Sophia Jamali Soufi: Kaçmak

Sophia Jamali Soufi: Kaçmak

Sarı yaprakların inişi gibi

Gözlerimde hüzün oturuyor

Acı beni parçalıyor

Ve yaralar ısınır

gaddarlıkla dolu

İçimde kök salan hasret doluyum

bavulu alıyorum

Kalbimi uzak yerlere bırakıyorum

Gökyüzünün öfkesi yüzümde patlıyor

gözlerim titriyor

aklımda tekrar ediyorum

Biri beni gözyaşlarımın izinden bulacak…


Sophia Jamali Soufi / İran / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Tüm Yaşadıklarım Hayatın Gerçekliğini Gösteriyor

Merhaba Hüseyin Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Hayırlı günler Efendim. Ben 1968 yılında Konya’nın Kulu ilçesine bağlı Yaraşlı köyünde doğmuşum. İlk orta ve liseyi Kulu’da tamamladım.1988 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesini kazandım. Fakat bazı sebeplerden okula gitmedim. O yıl ailemin yanına Hollanda’ya gittim. Önceleri dil kurslarını takip ettim daha sonra Turizm Yüksek Okulunda turizm rehberi olarak sertifika aldım. Aynı yıl da Anadolu Üniversitesi İş İdaresi bölümünü kazandım fakat okulu tamamlamadan iş hayatına atıldım bilfiil 34 sene ticaretle uğraştım geçen sene iş hayatına son vererek yeniden okumaya karar verip İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde okuyorum. Evliyim ve üç çocuğum var. Orta derecede Flemenkçe, İngilizce ve Arapça biliyorum.

Yazar Hüseyin Aksoy

Yazma yolculuğundan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri  yazmayı  çok severim özellikle lise döneminde Türkçe Öğretmeni kompozisyon dersleriyle beni daha da tetikledi. Çeşitli gazetelerde makaleler yazdım. Yaşadığım olaylar ve içimde kalan ukde sonucu kitap yazmaya karar verdim.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık, insanın iç duygularının bir yansımasıdır. Söyleyemediklerini  kağıda yansıtarak dışarı çıkarılmasıdır. Daha yolun başındayım ama bu yolda daha da ilerlemek insanlara bir şeyler vermek istiyorum. Çünkü hayat çok kısa bazı durumların insanlara aktarılması lazım diye düşünüyorum.

Okurun  beğenisini kazanan Ahiretten Selam Var isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz.  Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ederim. Özellikle Alaska Yayınevine minnettarım. Kitabın basımı ve yayınlanmasında çok faydalarını gördüm. Bu kitapta mürekkep yerine gözyaşlarımı kullandım. Koma ve yoğun bakım ünitesinde çektiğim acıların bir aktarımıdır. Her harfinde yaşadığım inanılmaz, iliklerimde hissettiğim ölüm ve yaşam arasındaki durumun yansımasıdır. İnşallah yakın zamanda yine hayatın gerçekliğini anlatan bir kitabın hazırlığındayım. Okurlardan isteğim bu kitabı samimi duygularla okumalarıdır. Akıllarından ölüm gerçeğini çıkarmamalı ve bununla yüzleşmeleri, sonunda kalan ömürlerini düzeltmelerini istiyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

-Genellikle hiç kitap ayrımında bulunmam. Lise döneminde dört yıl kütüphanede görevli olmam kitap okuma sevgisi kazandırdı. Binlerce kitap okudum. Hepsinin benim yanımda ayrı bir değeri vardır. Bugün bile elime geçen kitabı okumaya çalışırım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularımıza ipucu verir misiniz?

Yukarıda bahsettiğim gibi şu an yazma aşamasında hayatın gerçekliğini anlatan bir kitapla meşgulüm. İnşallah yakında görüşürüz.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Değerli okuyucularım, bu kitabımı bugün ağlayarak yazdığımı bilmenizi istiyorum. Tüm yaşadıklarım hayatın gerçekliğini gösteriyor. Şunu da belirtmek isterim ki bu kitaptan gelen gelirin hepsi üniversite öğrencilerine burs olacak, verdiğiniz her kuruş iyiliğe sebep olacak. Yazmak bizden okumak sizden. Takdir Allah’tandır. Saygı ve sevgilerimle!..   

Okumaktan ve Yazmaktan Vazgeçmeyin

Merhaba İsmail Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Konya Cihanbeyli Küçükbeşkavak köyünde doğdum. İlkokulu köyümde okudum. 1991’de Kulu İHL’den mezun oldum. Ben dışarıda gezmeyi sevmezdim. Daha çok kitap okurdum. Okula geç başlamıştım. Yaş olarak benden üç yaş küçük arkadaşlarla aynı sınıfta okumanın da etkisiyle olacak ki derslerden daha çok kitaplarla haşir neşir olurdum. Üniversitedeyken yalnız başına büyük gayretler sarf ederek Serzeniş adlı edebiyat dergisini yayınladım. Ne yazık ki edebiyat dergisi yayınladığım için üniversite yönetimince mahkemeye verildim ve beraat ettim. 1995’te Niğde Ün. Eğitim Fakültesinden mezun olup Elazığ-Baskil-Gemici Köyünde öğretmenliğe başladım. Samsun ve Ankara’da öğretmen ve yönetici olarak çalıştım. Samsun Halk Eğitim Merkezi ile Ankara Olgunlaşma Enstitüsünde Müdür Yardımcısı olarak çalıştım. Polis Amca ilkokulunda okul müdürü olarak görev yaptım. Halen Ankara Gölbaşı Halk Merkezinde kurum müdürü olarak görev yapıyorum. Milli Gazete, Denge, Merhaba ve İstiklal Gazetesi, Yarpuz Edebiyat ve Kültür Ajanda’da yazdım. Karakedi, Erik Ağacı Öykü, Edebistan ve Asanatlar’da yazmaktayım.  

