən sonra səs gəlmədi. Reyhan stola tərəf yaxınlaşanda isti çay üstünə dağıldı və yanan şam dəftərin üzərinə düşdü. Reyhandan qəfildən bir qışqırıq qopdu. Ardınca hönkürtü çəkdi.. Bütün taleyi o dəftərə bağlı idi, ancaq dəftərin kənarı yanmışdı. Bununla belə elə bil Muradın da əcəli onu aparmağa gəlmişdi…

-Muraaad!

Səs gəlmirdi.Reyhan daha dözə bilməyib qapını açdı. Muradı qarşısında hönkürtü çəkən yağışın altında islanmışdı. Nəfəs almırdı, ancaq simasında qəribə təbəssüm vardı. Reyhan onun qollarının arasına alıb:-“Muraaad, Muraaad” deyə səslədi. Səs gəlmirdi. Sadəcə Reyhana gülümsəyən bir sima vardı orada… Bu kiçik daxmada yaşayan kiçik qız və onun dostu qələmi vardı…

1 il sonra….

 Reyhan yenə də otağında dörd divarın bir küncünə sığınıb ağlayırdı.1 il boyunca Reyhan bu cür yaşamışdı? Bəli.. Gözlərindən kainata sığmayacaq sevginin kədərli baxışları yatırdı, ancaq Reyhanın göz yaşlarıyla birgə onlar da oyanmışdı.Səssizcə gəzinən körpə onun göz yaşlarını silir və yenə “tənhalar ölkəsinə” qayıdardı. Qapı döyüldü. Kim gəlmişdi? Bilinmirdi. Dəfələrlə Reyhanın qapısı çalınmış, ancaq o Muradı itirdikdən sonra bir dəfə də olsun geriyə dönüb baxmamışdı.Qapıları bu dəfə açarla deyil, qıfılla bağlamışdı.Çıxmadığı otağın qapısını yalnız açarla kilidləmişdi. Kilidlənən qapınan heç kim keçə bilmirdi. Bu qapı dəfələrlə çalındı, ancaq nə eşidən, nə də o qapını açan oldu. Reyhana xatirə qalan yalnız Muradla olan fotoları idi. Hər dəfə şəkillərinə baxdıqda göz yaşlarını saxlaya bilməz və onlarla söhbətləşərdi…

Başlıqda qeyd etdim ki, sevgi şəkillər kimidir. Şəkillər də gizlənər. O insan həyatımızda oldu, olmadı bizi həmişə izləyər. Bəs yanan dəftərçə? Niyə məhz o gün şam o dəftərin üzərinə dağıldı və niyə dəftərin yalnız kənarı kül oldu? Onun kül olmasıyla birgə Murad da fani dünyadan köç etdi? Çünki şam da insan ömrü kimidir. Yanarkən sönər, alovlanarkən üsyan edər. Bəs bu dəftərçənin günahı idi? Bu yaşananlara şahid olması…

Şahid olduğumuz hadisələr filmə bənzəyə bilər, ancaq insan taleləri film deyildir. Qatar kimi gəlib keçərdir… Yolda olan qatar yenə gecikdi.Sizə Reyhanın Murada yazdığı son məktubu oxumağınızı istəyirəm. İndi Reyhan haradadır? Sualının cavabını məndən soruşmayın,çünki yoxdur. Mən tale izlərini izləyərək qələmə aldım. “Tənhalar ölkəsindən”iki sevdalı da köç edib getdi…

“Gecədir. Bir azdan Ay doğacaq”…

Murad,bu sənə son məktubumdur. Bəlkə də səhv edirəm sənə yazmaqla,ancaq sən bu məktubu oxuduqda mən burada olmayacam. Mən “Tənhalar ölkəsini” bir azdan tərk edirəm, Murad. Bir azdan taleyimdə gizlənmiş bütün sirrləri göz yaşlarım yuyub apardıqda mən də çiyinlərimə yeni yükləri alıb gedəcəyəm. Bu sənə sevgi mesajı deyil. Bəlkə də bu məktub başqa birisinin əlinə keçərsə,o da elə düşünər, ancaq bu bir əlvida məktubudur. Məni bilirsən, təsadüfləri sevmədiyim kimi əlvidaları da sevmirəm, ancaq qərarım qətidir. Bəlkə bir gün səni bağışlayacam, amma bu yalnız sonsuz kainatda olmayanda baş verəcək. Bəlkə bir gün göz yaşlarım səni bağışlayacaq. Nə bilmək olar? Mən tale yüklərimi çiyinlərimə alıb gedirəm. Bir azdan sən doğulacaqsan.Axı gecədir. Bax, Günəş bir neçə saat öncə qürub edib.Günəş axı mənəm,Murad.Sənin hər səhər səbirsizliklə oyanıb gözlədiyin doğmayan Günəşin… O Günəş heç vaxt doğulmadı.Tanrının hüzurunda sənə əlini uzatsa da, doğulmadı. Bəlkə də sən onun əlini tutsaydın, odoğulacaqdı.

