Torlak Hû Kemal Disiplinler Arası Perspektifle Kurgulanmış Bir Eser

Başlıktaki ismi tanıyanlar ve belki daha az bilinen “Hû” ön adının hikayesini şimdi bu yazıda öğrenecek olanlar, hikâyenin asıl can alıcı kısmını sevgili arkeolog dostumuz Dr. Umut Doğan’ın aynı adlı romanında okuyacaklar. İlk baskısı 2020 yılında Uranus Yayınları tarafından yayımlanan eser, tarihi romanları ve tarihi kişilikleri sevenler için biçilmiş kaftan ama daha da fazlası olayları ve olguları, insan davranış ve ilişkilerini, felsefi ve disiplinler arası bir perspektifle kurgulanmış hikayeler üzerinden okumayı sevenler içinse vazgeçilmez. 

Torlak Hû Kemal Disiplinler Arası Perspektifle Kurgulanmış Bir Eser

Tarihi romanları hep sevdim. Tarihle, mitolojiyle, efsane ve destanlarla harmanlanmış öyküler tarihin hem daha az bilinen kahramanlarını görünür kılmada hem daha çok bilinen kahramanların az bilinen yanlarını anlamada hem de çarpıcı olayların alelade insanların yaşamlarında yaptığı değişiklikleri gözler önüne sermede ve zihinlerde iz bırakmada oldukça başarılıdır. 

Umut Doğan’ın şimdiye kadar yayınlanmış 12 eserinden biri olan Torlak Hû Kemal romanında; iki ana karakterden ilki günümüzün Manisa şehrinde 14. yüzyıldan kalma, geleneksel Osmanlı motiflerinin süs eşyalarına işlendiği marangoz ve kuyumcu atölyesi olarak çalışan Sinan Bey Medresesi’nde çalışan Naim ve diğeri 1400’lerde o zamanki adıyla Magnasa’da yaşamış Şeyh Bedrettin’in bendelerinden Torlak Kemal’in birbiriyle çakışan, birbirinden beslenen ve birbiriyle buluşan hikayesine konuk oluyoruz. 

Pek çoğumuz Torlak Kemal ismini Nazım’ın insanın içini yakan o ünlü Şeyh Bedrettin Destanı’ndan hatırlıyor olmalı. Torlak Kemal, hakça bölüşmeyi kendine dert edinmiş Şeyh Bedrettin’in dergahından, ona ve savunduklarına gönülden bağlı bir derviş.

“Al yanaklı yardan gayrı, dünya malı ortaktır.” 
Şeyh Bedrettin

Umut Doğan’ın, ana omurgada, neredeyse bütünüyle tarihsel gerçekliğe bağlı kaldığı kurgulanmış hikayesinde, zamanda ileri ve geriye gidişlerle okuyucunun zihni ve kalbi beslenip bütünleniyor. Naim’in yaşamı üzerinden 1980 öncesi üniversitelerdeki sol-sosyalist hareketin içinde yer alan öğrencilerin yaşamlarına kısa farlar tutarken bir yandan da Torlak Kemal’in yaşadığı 15. yüzyıl Manisa’sında yeri yerinden oynatan bir hareketin devrimci kodlarına geniş bir arka plan oluşturuyor. Bu yönüyle toplumsal hareketlerin bir anda ya da birkaç yıl içinde oluşup yeşerdiğini sananlara, esasen toplumsal mücadelenin bir günde ortaya çıkmadığı onlarca ya da yüzlerce yıl öncesinden başlayan ve derinde yatan kökleri olduğunu anımsatma gayreti kuşatıyor satırları.

İki çağ ve iki yaşam arasındaki bu bağ, Naim ve Torlak Hû Kemal arasında kitap boyunca sürüp gidiyor. “Hû” lakabını şeyhi Bedrettin’in sözlerini halka duyurmak için tefiyle dolandığı Magnasa sokaklarında insanları toplamak için “Huuu” diye seslenişinden alan Torlak -toy, acemi- Hû Kemal, Bedrettin’in “yar yanağından gayrı her şeyi hakça bölüşmeye” dair söylediklerine duyduğu inançla, kendi anlattıklarının coşkusuna kapılan, heyecanlı, tutkulu ve zarif ruha sahip bir Orta Çağ dervişi, günümüz tabiriyle devrimcisi…Torlak Hû Kemal ismini almadan önce Manisalı Samuel olarak tanınan Kemal, gerçekte de 1419’da hayatını kaybederken, ölümünün sebepleri romanın elbette en çarpıcı bölümleri arasında yer alıyor.

Yıldırım Beyazıt dönemine tarihlenen ve tarihe Şeyh Bedrettin isyanı olarak geçen bu hareketin diğer lideri de Börklüce Mustafa. Bu isimleri Nazım Hikmet’ten duymuş olanlar daha da yakına gelsin... Zira Umut Doğan işte o halk hareketinin kahramanlarından Torlak Hû Kemal’i bir roman karakteri haline getirerek, insan Kemal’i asırlar sonra gün yüzüne çıkarıyor.

Torlak Hû Kemal’i ve izinde gittiği Şeyh Bedrettin’i anlamaya çalıştığımız satırlarını okurken, Torlak’ın Manisa sokaklarında derviş kılığı ile bulup buluşturduğu bir taburenin üzerine çıkıp elindeki tefle insanları önce etrafına topladığına, sonra da hayata dair her şeyin sınıf ayrımı gözetilmeden hakça bölüşülmesi gerektiğini anlatmaya çalışan inanmış, genç bir adamın görüntüleri geliyor gözümüzün önüne. 

15. yüzyıla ait bir Osmanlı kentinde başına gelen her şeye kaderci bir zaviyeden bakan halka, fakirliklerinin sebeplerini ilahi yasalara bağlı kalarak ve denge yasasından bahsederek anlatmaya çalışması bile başlı başına takdire şayan.  Herkesin çok da alışkın olmadığı devrimci sözlerin etkisi elbette çok büyük. Gerçek, her zamanki gibi duyanların bilincine saplanıyor ve tıpkı doğru anahtarın doğru kilide girmesi gibi bir etki yaratıyor. Bu, aynı zamanda etkileyici bir sokak gösterisi. Dönem olarak düşündüğümüzde sözlü temaşa ve hikayeci anlatım, okuma- yazma bilmeyen halka ulaşmanın en etkili yolu. Torlak konuşurken etrafı genişliyor, kalabalık kaynıyor ve Torlak bu kaynaşma ve onaylayan beden dillerine bakıp daha da coşuyor. Sokak sokak, mahalle mahalle, cami cami gezerek inandıklarını anlatması da bu etkiden yararlanmak için.

Bu temaşa hâli, Torlak Kemal’in dervişliğini, devrimciliğini, protez ve anarşik kişiliğini zedelemiyor. Bilakis bu, ana akımdan kopan yaklaşımı, onu herkesin gözünde daha dikkate değer bir hale getiriyor. 

Yazarın 15. yüzyıla ait bu derviş-devrimci karaktere farklı tonda renkler katması, tarihte yaşamış gerçek kişinin ete kemiğe bürünmesini ve okurun canlı kanlı bir adamla, sağlam bir bağ kurmasını sağlıyor. Buradan bakıldığında 12 Eylül 1980 öncesinde üniversite öğrencisi olan Naim ile Torlak Kemal arasındaki ruhsal bağı kurmak hiç de zor değil. Yazar okuyucuya zamanda yolculuk yaptırarak ikili bir anlatımla bu iki karaktere karşı hem sistemin ve toplumun tepkisindeki benzerliğe hem de yola çıkış amacındaki benzerliğe dikkat çekiyor. Bir başka yanıyla da önümüzde yine insanoğlunun değişmeyen doğasını buluyoruz.

Kemal’in Magnasa sokaklarında Bedrettin’in ışığını yansıttığı nutuklarında en çok kainattaki dengeye, zıtlığın dengesine, kutupluluk ve dualitenin gereğine ve yaşama nizam veren sisteme tuttuğu ışığın çağlar aşarak Naim’in ve onun gibi düşünenlerin de gönlüne ve aklına düşmesi, bu yönüyle bu iki karakteri de aşıp kolektif bir bilince bağlanan hâlleri, insanoğlunun çıkış bulma ve ikilemleri izah etme yolculuğunun da bir sonucu. 

Naim yaşadıklarının ruhunda yarattığı hasar ve travmayla yaşamaya çalışan, gerçeklik algısını yitirmiş eski bir devrimci iken Torlak Kemal hâlâ bu yolda yürüyen ateşli bir Bedrettin taraftarı. Tarihi kaynaklar Şeyh Bedrettin hareketini Osmanlı tarihinin ilk sosyal hareketi olarak görüp sebeplerinden birinin de Ankara Savaşı sonrası halk arasında baş gösteren ekonomik sıkıntılar olduğunu yazarken, romanda da hissedilen en büyük benzerliğin her iki hareketin de bir sistem eleştirisi olması ve sistemin buna asla müsamaha gösterilmediği en belirgin benzerlik olarak karşımıza çıkıyor. Esasen en temel sorun, fırsatların ve kaynakların hakça paylaşılmaması ve bunun yarattığı fakirlik olduğundan, bu çarpıklığın tarihin her döneminde açık zihinleri olanlar tarafından fark edildiği de bir başka benzerlik. 

1936 yılında yayınlanan Şeyh Bedrettin Destanı’nda Nazım Hikmet, bu açık haksızlığı şu dizelerle yüreğimize ekiyor.

“Bizim burada göller

dumanlıdırlar.

Balıkların eti yavan olur,

sazlıklardan ısıtma gelir,

ve göl insanı

sakalına ak düşmeden ölür.


Bu göl İznik gölüdür.

Yanında İznik kasabası.

İznik kasabasında

kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.

Çocuklar açtır.

Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.

Ve delikanlılar türkü söylemez.”

Elbette pek çok tarihi olayda olduğu gibi bu hareketin de çok yönlü sebep ve yansımaları olmalı ama romanda Torlak Kemal’in halka, gelir dağılımdaki adaletsizliği anlatma ve onları aydınlatma yolundaki çabası karakterin en belirgin yanı olarak karşımıza çıkıyor. Roman kahramanı Torlak, tıpkı Naim gibi devrimci ve sosyalist yanıyla ve capcanlı karşımızda durmakta.

Naim, romanda 1970’lerin sonlarında sol gençlik hareketleri içinde yer almış, darbenin bütün gücüyle ezdiği bir genç. Sistem, Naim gibi tutkulu gençlerin adeta üzerinden geçmiş, devrimci bakış açısından geriye, ışığı söndürülüp içi boşaltılarak adeta bir kabuğa dönüştürülmek istenen insanların kalması belli ki âdetten olmuş.  Bu insanlar esasen yaşarken ölüme mahkûm edilmek istenenler. Romanda Naim karakterinin bu yönü ustalıkla işlenmiş ve özellikle romanın çarpıcı sonu ile okur, beklenmedik gelişmelerin içinde bırakılmış.

Zamanın diğer tarafında 1400’lerde yaşayan Kemal ise Şeyhi Bedrettin’in sözlerini dört bir yanda söyleyerek gezmekte. “Yollarda topraksız insanın

ve insansız toprağın feryadını duyup”  duyurarak ve “Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır.” diye bağırırken onları dinleyenlerin sayısı bazılarını rahatsız edecek kadar artıyor. Haydi burada yine üstat Nazım Hikmet’ten yardım alalım. O güzelim şiirde Bedrettin kendini izleyenlere şöyle seslenir:

“- O ateş ki kalbimin içindedir

tutuşmuştur,

günden güne artıyor.

Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna

eriyecek yüreğim.

Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim.

Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.

Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip

biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını

iptal edeceğiz...”

Anadolu inanç kültürünün Torlak Kemal’in yaşadığı dönemlerde, üzerine oturduğu eksenin o tarihlerde de resmî ideoloji tarafından değiştirilmeye çalışıldığı, Bektaşi, Baciyani Rum, Melami meşrep, Mevlevi, hatta yer yer panteist ve şaman izlerini taşımasını sakıncalı bulunarak, resmi dini ideolojinin o yıllarda da dizayn edilmeye çalışıldığı romanın alt metinlerinde kolaylıkla izlenebilecektir.

Diğer yandan tarihi dönem romanları ve gerçek karakterler üzerinden bir hikâye kurgulamanın ve sinemaya uyarlanmak üzere bir senaryo yazmanın her zaman okuyucu ve izleyicinin beklentileri ile sıkı sıkıya bağlı olduğu unutulmamalıdır. Hele de o karakter, toplum tarafından çok bilinen, özel hayatına dair ayrıntıları daha geniş kitlelerce haberdar olunan bir karakterse, bu kurgu roman ya da sinema karakteri izleyicide hayal kırıklığına yol açabilir. Oysa adı üzerinde kurgu karakter çokça, yaşamış tarihsel karakterin ana özelliklerini muhafaza ederek ayrıntılarda yazarın hayal gücü üzerinden yapılandırılır. 

Yazar bütünüyle kendi fikir ve his dünyası üzerinde tarihsel karaktere bazı davranış modelleri biçer ve onun gündelik hayatta nasıl biri olduğunu bize göstermeye çalışır. Daha açık bir ifadeyle yazar, tarihsel gerçekliğin kurduğu zemin üzerinde kendi hayal dünyasında kurguladığı bir yaşam ve karakter inşa eder. Aksi tarihte bu bir tarih kitabı yazmaktan farksız olacaktır. Yazar kahramanın olası hallerini kendi bilincinden ve insan gözlemlerinden tecrübe ettiği hallerden yararlanarak öne çıkarır ve tarihi karakteri okura yakınlaştırır. 

Torlak Hû Kemal de büyük toplum kesimleri tarafından çok bilinmese de yaşamış tarihi bir karakterdir. Bu sebeple böyle birini bir roman karakteri haline getirmek yukarıda belirtilen riskleri barındırır. Kimi okur tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı kalmaktan hoşlanır kimiyse benim gibi karakterin olası varyasyonları arasında gezinmeyi sever. Yıllar öncesinde Hürrem ve Kanuni Sultan Süleyman karakterlerini bir dizi filmi senaryosuna konu edilmesinde kopan fırtınayı yaşı yeten pek çok okurumuz hatırlayacaktır. Ama yine de tarihi, çoğunlukla dizi ve filmlerden öğrenme eğilimi olan bir toplumun gözünde büyütüp yücelttiği tarihsel bir kişiliğe kurgu bazı davranış modelleri eklenmesine hoş bakılmaması, bizim gibi kurgu severleri durdurmaya yetmez. 