Yazar İsmail Okutan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

İlk yazmaya ortaokulda başladım. Okulda kütüphane kolu başkanlığı yapmıştım. Orada çok kitap okuyordum, durmadan kitap okuyordum, öyle ki bazı derslerde kitap okumak için sınıfa gitmezdim. Beni arayanlar önce kütüphaneye bakarlardı ve orada bulurlardı beni. O zamanlar ortaokul liseyle birlikteydi. Bu dönemde yazmaya başladım. Babam beni ilkokuldan sonra okula göndermedi önce. O yüzden okula geç başladım. Bunun etkisiyle olacak ki dersleri bırakıp okumaya ve yazmaya ağırlık veriyordum. Yaş olarak diğerlerinden büyük olunca ilgilerim, merakım, hedeflerim sınıftaki diğer öğrencilerden farklıydı ve daha önde gidiyordu hep. Çok kitap okuyordum, sonuçta okuduğum kitaplardan etkilenerek şiir ve deneme yazmaya başlamıştım. Tabiî ki tek neden bu değildi. O zamanlar okuduğum okullarda bir dava bilinciyle yetiştiriliyorduk. Davayla birlikte o davanın mücadelesi içinde bulmuştuk kendimizi. Yazmak da bir çeşit, belki de en önemli mücadele yöntemlerinden biriydi. Biz de bu kaygı veya bu bilinçle yazıyorduk. Yazmak bir kavgaydı belki de bizim için. Bir kaygıyla yazıyordum ve bu yazdıklarımla bir kavgaya taraf olduğumu düşünüyordum, o kavganın bir tarafında gönüllü bir kavgacı olarak görüyordum kendimi. Hiç unutmuyorum, körfez harbi sırasında ben lise öğrencisiydim. Krize Taş Çıkartmak, başlıklı bir deneme yazmıştım. Bu denemem Konya’da üniversite öğrencilerinin çıkardığı Sayha adlı dergi de yayınlanmıştı. Büyük bir heyecan ve gururla o dergiyi alıp okula gelmiştim, öğrenciler okumak için sıraya girmişlerdi. Ben köyde büyüdüm. Traktör sürerek çok gidip geldim tarlaya. Kırlarda, ovalarda, dağlarda, derelerde, tarlalarda, çölde çok zaman geçirdim. En önemlisi de çölde geçirdiğim gece vakitleriydi. Gecenin içime fısıldadığı, çölün içime doldurduğu sonsuzluk ruhu, özgürlük düşüncesi kalbimi, içimi büyütüp genişletmişti. Bunun da etkisiyle yazmak istiyordum hep. Yazdıkça da sonunda kitaba, kitaplara ulaşmış oldum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık bir sorumluluktur. Toplumun önünü açmak, ufkunu genişletmek için yapılan bir çalışma yöntemidir. Yazar veya şair hakkı ve hakikati, gerçeği ve güzeli yazmalıdır, sorunlara değinmelidir. Adaleti teşvik edici yazılar yazmalıdır. Toplumun değerlerini, geleceğini, özgürlüğünü, gelişimini isteyip bu yönde eserler vermelidir.  Çocukların ve gençlerin bu düşüncelerle dolduran, işleyen eserler yazmalıdır. Gençliği ve toplumu kendi medeniyetiyle buluşturan, kendi medeniyetinin, değerlerinin, gücünün, ruhunun, tarihinin, öncülerinin farkına vardıran bir sorumlulukla yazmalıdır yazar. 

Okurun beğenisini kazanan Kelebeklerin Kanadındaki Rüzgar isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çocukların gayretleriyle yangını söndüren, ormanı kurtaran bir iyilik hareketiyle karşılaşacaklar. Yangını alevlendirip büyüten rüzgârın yönünü değiştiren kelebek ordususun kanatlarından çıkan hafif de olsa bir esintinin etkisini, değerini bulacaklar orada. Rüzgarın yönünü değiştiren kelebeklerin kanat çırpışındaki esintidir. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yazarların hayatımdaki etkisi çok olmuştur. Yani daha doğrusu kitapları vasıtasıyla olmuştur bu etki. Daha ilkokulu bitirdiğim ancak okula gitmediğim yıllarda okuduğum Muhammed Esed adlı yazarın Mekke’ye Giden Yol adlı eseri ki bu romanı birkaç kez okumuştum. O vakitlerde köydeki evimizde okumak için çok az kitap vardı. Seksen öncesiydi. Nereden geldiyse o kitap elime geçmişti. O kitabı üst üste birkaç kez okuduğumu hatırlıyorum. Onun etkisiyle yazılarımda tasvire çok yer veriyordum. Yine öykü ve roman yazmaya yöneldim onun etkisiyle. Yine Sezai Karakoç da liseli yıllarımda ezberlercesine çok okuyordum, onun etkisiyle deneme, sonradan şiir yazmaya başladım. Yabancı eserlerin ise hayatımda hiç etkisi olmadı. Tercüme eserler ruhunu ve anlamını kaybediyor çünkü.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yayınlamak istediğim bir çok şiir, öykü, deneme ve hikâye kitabım bulunuyor. Şu an öncelikli olarak üzerinde çalıştığım beş adet kitabım bulunuyor. Elbette Sıra da Gelecek, Göl Katili isimli romanlarla Askıda Sevgi, Bulutlara Küsen Kuşlar, Okul Görmüş Öyküler, isimli hikâye ve öykü kitaplarıdır.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Çok kitap okumalarını, kabiliyeti olanların ise çok yazmalarını, okumaktan ve yazmaktan vazgeçmemelerini tavsiye ediyorum.

Kitap Yazmak Bir Cesaret İşidir

Merhaba Salih Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ankara Gölbaşı Tepeyurt köyünde 1972 yılında dünyaya geldim. İlk öğrenimimi köyde yaptıktan sonra gönlümde her zaman efsane şehir olan Ankara’da orta ve lise öğrenimimi tamamladım. O yıllarda üniversite hazırlık ve sınavları zor şartlarda yapılıyordu. İlk sınava girdiğim yıl Bursa’da bir üniversitede Psikoloji bölümünü kazandım. Maddi yetersizlikler ve Psikoloji mesleğinin geçerli bir meslek olmadığı yönündeki baskılar nedeniyle üniversiteye gitmedim. Birkaç yıl sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açtığı Polis Memuru sınavına girdim ve polis olarak çalışmaya başladım. Polislik mesleğini yaparken Emniyet Genel Müdürlüğü kadrosunda İstihbarat, Terörle Mücadele ve Çocuk Şube birimlerinde uzun yıllar çalıştım. 15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişiminde çatışma sürecinde gazi olduktan sonra 2019 yılında emekli oldum. Kurucusu olduğum SAAY Araştırma ve Analiz Şirketi’nde bilirkişilik ve analiz uzmanlığı yapmaktayım.

Yazar Salih Aydemir

Uzmanlık alanlarım arasında terör ve terör örgütleri, terörün finansmanı, kara para aklama, kayıp çocuk ve kayıp şahıs olayları, KVKK uzmanlığı, grafoloji, tipoloji ve örgütsel şema hazırlaması, adli belge uzmanlığı incelemesi, Iowa Üniversitesi’nin katkılarıyla düzenlenen "Cinsel İstismara Uğramış Çocuklarla Adli Görüşme Teknikleri Sertifikası" ve Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından çok az sayıda kişiye verilen "Eğiticilerin Eğitici Sertifikası, Terörizmin Finansmanı ile Mücadele, Soruşturma Süreci Sertifikası" bulunmaktadır. Ayrıca Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi üzerine yüksek lisans yaptım.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?  