Murad, sənin sevgini, sənin özünü, duyğularını çox yaxşı bilirəm,əzizim.Sadəcə bizim alın yazımız buna icazə vermədi. Həmişə yadındadırmı deyirdim ki, insanın ən böyük düşməni tale nöqtələri və alın yazısıdır? Çünki onlar bizim əlimizdə deyil təəssüf. Biz onları idarə edə bilmirik. Onlar xəritədə yollarını itirərlərsə,bizi qurban verərlər. Verdilər. Noldu? Ayrıldıqmı? Əlbəttə ki,yox! Sadəcə bu fani dünyada qovuşmaq bizə qismət olmadı. “Qovuşmaq” sözü bilirsən necə ağırdır? Çünki göz yaşları olan yerdə qovuşmaq deyə bir şey yoxdur! Mənim göz yaşlarım damla-damla axdı,ancaq sonunda sel oldu. Xəritədə yollarını itirdilər. Səni itirdilər. Mən səni, sən məni itirdin. Hamısı bilirsən niyə? Göz yaşlarıma və açara görə. Talelərimizi birləşdirən açar qapalı qapıların kilidini açmadı. Bəlkə də mən açsaydım, bu belə olmayacaqdı. Nə açar, nə də sən izin verdin.Ola bilər ki,bu yazını oxuduqda məni günahkar hesab edəsən, ancaq günahkar mən deyiləm! Nə mən,nə o kimsəsiz körpə! Mən dəli olmuşam artıq sən görmürsənmi? Ölü bir insana məktub yazmaq da nə demək? Yenə qapını açarla kilidləmişəm və qarşımda əriyən şamla,kənarı kül olan dəftərçəm mənə baxır. Hər gecələri və hər səhər tezdən bir uşaq gəlir yanıma. Balaca qızcığaz. Məni bəzən əzizləyir,bəzən boğmağa çalışır. Məni incidir və hər dəfə sənin ölümünlı bağlı məni günahkar hesab edir. Bu uşaq kimdir, Murad? Nolar axı, Murad, əvvəl yuxularıma gəldiyin kimi yenə gəlsən? Dərdlərinə dərman olsan? Ancaq sən də qaçırsan. Bilirəm, əzizim, günahkar sən deyilsən,amma bil ki,mən də deyiləm! Günahkar tale nöqtələri alnımıza yazılan alın yazımızdır! Necə ki, təqvimdəki tarixləri, yaddaşımızdakı düşüncələri silib ata bilmiriksə,eynən onlar da elədir.Görürsən bir-birlərinə necə bənzəyir? Bu fani dünyada bir-birinə zidd olan yalnızca gündüz-gecə, Günəş və Ay’dır! Mən qürub edən Günəş,sən gecənin ən səssiz zamanında doğulan, işıldayan Ay… Ulduzların içində tənha deyilsən, əzizim, əksinə, daha çox xoşbəxtsən. Sənin xoşbəxtliyin mən deyiləm, Murad. Mən  qürub edən Günəşəm… Həm taleyində, həm də yaddaşında. Yalnızca qəlbində səhərlərinin aydınlanan Günəşiyəm…

Əlvida, əzizim. Mən “Tənhalar ölkəsindən”  göyərçin kimi köç edib gedirəm. Gözlərini qırılmış qanadlarımla örtüb gedəcəyəm, narahat olma. Bu dəfə salamat qal deyil, “əlvida” deyirəm…

Gecikən qatar tez gəlsə də, burada bir cəsəd yatırdı. İnsanlar bu cəsədin üstündən atlayıb keçirdi. Kimiləri ağlayır, kimiləri isə təəccüb içində, kimiləri də qaçırdı “Tənhalar ölkəsinin” gecikən qatar stansiyasından. “Gecikən qatar” stantiyasında cəsəd tapıldı! Reyhan adlı bir şəxs. Yaxınları haradadır?