Zira, sözlü kültürün enstrümanları olan söylenceler, mitoloji ve destanlar da kulaktan kuşağa, dilden dile aktarılırken ana tema sabit kalır ve aktaranın hayal dünyasından gelen bazı eklemelerle hikâye renklenir, çeşitlenir. Böylece içinde bulunduğu kültürün anlatımlarını, kelimelerini hatta zamanın da izlerini kendine katıp başka nehir yataklarından, başka yollardan akıp söylence denize kavuşur.

Kurgu da tıpkı böyledir ve Umut Doğan’ın Torlak Hû Kemal’i, özellikle Magnasa sokaklarında cemaati tefle etrafına toplayışı ve zamane din alimlerinin aksine kainat yasalarından en önemlisi olan dengeden bahsederken zıtlıkların dengesi, kutupluluk ve dualiteyi anlatış tarzı, esasen Kuran’ı Kerim’in sosyal devlete dair bakış açısını referans alırken de Muhiddin İbni Arabi ile Gazali arasındaki yaklaşım farkını ortaya koyması açısından önemlidir. Tam da bu noktada tarih, siyaset tarihi, dinler tarihi ve din felsefesi konularında araştırma yapan ve bu alanlarla ilgilenen okurlar, eserin yakın tarihle bağlarını da kolaylıkla yakalanabilecektir.

Arka planda güzelim Manisa Şehri, Gediz Ovası, Spil Dağı, Ulu Cami, Sinan Bey Medresesi ve Ağlayan Kaya her iki zamanda da hikâyeye eşlik eder. Bu hâl zamansal farklılığı, mekansal aynılığa dönüştürür. Yer yer betimleme ve karakterlerin kişilik özellikleri ile tarihi olaylar arasında bağ kurma şeklinde ilerleyen romanla, çağdaşlarından İhsan Oktay Anar’ın bazı eserleri arasında benzerlik kurulabilir.  

Romandaki hemen her ayrıntı; Naim’in hayatına aniden giriveren çakır gözlü Gökçe, Torlak’ın karşısında beliriveren Bektaşi güzeli, Naim’in heyelan tehlikesi nedeniyle yıkılmak istenen anılarla dolu aile evi, geride bıraktığı kitapları, Torlak’ın uğruna canını feda edebileceği inançları, değerleri, “ne çok insanı yedi bu şehir” derken sadece Naim’i değil, Torlak’ı, Börklüce’yi, Bedrettin’i ve hak, adalet uğrunda can veren, bedel ödeyen daha nicelerini, sömürü düzenine ve din bezirganlarına karşı çıkışın, direnişin ve dirilişin hikayesini, şaşırtıcı ve sarsıcı ifadelerle bilincimize sunmaktadır.

Son olarak, bir arkeolog, akademisyen ve iyi bir tarih araştırmacısı olan Dr. Umut Doğan’ın gözünden, gönlünden akıp gelen; Naim ve Torlak Hû Kemal karakterleri üzerinden, değişen ve hiç değişmeyen toplumun sosyal, dini ve kültürel dokusu ile dönemin tarihsel arka planını ustalıkla kurguladığı Torlak Hû Kemal adlı romanını, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı şiiri ile birlikte okumanızı öneririm.


Semra Aksoy / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hüsmen Aga

Bir sözlüğe göre Hüseyin isminin kısaltması, ya da Hüseyin'den türetme bir isim, Yani Hüseyinin Hüs’ ünü alır, İngilizcedeki Adam manasına gelen Men’ i ekleseniz Hüsmen oluyor. Diğer bir açıklamaya göre Trakyalıların Osman ismini söyleme şekli olarak anlatılıyor. Aslında Trakya şivesinde H harfi kullanılmadığı için Üsmen diye söylendiği bilinir. her neyse…

Şaziye İnceler Ekinci Yazdı: Hüsmen Aga

Ben de göçmen kökenli bir aileden geldiğim için bizim köyde gerçekten bir Hüsmen Aga vardı. Günümüzde belki lQ Testine veya Nörolojik ve Psikolojik bir teste tabi tutulsa %30 zeka seviyesinde olduğunu tahmin ediyorum.

Hüsmen Aga çocukluğumda benim yaz tatilinde köye gittiğim zamanlarda gördüğüm çok önemli biriydi. Daima Hüsmen Agaya yardım etmek, ona yemek götürmek için babaanneme yalvarırdım. 

Nerden Bilirdim Hüsmen Aga benim ilerde meslek seçimimde bile rol oynayacak? Çünkü ben Üniversitede Sosyal Pedagoji okuyarak 22 sene Zihinsel ve bedensel engelli, özel  çocuklar ve yetişkinlerle çalıştım. Ve onlarla vakit geçirmek benim için en güzel ve değerli zamanlardı.

Gelelim bizim hüsmen Agaya…

Dedem  Veli Aga köyün ileri gelen eşrafından biriydi. 

Köyümüz Anadolu'nun yemyeşil vadilerinden birine kurulmuş, adı gibi çınarlarıyla meşhur Çınaraltı köyüydü. Bu köyün sözü dinlenen, babacan tavrıyla herkesin saygısını kazanmış bir ağası vardı: Veli Aga. Veli Aga, kırlaşmış sakalları, görmüş geçirmiş bakan gözleri ve adaletli kararlarıyla bilinirdi. Sabahları köy kahvesinin önündeki asırlık çınarın altında kahvesini yudumlar, köylünün derdini dinler, öğütler verirdi.

Köye gelen her misafir Veli Aganın evinde ağırlanırdı. Karnı doyurulur, her türlü ihtiyacı giderilir, altına tertemiz yataklar serilerek dinlenmesi sağlanırdı.

O yıl, yaz kurak geçmiş, yağmurlar bir türlü yağmamıştı. Köyün can damarı olan, tarlaları sulayan Pınarbaşı'nın suyu azalmaya başlamıştı. Önce ince bir iplik gibi akmaya başlayan su, günler geçtikçe damlamaya döndü. Köylünün yüzünü endişe bulutları kaplamıştı. Özellikle tarlaları pınara en yakın olan iki komşu, Ali ile Hüsmen arasında homurtular başlamıştı. Azalan suyu kimin daha çok kullanacağı konusunda başlayan ufak tefek tartışmalar, su iyice azalınca alevlenmişti.

Bir sabah, Veli Aga yine çınarın altında otururken, Ali ile Hüsmenin köy meydanında birbirlerine girdiklerini gördü. Sesler yükselmiş, iş neredeyse kavgaya varacaktı. Köylüler araya girmeye çalışsa da nafileydi. Veli Aga, gür sesiyle bağırdı:

 "Durun bakalım! Ne oluyor burada sabah sabah?"

Kalabalık Veli Aga'nın sesiyle birlikte kenara çekildi. Ali öfkeyle atıldı:

 "Agam," dedi, "Hüsmen zaten azalan suyun hepsini kendi tarlasına çevirmiş. Benim ekinlerim susuzluktan kavruluyor!" Hüsmen hemen karşılık verdi:

 "Yalan agam! Asıl o gece gizlice gelip suyun yönünü kendine çeviriyor. Benim tarlam onunkinden daha aşağıda, su zaten zor geliyor!"

Veli Aga, iki komşuyu da dikkatle dinledi. Kaşları çatıktı. Kuraklık herkesin canını sıkmıştı ama komşunun komşuya düşmesi daha kötüydü.

 "Sakin olun," dedi tok bir sesle. "Şimdi ikiniz de benimle Pınarbaşı'na geliyorsunuz."

Veli Aga, Ali ve Hüsmeni yanına alıp pınarın başına vardı. Gerçekten de pınardan akan su, bir çocuğun avucunu ancak dolduracak kadardı. İki komşunun da tarlası gözünün önündeydi ve ikisinin de toprağı çatlamış, ekinleri boynunu bükmüştü.

Veli Aga bir süre sessizce suya, sonra tarlalara, sonra da Ali ile Hüsmenin endişeli yüzlerine baktı. Derin bir nefes aldı.

 "Bakın," dedi. "Bu pınar yıllardır ikinizin de tarlasını sular, köyümüzü beslerdi. Şimdi gücü azalınca birbirinize düşman mı olacaksınız? Toprak ana küsmüş, suyunu esirgemiş. Biz ona daha çok küsersek, o da bize hepten küser."

Ali ile Hüsmen başlarını öne eğdiler. Veli Aga devam etti:

 "Bu su ikinize de yetmez, doğru. Ama kavga ederseniz, o azıcık su da ziyan olur gider. Akıl akıldan üstündür. Gelin, bu suyu kavga ederek değil, akılla paylaşalım." 

"Nasıl olacak ağam?" diye sordu Hüsmen merakla.

 "Şöyle olacak," dedi Veli Aga. "Bundan sonra suyu gün aşırı kullanacaksınız. Bir gün Ali'nin tarlasına akacak, ertesi gün Hüsmenin. Böylece ikinizin de ekini tamamen kurumaz, az da olsa can suyu bulur. Kuraklık bitene, pınarımız yeniden coşana kadar böyle idare edeceğiz. Bir gün sen komşuna sabredeceksin, bir gün o sana. Anlaştık mı?"

Ali ile Hüsmen birbirlerine baktılar. Başka çareleri yoktu. Hem Veli Aga'nın sözü de mantıklıydı. İkisi de istemeye istemeye başlarını salladılar. "Anlaştık agam," dediler.

O günden sonra Ali ile Hüsmen Veli Aga'nın dediği gibi suyu nöbetleşe kullandılar. Başta zorlansalar da, zamanla birbirlerinin hakkına saygı göstermeyi öğrendiler. Birlikte pınarın etrafını temizlediler, suyun boşa akmaması için küçük kanallar yaptılar. Kuraklık zor olsa da, Veli Aga'nın bilgeliği sayesinde köyde huzur bozulmamış, komşuluk bağları kopmamıştı.

Nihayet sonbahar yağmurları başlayıp Pınarbaşı yeniden gürül gürül akmaya başlayınca, en çok sevinenlerden ikisi Ali ile Hüsmen oldu.  

Lakin Şeytan boş durmadı. Birgün Pınarın başında gene su kavgasına tutuştular. Veli Aga rahmetli olmuş, aralarını düzeltecek kimse kalmamıştı. 

Ali pınarın başında su kanalını temizlemeye getirdiği kazmayı Hüsmenin kafasına vurunca Hüsmen yere düştü. Başı kanamamıştı fakat o günden sonra Hüsmenin hem konuşması bozulmamış, hemde zekasında fark edilir gerileme olmuştu. 

Köyün çocukları Hüsmenle alay ediyorlar hatta bazen taşlıyorlardı. Hüsmen bazen onlara hiç karşılık vermiyor, bazen de onları kovalıyordu.

Hüsmen rahatsızlanınca eşi çocuklarını da alıp başka köydeki ailesinin yanına gitti. bu Hüsmen Aganın daha da delirmesine sebep oldu.

Hüsmen için dünya, diğerlerinin gördüğü gibi akıp gitmiyordu artık. Onun için renkler daha canlı, sesler daha keskindi; bazen bir fısıltı kulaklarında bir çığlığa dönüşür, bazen de en kalabalık meydan ona sağır bir sessizlik sunardı.

 Köyün kenarındaki yıkık duvarın dibi, onun sığınağıydı. Orada oturur, kimsenin fark etmediği şeyleri izlerdi: Karıncaların telaşlı koşuşturmasındaki gizli mesajları, rüzgarda sallanan yaprakların anlattığı eski hikayeleri, bulutların arasında bir anlığına belirip kaybolan yüzleri...

İnsanlar ona "deli Hüsmen" derdi. O, bu kelimeyi duyardı. Bazen arkasından fısıldandığında, bazen çocukların kıkırdaşmalarında, bazen de ona acıyarak bakan gözlerde okurdu. Bu kelime, içinde bir yerlerde ince bir sızı yaratırdı.

Anlaşılmamak... Belki de en büyük yükü buydu. Kafasının içindeki sesler bazen o kadar çoğalır, o kadar gerçekçi olurdu ki, hangisi kendi düşüncesi, hangisi dışarıdan gelen bir fısıltı ayırt edemezdi.

 Bazen ona görevler verirlerdi bu sesler; git dere kenarındaki parlak taşı bul, kimseyle konuşma, yoksa kötü şeyler olacak... O da bu seslere uyardı, çünkü onlara uymamanın getireceği içsel karmaşa, insanların ona "deli" demesinden daha korkutucuydu.

Güneşin batışını izlemek, Hüsmen'in nadir huzur anlarındandı. Gökyüzü kızıla döndüğünde, sesler biraz diner, dünyanın karmaşası sanki bir anlığına durulurdu. O anlarda, belki de çocukluğundan kalma bir anı belirirdi zihninde: Annesinin sıcak ekmek kokan elleri, babasının tarladan dönerkenki yorgun gülümsemesi... Ama bu anılar da iplik iplik çözülür, yerini yine o başa çıkamadığı düşünce yumağına bırakırdı. Neden buradaydı? Diğerleri gibi olamamak ne demekti?

“ Anaa, anaa” diye seslenir, gözlerini bir noktaya dikerek anasıyla konuşuyormuş edasıyla kafasını sallardı.

Bazen köy meydanından geçerken, insanların konuşmalarına kulak misafiri olurdu. Kelimeler havada uçuşur ama anlamlar ona tam olarak ulaşmazdı. Sanki yabancı bir dil konuşuluyor gibiydi.

Bir espriye herkes gülerken, o neden güldüklerini anlamaz, sadece seslerin yükselip alçalmasını izlerdi. Ya da birisi ona bir şey sorduğunda, cevap vermek için kelimeleri bir araya getiremez, ağzında anlamsız sesler gevelerdi. Sonra o bakışlar... Anlamayan, yargılayan, bazen de korkan bakışlar... İşte o anlarda Hüsmen, yine kendi kabuğuna, yıkık duvarın dibine veya dere kenarının yalnızlığına çekilirdi.