Aslında benim yazma tutkum, çok kitap okumakla başladı. Lise yıllarında gazete okuma oranı yüksekti, bazı gazeteler belirli konularda makale, hikâye ve siyasi yazılar için yarışmalar açarlardı. Ben de birkaç gazetenin bu yarışmalarına katıldım ve üçüncülük ve mansiyon gibi ödüller aldım. Ödül derken, öyle maddi şeyler değildi; daha çok kitap ve kalem gibi ufak şeylerdi. Tabii ki ilerleyen zamanlarda devlet için çalışmak, çok zamanımızı aldı ve yazma ile kitap okuma gibi şeylere vakit bulamadım. Ancak zaman zaman ufak ufak yazılar yazdım ama bunlar kağıtlarda kaldı. Bu arada, uzmanlık alanım olan terör ve terörün finansmanı konularında dersler vermeye başlayınca yazma ve okumaya daha çok vakit buldum. Kitap yazmaya iten en büyük etkenlerden biri, kitap yazmanın bir ayrıcalık olduğunu hissetmemdir.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Bu soruya verilecek en güzel cevap, kitap yazdığınızda ister çok güzel bir kitap olsun herkes okusun, ister kötü bir kitap olsun ve çok az okunsun, kitap yazmak bir cesaret işidir. Fikirlerinizi, hayallerinizi, yaşadıklarınızı, sevgilerinizi, şiirlerinizi, akademik kariyerinizi, kişiliğinizi ifade etmiş oluyorsunuz. Kitap yazmak, bir şeyi bulup meydana getirmektir. Gerçek bir hayaldir.

Okurun beğenisini kazanan Terörün Finansmanı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik Ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle bu röportaj ve iyi niyetiniz için size teşekkür ederim. Biraz geç kaldım ama yine de sonsuz teşekkürler. Alaska Yayınları’na da buradan teşekkür etmek isterim, özellikle İsrafil Bey’e. Çünkü kitabımız diğer kitaplardan içerik olarak biraz farklı olduğu için yayın ve düzenleme işi biraz zor oldu.

Kitabımızda okuyucuları bekleyen en güzel şey bilgidir. Terör ve terörün finansmanı konularında bilgileri bir çerez tadında öğrenebileceklerdir. Bunların yanında kara para aklama, suçu, organize suçları hakkında bilgi edinip uluslararası finansal birimler hakkında kolayca bilgi edineceklerdir. Zira bu bilgileri bu kadar toplu bir şekilde başka yerlerde bulamayacaklardır. Kısacası, kitabımız okuyucuyu kanunlara ve içtihatlara boğmadan bilgilendiren bir kitap oldu.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu kitaplarım demeyelim, ama kütüphanemde kaybolmasını istemediğim birçok kitap vardır. Bunların başında Mustafa Yıldırım Hoca’nın Örümcek Ağı kitabı, Henry Kissinger’ın Diplomasi kitabı, Frederick Forsyth’ın Çakal ve İkon kitaplarıdır. Ancak Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar kitabını özellikle terör ve akademik kariyer yapmak isteyen herkesin okumasını tavsiye ederim. Bu kitap, dünya üzerinde bulunan örgütler ve cemaatlerin temel ideolojilerini neye dayandıklarını anlamak için çok iyi bir eserdir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, ikisi roman olmak üzere üç kitabın yazımını planladım. İlk olarak bir roman kitabım var, yarıya geldim. Konusu hakkında pek bilgi vermek istemiyorum ama bittiği zaman çok beğenileceğini tahmin ettiğim bir kitap olacak. Ondan sonra üçüncü kitap olarak yine akademik/siyasi bir kitap, beş yıllık bir geçmişi var ve onun da bir kısmını yazdım. Konusuna gelince; 1990-1996 yıllarında Türkiye’de neler oldu? Bilindiği gibi 1990 yılından sonra çok büyük siyasi ve faili meçhul cinayetler ile 6 Kasım 1996’ya kadar olan olayların bir biyografisini ve analizini yapacağım. 6 Kasım 1996, bilindiği üzere Susurluk kazasının olduğu tarihtir. Bu zaman sürecini irdeleyeceğim kitabımda. Son olarak bir polisiye cinayet romanı olacak; ihraç bir polisin ve polise takıntılı bir seri katilin romanı olacak. Bu yıl en azından iki tanesini bitirmek amacım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımıza son olarak sevgilerimi sunuyorum. Okumanın değerini bilen herkes benim için önemlidir. Özellikle bilgi edinmek için Terörün Finansmanı kitabımı okumalarını tavsiye ediyorum çünkü bu konu, son zamanlarda sanal dolandırıcılıklar dahil, okuyuculara nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda yol gösterici olacaktır. Tekrardan size ve buraya kadar okuyan herkese saygılarımla.

Yazarlığa Başladıktan Sonra Sanki Yeniden Doğdum

Merhaba Azima Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Azima Ağalarova. Azerbaycan Türküyüm. Azerbaycan Yabancı diller üniversitesinin İngiliz-Fransız dilleri fakültesinden mezunum. Mezun olduktan sonra Azerbaycan İçişleri Bakanlığında çalıştım. 1993 yıldan ise Almanya'nın Hamburg şehrinde yaşıyorum. Yani 32 senedir gurbetteyim. 5 dil biliyorum, seyahat etmeyi çok seviyorum. Dünyanın 45 ülkesine seyahat ettim.

Yazar Azima Ağalarova

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya 2014 yılında başladım. Yıllarca içimde birikmiş yaralarım varmış. Onlar bir anda patladı ve ben o hatıraları kağıt üzerine dökmeye başladım. Gece vakitlerinde yazardım. Çünkü gecenin verdiği huzuru insan hiç bir yerde bulamaz. Kurgu türünde yazıyorum. Gizli teşkilatlar, istihbarat örgütleri, Ortadoğu politikası ve imkansız aşklar eserlerimin esas konusudur. 6 romanım, 8 kitabım var. Üç eserim Türkiye'de yayınlandı. Yıpranmış hayallerin peşinde, Ağlayan Duvar ve sonuncu Bir Kadının Anatomisi. Üç romanım Azerbaycan Türkçesi ile Azerbaycan'da yayınlandı. Gecelerde Saklı Kaldım, Uçak Kanatında Uçan Ruh ve Baku'dan Qahire'ye ve Stokholm'a Uzanan Yol. Baku'dan Qahire'ye ve Stokholm'a Uzanan Yol romanım İsveç'te hem İsveççe hem de İngilizce olarak  yayınlandı. Eserlerimde adı çekilen bütün ülkelere gittim, olayları yaşayarak yazdım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Ben yıllar önce bütün hatıralarımı vatanda bırakıp gelmiştim. Yazarlığa başladıktan sonra o boynu bükük hatıralar yeniden canlandı. Sanki yeniden doğdum. 