Heç kəs bu sualın cavabını bilmirdi, amma bütün qəzetlər Reyhandan danışırdı. Bütün qəzetlərdə Reyhanın şəkilləri vardı. Demək, Reyhanın düşmən bildiyi alın yazısı yenə də ona oyun oynamışdı,ancaq bu dəfə tək “alın yazısı” deyil, şəkillər də bu oyunda qalib gəlmişdi. Bəzən şəkillər də acımasız ola bilirmiş…

Reyhanın qapısında yatan Muradın cəsədi, “gecikən qatar” stansiyasında isə  Reyhan.. Bu dəfə tale nöqtələri onları o biri dünyada qovuşduracaqdı? Bəs,qürub edən Günəş və gecənin səssizliyində doğulacaq Ay harada idi? Bəs,Reyhanın göz yaşları?

Hər şey dayanmışdı. Neçə-neçə insan “Tənhalar ölkəsindən” qaçırdı. Demək olar ki, heç kəs qalmamışdı. Tək qalan Reyhanın gözlərində qurumayan göz yaşları idi. Son damlası da gözlərində qurudu Reyhanın…

Hamının cəsəd kimi gördüyü bu iki sevdalı, əslində, ruhlarını təslim etmişdi Tanrıya. Payızın da soyuq vücuduna geyindiyi don kimi onlar da vücudlarındakı sevgini Tanrıya təslim etmişdilər. Əcəl gəldikdə isə onların yalnız soyuq,çürümüş vücudlarını aparmağa gəlmişdi. Heç kəs.. Heç bir insan bu iki sevdalının yaşadıqlarını bilmədi. Bu hadisələrin şahidi yalnız şam, süfrəyə dağılan çay və kül olan dəftər oldu…

Reyhanın ayaq izləri “gecikən qatar” stansiyasına kimi davam edirdi. Qatar dayanmış, amma ayaq izləri silinməmişdi. “Tənhalar ölkəsinə”  qar da yağdı, çovğun da başladı, lakin bu ayaq izləri silinmədi. Artıq “Tənhalar ölkəsində” heç kəs qalmamışdı, zatən yaşaya da bilməzdi. Burada yalnızca yaşayan Murad və Reyhanın ruhu idi. Bu iki ruh da ayrı-ayrı evlərdə dörd divara qapanmışdı. Doğru, bəlkə də onlar bu dünyada qovuşmadı, lakin Tanrı onları öz yanına aldı.. Onların sevgisi çəkilən şəkillərdə yaşayır…

Səma Muğanna / Azərbaycan / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Sezgin Yıldırım Yazdı: Kaybolan Hayatlar

Her zamanki gibi geç kalmıştı. Tavuklu saatini kurmayı bir türlü beceremiyordu. Kelimelerle bağ kurar, onlara farklı anlamlar yüklerken vaktin nasıl geçtiğini bilemezdi. Geç kaldığı için matbaa sahibi Hulusi amcadan azar işitecekti. Her azar ona bir ok gibi saplanıyordu.

Kaybolan Hayatlar

Mahir benim kan kardeşim ve aynı mahalleden çocukluk arkadaşımdı. Babası öğretmen annesi ise ev hanımıydı. Bizim mahalleye geldiklerinde Türkiye için karanlık yıllar devam ediyordu. O gün mahalleyi aydınlatacak olan ve bizi farklı düşüncelere yönlendirecek bir öğretmenin geldiğini kimseler bilmiyordu. İshak öğretmen tam bir eğitim neferiydi. Mahalledeki herkese yardım eder, okuma-yazma bilmeyenlere canı gönülden destek verirdi. Meslek hayatı boyunca birçok kasaba ve köyde görev yapmıştı. Mahir’in annesini de o köylerden birinde ilk kez görmüş ve aşık olmuştu. Selma teyze sarışın, renkli gözlü, ortalama bir boyun üzerinde, çok güzel alımlı bir kadındı. Bakanın bir daha bakmak isteyeceği bir havası vardı. Köylerinde düzenlenen bir yarışmada elma güzeli bile seçilmişti. Bulundukları coğrafya sebebiyle kız çocukları okul yerine tarlaya işçi olarak götürülüyordu.