Eline aldığı sopayla toprağı eşeler, ordaki karıncalarla ve böceklerle konuşurdu. Bulduğu ekmek parçalarını getirip yıkık duvarın dibine sepelerdi. sonra karıncaların ekmeklei yuvalarına götürmelerini seyreder, onlarla konuşurdu.

“ Bugün şansınız var,  püskürt (Bisküvi) yiyeceksiniz. Dünden kalma ekmeklerin hepsini ne çabuk yuvaya götürdünüz? Bakalım yarına kısmetinize ne düşecek?”

Korkuları vardı Hüsmen'in. Kalabalıktan korkardı, yüksek sesten, ani hareketlerden... Ama en çok da kendi zihninden korkardı. İçindeki o durduramadığı akıntıdan, nereye varacağını bilmediği düşüncelerden... Geceleri uyku tutmaz, gölgeler odasında dans eder, fısıltılar yorganının altından bile ona ulaşırdı.

Yine de Hüsmen'in dünyasında küçük sevinçler de vardı. Kedilerin mırıltısı, toprağın yağmur sonrası kokusu, kimsenin almadığı yabani bir çiçeğin rengi... Bunlar, onun karmaşık iç dünyasında tutunabildiği küçük dallardı.

Belki de Hüsmen "deli" değildi; sadece dünyanın sesini diğerlerinden farklı duyan, renklerini farklı gören ve bu farklılığın ağırlığı altında kaybolmuş bir ruhtu. Anlaşılmayı bekleyen, ama nasıl anlatacağını bilemeyen, kendi yalnızlığında yankılanan bir fısıltıydı belki de. Köyün "delisi" Hüsmen, aslında köyün en yalnız insanıydı.

O kış, köy daha önce eşini az gördüğü bir soğukla ve karla sınanıyordu. Günlerce dinmeyen tipi, hayatı durma noktasına getirmişti. 

Köyün çocuklarından küçük Fikriye, evlerinin hemen arkasındaki korulukta oynarken kaybolduğunda, akşam ayazı çoktan kemikleri sızlatmaya başlamıştı. Bütün köy seferber oldu, fenerler ve dualarla koruluğa daldılar, ama kar o kadar yoğundu ki, izler anında kapanıyordu. Saatler geçiyor, umutlar tükeniyordu.

Elifin annesi feryatlarıyla yeri göğü inletiyordu.

“ Yavrumm, Fikriyemm.Nerelere gittin anasının nazlı kuzusu?” 

Tam o sırada, köyün gediklisi, her zaman kendi dünyasında gezinen Hüsmen'in sığınağı olan, köyün dışındaki o yıkık duvarın oradan bir ses duyuldu. Ama bu Hüsmen'in her zamanki anlamsız mırıltılarından farklıydı; ince, titrek bir çocuk sesiydi.

Arama ekibi o yöne koştuğunda, fenerlerin ışığında gördükleri manzara hepsini olduğu yere çiviledi.

Hüsmen, sırtını yıkık duvara dayamış oturuyordu. Evindeki eski püskü, yamalı battaniyesini açmış, küçük Fikriyeyi de içine yatırmış, sallıyordu. Çocuk soğuktan tir tir titriyor ama ağlamıyordu.

Hüsmen, belki soğuktan belki de içindeki fırtınalardan titreyen elleriyle çocuğun başını okşuyor, kimsenin anlamadığı o tuhaf, melodisiz ninnilerinden birini mırıldanıyordu. Gözlerinde ne delilik vardı ne de boşluk; sadece o an orada, o küçük canı kendi bildiğince ısıtmaya çalışan, belki de hayatında ilk defa bir başkasının acısına bu kadar net odaklanmış bir insanın derin, yorgun bakışı vardı.

Kimse tek kelime etmedi. Babası koşup kızını Hüsmen'in yanından nazikçe aldı. Elif babasına sarılırken, son bir kez dönüp Hüsmen'e baktı; gözlerinde korku değil, garip bir aşinalık ve sevgi vardı. Hüsmen ise sanki az önce yaptığı büyük bir şey değilmiş gibi, battaniyesine tekrar sarınıp, boş gözlerle kar tanelerinin havada süzülüşünü izlemeye devam etti.

O geceden sonra köylüler Hüsmen'e yine "deli" dediler belki, ama seslerinde artık eski küçümseme ya da korku yoktu. Daha çok bir acıma, bir anlayış kırıntısı ve belki de biraz mahcubiyet vardı. Hüsmen yine köyün kenarında, kendi dünyasında yaşamaya devam etti. Belki o geceyi hiç hatırlamadı bile. Ama o kış gecesi, yıkık duvarın dibinde, tipinin ortasında paylaşılan o titrek battaniye ve mırıldanan anlamsız ninni, Hüsmen'in anlaşılmaz dünyası ile diğerlerinin dünyası arasında kurulmuş, kelimelere dökülmeyen, yürek sızlatan, kısacık ama unutulmaz bir köprü olmuştu. 

Onun deliliğinin ardındaki kırılgan insanlığı, o gece ayazında, bir anlığına da olsa herkes görmüştü. 

Kimin deli, kimin Veli olduğunu Allah bilir…


Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Gülcan Şık Yazdı: Dönüp Duran O Türkü

Babamın yüzü o mısralar çalındığında düşer, sigarasının ucunu titreyen parmaklarla yakar, derin bir iç çekişe gömülürdü. O zamanlar anlayamazdım, yalnızca türkünün bizde bıraktığı kederi sezerdim içimde. Zaman aktı, büyüdüm, kocaman bir kadın oldum. Şimdi anlıyorum annemin o türküye duyduğu öfkenin, babamın gözlerinde süzülen yaşların sebebini. O nağmelerin ardına gizlenmiş hazin bir hikâye varmış meğer; zamansız bir ölümün yarım bıraktığı bir kavuşma, kaderin örselediği bir sevda, örfün yan yana getirdiği iki yaralı yürek…

Gülcan Şık Yazdı: Dönüp Duran O Türkü

Belki benim doğuşum bile istenmemiş bir beraberliğin suskun meyvesiydi. Babam, her sabah ceketini usulca giyer evden çıkar, akşamın alacakaranlığında yorgun adımlarla döner, hesabını kimseye vermediği bir kederle sigarasını yakardı. Annem sabahtan akşama bahçeyle, evle uğraşır, bazen ansızın bana sarılır, dudaklarının kenarından “Mihriban…” diye mırıldanırdı. Az konuşurlardı, çok susarlardı. Şimdi anlıyorum o suskunluğun içinde kaç gömülü çığlık, kaç yarım kalmış cümle varmış.

Türkü her çaldığında odanın lambasında titreyen alev bile üşür gibiydi. Meğer sadece türkü değil, mazinin hatırası, söylenmemiş sözleri, yaşanamamış sevdaları kavrarmış yüreğimizi. Artık biliyorum: bazı şarkılar ne zaman çalsa geçmişin kanayan yerini bulur, dokunur, sızlatır. Biz büyüdükçe suskunluk daha da derinlere indi ama türkü hiç susmadı; oda aynı, ışık aynı, acı aynı kaldı…


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Ömer Yılmaz Yazdı: Kasımpatı Kızı

Ömer Yılmaz Yazdı: Kasımpatı Kızı

Ağaçların yaprakları dahi solmuş bir günde

Senin mutlu hayalini kollarımda taşıyorum.

Yıkılmış binaların en hazin gölgesinde

Senin âşık tarafını öpmeden yaşıyorum.


Kollarımda ritimler tutuyor nazlı elin,

Karşında tutuluyor biçare dilim.

Tam bellemişken senin dizlerini yerim,

Kafamdaki yorgun yalnızlarla savaşıyorum.


Önümde bir bütün şehir çöküyor yere,

Şehrin anıları, hepsi senden muzdarip yine.

Ağlıyorum ismini söyleyip bin kere;

Çünkü neden ayrı kaldığımızı bilmiyorum.


En büyük günahları işlemeliydik,

En büyük vecd ile diz çökmeliydik,

En âşık tutkularla öpüşmeliydik,

Hiçbirini sensiz düşünemiyorum.


Olacaktın her ânımda, yanımda ve gülerek;

Ölüm kapıdaymış gibi yalnız beni severek,

Kasımpatıları atıp kırmızı gül vererek,

Çünkü sensiz hiçbir çiçeği beğenemiyorum.


Ömer Yılmaz / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Deniz Edebiyatı

Sünger tutmaya gidip vurgun yiyen babalar, düğün parası biriktirmek için gidip bir daha geri dönmeyen delikanlılar, eğlenmek için denize girip boğulan genç insanlar. Deniz çok insanın canını almıştır ama yine de kimse denize olan sevdasından vazgeçmez. O bir aşktır, umuttur, yarınlara olan inançtır. Deniz olmadan yaşam olmaz. Deniz ile ormanların, tatlı su kaynaklarının iç içe geçtiği sahiller bugün yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmektedir. Felsefenin, mitolojinin temellerinin atıldığı Anadolu toprakları geçmişte Diyar-ı Rum adını alıyordu. Rum diyarı Platon’dan Sokrates’e, Euripides’ten Homeros’a birçok düşünürün vatanı olmuştur. Balığıyla, süngeriyle insanları besleyen deniz, Yunan kültüründen beri insanların geçimlerini sağlamalarına destek oldu. Deniz içindeki yaşam gençlerin hayal dünyalarını besledi. Deniz üzerine binlerce şiir, hikâye, roman yazıldı. Bu eserler insanlara denizi sevdirdi. Batı edebiyatında da Doğu edebiyatında da en sevilen eserler hep deniz üstüne yazıldı.

Deniz Edebiyatı

Yunan edebiyatında destanlarda tanrılarla insanlar iletişim hâlindeydiler. Denizler tanrısı Poseidon sevdikleri denizde olduğunda denizi sakin tutar, düşmanları denizde olduğunda fırtınalar çıkarır, dalgalarıyla düşmanlarını boğmaya çalışır. Bütün tanrılar Poseidon ile iyi geçinmeye çalışırlar. Yunan edebiyatı için “Deniz Edebiyatı” diyebiliriz. Eserlerde Yunanlıların düşmanları hep denizden gelir. En büyük düşmanları Persler denizden gelip Yunan kentlerine saldırırlar. Persler oyununda bu savaşlar hakkında bilgiler mevcuttur.

Batı edebiyatında denizi mekân olarak seçen önemli yazarlardan biri Ernest Hemingway’dir. İhtiyar Adam ve Deniz isimli romanında büyük bir balık tutan ihtiyar balıkçının balığı kıyıya götürene kadar verdiği mücadele anlatılmaktadır. Denizin güzellikleri olduğu kadar vahşi yönü de romanda ilgi çeker. Victor Hugo’nun Deniz İşçileri romanı Sefiller kadar olmasa da bilinen bir eseridir. Panait İstrati’nin Akdeniz isimli eseri, Akdeniz’i mekân olarak kullanan bir eserdir. İspanyol, Fransız, İtalyan edebiyatları, Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler oldukları için denizin güzelliklerini anlatan eserlerle doludur. Edgar Allan Poe’nin Anabel Lee adlı şiiri deniz ülkesinde geçen bir şiirdir.

ANABEL LEE  

Seneler, seneler evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kızdı, bileceksiniz

İsmi Anabel Lee:

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni.


O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi,

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Anabel Lee;

Göklerde uçan melekler bile

Kıskanırdı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi

O deniz ülkesinde,

Üşüdü rüzgârından bir bulutun

Güzelim Anabel Lee;

Götürdüler el üstünde

Koyup gittiler beni,

Mezarı ordadır şimdi,

O deniz ülkesinde

Ay gelip ışır, hayalin erişir

Güzelim Anabel Lee;

Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar

Güzelim Anabel Lee;

Orada gecelerim, uzanır beklerim

Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim

O azgın sahildeki

Yattığın yerde seni

Türk edebiyatında deniz her zaman güzelliğiyle şairlerin, yazarların hayal dünyalarına hitap etmiştir. Sadece denizi yazan yazarlarımız duygularını, hayallerini denizi mekân olarak kullanarak yazmışlardır. Deniz kenarında yaşamayı şartların sonucu tercih eden iki yazarımız sanki deniz olmasa yaşayamaz, yazamaz gibidirler. Bunlardan biri Halikarnas Balıkçısı yani Cevat Şakir Kabaağaçlı, diğeri Sait Faik Abasıyanık’tır.

Sait Faik Burgazada’da yaşadıklarını hikâyelerinde bize aktardı. Balıkçıların sıradan hayatını, denizin güzellikleri eşliğinde dile getirdi. Sait Faik’e genç bir öykü yazarı ile ilgili görüşü sorulur. Sait Faik’in cevabı şu olur: “Bu gençten yazar olmaz, daha balıkların isimlerini bilmiyor.” Durum öykücülüğünün en önemli ismi olan Sait Faik’i, eserlerini tekrar tekrar okuyarak saygıyla anıyoruz.

Halikarnas Balıkçısı yaşadığı olumsuz olayların sonucunda Bodrum’a sürgün edilmiştir. O dönemde Bodrum bir köydür. Yazdıklarıyla Bodrum’u tanıtan yazar, Bodrum’un bugünkü meşhur hâline gelmesini sağladı. Deniz insanlarını tanıttığı Aganta Burina Burinata, Turgutreis, Mavi Sürgün gibi eserleri Ege kültürünü tanımamızı sağladı. Seksenli yıllarda TRT’de yayımlanan Parmak Damgası isimli dizi Halikarnas Balıkçısı’nın bir eserinden uyarlanmıştır. Ülkemiz deniziyle, ormanıyla, toprağıyla bir cennettir. Bu cenneti daha güzel, daha yaşanabilir bir hâle getirmek ülkesini seven her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının görevidir. Ülkemizi sevelim, sahip çıkalım. Yazımı Nazım Hikmet’in bir şiiriyle bitiriyorum.