Okurun beğenisini kazanan Bir Kadının Anatomisi isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitaplarınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bunu söylesem anlamı kalmaz. Sadece şunu demek istiyorum, bu eser kadınları çok mutlu edecek, erkekleri ise çok sinirlendirecek. En azından ben öyle düşünüyorum. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben çok kitap okudum, hem de çok. Tabii ki çok sevdiğim kitaplar ve yazarlar var. Fakat hayatımı etkileyen eser Charlotte Brontë'nin Jane Eyre eseri oldu. Jane Eyre karakteri bana güçlü olmayı öğretti. Savaşmayı öğretti. Hiç kimseye bağlı kalmadan kendi başının çaresine bakmayı öğretti. Şimdi de ne zaman huzursuz olursam mutlaka kitabın orijinalinden bir kaç sayfa okuyorum ve beni çok rahatlatıyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet Cennette Azap isimli bir kitabım var. Bu eser Sovyetler devrinde binlerce Azerbaycan Türkünün Anadolu Türkiye'sine özlemi ve bu ülkeyi cennet bilmesi konusunu işliyor. O devirlerde Türkiye'ye gelmek nerdeyse imkansızdı ve bir Azerbaycanlı genç kadının arzusuydu. Ben bu cennet ülkede cehennemi yaşamaya hazırım, yeterki Türkiye'yi görebileyim demesi. Ve o kadın bin bir zorlukla Türkiye'ye turist olarak geliyor. MİT onun KKB ajanı olduğunu zannediyor ve tutukluyor. Ama bu kadın üzülmüyor. Kendi kendisine "Sen bunu istemiştin ya." diyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 
Okumak, okumak, yine de okumak diyorum. Teşekkür ediyorum. 

Səma Muğanna: Qürub edən Günəş

Reyhanın kənarı yanmış dəftərində nə qədər gizli arzular, tükənməz sevgi varmış. Əgər o gün, məhz təqvimdə yazılan o tarixdə Reyhan Muradı bağışlasaydı, onlar xoşbəxt olacaqdı. Bu küçədə, bu otaqda Reyhanın qoxusu dolaşırdı. Dəli olan Murad Reyhanın qoxusunu ətrafda izləyirdi. Dəli-divanə olduğu bu eşq onun qəlbində ağır bir silah kimi dayanmışdı.

Səma Muğanna: Qürub edən Günəş

Şəkillər kimidir sevgi. Bir foto çəkdirərsiniz və bütün sevginizi o şəkilə ərmağan edərsiniz. O şəkil parçalana, yırtıla, hətta kül ola bilər,ancaq bilirsinizmi ki, hər foto kül olarkən onun içindəkilər də məhv olar? Açarla qapını açırsınız. Kilid açılır. Bəs fotoların kilidi nədir? Sevgi.. Sevgi şəkillərin ən böyük kilididir. Bu kilidi açıb qazanmaq üçün yalnızca bağışlamaq lazımdır. Bəs, Reyhan Muradı bağışladımı? Nə zaman? Yaxın əyləş, əziz oxucum! Mən söyləmişdim axı mənim hər günüm filmdir.Gəl bu filmi birlikdə izləyək…

Axşam saat 21:00 radələrinə təsadüf edirdi. Soyuq, tənha payız elə bil bu dərdləri vücuduna don geymişdi. Reyhansa evdə tək-tənhaydı.Stolun üstündə isti çay, yanan şam və dəftəri vardı.Nə edə bilərdi başqa? Onun da tək təsəllisi bu idi…

  Birdən qəfildən qapı döyüldü. Diksinərək ayağa qalxıb qapıya keçib: -“Kimsiniz?” deyə fısıldadı.

-Mənəm, Murad. Reyhan, qapını aç, xahiş edirəm!

-Rədd ol, sənin kimi birisini tanımıram. Çıx həyatımdan!

-Xahiş edirəm, ölürəm. Son nəfəsimi sənin qollarında təslim etmək istəyirəm.

-Çıx get dedim!

-Qapını açıb baxsan, görəcəksən ki, həqiqəti deyirəm!

Reyhan fikirləşirdi. Qapını açacaqdımı? Bu tilsimi məhv edəcəkdimi? Açar kilidi açıb Reyhanla Muradı birləşdirəcəkdimi? Bu sualların cavabı Reyhanda idi, ancaq Reyhan özü də qaçırdı bu suallardan. Bilirdi,bilirdi ki, açarla açılan bütün qapılar hər zaman xoşbəxtliyə aparmır.

Açar sevginin düşmənidir, əziz dost. Qıfıla bənzəyir. Bizim taleyimizdəki nöqtələri bir-birinə doğru bağlamır…

Reyhanın son qərarı qapını açmamaq oldu. Göz yaşlarına hakim ola bilmirdi, ancaq onun göz yaşlarını heç kəs duymurdu, yalnız Muraddan başqa…

-Reyhan,bilirəm ki,yenə göz yaşlarına boğulmusan. Aç qapını, danışaq.

-Mən sənə bir damla da göz yaşı tökmərəm! Yetər!

-Bəs niyə susursan?

Murad çox yaxşı bilirdi ki, Reyhan susduqda göz yaşlarına boğulur. Həmişə çiyinlərində ağlayan qadın indi ona üz çevirmişdi.. Əslində, bu göz yaşları Reyhanın deyil, Muradın həyat hekayəsinin damla-damla yığılan və səhifələrində quruyub ölən çiçək idi. Sevgi şəkilə bənzədiyi kimi göz yaşlarına da bənzəyir. Damla-damla dolur və sonunda yaşaya bilməyib tərk edir bu fani dünyanı, insanları da.

-Murad, sən heç vaxt ölə bilməzsən. Əgər ölsəydin, bu gün qarşımda deyildin. Sənin simanı görmək deyil,sənin səsini duymaq belə istəmirəm!

  Xənçər kimi ürəyinə batan bu sözlərdən sonra səs gəlmədi. Reyhan stola tərəf yaxınlaşanda isti çay üstünə dağıldı və yanan şam dəftərin üzərinə düşdü. Reyhandan qəfildən bir qışqırıq qopdu. Ardınca hönkürtü çəkdi.. Bütün taleyi o dəftərə bağlı idi, ancaq dəftərin kənarı yanmışdı. Bununla belə elə bil Muradın da əcəli onu aparmağa gəlmişdi…

-Muraaad!