İshak öğretmen köye gelir gelmez bu duruma bir son vermek için okuma yazma seferberliği başlatmıştı. Bu arada muhtarla birlikte küçük bir kütüphane kurmuşlar ve akşam kursları düzenlemişlerdi. Selma’sını ilk kez orada gördü, onca kişi arasından alımlı hali ve güzelliği çok dikkatini çekmişti. İshak öğretmen uzun boylu, ince yapılı, jilet gibi ütülü gömlek ve pantolonlar giyen yağız bir delikanlıydı, hele birde kadife ceketinin içine siyah balıkçı yaka kazak giydiğinde çok fiyakalı olurdu.

Akşam kursları devam ediyor, İshak Selma’ya bir türlü açılamıyordu. Onu görünce nutku tutuluyor, konuşamıyordu, oysa ki konuşmak ve anlatmak onun işiydi. Selma’sına bir mektup yazıp duygularını kâğıda döküverdi ve sonuna da güzel bir şiir ekledi. İlk fırsatta mektubu verdi. O anki mahcup bakışmaları hiç aklından çıkmamıştı, sonra mektuplar sırasıyla devam etti. Selma her mektubu okuyor ve ona geri veriyordu. Bir gün Selma mektubu geri verirken içine işlemeli bir mendil koydu. Dünyalar İshak’ın olmuştu. Sonraki günler ise bekledikleri gibi olmadı, Selma’yı başka bir köyden zengin bir ailenin oğluna istiyorlardı. Selma’nın ailesi fakir olduğu için, bu onlar için bulunmaz bir fırsattı. Hem bir boğaz eksilecek hem de zengin ailenin köylerine yakın olan topraklarını işleme fırsatı doğacaktı. Görücülerin gelmesi için hemen haber yollanmıştı.

Selma şaşkınlıkla olayları idrak etmeye çalışıyor ve bir çare arıyordu. Selma’nın babası sert mizaçlı bir adamdı. Selma bu yaşına kadar babasına hiç karşı çıkmamıştı. Fakat bu sefer farklıydı. Selma annesine İshak’tan bahsetmişti. Annesi” O sümsük oğlan yerine İshak öğretmeni tercih ederim” diyerek, kızını desteklemişti. Babanın ikna edilmesi ise mümkün değildi. Selma bir gün cesaretini toplayıp, babasına bir sevdiğim var der demez şamarla yere yapıştı. Babası “sözümü söyledim evleneceksin” diye kestirip atmıştı. Selma uzun süre oracıkta kalakalmış ve evden çıkması yasaklanmıştı. Annesi ise kızına dayanamayıp bir fırsatını bulmuş ve İshak’a olayları anlatmıştı. Bunu duyan İshak öğretmen ise beyninden vurulmuşa döndü. Bütün bir gece düşünmekten gözünü bile kırpmadı. Sabah olunca hızlıca kendini toparladı ve Selma’sını kaçırmaya karar verdi, zira deliler gibi aşıktı ve başkasına yar olmasına gönlü dayanmazdı.

Köyde bir akşam düğün vardı, bütün köylü eğlencede ve keyifler yerindeydi. İshak bir fırsatını bulup, gizlice son mektubunu verdi. İshak Öğretmen’in planına göre salıyı çarşambaya bağlayan gece yarısı

muhtarın evinde buluşacaklardı. Selma’nın babası her akşam tarlaya girmek için erken yatar ve erken kalkardı. Niyeyse o akşam bir türlü yatmıyordu, üç bardak demli çay içmişti. Selma’nın gözü sürekli saatteydi, ilk baktığında saat on’a geliyordu, dakikalar su gibi akıyor, ancak babası bir türlü yatmak bilmiyordu. Saat on bire yaklaşırken “ben artık uyuyayım hanım” dedi. Selma derin bir nefes aldı ve içinden şükürler olsun dedi. Önceden hazırladığı küçük bohçasını eline alıp, gecenin karanlığından faydalanıp, doğruca muhtarın evine gitti. İshak çoktan gelmişti, sigaraları birbiri ardına içiyordu. Uzaktan Selma’sını görünce karanlıkta bile yüzü aydınlandı. Elleri ilk kez buluşuyordu. Taze aşıklar muhtarın ayarladığı kamyonetle yeni bir hayata başlamak için yola çıkmışlardı. Taşı toprağı altın İstanbul’un arka mahallelerinden biri ilk durakları, bizim mahalle ise son durakları oldu. Komşuluk ilişkilerinin hala çok yakın olduğu, herkesin birbirini tanıdığı mahallemiz Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet Camii’nin çok yakınında olup, tarihi yarımadanın en uç noktasını oluşturuyordu.