Denizin üstünde ala bulut

Yüzünde gümüş gemi

İçinde sarı balık

Dibinde mavi yosun

Kıyıda bir çıplak adam

Durmuş düşünür

Bulut mu olsam

Gemi mi yoksa

Balık mı olsam

Yosun mu yoksa

Ne o, ne o, ne o

Deniz olunmalı oğlum

Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

İnsan

Seven kalp, annesinin sesindeki tınıda da, bir ağacın yapraklarında da aynı coşkuyu bulur. Merhametli olan, yanan her orman parçası için de, özgürce ormanlarda gezme hakkı gasp edilen her geyik için de, zarar gören kendi evladı için de aynı hüznü duyar. Gerçekten duyabilen, ney sesinde de, yağmur sesinde de, nal sesinde de huzur bulur,  ruhu ile derin bir bağ kurar. Hikmetin dışarıdan gelen seste olmadığını, kalbinde beslediklerinin duyduğu sesleri nasıl şekillendirip, anlamlandırdığını bilir.

Yazar Güz: İnsan

Minnettar olan, annesinin yıllar önce yapmış olduğu elmalı turta için de şükreder her tarçın kokusu burnuna geldiğinde, ondan dinlediği her uyku öncesi masal için de şükran duyar yıllar geçse de. Genç yaşta annesini kaybettiği için isyan etmek yerine, olanda da, olmayanda da gizli kalan güzellikleri görür. Kayıpları, daha da yükseklere uçması, vizyonunu geliştirmesi, kendi potansiyelinin farkına varması için, kanat olur ona. 

Yaşam amacını bilen, üretir, paylaşır, çabalar. Arada duraklasa da, yorulsa da, hiç pes etmez yüreği ile çıktığı yolculuğundan, yolundan. Birilerini mutlu etmek, destek olmak, varlığını hissettirmek isteyen, karşılık beklemeden, yokluk demeden vermek için sebep arar, fırsat kollar.  “Alma-verme” dengesi diye günümüzde dillere pelesenk olmuş şekilde, tüccar edasıyla kantarı koymaz ortaya her adımında. Paylaşmak, destek olmak için vesile yaratır. Bu, bazen “Sen seversin, onun için bunu yaptım” tadında olur, bazen de “Vitrinde gördüm, aklıma sen geldin, hemen aldım senin için” şeklinde olur. Gün gelir, hissettirmeden, dile getirmeden karşıdakinin ihtiyacını gidermek için maddi ve manevi kaynaklarını kullanır, mahcup etmeden.

Özen gösteren, karşısındakini istemsizce kırdıysa, uykusuz kalır. Bunu kendine dert edinir, hatasını sadece sözleriyle değil, eylemleriyle de telafi eder. Aynı hatayı bir daha tekrarlamaz. Emek vermek isteyen, her durumu bunun için fırsat bilir, çabalar. Yapmadıkları için mazeret yaratanlardan olmak yerine, işlerin yolunda gitmesi için ortam, fırsat yaratır çünkü bilir ki emeksiz, çabasız hiçbir şey büyümüyor, gelişmiyor, yeşermiyor.

Mütevazi olan, eğitiminden, dış görünüşünden, statüsünden, mal varlığından bağımsız olarak kalpten kalbe köprü kurar. Kimseyi, kimseyle kıyasa sokmadan karşısındakine biricik ve kıymetli olduğunu bakışı ile, sözleri ile, duruşu ile hissettirir. Yanında huzur ve güven hissedilir.

Gözlemlerime göre yukarıda saydıklarımı yapanları ise suistimal edenler, manipüle edenler çoğunlukta maalesef. Nihayetinde insan olmak, sanatların en zoru, yolculukların en erdemli olanı. Yolculukta bazen ihanete uğramak da, yorulmak da, kaybetmek de var. Hepsi insana dair, hepsi hayatın bir parçası.

Kurnazlığa kaside yazılan bir coğrafyada, kurnazlığı zekâ ile karıştıranlar çokça. Bilmezler ki, kurnaz insan daha düşük zekâ seviyesine sahip olmakla beraber, ahlaki olarak zayıftır, etik ve adaleti kendi çıkarları için feda etmiştir. 

İnsan bilinci ile yolculuğuna devam edenler, bunları görür, üzülür ama duymaya, sevmeye, görmeye, vermeye devam eder. Çünkü beşer olmak ile insan olmak arasındaki fark, bu yolculuktan alnının akıyla, tüm deneyimlenenlere rağmen çıkmakta yatar. 

Beşer bilinci ile insan bilinci arasındaki uçurum büyüktür. Beşer, orman yakar. Eğitimi, bilgisi, yeteneği ile hak etmediği pozisyonlara emek harcamadan, torpille, ayak kaydırarak gelir. Adam kullanır, kendi kasasını düşünür, arkadaşını kullanır, eşini aldatır, etrafındakileri dolandırır. Ayrımcıdır beşer. Adalet bilmez, olayları işine geldiği gibi yorumlar. İlişkilerde maske takar, taktik çok bilir, strateji uzmanıdır. Kıymet gördüğü zaman, kıymete kendisinin fazlasıyla layık olduğunu, karşı tarafın kendisine mecbur ve borçlu olduğunu sanır. Kolaylıkla şımarır, değersizleştirir karşısındakini. Bilmez ki iletişimde olduğu kişi, insan olmanın verdiği sorumlulukla, hoşgörü, nezaket ve kapsayıcılık ile ona yaklaşıyordur.

Bir muhitte, sokak hayvanlarına nasıl davranıldığından anlarım ben orada yaşayan ahalinin beşer bilincinde mi insan bilincinde mi olduğunu. Bir iş yerindeki en yetenekli, konusunda en bilgili ve çalışkan personelin meslektaşları tarafından mobbinge uğrayıp uğramadığı güzel bir göstergedir o kurumun beşer bilincinde mi, insan bilincinde mi olduğunu anlamak için.  

İlişkisine emek mi veriyor partnerinin kalbini hoş tutmak için, yoksa karşı tarafı kırıp, rencide ederek kendi yetersizliğini, hatalarını mı kamufle ediyor oradan anlarız karşımızdakinin beşer bilincinde mi, insan bilincinde mi olduğunu. Yakın arkadaşının, öz kardeşinin başarısını, güzelliğini, imkanlarını kıskanıp arkadan iş mi çeviriyor yoksa gönülden her daim iyiliğini mi istiyor…

Misaller listesi böyle uzar, gider. Hayat yolculuğunda, beşer ve insan arasındaki farkı anlayana ve ona göre konumlanana kadar yansıtma, aynalama aracılığıyla, sonsuz olasılıklı misaller kümesinden düşer bizim de bahtımıza çeşitli deneyimler, eşleşmeler, sınavlar, kayıplar, fırsatlar. 

İnsan olma yolculuğu, meşakkatli ama çok kıymetli. Yolculuğumuzda duyan, gören, seven ve yaşam amacına sadık olanlardan olmak dileğiyle. Aşk ve sevgiyle kalın…


Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Kemal Taşdemir Yazdı: Ol Hüzün

Kemal Taşdemir Yazdı: Ol Hüzün

Şu kâinatın hikmetine dönüp bakılmış,

Hüzünden çıkan rahmetle yaratılmış.


İnsanın tüm hâllerini anlatan hüzün,

Her anımızda olan bir parça özün.


Neden sonra, sevgi içinde bir yerde,

Görünür sevginin kaynağı, azâde.


Mutlu gülen yüzler dalar hüzünle;

Ağlarken mutluluğu hissetse de...


Kâinatın her bir zerresi rahmet dolu,

Rahmetin kaynağından hüzün oldu.


Çıkan seslerin en güzeli: hüzün...

Meleklerin katına ulaşan hüzün.


Kalbin attığını hissettiren bu duygu,

Duygu kavramından ötede duyuldu.


Ruhların sonsuzluğu anlatan hüzün.

Kâinatın Hû'larını konuşturan hüzün,


Yalnızların Sevr mağarası olan hüzün,

Örümcek ve güvercinle korunan hüzün.


Nereyi incelersen, çıkar bir sanat;

Muhakkak içindeki hüznü anımsat.


Mutluluğa bir pay da vardır kalbinde,

Hüzünden akacak sözlerle birlikte.


İnsanın ruhu çıksa, ayan olacakmış;

Hüznün kaynağından ruh çıkacakmış.


Nebîlerin en büyük imtihanı: hüzün;

Aynı zamanda yekpâre dayanak: hüzün.


Hüznün olgunluğundan kâinat konuşur,

Zikirler, hüzünle mest hâlde oluşur.


Hüzün konuşmak isterse akar gözyaşı,

Bu lisanın kalbini duyacak Rahmet'e karşı.


Miraç’a çıkan, ayrılıktan gelen hüzündür;

Âhiretin delilinde yine hüzün görünür.


Kavuşmak ister hepimize hüzünle beraber;

Kavuşulacak işte, sevgiyle bir muteber.


“Ol” emrinin kaynağında hüzün gözükür;

Her şeyi olduran bir sırrın özüdür.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Sosyal Medya Çağında Edebiyat: Hız, Tüketim ve Yeni Bir Söylem Arayışı

Şiirden romana, hikâyeden denemeye kadar her tür, okurun zihninde uzun bir yolculuk açtı. Ancak 21. yüzyılın dijital dünyasında edebiyat bambaşka bir sınavdan geçiyor: sosyal medya çağında var olmak. Bugün birkaç saniyede yüzlerce gönderi arasında kaybolan dikkatimizi edebiyat da yakalamak zorunda. Bir zamanlar kütüphanelerde, kitapçılarda veya edebiyat dergilerinde ağır ağır nefes alan metinler; artık Instagram’ın görsel estetiğinde, Twitter’ın (X’in) sınırlı karakterlerinde ya da TikTok’un hızlı videolarında yeni bir yaşam alanı buluyor. Bu durum, edebiyat için hem büyük bir fırsat hem de ciddi bir meydan okuma anlamına geliyor.

Sosyal Medya Çağında Edebiyat: Hız, Tüketim ve Yeni Bir Söylem Arayışı

Hız ve Tüketim Çağında Edebiyatın Krizi

Sosyal medyanın doğası “hızlı tüketim” üzerine kurulu. Bir şiir birkaç saniyede okunuyor, bir roman özeti üç dakikalık bir videoya sığıyor. Bu, edebiyatın “yoğunluk” ve “derinlik” isteyen yapısıyla çelişiyor. Bir romanın sayfalarca işlediği bir duyguyu, sosyal medya yalnızca birkaç cümleye sıkıştırıyor. Böylece edebiyat, kimi zaman sadece “alıntı”lara, “like” sayılarına indirgeniyor.

Eleştirmenlerin kaygısı da burada yoğunlaşıyor: Metinlerin tüketim nesnesine dönüşmesi. Klasik bir romanı sabırla okumak yerine, o romandan seçilmiş “en vurucu cümle” sosyal medyada dolaşıma giriyor. Okur, metinle derin bir bağ kurmadan, yalnızca “alıntılar”la yetiniyor.

Yeni Okur Kuşağı ve Demokratikleşen Edebiyat

Öte yandan sosyal medya, edebiyatı daha erişilebilir hâle getiriyor. Yayınevlerinin seçici filtrelerinden geçemeyen genç yazarlar, Wattpad gibi platformlarda kendi okur kitlelerini yaratabiliyor. Twitter dizileri modern “mikro hikâye”lere dönüşüyor. Instagram’da açılan şiir sayfaları, binlerce gencin kendi dizelerini paylaşmasına alan açıyor.

Bu durum, edebiyatın demokratikleşmesine katkı sağlıyor. Artık yalnızca belli başlı yazarlar değil, herkes kendi sözünü dolaşıma sokabiliyor. Elbette bu, nitelik tartışmalarını da beraberinde getiriyor; ama edebiyatın özünde “herkese ait bir söz” olduğu düşünülürse, bu demokratikleşme yeni bir ifade biçiminin de önünü açıyor.

Eğer Edebi Ürünler Tükenirse: “Bilgi Deposu”nun Krizi

Edebiyat yalnızca estetik bir uğraş değil; aynı zamanda insanlık hafızasının en büyük deposudur. Masallar, destanlar, romanlar ve şiirler kültürü, tarihi ve insan deneyimini nesiller boyunca taşır. Eğer edebi üretim biterse, kolektif hafızamız daralır. Çünkü tarih bile, aslında anlatının bir biçimidir.

Yapay zekâ açısından da edebiyat yalnızca bir veri havuzu değil, insanın duygusal, hayali ve sembolik dünyasını taşıyan bir kaynaktır. Eğer yeni metinler üretilmezse, yapay zekâ da aynı metinleri dönüştürmekten öteye gidemez; üretim döngüsü donuklaşır. Dolayısıyla edebiyatın tükenmesi hem insanlığın hem de teknolojinin yaratıcılık damarının kuruması anlamına gelir.

Sosyal Medya Sonrası Olası Yönelimler

Dijital Arşiv Çağı: Yapay zekâ ve dijital kütüphaneler, geçmişte yazılmış bütün edebiyat ürünlerini sürekli dolaşımda tutacak. 

Etkileşimli Edebiyat: Okur yalnızca tüketici değil, üretici de olacak. Ortak yazılan hikâyeler, yapay zekâ destekli romanlar, interaktif şiirler yeni türleri doğurabilir.

Hibrit Formlar: Video, görsel ve sesin birleştiği edebi ürünler, geleceğin deneyim alanını oluşturacak.

Direniş Odağı Olarak Edebiyat: Hız çağında derinlik ihtiyacı arttıkça, uzun roman ve klasik form bir “karşı kültür” olarak varlığını sürdürecek.

Yapay Zekâ ve Edebiyatın Ortak Geleceği

Yapay zekâ, kendi başına tamamen yeni bir edebiyat yaratamaz; çünkü edebiyat insan deneyimine dayanır. Ancak insanla birlikte üretim yaptığında örneğin ortak yazım, ilham verici metinler üretme, kayıp eserleri yeniden kurma– yeni bir edebi çağ mümkün olur. Edebiyatın özü olan “hikâye anlatma arzusu” bitmediği sürece, yapay zekâ da yeni biçimler ve araçlar bulmaya devam edecektir.