Səs gəlmirdi.Reyhan daha dözə bilməyib qapını açdı. Muradı qarşısında hönkürtü çəkən yağışın altında islanmışdı. Nəfəs almırdı, ancaq simasında qəribə təbəssüm vardı. Reyhan onun qollarının arasına alıb:-“Muraaad, Muraaad” deyə səslədi. Səs gəlmirdi. Sadəcə Reyhana gülümsəyən bir sima vardı orada… Bu kiçik daxmada yaşayan kiçik qız və onun dostu qələmi vardı…

1 il sonra….

 Reyhan yenə də otağında dörd divarın bir küncünə sığınıb ağlayırdı.1 il boyunca Reyhan bu cür yaşamışdı? Bəli.. Gözlərindən kainata sığmayacaq sevginin kədərli baxışları yatırdı, ancaq Reyhanın göz yaşlarıyla birgə onlar da oyanmışdı.Səssizcə gəzinən körpə onun göz yaşlarını silir və yenə “tənhalar ölkəsinə” qayıdardı. Qapı döyüldü. Kim gəlmişdi? Bilinmirdi. Dəfələrlə Reyhanın qapısı çalınmış, ancaq o Muradı itirdikdən sonra bir dəfə də olsun geriyə dönüb baxmamışdı.Qapıları bu dəfə açarla deyil, qıfılla bağlamışdı.Çıxmadığı otağın qapısını yalnız açarla kilidləmişdi. Kilidlənən qapınan heç kim keçə bilmirdi. Bu qapı dəfələrlə çalındı, ancaq nə eşidən, nə də o qapını açan oldu. Reyhana xatirə qalan yalnız Muradla olan fotoları idi. Hər dəfə şəkillərinə baxdıqda göz yaşlarını saxlaya bilməz və onlarla söhbətləşərdi…

Başlıqda qeyd etdim ki, sevgi şəkillər kimidir. Şəkillər də gizlənər. O insan həyatımızda oldu, olmadı bizi həmişə izləyər. Bəs yanan dəftərçə? Niyə məhz o gün şam o dəftərin üzərinə dağıldı və niyə dəftərin yalnız kənarı kül oldu? Onun kül olmasıyla birgə Murad da fani dünyadan köç etdi? Çünki şam da insan ömrü kimidir. Yanarkən sönər, alovlanarkən üsyan edər. Bəs bu dəftərçənin günahı idi? Bu yaşananlara şahid olması…

Şahid olduğumuz hadisələr filmə bənzəyə bilər, ancaq insan taleləri film deyildir. Qatar kimi gəlib keçərdir… Yolda olan qatar yenə gecikdi.Sizə Reyhanın Murada yazdığı son məktubu oxumağınızı istəyirəm. İndi Reyhan haradadır? Sualının cavabını məndən soruşmayın,çünki yoxdur. Mən tale izlərini izləyərək qələmə aldım. “Tənhalar ölkəsindən”iki sevdalı da köç edib getdi…

“Gecədir. Bir azdan Ay doğacaq”…

Murad,bu sənə son məktubumdur. Bəlkə də səhv edirəm sənə yazmaqla,ancaq sən bu məktubu oxuduqda mən burada olmayacam. Mən “Tənhalar ölkəsini” bir azdan tərk edirəm, Murad. Bir azdan taleyimdə gizlənmiş bütün sirrləri göz yaşlarım yuyub apardıqda mən də çiyinlərimə yeni yükləri alıb gedəcəyəm. Bu sənə sevgi mesajı deyil. Bəlkə də bu məktub başqa birisinin əlinə keçərsə,o da elə düşünər, ancaq bu bir əlvida məktubudur. Məni bilirsən, təsadüfləri sevmədiyim kimi əlvidaları da sevmirəm, ancaq qərarım qətidir. Bəlkə bir gün səni bağışlayacam, amma bu yalnız sonsuz kainatda olmayanda baş verəcək. Bəlkə bir gün göz yaşlarım səni bağışlayacaq. Nə bilmək olar? Mən tale yüklərimi çiyinlərimə alıb gedirəm. Bir azdan sən doğulacaqsan.Axı gecədir. Bax, Günəş bir neçə saat öncə qürub edib.Günəş axı mənəm,Murad.Sənin hər səhər səbirsizliklə oyanıb gözlədiyin doğmayan Günəşin… O Günəş heç vaxt doğulmadı.Tanrının hüzurunda sənə əlini uzatsa da, doğulmadı. Bəlkə də sən onun əlini tutsaydın, odoğulacaqdı.

Murad, sənin sevgini, sənin özünü, duyğularını çox yaxşı bilirəm,əzizim.Sadəcə bizim alın yazımız buna icazə vermədi. Həmişə yadındadırmı deyirdim ki, insanın ən böyük düşməni tale nöqtələri və alın yazısıdır? Çünki onlar bizim əlimizdə deyil təəssüf. Biz onları idarə edə bilmirik. Onlar xəritədə yollarını itirərlərsə,bizi qurban verərlər. Verdilər. Noldu? Ayrıldıqmı? Əlbəttə ki,yox! Sadəcə bu fani dünyada qovuşmaq bizə qismət olmadı. “Qovuşmaq” sözü bilirsən necə ağırdır? Çünki göz yaşları olan yerdə qovuşmaq deyə bir şey yoxdur! Mənim göz yaşlarım damla-damla axdı,ancaq sonunda sel oldu. Xəritədə yollarını itirdilər. Səni itirdilər. Mən səni, sən məni itirdin. Hamısı bilirsən niyə? Göz yaşlarıma və açara görə. Talelərimizi birləşdirən açar qapalı qapıların kilidini açmadı. Bəlkə də mən açsaydım, bu belə olmayacaqdı. Nə açar, nə də sən izin verdin.Ola bilər ki,bu yazını oxuduqda məni günahkar hesab edəsən, ancaq günahkar mən deyiləm! Nə mən,nə o kimsəsiz körpə! Mən dəli olmuşam artıq sən görmürsənmi? Ölü bir insana məktub yazmaq da nə demək? Yenə qapını açarla kilidləmişəm və qarşımda əriyən şamla,kənarı kül olan dəftərçəm mənə baxır. Hər gecələri və hər səhər tezdən bir uşaq gəlir yanıma. Balaca qızcığaz. Məni bəzən əzizləyir,bəzən boğmağa çalışır. Məni incidir və hər dəfə sənin ölümünlı bağlı məni günahkar hesab edir. Bu uşaq kimdir, Murad? Nolar axı, Murad, əvvəl yuxularıma gəldiyin kimi yenə gəlsən? Dərdlərinə dərman olsan? Ancaq sən də qaçırsan. Bilirəm, əzizim, günahkar sən deyilsən,amma bil ki,mən də deyiləm! Günahkar tale nöqtələri alnımıza yazılan alın yazımızdır! Necə ki, təqvimdəki tarixləri, yaddaşımızdakı düşüncələri silib ata bilmiriksə,eynən onlar da elədir.Görürsən bir-birlərinə necə bənzəyir? Bu fani dünyada bir-birinə zidd olan yalnızca gündüz-gecə, Günəş və Ay’dır! Mən qürub edən Günəş,sən gecənin ən səssiz zamanında doğulan, işıldayan Ay… Ulduzların içində tənha deyilsən, əzizim, əksinə, daha çox xoşbəxtsən. Sənin xoşbəxtliyin mən deyiləm, Murad. Mən  qürub edən Günəşəm… Həm taleyində, həm də yaddaşında. Yalnızca qəlbində səhərlərinin aydınlanan Günəşiyəm…