Sırasıyla Ecevit ve Mahir isminde iki çocukları oldu. İshak öğretmenin Karaoğlan’a hayranlığı ve devrimci kişiliği doğan çocuklarının isimlerini de şekillendirdi. Ecevit kapkara saçlı, uzun kirpikli, bembeyaz tombulca bir bebek olarak doğmuştu. Büyüdükçe tıpkı babası gibi yardımsever, lider ruhlu ve disiplinli bir kişiliğe sahip oldu. Mahir ise çok zeki, yerinde duramayan farklı düşünen bir çocuktu. Ailenin en büyük özelliği, babanın da etkisiyle evde çokça kitap okunması, fikirlerin özgürce tartışılmasıydı. Bunun yanında ise İshak öğretmen halk müziği ezgileri eşliğinde iki tek içerse Selma’sına şiirler de düzerdi.

Mahirle ben akrandık. Mahir annesi Selma teyzeye benzerliği ile dikkat çekerdi, uzun boylu, yeşil gözlü, dümdüz biçimli saçları olan çok yakışıklı bir çocuktu. Onu ilk gördüğümde hiç sevmemiştim. Birgün okul çıkışında üst sınıflardan birkaç serseri bana kurulmuş ve dövmek için dışarda sıkıştırmışlardı. Aslında haksız da sayılmazlardı, çünkü onlara olan borcumu zamanında ödememiştim. Tesadüfen oradan geçen Mahir çocukların üzerine Zebellah gibi atladı, ben de onun cesaretiyle doğrulup, yumruklarımı salladım. Sonra çocuklar kaçmaya başladı. Mahir ‘in kaşı patlamış, bense bileğimden yaralanmıştım. Beni kurtardığı için çok minnettardım. Benimle kan kardeşi olur musun dedim, o da tereddüt etmeden kabul etti ve bir daha birbirimizden hiç ayrılmadık.

Mahir de babası gibi şiirler yazardı, bir gün sınıftan hoşlandığı bir kıza ilk yazdığı şiir ile birlikte Beethoven’ın Für Elise bestesini çalan kurmalı bir müzik kutusu hediye etmişti. Biz de ilk kez klasik müzik notalarını onun sayesinde tanıdık.

Yetmişli yılların sonu, sağ-sol olaylarının zirve yaptığı dönemlerdi. Bir gece yarısı mahallemize askeri araçlarla birlikte bir tabur asker yığılmış ve belirledikleri evlere baskınlar düzenlemişlerdi. Avukat Necmi abi, sendikacı doktor Gülten abla, gazetelerde yazı yazan Hilmi abi ve İshak Öğretmeni karga tulumba askeri araçla götürürlerken ben pencerede öylece donakalmıştım. İshal öğretmenin beyaz atletli ve yalınayak hali bugün bile düşündüğümde gözümün önünde canlanıyordu. Selma teyze, Ecevit ve Mahir askerlere direnirken, dipçik darbelerinden nasiplerini almışlardı. Yaz günü olmasına rağmen mahalle adeta buz kesmişti. Sabaha kadar toz bulutları kalkmış, ancak biz bambaşka bir güne uyanmıştık. Artık her yerde asker vardı, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, yönetime bir kez daha el konulmuştu. Sokaktaki çocuk seslerinin yerini tank sesleri almıştı. Aradan aylar geçmesine rağmen İshak öğretmenden haber yoktu. Yoğun çabalar hiç fayda etmedi, bütün kapılar yüzlerine kapanıyor hiçbir şekilde yanıt alamıyorlardı. Bir daha ne ölüsü ne de dirisiyle ilgili haber alınamadı. Selma teyze üzüntüden çok kilo vermiş, eski neşesinden eser kalmamıştı. Zorunlu olmadıkça konuşmuyordu bile. Evde sürekli dikiş dikerek hem ev geçindirmeye çalışıyor hem de kafasını dağıtıyordu. Ecevit ve Mahir ise okuldan arta kalan zamanlarda mahalle pazarlarının kenarında limon ve yeşillik satıyorlardı.