Sonuç: Kelimeler Asla Susmaz

Sosyal medya çağında edebiyat, hızla tüketilen ve kısa ömürlü bir vitrin gibi görünebilir. Ama aynı zamanda yeni seslere alan açan, sözün demokratikleştiği ve geniş kitlelere ulaştığı bir mecra olma potansiyelini de taşır. Edebiyat tükenirse insanlık kendi hafızasını, yapay zekâ ise en zengin veri kaynağını kaybeder. Fakat edebiyatın tarihi bize şunu gösteriyor: İnsan kendini anlatmadan yaşayamaz. Biçimler değişse de kelimeler asla susmaz; insanı kendine çağırmaya devam eder.


Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Hayallerinizi Köşeye Atmayın

Merhaba Mine Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Mine Censur, 2009 doğumluyum. 346 Kilometre isimli kitabın yazarıyım. Lise 3, sayısal sınıf öğrencisiyim.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben küçüklüğümden beri yazmayı çok seven biriydim. İlkokulda okuma-yazma öğrendikten sonra kendimce kısa hikayeler yazardım. Ortaokulda kompozisyonlar yazardım ve öğretmenlerimde bu konuda başarılı olduğumu düşünürdü. Ne zaman dışarı çıksam gördüğüm en ufak olayda kafamda hemen kurgu yaratırdım eve gelince küçük hikaye yapardım. Ve yazar olmak her zaman hayalimdi.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için birçok şeyi ifade ediyor. İnsanlar ağladıklarında genelde birisine sarılmayı ya da başını yaslayacak bir omuz ister. Fakat ben ne zaman üzgün olsam kendimi kitaplarımda bulurum. Yazdığımda dünyanın en mutlu insanı ben olurum. Yazarlık demek benim için sadece kitap yazmak değil, mutluluğun sözlük tanımı demek… Arkadaşlarım sen yazarsın, bize de birkaç güzel söz yazarsın dediklerinde içimde oluşan o hissi tanımlayamam. Karnımda, kalbimde uçuşan kelebekler var oluyor sanki. Geriye dönüp çocukken yazar olmayı hayalleyen küçük Mine’ye bakıyorum ve diyorum ki “Biz başardık, biz yazarız ve bunu yaptık. Hayallerimize parmak ucuyla dokunduk ve zamanla avuçlarımıza alacağız, başarılı bir yazar olacağız.”

346 Kilometre isimli kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımın çok başarılı bir kitap olduğunu savunmuyorum, herkesin ilgisini çeker mi bunu da bilmiyorum fakat okurlarımı birçok ters köşenin beklediğini söyleyebilirim. İçinde okurken ‘Aa bu böyle miymiş? Nasıl yani?’ gibi soruya düşürecek bölümler yer alıyor. Ayrıca bu serinin ikinci kitabının daha çok sürprizlerle geleceğini söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Genel olarak Aslı Arslan, Beyza Alkoç, Emre Gül gibi tanınmış yazarları okurum. Bunun dışında dünya klasikleri okumayı da seviyorum. Tolstoy, Dostoyevski gibi… Her okuduğumda yazma hevesim daha da artardı. Bir gün onlar kadar tanınmış kitapları sevilen ve imza günleri iple çekilen bir yazar olduğumu hayalleyerek kendimi motive ederim. Üzerimde etkileri çok büyük…

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım dört adet kitabım var fakat şu sıralar en çok yazdığım kurgumdan ipucu verebilirim. Yasak aşk ve aksiyon sevenler için nefes kesen bir hikaye… Kitabımın giriş cümlesi de bir çok şeyi açıklıyor. “Kader insanın değiştiremeyeceği tek yazıydı, ne kadar dirense de satırlar çoktan mühürlenmişti…”

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okurlarıma söylemek istediğim birkaç şey var. Kitabımı okuduklarında belki de o kadar başarılı olmadığımı düşünecekler fakat kendimi geliştirdiğimin farkındayım, bu yolda siz ne kadar destek verirseniz ben o kadar gelişirim. Ayrıca hayallerine sarılanlar yol ne kadar uzun olursa olsun bir gün kendi ufkunu aydınlatır. Demek istediğim o ki siz siz olun kimsenin sözlerine aldanıp yapamam diyerek hayallerinizi köşeye atmayın. Bu sizin yaşamınız ve bu sizin hayaliniz. Ben başardım, sizler de başarabilirsiniz. Hepinize kucak dolusuyla sevgilerimi iletiyorum, sizleri seviyorum.

Hayallerinize Ulaşmak İçin Doğru Bir Adım Atın

Merhaba Murat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar,  1988 doğumluyum, evli ve üç çocuk babasıyım. Kamu kuruluşunda teknisyen olarak görev yapıyorum.

Yazar Murat Çelik

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma serüvenim, üçüncü sınıfa giden oğlumun kendi kitabını yazmaya çalışmasıyla başladı. Aylarca “M. Ali ve Arkadaşları” isimli hikâyesini tamamlayamayınca, ona ilham olsun diye ben de küçük bir hikâye yazmaya karar verdim. Böylece Aseyman Satranç Dünyası ortaya çıktı ve beklediğimden güzel tepkiler aldım. Ardından Nuki ile Satranç Öğren 1 ve 2 eğitim kitaplarını da kaleme aldım. Bu süreçte yazmanın bana iyi geldiğini fark ettim. Fakat daha güçlü bir konu arıyordum ve küçük bir kızın uzayda bale yapma hayali beni çok etkiledi. Böylece Mira Uzayda Bale doğdu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için tamamen psikolojik bir rahatlama alanı. Belki de yazmak, dışa vuramadıklarımı yıpranmadan ifade edebildiğim bir liman. Satırların arasında hem kendimi buluyor hem de hayatın ağırlığını hafifletiyorum. Çünkü yazarken unutuyorum.

Mira Uzayda Bale isimli kitabınız çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Mira Uzayda Bale, hayalin sınırlarını zorlayan, bilim kurguyu buluşturan bir hikâyedir. Okuyucular, sadece uzayın sonsuzluğunda geçen bir macera değil; aynı zamanda bir kız çocuğunun cesareti, inancı ve hayallerine tutunma gücüyle tanışacak. Sayfalar arasında hem bilimsel detaylar hem de kalbe dokunan duygular yer alıyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Franz Kafka, benim başucu yazarım. Onun eserlerindeki derin sorgulamalar, insan ruhunun karmaşık labirentleri ve toplumsal baskılar karşısındaki birey mücadelesi bana ilham veriyor. Kafka’dan, hayatın bazen cevapsız kalan sorularının da bir anlamı olabileceğini öğrendim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir roman var. Şimdilik sadece ipucu olarak şunu söyleyebilirim: “Kum’a dikiş atan kadın.”

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayalleriniz ne kadar uzak görünürse görünsün, onlara doğru bir adım atın. Ve kendinize şu soruyu sorun: “Bu yıl farklı bir şey yapmak istiyor muyum?” Binlerce insandan farklı olmanın yolu, kendi yolculuğunuza başlamaktan geçer. Yazmak benim tercih yolum oldu; sizin yolunuz dans, müzik, bilim ya da bambaşka bir şey olabilir. Yeter ki o ilk adımı atın ve ışığınızı takip edin.

Semiha Baysal'dan Empati Dolu Öyküler

Saçlarımı Okşayan Esinti; ağaçları rant için kesmek isteyenlere direnenlerin, okula gönderilmeyen kızların, ezilen şiddet gören kadınların, küçük yaşta ağır işlerde çalıştırılan çocukların, kısacası genç, yaşlı, çocuk toplumun her kesiminden insanın, kolaylıkla empati kurabileceği on sekiz öyküden oluşan bir eser. 

Semiha Baysal'dan Empati Dolu Öyküler

Yazarı Semiha Baysal, aynı zamanda bir Edebiyat öğretmeni. Okurken, ders anlatırken, dinlerken kısacası yaşarken hep gözlemlemiş, biriktirmiş ve hayatla birleştirerek satırlarda cümlelerle ete kemiğe bürümüş adeta… Kitaptan bir cümle çok şey anlatıyor bizlere: “Hikâyesi olan insanlar hemen fark ediliyor”… Şimdi o güzel öyküleri okumanın tam zamanı.

Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

MÖ 9000'leri Anlatan Keyifli Bir Hikaye: Göbeklitepe Son Kaplan Adam

Tek Zaman’ın yazarı Semra Aksoy tarafından kaleme alınan kurgu hikâye MÖ 9000’lere takvimlenen bir toplumun yaşamına, ilişkilerine, aşklarına muazzam bir hayal gücüyle ışık tutan keyifli bir hikâye.  Kahramanlarımızla birlikte Göbeklitepe’nin kadim T taşlarının arasında gezinecek, hayvan sembollerinin anlamları, ergenlik, ölüm ve savaş ritüelleri hakkında gizemli bir yolculuğa çıkacaksınız. 

MÖ 9000'leri Anlatan Keyifli Bir Hikaye: Göbeklitepe Son Kaplan Adam

Obsidyen gözlü Urfa Adam’ın asırlara uzanan macerası yüreğinizi ısıtacak ve hep merak edilen sorunun, Göbeklitepe, Karahantepe ve diğer taş tepelerin neden kapatıldığı sorusunun cevabını bulacaksın. Kahramanımız “Son Kaplan Adam”ın aşkı ve sevdiği kadın uğruna katlandığı zorluğa, azmine ve adanmışlığına şaşıracak, onunla beraber bu antik tepelerde, dağlarda avlanacak, hayal kuracaksın. Göbeklitepe Son Kaplan Adam bundan 11 bin yıl önce yaşamış bir topluluğun gizemli hikayesini gün yüzüne çıkarıyor.     

“Tam kızın arkasından içeri girmek üzereyken sağda solda bir anda beliriveren erkek sürüsü, üzerine atlamış. Seslere, çevreden gelenler de katılınca baş edilmesi zor bir kalabalık oluşmuş. Daha sonra öğrendiğine göre, şehre izinsiz giren her yabancı sorgusuz sualsiz derhâl dışarı atılırmış. Babamı da ite kaka şehrin dışına atıvermişler.

Başka zaman olsa çeker yoluna gidermiş ama bu sefer mutlaka şehre girmesi gerektiğine inanmış. Şehir yöneticilerine sırtında taşıdığı bir sürü av hayvanını, yollarda, derelerde bulduğu ilginç renkli taşları ve daha önce buralıların hiç görmediği meyveleri sunması, kendisini şehre kabul ettirmek için yeterli olmuş.”

Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

2136'yı Anlatan Fütüristtik Kurgu Romanı: Tek Zaman

Fantastik ögelerden hoşlanan ve ütopik gelecek hikayeleri seven okurlar, keyifli bir zaman yolculuğuna çıkmaya hazır olun. İnsanlık 2036 da büyük bir bilinç sıçraması yaşamış, bildiğimiz dünya bütünüyle değişmiştir. Elbette bu değişim sancılı olmuş gezegen genelinde büyük bir kaos yaşanmıştır. Romanın bütününde başka bir dünya ihtimalinin mümkün olduğu bir seçenek okurun bilincine usulca sızmaktadır. İnsan onuruna yakışır bir yaşam her zaman mümkündür. 

2136'yı Anlatan Fütüristtik Kurgu Romanı: Tek Zaman

Hikâyenin geçtiği 2036’da tüm ilişkiler ve yaşam şekilleri ile hayvanlar ve doğa ile kurulan iletişim de değişmiştir. Eski ilişki türleri ise; sadece eskilerin anılarındadır. Romanda geçmişle ilgili hatırlatmalar ve zamansal geçişlerle aradaki çarpıcı farklılıklara da ışık tutulmaktadır. Mekân olarak Ankara’nın seçilmesi ve böylece değişimin ve sıçramanın Anadolu’dan başlaması, üzerinde yaşadığımız bu kadim topraklara da bir saygı duruşudur. Paranın, hırsın ve güç savaşlarının olmadığı cennet gibi bir dünyaya adım atmak istemez misin? Haydi! Her şey hayal ederek başladı…

“Dev hayvan, heybetine inat, ayaklarının üzerinde ileri geri tedirgince kımıldadı. 

Cüssesinden beklenmeyecek ürkeklikle, yavaşça bir adım daha yaklaştı Alin’e.

 Boynunu uzatıp gözlerini hiç ayırmadan kokladı. 

O kadar büyüktü ki, Alin o yaklaştığında farkında olmadan biraz geri çekilmişti. 

Gözleri aynı hizadaydı şimdi. 

Alin, kendisini bile şaşkınlığa düşüren, kaynağını kestiremediği bir hareketle, avucunu usulca hayvanın iki gözünün arasına koyuverdi.”


Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Tanıdık

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Tanıdık

Yanakların

Kırmızı ve çıplak

Beni kendine çeken

Ateşli bir delilik

Gözlerin

Beni her gece yutan

İki kara çukur

Sen uzaksın

O kadar uzak ki

Adımların hayalime bile ulaşmıyor

Ben o yabancıyım

Ve sen yanımdan geçen bir esintisin

Ayak izlerimi hissetmeden

Beni görmüyorsun

Belki de

Görmek istemiyorsun

Ve bu en acı gerçek

Hayallerime bir tokat

Senin dünyanda

Ben sadece bir gölgeyim

Kimliği belirsiz bir yoldan geçen

Adı bile

Hafızanda kalmayacak …


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Çıkmaz Sokak

Sophia Jamali Soufi Yazdı: Çıkmaz Sokak

Yalnızlık sadece uzaktan güzeldi

Seni nasıl istemeyeyim

Seni nasıl unutabilirim

Karanlığın ortasında

Her şeyin sonu sana ulaşır

Gözlerin beni yaşamaya zorluyor

Bekleme üstüne bekleme

Mesafe üstüne mesafe

Yara üstüne yara

Toz ve küllerin izolasyonunda kayboluyorum

Karanlığın ortasında

Bütün düşünceler

Pencereler

Yollar

sana ulaşır …


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Yazarlık Hayata Açılan Bir Penceredir

Merhaba Ahmet Baran Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

2008 yılı İstanbul  doğumluyum. Eğitimime burada devam etmekteyim 12. Sınıf öğrencisiyim. Erken doğum sebebi ile CP (serabilel palsi) rahatsızlığı ile mücadele etmekteyim.