Əlvida, əzizim. Mən “Tənhalar ölkəsindən”  göyərçin kimi köç edib gedirəm. Gözlərini qırılmış qanadlarımla örtüb gedəcəyəm, narahat olma. Bu dəfə salamat qal deyil, “əlvida” deyirəm…

Gecikən qatar tez gəlsə də, burada bir cəsəd yatırdı. İnsanlar bu cəsədin üstündən atlayıb keçirdi. Kimiləri ağlayır, kimiləri isə təəccüb içində, kimiləri də qaçırdı “Tənhalar ölkəsinin” gecikən qatar stansiyasından. “Gecikən qatar” stantiyasında cəsəd tapıldı! Reyhan adlı bir şəxs. Yaxınları haradadır?

Heç kəs bu sualın cavabını bilmirdi, amma bütün qəzetlər Reyhandan danışırdı. Bütün qəzetlərdə Reyhanın şəkilləri vardı. Demək, Reyhanın düşmən bildiyi alın yazısı yenə də ona oyun oynamışdı,ancaq bu dəfə tək “alın yazısı” deyil, şəkillər də bu oyunda qalib gəlmişdi. Bəzən şəkillər də acımasız ola bilirmiş…

Reyhanın qapısında yatan Muradın cəsədi, “gecikən qatar” stansiyasında isə  Reyhan.. Bu dəfə tale nöqtələri onları o biri dünyada qovuşduracaqdı? Bəs,qürub edən Günəş və gecənin səssizliyində doğulacaq Ay harada idi? Bəs,Reyhanın göz yaşları?

Hər şey dayanmışdı. Neçə-neçə insan “Tənhalar ölkəsindən” qaçırdı. Demək olar ki, heç kəs qalmamışdı. Tək qalan Reyhanın gözlərində qurumayan göz yaşları idi. Son damlası da gözlərində qurudu Reyhanın…

Hamının cəsəd kimi gördüyü bu iki sevdalı, əslində, ruhlarını təslim etmişdi Tanrıya. Payızın da soyuq vücuduna geyindiyi don kimi onlar da vücudlarındakı sevgini Tanrıya təslim etmişdilər. Əcəl gəldikdə isə onların yalnız soyuq,çürümüş vücudlarını aparmağa gəlmişdi. Heç kəs.. Heç bir insan bu iki sevdalının yaşadıqlarını bilmədi. Bu hadisələrin şahidi yalnız şam, süfrəyə dağılan çay və kül olan dəftər oldu…

Reyhanın ayaq izləri “gecikən qatar” stansiyasına kimi davam edirdi. Qatar dayanmış, amma ayaq izləri silinməmişdi. “Tənhalar ölkəsinə”  qar da yağdı, çovğun da başladı, lakin bu ayaq izləri silinmədi. Artıq “Tənhalar ölkəsində” heç kəs qalmamışdı, zatən yaşaya da bilməzdi. Burada yalnızca yaşayan Murad və Reyhanın ruhu idi. Bu iki ruh da ayrı-ayrı evlərdə dörd divara qapanmışdı. Doğru, bəlkə də onlar bu dünyada qovuşmadı, lakin Tanrı onları öz yanına aldı.. Onların sevgisi çəkilən şəkillərdə yaşayır…

Səma Muğanna / Azərbaycan / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Sezgin Yıldırım Yazdı: Kaybolan Hayatlar

Her zamanki gibi geç kalmıştı. Tavuklu saatini kurmayı bir türlü beceremiyordu. Kelimelerle bağ kurar, onlara farklı anlamlar yüklerken vaktin nasıl geçtiğini bilemezdi. Geç kaldığı için matbaa sahibi Hulusi amcadan azar işitecekti. Her azar ona bir ok gibi saplanıyordu.

Kaybolan Hayatlar

Mahir benim kan kardeşim ve aynı mahalleden çocukluk arkadaşımdı. Babası öğretmen annesi ise ev hanımıydı. Bizim mahalleye geldiklerinde Türkiye için karanlık yıllar devam ediyordu. O gün mahalleyi aydınlatacak olan ve bizi farklı düşüncelere yönlendirecek bir öğretmenin geldiğini kimseler bilmiyordu. İshak öğretmen tam bir eğitim neferiydi. Mahalledeki herkese yardım eder, okuma-yazma bilmeyenlere canı gönülden destek verirdi. Meslek hayatı boyunca birçok kasaba ve köyde görev yapmıştı. Mahir’in annesini de o köylerden birinde ilk kez görmüş ve aşık olmuştu. Selma teyze sarışın, renkli gözlü, ortalama bir boyun üzerinde, çok güzel alımlı bir kadındı. Bakanın bir daha bakmak isteyeceği bir havası vardı. Köylerinde düzenlenen bir yarışmada elma güzeli bile seçilmişti. Bulundukları coğrafya sebebiyle kız çocukları okul yerine tarlaya işçi olarak götürülüyordu.

İshak öğretmen köye gelir gelmez bu duruma bir son vermek için okuma yazma seferberliği başlatmıştı. Bu arada muhtarla birlikte küçük bir kütüphane kurmuşlar ve akşam kursları düzenlemişlerdi. Selma’sını ilk kez orada gördü, onca kişi arasından alımlı hali ve güzelliği çok dikkatini çekmişti. İshak öğretmen uzun boylu, ince yapılı, jilet gibi ütülü gömlek ve pantolonlar giyen yağız bir delikanlıydı, hele birde kadife ceketinin içine siyah balıkçı yaka kazak giydiğinde çok fiyakalı olurdu.