Bu zor günlere rağmen Ecevit İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesini dereceyle kazanmıştı. Mahir ile ben de liseye başlamıştık. Ecevit kısa zamanda en ateşli fraksiyonlardan birinin öğrenci liderleri olmuştu. Eylemlerin en ön saflarında hep o oluyordu. Birgün karşıt görüşlü öğrencilerle bir arbede

yaşandı ve baldırından bıçaklandı. Arkadaşları apar topar hastaneye götürürken çok fazla kan kaybetmişti. Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtulamamıştı. Doktor üzülerek “Femoral Arter yaralanması, kanı maalesef durduramadık ve arkadaşınızı kurtaramadık” demişti. Ecevit ölümden hiç korkmazdı, olayların bir gün böyle sonuçlanacağını bilircesine “Bir gün bu vatanın tam bağımsızlığı için ölürsem sakın üzülmeyin” derdi. Yaşasaydı belki kurduğu hayaller gerçek olabilirdi. İşçilerin sendikalı olması ve köylülerin kendi toraklarını bağımsızca işleyebilmelerini dilerdi en çok.

Selma teyze kocasının bir gün eve döneceği umuduyla yaşarken oğlunun ölümü üzerine derinden sarsılmış ve kalbi daha fazla dayanamamıştı. Artık tek başına ve okulu bırakmak zorunda kalan Mahir’in tek derdi hayatını idame ettirebilmesiydi. Mahalleden Yusuf Abi matbaada çalışıyordu ve ona destek olmak için Mahir ‘i de yanına aldırdı.

Liseden sonra okuma hevesim olmadığı için ben de Mahirlerin yanında matbaada işe başladım. Mahir daha deneyimli olduğu için dizgi işlerini yapıyor ben se baskı ile ilgileniyordum. Patron babacan bir adam olmasına rağmen geç kalanlara kurulurdu. Aldığımız para ise yeme içmeye bile zar zor yetişiyordu. Gençtik, coşkuluyduk ve arada bir Lambo’nun meyhanesinde takılıyorduk. Meyhane bir tramvay büyüklüğünde olup ancak ayakta on beş kişi sığabiliyordu. Yine bir gün meyhanede parlatırken, birbirlerine ve etrafa şaşkınlıkla bakan iki Avrupai kız yanımızda beliriverdi. Daha önce buraya gelmedikleri her hallerinden belli oluyordu. Mahir kızlardan birinden etkilenmiş, kızlara ecnebice “Hello, how are you, where are you from” diye konuşmaya başlamıştı. Kız da “İyiyim, teşekkür ederim, Nişantaşı’ndan” demez mi? Mahir biraz bozulur gibi olmuş “bize yakınmışsın” diyerek konuyu toparlamıştı. Kızın isminin Aylin olduğunu öğrenmiş ve hemen konuya girerek “Ay ile yıldızların etrafındaki ışık çerçevesi olan isminiz gibi siz de ışıldıyorsunuz” diye kıza komplimanlar yapmaya başlamıştı bile. Aylin bundan çok etkilenmiş, Mahir’in anlattıklarını hayranlıkla dinlemeye başlamıştı. Bu meyhanenin müdavimleri yazar, ressam, tiyatrocu ile şairlerden ve meşhur veresiye defterinden bahsediyor; Orhan Veli, Mehil Cevdet, Oktay Rifat ve Nurullah Ataç’ın bu mekandaki dilden dile dolanan hikayelerini anlatıyordu. Şeytan tüyünün de etkisiyle Mahir kızdan randevuyu koparmıştı.

Taksim meydanında buluşup, Nişantaşı’na doğru beraber yürümüşler ve tarihi Cemilzade’de oturmuşlardı. Aylin sipariş vermiş Mahir de aynından olsun demişti. Yiyip içme kısmı iyiydi de gelen hesabı görünce Mahir’in gözleri açılmıştı, çünkü hesap neredeyse maaşının üçte biri kadardı. Belli etmeden hesabı ödedi, ancak kendini ilk defa bu kadar çaresiz hissetmişti. Sık sık görüşüyorlardı ve giderek Aylin’e âşık oluyordu. Gittikleri yerlerde Aylin hesabı ödemeyi teklif etse de Mahir asla kabul etmiyordu. Fazla mesai yaptığı hale maaşı artık yetmez olmuş, hepimizden borç istemeye başlamıştı. Mahir’i artık tanıyamaz olmuştuk. Aylin’in yanında kimi görse hemen kuruluyor “kimdi, nereden tanıyorsun?” diye hesap soruyordu.