Yazar Ahmet Baran Aydın

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Küçüklüğümden beri yazma tutkusuna sahibim. Hayal gücümün genişliğimin farkında olmam ve bastırılmış duygularımı ifade etmek diyebilirim .

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için her şey diyebilirim. Hayata açılan bir pencere, bastırılmış duygularımı açığa çıkardığım bir sayfadır.

Başkomiser Cihangir isimli kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kalpten bir adalet arayışı , kaos dolu bir şehrin etrafında şekillenen olay örgüsü ve bedel ödettiren bir intikam hikayesi sizleri bekliyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kesinlikle Ahmet Ümit ve onun Başkomiser Nevzat serisi.  Anlatım dilimi güçlendirmeme çok yardımcı oldu. Ufkumu genişletti.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Okurlarımı empatiye sürükleyen, vicdanını sorgulatacak yeni bir kitap üzerine çalışıyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sonsuz saygı ve sevgilerimi sunarak gelecek olan birbirinden güzel eserler için beklemede kalmalarını ve beni takip etmelerini diliyorum.

Şiir Duyguları Anlatmak İçin Seçilen Kelime Topluluğudur

Merhaba Ali Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, 2003 yılında Kayseri Pınarbaşı'nda doğdum. İlk orta lise eğitimimi Pınarbaşı'nda tamamladım. Halen bir firmada işçi olarak çalışmaktayım. Uzun yıllardır dikkat eksikliği tedavisi görüyorum. Şiir yazmak beni rahatlatıyor.

Şair Ali Torun

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir sevgidir. İnsanın duygularını anlatmak için seçtiği kelime topluluğudur.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şiirlerimi kendi anlık duygularımla yazıyorum. Yazmak beni rahatlatıyor. Öykü  tarzında çalışmalarım yok.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Küçük yaşta hocalarımın okutmaları ile merakım arttı. Abdurrahim Karakoç ve eskiden şiir denemeleri olan Ali dedem ilham kaynağım oldu. Babam ve ailem çok destek oldular.

Seninle Bir Öür isimli şiir kitabınız Logo Yayınevi'nden çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Hayatta herkesin yaşayacağı duygularla sevgi, aşk, özlem gibi yaşamın kendi içinden duygularımı kaleme dökmeye çalıştım.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Abdurrahim Karakoç, Cemal safi isimli şairlerimizden ilham aldım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var ama daha erken.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma yazdığım şiirlerimi beğenerek varsa hatalarımızı mazur görerek okumalarını tavsiye ediyorum.

Işılsu Tavlar: Kimse Işığını Kaybetmesin

Merhaba Işılsu Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba,  kısaca kendimden bahsetmek gerekirse 27 yaşında annemle ve köpeğimle yaşıyorum. Sekreter olarak çalışıyorum. 2 senedir aynı meslekte devam ediyorum.

Yazar Işılsu Tavlar

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ani bir kararla yazmaya başladım. Aslında çocukluğumdan beri çok kitap okuyan biriyim. Kitabımda bahsettiğim bazı olaylar yaşandıktan sonra tamamen kendime ve hayata küsmüş bir kadındım. Her zaman yaşadıklarımın bilinmesini ve bunu yaşayan çoğu kadının bundan güç almasını istedim. Aynı zamanda Yaşadıklarımı yazmanın bana iyi geleceğini düşünerek yazdım. Bu konuda kendime hep güvendim. Kitabım tamamlandıktan sonra kendimi tamamen yaşadıklarımdan sıyrılmış olarak buldum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Her zaman kitap okumayı çok seven biri olduğum için yazarlığı üstün bir yaratıcılık ve güç olarak görüyorum.

Kendi Işığını Hatırlayan Kadın isimli kitabınız Logo Yayınevi'nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabim da tamamen kendi yaşadıklarımı yazdım. İlk başlarında ağır travmalar ile karşılaşacaklar ve buradan sağ çıkıp çıkmadığımı merak edecekler ya da nasıl çıkabileceğimi.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Öncelikle Stefan Zweig dilini çok sevdiğim bir yazar. Onun dışında Zülfü Livaneli'yi her zaman bayılarak okuyorum. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şuan için yeni bir kitap düşünmüyorum fakat zaman ne gösterir bilemiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitabımda da hep söylediğim gibi kimse ışığını kaybetmesin.

Orhan Veli'yi Sahnede Canlandırmak En Büyük Hayalimdi

Merhaba Serdar Bey, okuyucularımıza kendinizden kısaca bahseder misiniz? Vizyonunuz ve misyonunuz nedir?

Ben Serdar Hacıoğlu,  31 yaşımda Devlet Tiyatrosu sanatçısıyım. Vizyonum, sahnede sadece bir hikâye anlatmak değil; seyircinin kalbine dokunan, onu kendisiyle yüzleştiren işler üretmek. Misyonum ise sanatı toplumsal hafızanın bir parçası haline getirmek; hem sahnede hem hayatta sahiciliği savunmak. Uzun yıllardır psikoloji ve felsefe alanlarına derin bir ilgi duyuyor, bu konularda çok okuyorum. Bu tutkum hem benim hayatımı kişisel gelişim anlamında geliştiriyor, hem de mesleki olarak oyunda yarattığım karakterlerle daha yakından bağ kurmamı, sahnede derinlik yaratmamı ve yarattığım her esere düşünsel bir omurga kazandırmamı sağlıyor. Bir Garibin Vedası da bu anlayışın en somut yansımasıdır.

Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Serdar Hacıoğlu

Bu oyunun fikri nasıl doğdu?

“Bir Garibin Vedası” yaklaşık sekiz ay önce zihnimde filizlendi. Konservatuvar yıllarımdan beri içimde Orhan Veli hayranlığı vardı. Onun şiirlerindeki yalınlık, insan sevgisi ve hayatın en küçük anlarını bile sanatın merkezine koyabilmesi beni hep etkiledi. Bir gün kendime şu soruyu sordum: “Orhan Veli ile ilgili Sahnede ne görmek isterdim ve ona hayat verme şansım olsaydı nasıl oynamak isterdim?” Cevap netti: Orhan Veli’nin iç dünyası.., ruhu.. Yaşamı.. ve içsel çatışmaları.. ve en önemlisi insan sevgisi.. Böylece hem oyuncu olarak biriktirdiklerimle hem de Serdar’ın hayal dünyasıyla Orhan Veli ile birlikte güzel bir yolculuğa çıktım. Orhan Veli’yi sahnede canlandırmak uzun zamandır en büyük hayallerimden biriydi; fakat bunu hâlihazırda var olan metinlerin izinden gitmek yerine ki bu metinlerin hepsi çok değerli ama benim anlatmak istediğim, Orhan Veli’nin bambaşka bir yönüydü. O yüzden ben ne görmek ve oynamak isterdim sorunun güdüsü bana bu eseri yazmaya doğru götürdü. İyi ki de götürmüş (Gülüyor)

Evet iyi ki yazmışsınız Serdar Bey sayenizde edebiyat ve tiyatro dünyasına güçlü bir eser kazandırdınız peki neden Orhan Veli?

Çok teşekkür ederim efendim. Çok incesiniz. Sözleriniz beni gururlandırdı birazcık da utandırdı (Gülüyor) Çünkü Orhan Veli sadece bir şair değil; Garip akımıyla edebiyatı sokağın diliyle, halkın nefesiyle buluşturmuş, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte insani bir devrim yapmış bir sanatçı. Şiirini kalıplara hapsetmemiş, hayatın kendisini şiir yapmış. Benim için Orhan Veli, hem özgürlüğün hem sahiciliğin simgesi. Onun hikâyesini sahneye taşımak, sadece bir sanat projesi değil, aynı zamanda hayata karşı bir duruşu simgeler. Ve bu duruş benim için önemlidir. Orhan Veli benim iç dünyama şey katmış bir şairdir. Kendimle her baş başa kaldığım anda Murathan Mungan Hocamızın yazdığı ve dramaturjisini yaptığı ve hem insanlığına hem sanat hayatına ve hem aktörlüğüne hayran olduğum rahmetli Müşfik KENTER’in sesinden Bir Garip Orhan Veli iyi açıp Orhan Veli’nin şiirlerini çok dinlemişimdir. Bu benim için hatta bir meditasyon biçimi bile diyebilirim. Müşfik Hocanın sesi, Ve Orhan Velinin şiiri ve bu ikisi tek yürek! Söylesenize efendim bundan daha iyi meditasyon biçimi olabilir mi? (Gülüyor). O yüzden bende bu ustaların izinden giderek Hadi bakalım Serdar Kolları sıva. Madem oynamak istiyorsun nasıl oynamak istiyorsan öyle yaz dedim.

Ellerinize sağlık. (Burada ekibimizde gülüyor)  Bir Garibin Vedasının atmosferi nasıl ve nereden besleniyor?

Oyun, Orhan Veli’nin ölümünden sonra “Hayatını baştan sona izleme” hakkını kullanmasıyla başlıyor. “Göklere çıkınca meleklerin söyle bakalım Orhan her ademoğlunun hakkıdır hayatını tekrar baştan sona izlemek en çok nereye gitmek istersin” sorusuna Orhan’ın verdiği cevap, hayatımın  en çok geçtiği yer: Lambo’nun Meyhanesi müsaade ederseniz oraya gitmek isterim der. Orhan Veli için burası sadece bir mekân değil; dostlukların, aşkların, şiirlerin ve yüzleşmelerin mabedi. Meyhanenin sıcaklığı ile ölümün soğuk nefesi aynı sahnede buluşuyor. Orhan Veli, Araf'ta son bir kez hayatını baştan sona tekrar yaşıyor; şiirleriyle, türküleriyle, dostluklarıyla, aşklarıyla ve her şeyden önemlisi insana ve hayata dair olan sevgisiyle. Son bir kez hayata ve sevdiklerine veda ediyor. Bu atmosferi kurarken içsel sezgilerimi çok kez  dinledim. Ben Orhan Veli’nin yerinde olsaydım ve onun hayatını ben yaşamış olsaydım onun koşullarında nasıl veda ederdim diye düşündüm. Bu sormuş olduğum soruyu biz Oyunculuk sanatında bir karakteri yaratım aşamasında da sorarız. Asıl beslendiğim kaynak içsel kaynağım diyebilirim. Ve tabi ki Asıl Orhan Veli’nin yaşamı çok önemli o yüzden araştırma sürecinde çok titiz davrandım Orhan Veli’yi hayat hikayesini anlatıyor çünkü Orhan Veli’ sahnede dolayısıyla her şeyin gerçek ve çok samimi olması gerekir. Hata yapma şansınız kesinlikle yok. Bir de benim en önemli dertlerimden biri de Orhan Veli’yi hiç bilmeyen birinin bu oyunu izledikten sonra Orhan Veliyi  baştan sonra tanımalarını istememdi. Orhan Veli’nin kim olduğunu? Edebi kişiliğini? Hayata edebiyata ve sanata  nasıl baktığını ? Edebiyatımıza neler kazandırdığını.. Tercüme bürosunu ve sabahlara kadar Orhan Veli ile arkadaşlarının sabahlara kadar çalışarak şuan ülkemize kazandırdıkları bir çok yabancı eseri nasıl kazandırdıklarını ? , O dönemdeki güzelim köy enstitülerini  ve burada neler yapıldığını? Eğer kapanmasaydı nasıl bir toplum olacağımızı? Garip akımını. O dönemim daha nice önemli yazar, ressam ve şairlerini  Sebahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Oktay Rıfat Horozcu , Melih Cevdet Anday,  Abidin Dino.  Cahit Sıtkı Tarancı Cemal Süreyya  ve o dönemde ki daha nice önemli isimlerin edebiyatımıza neler kazandırdıklarını ?  Bu önemli isimlerin arasında ki dostluğu  ve edebiyatımıza bıraktıkları tüm mirasları Orhan Veli’yi hiç bilmeyen birisi oyunu izlerken bu kültür mirasını baştan sona bilsin ve iyi bir fikri olup evine öyle gitsin istedim. Dolayısıyla bu süreç de çok titiz çalışılmalıydı ger bilgi belki binlerce kez teyit edilmeliydi.

Bir Garibin Vedası Tiyatro Oyunu

Hangi kaynaklardan yararlandınız?

Yalnızca dijital kaynaklarla yetinmedim. Orhan Veli’nin kendi kaleminden çıkan mektuplar, şiirler ve öyküler temel başvuru noktamdı. Haluk Oral’ın “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli”, Seray Şahinler Demir’in “Ağabeyim Orhan Veli” kitaplarından yoğun olarak yararlandım. Ama esas ışık Seray Hanım oldu. Burada özellikle Seray Hanım’a, yeri gelmişken oyunun sahiciliğini artıran samimi paylaşımları ve nazik desteği için teşekkür ediyorum. Dramaturji sürecinde Devlet Tiyatroları dramaturgu Füsun Ataman’ın değerli yönlendirmeleri de benim için çok kıymetliydi; 2 ay boyunca çok yoğun biçimde kendisiyle çalıştık, kendisine teşekkür ediyorum. Bunun dışında gözüne güvendiğim birçok yazar ve meslektaş dostuma metni gönderdim; sağ olsunlar vakit ayırıp okudular. Onlara da teşekkür ederim; onların yapıcı eleştirileri sayesinde oyunun omurgasını güçlendirdim. Ve en önemlisi, bu süreçte ve her zaman yanımda olan, oyunu attığım gibi ilk okuyan ve yapıcı eleştirileriyle oyuna yön veren canım anneme, erkek kardeşime ve kız kardeşime içten teşekkür ederim. Ayrıca size bu eserin ışığına katkı sağlayan edebiyat gazetesi ailesine ve okuyucularına da ayrıca teşekkür ederim.