Akşam kursları devam ediyor, İshak Selma’ya bir türlü açılamıyordu. Onu görünce nutku tutuluyor, konuşamıyordu, oysa ki konuşmak ve anlatmak onun işiydi. Selma’sına bir mektup yazıp duygularını kâğıda döküverdi ve sonuna da güzel bir şiir ekledi. İlk fırsatta mektubu verdi. O anki mahcup bakışmaları hiç aklından çıkmamıştı, sonra mektuplar sırasıyla devam etti. Selma her mektubu okuyor ve ona geri veriyordu. Bir gün Selma mektubu geri verirken içine işlemeli bir mendil koydu. Dünyalar İshak’ın olmuştu. Sonraki günler ise bekledikleri gibi olmadı, Selma’yı başka bir köyden zengin bir ailenin oğluna istiyorlardı. Selma’nın ailesi fakir olduğu için, bu onlar için bulunmaz bir fırsattı. Hem bir boğaz eksilecek hem de zengin ailenin köylerine yakın olan topraklarını işleme fırsatı doğacaktı. Görücülerin gelmesi için hemen haber yollanmıştı.

Selma şaşkınlıkla olayları idrak etmeye çalışıyor ve bir çare arıyordu. Selma’nın babası sert mizaçlı bir adamdı. Selma bu yaşına kadar babasına hiç karşı çıkmamıştı. Fakat bu sefer farklıydı. Selma annesine İshak’tan bahsetmişti. Annesi” O sümsük oğlan yerine İshak öğretmeni tercih ederim” diyerek, kızını desteklemişti. Babanın ikna edilmesi ise mümkün değildi. Selma bir gün cesaretini toplayıp, babasına bir sevdiğim var der demez şamarla yere yapıştı. Babası “sözümü söyledim evleneceksin” diye kestirip atmıştı. Selma uzun süre oracıkta kalakalmış ve evden çıkması yasaklanmıştı. Annesi ise kızına dayanamayıp bir fırsatını bulmuş ve İshak’a olayları anlatmıştı. Bunu duyan İshak öğretmen ise beyninden vurulmuşa döndü. Bütün bir gece düşünmekten gözünü bile kırpmadı. Sabah olunca hızlıca kendini toparladı ve Selma’sını kaçırmaya karar verdi, zira deliler gibi aşıktı ve başkasına yar olmasına gönlü dayanmazdı.

Köyde bir akşam düğün vardı, bütün köylü eğlencede ve keyifler yerindeydi. İshak bir fırsatını bulup, gizlice son mektubunu verdi. İshak Öğretmen’in planına göre salıyı çarşambaya bağlayan gece yarısı

muhtarın evinde buluşacaklardı. Selma’nın babası her akşam tarlaya girmek için erken yatar ve erken kalkardı. Niyeyse o akşam bir türlü yatmıyordu, üç bardak demli çay içmişti. Selma’nın gözü sürekli saatteydi, ilk baktığında saat on’a geliyordu, dakikalar su gibi akıyor, ancak babası bir türlü yatmak bilmiyordu. Saat on bire yaklaşırken “ben artık uyuyayım hanım” dedi. Selma derin bir nefes aldı ve içinden şükürler olsun dedi. Önceden hazırladığı küçük bohçasını eline alıp, gecenin karanlığından faydalanıp, doğruca muhtarın evine gitti. İshak çoktan gelmişti, sigaraları birbiri ardına içiyordu. Uzaktan Selma’sını görünce karanlıkta bile yüzü aydınlandı. Elleri ilk kez buluşuyordu. Taze aşıklar muhtarın ayarladığı kamyonetle yeni bir hayata başlamak için yola çıkmışlardı. Taşı toprağı altın İstanbul’un arka mahallelerinden biri ilk durakları, bizim mahalle ise son durakları oldu. Komşuluk ilişkilerinin hala çok yakın olduğu, herkesin birbirini tanıdığı mahallemiz Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet Camii’nin çok yakınında olup, tarihi yarımadanın en uç noktasını oluşturuyordu.

Sırasıyla Ecevit ve Mahir isminde iki çocukları oldu. İshak öğretmenin Karaoğlan’a hayranlığı ve devrimci kişiliği doğan çocuklarının isimlerini de şekillendirdi. Ecevit kapkara saçlı, uzun kirpikli, bembeyaz tombulca bir bebek olarak doğmuştu. Büyüdükçe tıpkı babası gibi yardımsever, lider ruhlu ve disiplinli bir kişiliğe sahip oldu. Mahir ise çok zeki, yerinde duramayan farklı düşünen bir çocuktu. Ailenin en büyük özelliği, babanın da etkisiyle evde çokça kitap okunması, fikirlerin özgürce tartışılmasıydı. Bunun yanında ise İshak öğretmen halk müziği ezgileri eşliğinde iki tek içerse Selma’sına şiirler de düzerdi.

Mahirle ben akrandık. Mahir annesi Selma teyzeye benzerliği ile dikkat çekerdi, uzun boylu, yeşil gözlü, dümdüz biçimli saçları olan çok yakışıklı bir çocuktu. Onu ilk gördüğümde hiç sevmemiştim. Birgün okul çıkışında üst sınıflardan birkaç serseri bana kurulmuş ve dövmek için dışarda sıkıştırmışlardı. Aslında haksız da sayılmazlardı, çünkü onlara olan borcumu zamanında ödememiştim. Tesadüfen oradan geçen Mahir çocukların üzerine Zebellah gibi atladı, ben de onun cesaretiyle doğrulup, yumruklarımı salladım. Sonra çocuklar kaçmaya başladı. Mahir ‘in kaşı patlamış, bense bileğimden yaralanmıştım. Beni kurtardığı için çok minnettardım. Benimle kan kardeşi olur musun dedim, o da tereddüt etmeden kabul etti ve bir daha birbirimizden hiç ayrılmadık.

Mahir de babası gibi şiirler yazardı, bir gün sınıftan hoşlandığı bir kıza ilk yazdığı şiir ile birlikte Beethoven’ın Für Elise bestesini çalan kurmalı bir müzik kutusu hediye etmişti. Biz de ilk kez klasik müzik notalarını onun sayesinde tanıdık.