Bir sabah yine geç kalmış, bitik bir vaziyette işe gelmişti. Sessizce beni kenara çekip “hayat böyle devam edemez, bir şey yapmamız lazım, para basacağız başka çaresi yok” demişti. İlk şoku atlattıktan sonra, “tamamdır kardeşim, ben de varım” demiştim. Yalnız Yusuf abinin bu işin içinde olması gerekli demişti. Yusuf abi de bugüne kadar bizim gibi onur ve şerefiyle yaşayan dürüst bir insandı, şimdi onu nasıl ikna edecektik. Mahir, Yusuf abinin ailesine olan zaafını biliyordu, karısına söz verdiği ve yıllardır alamadığı Trabzon burması ikna olmasına sebep olmuş ve uzun çabalarımız sonuç vermişti. Yusuf abi Sanat Lisesinden mezun olduğundan, çizimi çok iyiydi. Artık tüm hazırlıklar yapılmış, paranın bire bir çizimi bitmiş ve basım aşamasına geçilmişti.

Uzun ve yorucu hazırlıkları tamamlayıp, her zaman gittiğimiz meyhanede bu kez yanımızda Yusuf abi de vardı. Mahir yine sazı eline almıştı, bu seferki hikayemiz kalpazanlıktı, uzun uzun bu kutsal mesleğin geçmişini anlatıyordu. Kökeni Roma’ya dayanan bu işle ilgili olarak, ilk kez Mısır’daki yazılı kayıtlarda

paraya güveni kalpazanların bozduğunu, Osmanlının da kalpazanlıkla ilgili mücadele hikayelerini anlatıp duruyordu.

Gündüz normal işimizi yapıyor, akşamları ise baskıyı kusursuz hale getirmek için denemeler yapıyorduk. Üzerinde çalıştığımız yirmi bin lirayı nihayet basmaya geçmiştik. İlk partinin örneğiyle, bakkala girip, tekel birası ve sigara istemiştik. Bakkalda beklerken ayaklarımın titrediğini, nabzımın yükseldiğini ve ağzımın kuruduğunu bugün bile, bu rahatsız yatakta uzanırken, kafamı toparlayıp bu satırları yazmaya çalışırken hatırlıyorum. Bakkal bir süre paraya baktıktan sonra istediklerimizi ve para üstü vermiş, şaşkınlıkla beraber bizi sevindirmişti. Artık harcayamayacağımız kadar çok paramız vardı. Hep iyi bir takım elbiseye sahip olma hayali kurardık, artık kurduğumuz hayallerin tamamına hatta daha fazlasına sahip olabilirdik. Mahir bir gün Aylin’i Emirgan ‘da şık bir restorana götürmüş, elmas bir de yüzük almıştı. Yüzüğü aldığı kuyumcu paralardan şüphelenmiş, doğruca karakola gitmişti. Paranın sahte olduğu anlaşılınca polise Mahirin eşkâlini vermiş ve arananlar listesine girmesine neden olmuştu. Bir gün mahalleden Sultanahmet’e çıkarken takım elbiseli iki polis koluna girivermişti. Mahir yakalandıktan sonra bizden hiç bahsetmemiş suçu bütünüyle kendisi üstlenmişti. Sahtecilik ve dolandırıcılıktan üç yıl hapis cezası almış ve hapiste de bizimle görüşmeyi reddetmişti. Yusuf abi devam ederken, ben kısa bir süre daha matbaada çalışıp, daha sonrasında ayrıldım. Artık hiçbir şeyin eski tadı yoktu, sırt sırta geçirdiğimiz yirmi yedi yıldan sonra, benim gibi sürekli varlığını sorgulayan ve zar zor dengeyi bulan biri için hayat giderek zorlaşıyor ve her geçen gün gittikçe buna destek oluyordu.

Şimdi bu satırları size nasıl yazıyorum bilmiyorum, aklım sık sık gelip gidiyor, bir iğne yapıyorlar ve sakinleşiyorum. Korkak ve çok güçsüz hissediyorum, aylardır burada iyi olacağım günü bekliyorum…

Sezgin Yıldırım / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447