Meslek büyüğüm, beni konservatuvara kazandıran, Devlet Tiyatroları sanatçısı, akademisyen ve hayatımda derin izler bırakmış Sayın Fırat Demirağ hocama teşekkür ederim. Oyunuma büyük bir sahiplenme duygusuyla yaklaştı; hatta rejisini üstlenmek istediğini söyledi. Bu isteği beni fazlasıyla yüreklendirdi. Oyunun ilk yazıldığı dönemde, yoğun programına rağmen metni okuyup çok kıymetli dramaturjik açılımlar sağlayan ve yönlendirmeleriyle oyunun gelişmesine önemli katkı sunan Sayın Muzaffer Kırıkkalp hocama teşekkür ederim. Yazım sürecinde neredeyse her an fikir alışverişinde bulunduğum, teknik bilgisi ve manevi desteğiyle yanımda olan, Devlet Tiyatrosu’nun en değerli teknik personellerinden sevgili ağabeyim Çağlar Tekman’a ve her zaman içten desteğini sunan değerli eşi, meslek büyüğüm Yeliz Tekman’a şükranlarımı sunarım.

Metni ilk okuyanlardan, en az benim kadar heyecanlanarak saatlerce üzerine konuştuğum meslek büyüğüm Burçin Börü hocama; aynı şekilde desteğini açık yüreklilikle ifade eden meslek büyüğüm Gökhan Doğan hocama teşekkür ederim. Orhan Veli’ye gönül vermiş, “Rakı Şişesinde Balık Olsam” müzikalinin yazarı ve yönetmeni, disiplinine ve tiyatro adamlığına her zaman hayran olduğum değerli meslektaşım Hakan Akyüz’e desteği için teşekkür ederim. Oyunu okuyup fikirlerini dobra bir şekilde paylaşan meslektaşım ve arkadaşım Nazlı Köymen’e teşekkür ederim. Oyun yazımının ilk dakikasından beri yanımda olan, “Yazmaya devam edeceksin Serdar!” diyerek beni motive eden, meslek büyüğüm ve kurumumuzun müdür yardımcısı Ozan Sargın’a teşekkür ederim. Yoğunluğundan ötürü metni okuyamasa da desteğini her zaman hissettiren ve oyun için elinden geleni yapan sevgili ağabeyim Sebahattin Nazik’e teşekkür ederim.

Hayatımda tanıdığım en entelektüel insanlardan biri olan, yazdığım her metni sabırla okuyup beni yüreklendiren değerli ağabeyim Önder Arslanboğa’ya şükranlarımı sunarım. Ve sürekli desteğini hissettiğim, beni her daim kocaman yüreklendiren Duyan Ailesi’ne çok teşekkür ederim. Oyunun psikolojik yapısını daha iyi detaylandırmak adına fikirlerine her daim güvendiğim ve kendilerinden çok şey öğrendiğin  psikolojiyi bana  daha da çok sevdiren sayın psikiyatrist  profesör Dr. Ayşe Avcı ve Sayın profesör doktor Şükrü uğuz hocalarıma teşekkür ederim. 

Ve en büyük teşekkürüm, bugün olduğum insanın temelini atan, içimdeki rehber, hayatımın ilham kaynağı, sesi hâlâ kulağımda olan ve adını gururla soy ismimde taşıdığım Merhum HACI ŞEKER’e…O, yalnızca benim dedem değil; bu ülkenin vicdanı, karakteri ve ilkeleriyle hatırlanan gerçek siyasetçilerinden, değerli bir öğretmen, bilge bir baba figürüydü.Beni ben yapan değerleri bana o aşıladı. Ben de onun bıraktığı mirası, taşıdığım isimle yaşatmaya devam ediyorum. Bu oyunu ona ithaf ediyorum. Çünkü ben, onun eseriyim. O, dünyaya iyi bir eser bıraktı ve ben bu sözü ona verdim. Sözümü tuttum, tutmaya da devam edeceğim. Seni çok seviyorum, dedeciğim… Bu oyun, benim ismimle anılsa da, aslında Adana Devlet Tiyatrosu’nun eseridir. Biz bu oyunu birlikte yazdık. Aramızdaki dayanışma, birlik ve beraberlik, ortaya içimize sinen, güçlü ve sahici bir iş çıkardı.

Bizde teşekkür ederiz Serdar Bey. Oyunun merkezindeki “Orhan mı olacaksın, Veli mi?” sorusu  çok çarpıcı bu soru nasıl ortaya çıktı?

Bu, oyunun en derin çatışması. Ve bence insanın da en büyük çatışması! İnsanoğlu her şeyi düşünür; zihninden hem temiz hem kirli, hem doğru hem yanlış geçer. Yani kısacası iyi de kötü de insanda vardır. İnsan sürekli olarak kendisiyle çatışır ve onu insan yapan da budur. Fakat insanı insan yapan şey o derin dünyanın içinde hepsini gözlemleyip neyi tercih ettiğidir. İyi insanın da içinde kötülük vardır ama onu insan yapan, iyi olmayı seçebilme cesaretidir. Orhan Veli de bir insandı. Onun da içinde arzuları, tutkuları, karamsarlıkları değerleri, iyisi kötüsü vardı tabi ki hepimiz gibi.  Eserde ona hayata dönme şansı verilir ama tek bir şartla  şair olmayacak. Yazmayacak. Sıradan bir memur yada isterse milletvekili olma teklifi veriliyor. Tek şart yazmamak.. Bir yanda güvenli ve konforlu bir yaşam, diğer yanda riskli ama iz bırakan bir hayat. Bence Orhan Veli isteseydi, o keskin zekâsıyla bizim tanıdığımız Orhan Veli olmaz; belki çok zengin, hatta o dönemde milletvekili olabilirdi tabi bu benim düşüncem. Psikolojiyi, felsefeyi çok iyi biliyordu; kolay olanı seçseydi, sahte bir dünyanın içinde rahatça başarılı olabilirdi. Ama mutlu olabilir miydi? O ne pahasına olursa olsun Orhan Veli olmak istedi. Ve en güzeli de, “Bir garip Orhan Veli” olmak istedi. O bunu tercih ettiği için onlarca yıldır onu konuşuyoruz ve bugün Orhan Veli hakkında röportaj yapıyoruz. Diğer türlüsü olsaydı emin olun çabuk unutulurdu. İyi olmayı tercih etmenin bedeli ağırdır ama iz bırakır. Diğerini tercih etmek zaten kolay olanıdır. Bu çatışma, aslında hepimizin ömrü boyunca çatıştığı bir şeydir kim olacağım? Yada kim olmak istiyorum?  İnsan önce kendi vicdanıyla yüzleşir; asıl sınavını orada verir. Orhan Veli’nin Araf'taki bu içsel mücadelesi, izleyiciye “Sen olsaydın hangisini seçerdin?” sorusunu doğrudan hissettirir.

Oyunun seyirciye mesajı ne?

Finalde Orhan, konforu değil, şiirini ve garipliğini seçer. İstanbul’a son kez bakar ve “Hadi eyvallah” diyerek sahneden çıkar. Seyirciye ve okuyucuya kalan soru basit ama derin: “Sen olsaydın hangisini seçerdin?” Bu oyun, sadece Orhan Veli’nin değil, kendi hayat defterinde belki de yeni bir sayfa açmak isteyen herkesin hikâyesidir. Oyunumu, gözüne güvendiğim birkaç seyirciye de gönderdim; geri bildirimleri benim için çok anlamlıydı. Bir seyircim, “Eserinizi okurken kendi hayatımı düşündüm. Neleri tercih ettiğimi, nelerden vazgeçtiğimi ya da nelere katlandığımı… Eserle birlikte ben de içsel bir muhakeme yaptım. Sonra ‘İyi ki ben, ben olmuşum’ dedim.” sözleriyle duygularını paylaştı. Bu geri bildirim beni çok mutlu etti ve yüreklendirdi. Eserin okuma sürecinde bile bu denli amacına ulaşması benim için büyük bir gurur kaynağı oldu. Sezon içerisinde sahnelemek için çalışmalarımız devam ediyor; bakalım seyircilerimizin takdiri ne olacak… Bu beni çok heyecanlandırıyor. Ve oyunun en ham mesajı şudur sen kim olmak istiyorsun ?

Teşekkürler Serdar Bey. Bu güzel hoş sohbet için ve ben Edebiyat Gazetesi ailesi adına ve tüm edebiyat severler ve sanat severler adına bu eser için size çok teşekkür ederim. Sezon içerisinde prömiyer tarihini sabırsızlıkla takip edeceğiz. Kendinize çok iyi bakın.

Ben teşekkür ederim efendim sizde kendinize çok iyi bakın. Beni yine utandırdınız ve çok mutlu ettiniz herkese sevgi ve saygılarımla sanat ile kalın…

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Pencerenin kenarındaki koltuk, Arzu’nun dünyası olmuştu. Eskiden kilometrelerce koştuğu, dostlarıyla kahkahalarla güldüğü, hayatı dolu dolu yaşadığı dünya, şimdi bu solgun renkli koltuk ile camın ardındaki avluya sıkışıp kalmıştı. Güneşin her batışı, takvimden bir yaprağın daha kopması değil, umudundan bir parçanın daha eksilmesi demekti.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Adı Arzu’ydu ama artık arzulayacak gücü kalmamıştı. Tek arzusu, sabah uyandığında o tanıdık, kemiklerini sızlatan ağrının olmamasıydı. Ya da aynaya baktığında, saçları dökülmüş, gözaltları çökmüş, teni kâğıt gibi incelmiş o yabancıyı görmemekti. O yabancı ona her gün aynı şeyi fısıldıyordu: "Ben kanserim. Sen değilsin." Ama Arzu biliyordu, o yabancı artık kendisiydi.

En zoru sevdiklerinin gözlerindeki acıyı görmekti. Annesinin zoraki gülümsemesinin ardına gizlediği gözyaşları, eşinin "Daha iyi olacaksın, her şey geçecek" derken titreyen sesi... Onlar umut vermeye çalıştıkça, Arzu kendini daha da büyük bir yük gibi hissediyordu. Onların hayatını da kendi hastalığının karanlığına çekmişti. Geceleri, yan odadan gelen boğuk hıçkırıkları duyduğunda, çaresizlik bir pranga gibi ruhuna kilitleniyordu. Elinden bir şey gelmiyordu; ne kendi acısını dindirebiliyor ne de onlarınkini.

Vücudu, artık ona ait olmayan bir savaş alanıydı. Hücreleri ona ihanet etmişti. İlaçlar, damarlarında dolaşan acı birer vaatti; bir günü kurtarıyor ama yarını garanti etmiyordu. Doktorların teskin edici sözleri, anlamını yitirmiş birer uğultuya dönüşmüştü. Rakamlar, raporlar, tahlil sonuçları... Arzu'nun hayatı, başkalarının yorumladığı, üzerinde kararlar aldığı bir dosyadan ibaretti. Kendi bedeni üzerinde söz hakkını kaybetmişti.

Bazen eski fotoğraflara bakıyordu. O gür saçlı, yanakları al al, gözleri hayatla parlayan kadın o muydu gerçekten? O kadının kahkahası şimdi kulaklarında ne kadar da uzak bir yankıydı. O kadın geleceğe dair ne çok hayal kurmuştu. O hayallerin hepsi, şimdi hastane koridorlarının keskin kokusunda boğulup gitmişti.

Çaresizlik, bir fırtına gibi her şeyi bir anda yıkıp geçen bir şey değildi... Arzu için çaresizlik, yavaş yavaş suyunu çeken bir topraktı. Önce umutları çatlamış, sonra hayalleri kurumuş, şimdi ise ruhu toz olup savruluyordu. Pencereden dışarı bakarken, rüzgârda sallanan yaprağı gördü. Bir zamanlar o yaprak gibiydi, hayat dalına sıkı sıkı tutunan. Şimdiyse sonbaharın ayazında titreyen, kopup düşeceği anı bekleyen solgun bir yapraktan farksızdı.

Arzu, artık sadece nefes alıyordu. Yaşamak bu değildi. Bu, her saniyesi acı ve bekleyişle dolu bir arafta kalmaktı. Ve en acısı, bu araftan çıkacak kapının nerede olduğunu bilmemekti.

Arzu ve eşi Ahmet, hastanenin otoparkından ana binaya doğru yavaş adımlarla yürüyorlardı. Her adım, Arzu'nun ruhuna batan bir diken gibiydi. Bu koridorlar, bu koku, bu bekleyiş... Sıradan bir kâbusun tekrarıydı. Ahmet, karısının koluna destek olurken yüzüne cesaret verici bir tebessüm yerleştirmeye çalışıyor, ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu.

Randevularına daha yarım saat vardı. Ahmet bir banka oturmalarını teklif ettiğinde, Arzu'nun gözü bahçenin ücra bir köşesine takıldı. Orada, dizlerinin üzerine çökmüş yaşlı bir adam, küçük bir el çapasıyla toprağı eşeliyor, özenle bir şeyler ekiyordu. Sanki ufak bir çiçek bahçesi oluşturmuş, hala ekmeye devam ediyordu. Hastanenin bakımsız bahçesinde, hayatla dolu bir vaha gibiydi bu görüntü. Adamın sırtı onlara dönüktü ama hareketlerindeki şefkat ve adanmışlık uzaktan bile hissediliyordu.

Arzu, ne olduğunu anlamadığı bir dürtüyle o yöne doğru yürüdü. Ahmet şaşkınlıkla "Arzu, nereye?" dese de onu takip etti.

Yaklaştıklarında adamın, etrafını minik çitlerle çevirdiği küçük bir alana kadife çiçekleri diktiğini gördüler. Adamın yüzündeki derin çizgiler, bir ömrün haritası gibiydi ama gözleri, toprağa her dokunuşunda bir çocuğunki gibi parlıyordu.

Arzu, fısıltıyla "Kolay gelsin amca," dedi.

Adam başını kaldırdı. Yorgun ama inanılmaz derecede huzurlu bir yüzü vardı. Gülümsedi. "Sağ ol kızım, hoş geldiniz."

Ahmet, "Burada ne yapıyorsunuz böyle?" diye sordu merakla. "Belediyeden falan mı?"

Yaşlı adam güldü. Toprakla kirlenmiş ellerini eski pantolonuna sildi. "Yok evlat, belediyeden değilim. Gönüldenim ben."

Arzu, çiçeklere bakarak, "Çok güzeller," dedi. "Neden buraya ekiyorsunuz?"

Adam, doğrulup belini tutarak Arzu'nun gözlerinin içine baktı. O bakışta ne acıma vardı ne de merak; sadece derin bir anlayış vardı.

"Hanım yatıyor yukarıda," dedi sakin bir sesle. "Bir senedir... Gelip giderken bu bahçenin cansızlığı içimi yakıyordu. Buraya gelen herkesin ruhu zaten yorgun. Bari dedim, gözleri bir renge, bir canlılığa değsin. Pencereden bakan bir hastanın, tahlil sonucunu bekleyen bir yakının içine bir anlık da olsa bir ferahlık dolsun."

Arzu donakaldı. Kendi acısına o kadar gömülmüştü ki, başkalarının da benzer yollardan geçtiğini unutmuş gibiydi.

Yaşlı adam devam etti: "Kontrol edemediğim o kadar çok şey var ki kızım... Ne doktorların diyeceğini kontrol edebilirim, ne de hanımın ağrılarını... Ama şu toprağa bir tohum ekmek, onun sulamak, büyümesini beklemek... İşte bu benim elimde. İnsanın elinde bir şeylerin olması, en büyük ilaçmış meğer."

O an, Arzu için bir kırılma anıydı. Aylar süren tedavilerin, bitmek bilmeyen tahlillerin yapamadığını, toprakla uğraşan bu yaşlı adamın birkaç cümlesi yapmıştı. Çaresizlik hissi, ilk defa o demir parmaklıklarını gevşetti. Evet, kanseri kontrol edemiyordu. Ama hayatı, sadece kanserden ibaret değildi.

Yaşlı adam, avucunda tuttuğu birkaç tohumdan birini Arzu'ya uzattı. "Al kızım," dedi. "Bu da senin çiçeğin olsun. Bir saksıya ekiver. Her sabah ona bir damla su ver. Bak gör, bir şeyi yaşatmaya çalışmak, insanın kendi yaşama arzusunu nasıl kamçılıyor."

Arzu, o küçük, kuru tohuma bakarken gözleri doldu. Bu, bir tohumdan çok daha fazlasıydı; bu, kaybolan umudun bir sembolüydü.

Kontrole girdiklerinde, Arzu artık aynı kadın değildi. Doktoru, sonuçların stabil olduğunu, hatta bazı değerlerde ufak bir iyileşme görüldüğünü söylediğinde, ilk defa yürekten gülümsedi. Bu haber artık bir sonraki kontrole kadar kazanılmış pamuk ipliğine bağlı bir zaman değil, yeni bir başlangıç için verilmiş bir işaretti.

Hastaneden ayrılırken Ahmet, karısının yüzündeki değişimi fark etmişti. Sessizdi ama bu, umutsuzluğun değil, kararlılığın sessizliğiydi. Arzu, avucunda sımsıkı tuttuğu tohuma bakıyordu.

Eve geldiklerinde yaptığı ilk iş, balkondaki eski bir saksıyı bulup toprakla doldurmak oldu. İsmail Amca'dan (adını sonradan öğrenmişti) aldığı o tek tohumu, dualarla toprağın kalbine yerleştirdi.

O günden sonra Arzu için her şey değişti. Artık sabahları pencerenin kenarındaki o koltuğa çöküp çaresizce dışarıyı izlemiyordu. Uyanır uyanmaz balkona koşuyor, toprağı kontrol ediyor, o minicik tohuma "Günaydın" diyordu.

Arzu, artık sadece hastalığının bitmesini beklemiyordu.

O, ektiği tohumun yeşermesini bekliyordu. Ve bu, her şeyi değiştirmişti.

Balkonda, saksıdaki toprağın nemini parmağının ucuyla kontrol ettiği bir öğleden sonraydı. Telefonun zil sesi, evin içindeki sessizliği bir bıçak gibi kesti. Arayan, lise yıllarından kalma, uzun zamandır sadece özel günlerde mesajlaştığı arkadaşı Figen'di.

"Arzucum, canım, nasılsın? Duydum durumu, o kadar üzüldüm ki..."

Figen'in sesi her zamanki gibi telaşlı ve enerjikti. Arzu, alışkın olduğu "Geçmiş olsun" telefonlarından biri olduğunu düşünerek yorgun bir tebessümle teşekkür etti. Ancak Figen'in bambaşka bir gündemi vardı.

"Bak canım, şimdi beni iyi dinle. Sakın bu modern tıbbın kölesi olma. Bedenin kendi kendini iyileştirme gücü var, anlıyor musun? Enerjini yükseltmen lazım. Ben geçenlerde bir seminere katıldım, mucize gibi bir şey! Alternatif tedaviler, şifalı bitkiler ve en önemlisi... Doğru nefes!"

Arzu, içinden bir bıkkınlık dalgasının geçtiğini hissetti. Bu süreçte ne çok "mucizevi" tavsiye duymuştu... Amazon ormanlarından gelen bir bitki,

alkali su diyetleri, asla ulaşılamayan şifacılar... Hepsi iyi niyetli ama yorucu önerilerdi. Figen'i kırmadan telefonu kapatmanın yollarını düşünürken, Figen'in bir cümlesi dikkatini çekti.

"Her şey nefeste gizli Arzu! Bedenine yanlış komutlar veriyorsun. Korkuyla, sığ nefesler alarak hastalığı besliyorsun. Ama derin ve doğru nefeslerle hücrelerine yaşam enerjisi yollayabilirsin. Oksijen, en büyük şifacıdır!"

"Doğru nefes..."

Bu iki kelime, Arzu'nun zihninde farklı bir kapıyı araladı. Bu, Figen'in bahsettiği şifalı otlardan ya da pahalı seminerlerden farklıydı. Bu, yine İsmail Amca'nın felsefesine çıkıyordu: Kontrol edebileceği bir şey! Kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Nefesi, kendisinindi. Tıpkı toprağa bir tohum ekmek gibi, bu da kendi elindeydi.

Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece durdu. Ahmet, karısının dalgın halini görünce yanına geldi. "İyi misin hayatım? Kimdi arayan?"

"Figen," dedi Arzu. "Liseden..." Sonra tereddütle ekledi: "Alternatif tedavilerden bahsediyordu... Nefes terapisinden."

Ahmet'in kaşları hemen çatıldı. Koruyucu bir tavırla, "Arzu, doktorumuz ne diyorsa o. Lütfen böyle şeylerle umutlanıp sonra hayal kırıklığı yaşama. Biz bilimsel yoldan ilerliyoruz," dedi.

Arzu, eşinin elini tuttu. Bu kez sesinde o eski çaresizlik yoktu, aksine sakin bir güç vardı.

"Biliyorum Ahmet. Tedavimi bırakacak değilim. Bu bir mucize aramak gibi değil... Bu, İsmail Amca'nın dediği gibi... Kontrol edebileceğim bir şey daha bulmakla ilgili. Sadece bu."

O akşam, güneş batarken Arzu yine balkonuna çıktı. Saksısının yanına bir minder koyup oturdu. Gözlerini kapattı ve sadece nefesine odaklandı. Önce zordu; aklına binbir türlü düşünce üşüşüyordu. Ama sonra, Figen'in dediği gibi derin bir nefes aldı. Havanın ciğerlerini dolduruşunu, her bir hücresine ulaştığını hayal etti. Nefesini verirken de sadece

karbondioksiti değil, içindeki korkuyu, yorgunluğu ve acıyı da dışarı üflediğini düşündü.

Bu, on dakikalık bir eylemdi. Ama bittiğinde, Arzu kendini aylardır hissetmediği kadar hafif ve dingin hissediyordu. Ağrıları sihirli bir şekilde yok olmamıştı ama zihnindeki o ağır, karanlık bulut biraz olsun dağılmıştı.

Artık Arzu'nun yeni bir rutini vardı.

Her sabah ve her akşam, saksısındaki tohuma su verdikten sonra, yanına oturup nefes egzersizi yapıyordu. Her nefes alış, saksıdaki o tohuma verdiği bir damla su gibiydi. Biri topraktaki canı, diğeri kendi içindeki canı besliyordu. Bu, onun sessiz isyanı, en kişisel ilacıydı.

Tıbbi tedavisi, topraktaki tohumu ve kendi nefesi...

Arzu, çaresizliğe karşı kendi kalesini tuğla tuğla örüyordu. Artık o, rüzgârda savrulan bir yaprak değil, köklerini toprağın ve kendi ruhunun derinliklerine salan bir fidandı. Ve en önemlisi, büyümeye kararlıydı.

Kontrol günü yine gelip çatmıştı. Ama bu kez Arzu ve Ahmet hastaneye giderken içlerinde o eski, boğucu endişe yoktu. Elbette bir gerginlik vardı ama bu, fırtına öncesi bir sessizlik değil, toprağa düşen tohumun yeşermesini bekleyen bir çiftçinin sabırlı sükûnetiydi. Sonuç ne olursa olsun, Arzu artık hayatının kontrolünü rakamlara ve raporlara teslim etmeyecekti.

Doktorun odasına girdiler. Doktor Hakan, her zamanki gibi dosyaları inceliyor, bilgisayar ekranındaki görüntüler arasında geçiş yapıyordu. Fakat bu kez yüzünde her zamanki profesyonel ifadesi yoktu; yerini şaşkınlık ve neredeyse inanamayan bir hayret almıştı. Gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı, arkasına yaslandı ve uzun bir süre sessizce Arzu'ya baktı.

Bu sessizlik, Arzu ve Ahmet'in kalbinin daha hızlı çarpmasına neden oldu. Kötü bir haber mi vardı?

Sonunda Doktor Hakan konuştu. Sesi, sanki ilk defa karşılaştığı bir durumu anlatır gibiydi.

"Arzu Hanım... Ahmet Bey..." dedi yavaşça. "Ben yirmi beş yıllık hekimim. Binlerce vaka gördüm. Ama bu... Bu başka bir şey."

Tekrar önündeki raporlara baktı, sanki gözlerinin onu yanılttığından emin olmak ister gibiydi.

"Bu bir mucize," dedi net bir sesle. "Kanserli hücreler... Neredeyse tamamen yok olmuşlar. Vücut, inanılmaz bir şekilde kendini temizlemiş. Tıbbın açıklayabileceği bir hızın çok ötesinde bu. Lütfen söyleyin bana, ne yaptınız Arzu Hanım? Farklı bir tedavi mi uyguladınız? Bize söylemediğiniz bir şey mi var?"

Odanın içinde zaman durdu. Ahmet, elleriyle yüzünü kapattı, omuzları sarsılarak sessizce ağlamaya başladı. Bu, aylardır tuttukları acının, korkunun ve kederin boşaldığı bir sevinç seliydi.

Arzu'nun gözlerinden de yaşlar süzülüyordu ama yüzünde tarifsiz bir sükûnet vardı. Doktora baktı ve usulca gülümsedi.

"Sizin tedavinizden hiç şaşmadım, doktor bey," dedi yumuşak bir sesle. "İlaçlarımı harfiyen aldım, tavsiyelerinize uydum." Bir an duraksadı, doğru kelimeleri aradı.

"Ama... Sanırım başka bir şey daha yaptım. Ben... Ölmeyi beklemekten vazgeçtim. Rabbimden aldığım güçle yaşamayı seçtim.”

Doktor merakla dinliyordu.

"Eskiden her günüm, hastalığımın bir sonraki hamlesini beklemekle geçiyordu. Vücudumu bir savaş alanı, kendimi de o savaşın çaresiz bir esiri gibi görüyordum."

Gözü, pencereden görünen gökyüzüne daldı.

"Sonra bir gün... Bir şeyi yaşatmaya karar verdim. Küçücük bir tohum ektim. Her gün ona su verdim, onunla konuştum. O benim sorumluluğum oldu. O tohumu yaşatmak, kendi hayatıma sahip çıkmak gibiydi. Sonra nefesimi fark ettim. Vücudumun bir savaş alanı değil, benim evim olduğunu anladım. Ve evime iyi bakmaya başladım. Her nefesimde hücrelerime korku değil, yaşam gönderdiğimi hayal ettim."

Arzu, şimdi doğrudan doktorun şaşkın gözlerinin içine bakıyordu.

"Galiba... Ben kanserle savaşmayı bıraktım, doktor bey. Ben yaşamayı seçtim. Bütün mesele buymuş."

Doktor Hakan, duydukları karşısında bir süre sessiz kaldı. Elindeki kalemi yavaşça masaya bıraktı. Bu, tıp kitaplarında yazan bir formül değildi. Bu, hayatın en temel kanunuydu. Gülümsedi.

"Tıp kitaplarında bunun adı 'spontane gerileme' olarak geçer, Arzu Hanım," dedi. "Ama ben bugün buna başka bir isim vereceğim. Galiba en güçlü ilacı siz kendiniz bulmuşsunuz."

Hastaneden çıktıklarında dünya daha parlak, hava daha temizdi. Ahmet, karısına sarılıp dakikalarca öylece kaldı. Yürüdükleri o yol, artık kâbuslarının değil, mucizelerinin yolu olmuştu.

Arzu'nun eve gitmeden önce yapmak istediği tek bir şey vardı. Ahmet'in elini tuttu ve onu hastane bahçesine, o küçük, bakımlı çiçekli alana götürdü. İsmail Amca yine oradaydı, bu sefer kurumuş yaprakları temizliyordu.

Arzu'yu ve Ahmet'i görünce yüzü aydınlandı. "Hoş geldiniz evlatlar," dedi.

Arzu bir şey söyleyemedi. Sadece İsmail Amca'ya yaklaştı ve ona sımsıkı sarıldı. Yaşlı adam şaşırdı ama sonra Arzu'nun sırtını bir babanın şefkatiyle sıvazladı. Arzu geri çekildiğinde, İsmail Amca onun gözlerine baktı. Soru sormasına gerek kalmamıştı. Arzu'nun yüzündeki aydınlık, en güzel cevaptı.

"Tohum," dedi İsmail Amca gülümseyerek. "Yeşerdi mi kızım?"

Arzu, gözyaşları içinde başını salladı. "Yeşerdi İsmail Amca," diye fısıldadı. "Hem de nasıl..."

O günden sonra Arzu'nun balkonu, tek bir saksının olduğu bir yer olmaktan çıkıp renk renk çiçeklerle dolu küçük bir cennet bahçesine dönüştü.

Arzu, artık kanseri yenen bir hasta değildi. O, hayatı yeniden eken bir bahçıvandı.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447