Yetmişli yılların sonu, sağ-sol olaylarının zirve yaptığı dönemlerdi. Bir gece yarısı mahallemize askeri araçlarla birlikte bir tabur asker yığılmış ve belirledikleri evlere baskınlar düzenlemişlerdi. Avukat Necmi abi, sendikacı doktor Gülten abla, gazetelerde yazı yazan Hilmi abi ve İshak Öğretmeni karga tulumba askeri araçla götürürlerken ben pencerede öylece donakalmıştım. İshal öğretmenin beyaz atletli ve yalınayak hali bugün bile düşündüğümde gözümün önünde canlanıyordu. Selma teyze, Ecevit ve Mahir askerlere direnirken, dipçik darbelerinden nasiplerini almışlardı. Yaz günü olmasına rağmen mahalle adeta buz kesmişti. Sabaha kadar toz bulutları kalkmış, ancak biz bambaşka bir güne uyanmıştık. Artık her yerde asker vardı, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, yönetime bir kez daha el konulmuştu. Sokaktaki çocuk seslerinin yerini tank sesleri almıştı. Aradan aylar geçmesine rağmen İshak öğretmenden haber yoktu. Yoğun çabalar hiç fayda etmedi, bütün kapılar yüzlerine kapanıyor hiçbir şekilde yanıt alamıyorlardı. Bir daha ne ölüsü ne de dirisiyle ilgili haber alınamadı. Selma teyze üzüntüden çok kilo vermiş, eski neşesinden eser kalmamıştı. Zorunlu olmadıkça konuşmuyordu bile. Evde sürekli dikiş dikerek hem ev geçindirmeye çalışıyor hem de kafasını dağıtıyordu. Ecevit ve Mahir ise okuldan arta kalan zamanlarda mahalle pazarlarının kenarında limon ve yeşillik satıyorlardı.

Bu zor günlere rağmen Ecevit İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesini dereceyle kazanmıştı. Mahir ile ben de liseye başlamıştık. Ecevit kısa zamanda en ateşli fraksiyonlardan birinin öğrenci liderleri olmuştu. Eylemlerin en ön saflarında hep o oluyordu. Birgün karşıt görüşlü öğrencilerle bir arbede

yaşandı ve baldırından bıçaklandı. Arkadaşları apar topar hastaneye götürürken çok fazla kan kaybetmişti. Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtulamamıştı. Doktor üzülerek “Femoral Arter yaralanması, kanı maalesef durduramadık ve arkadaşınızı kurtaramadık” demişti. Ecevit ölümden hiç korkmazdı, olayların bir gün böyle sonuçlanacağını bilircesine “Bir gün bu vatanın tam bağımsızlığı için ölürsem sakın üzülmeyin” derdi. Yaşasaydı belki kurduğu hayaller gerçek olabilirdi. İşçilerin sendikalı olması ve köylülerin kendi toraklarını bağımsızca işleyebilmelerini dilerdi en çok.

Selma teyze kocasının bir gün eve döneceği umuduyla yaşarken oğlunun ölümü üzerine derinden sarsılmış ve kalbi daha fazla dayanamamıştı. Artık tek başına ve okulu bırakmak zorunda kalan Mahir’in tek derdi hayatını idame ettirebilmesiydi. Mahalleden Yusuf Abi matbaada çalışıyordu ve ona destek olmak için Mahir ‘i de yanına aldırdı.

Liseden sonra okuma hevesim olmadığı için ben de Mahirlerin yanında matbaada işe başladım. Mahir daha deneyimli olduğu için dizgi işlerini yapıyor ben se baskı ile ilgileniyordum. Patron babacan bir adam olmasına rağmen geç kalanlara kurulurdu. Aldığımız para ise yeme içmeye bile zar zor yetişiyordu. Gençtik, coşkuluyduk ve arada bir Lambo’nun meyhanesinde takılıyorduk. Meyhane bir tramvay büyüklüğünde olup ancak ayakta on beş kişi sığabiliyordu. Yine bir gün meyhanede parlatırken, birbirlerine ve etrafa şaşkınlıkla bakan iki Avrupai kız yanımızda beliriverdi. Daha önce buraya gelmedikleri her hallerinden belli oluyordu. Mahir kızlardan birinden etkilenmiş, kızlara ecnebice “Hello, how are you, where are you from” diye konuşmaya başlamıştı. Kız da “İyiyim, teşekkür ederim, Nişantaşı’ndan” demez mi? Mahir biraz bozulur gibi olmuş “bize yakınmışsın” diyerek konuyu toparlamıştı. Kızın isminin Aylin olduğunu öğrenmiş ve hemen konuya girerek “Ay ile yıldızların etrafındaki ışık çerçevesi olan isminiz gibi siz de ışıldıyorsunuz” diye kıza komplimanlar yapmaya başlamıştı bile. Aylin bundan çok etkilenmiş, Mahir’in anlattıklarını hayranlıkla dinlemeye başlamıştı. Bu meyhanenin müdavimleri yazar, ressam, tiyatrocu ile şairlerden ve meşhur veresiye defterinden bahsediyor; Orhan Veli, Mehil Cevdet, Oktay Rifat ve Nurullah Ataç’ın bu mekandaki dilden dile dolanan hikayelerini anlatıyordu. Şeytan tüyünün de etkisiyle Mahir kızdan randevuyu koparmıştı.

Taksim meydanında buluşup, Nişantaşı’na doğru beraber yürümüşler ve tarihi Cemilzade’de oturmuşlardı. Aylin sipariş vermiş Mahir de aynından olsun demişti. Yiyip içme kısmı iyiydi de gelen hesabı görünce Mahir’in gözleri açılmıştı, çünkü hesap neredeyse maaşının üçte biri kadardı. Belli etmeden hesabı ödedi, ancak kendini ilk defa bu kadar çaresiz hissetmişti. Sık sık görüşüyorlardı ve giderek Aylin’e âşık oluyordu. Gittikleri yerlerde Aylin hesabı ödemeyi teklif etse de Mahir asla kabul etmiyordu. Fazla mesai yaptığı hale maaşı artık yetmez olmuş, hepimizden borç istemeye başlamıştı. Mahir’i artık tanıyamaz olmuştuk. Aylin’in yanında kimi görse hemen kuruluyor “kimdi, nereden tanıyorsun?” diye hesap soruyordu.

Bir sabah yine geç kalmış, bitik bir vaziyette işe gelmişti. Sessizce beni kenara çekip “hayat böyle devam edemez, bir şey yapmamız lazım, para basacağız başka çaresi yok” demişti. İlk şoku atlattıktan sonra, “tamamdır kardeşim, ben de varım” demiştim. Yalnız Yusuf abinin bu işin içinde olması gerekli demişti. Yusuf abi de bugüne kadar bizim gibi onur ve şerefiyle yaşayan dürüst bir insandı, şimdi onu nasıl ikna edecektik. Mahir, Yusuf abinin ailesine olan zaafını biliyordu, karısına söz verdiği ve yıllardır alamadığı Trabzon burması ikna olmasına sebep olmuş ve uzun çabalarımız sonuç vermişti. Yusuf abi Sanat Lisesinden mezun olduğundan, çizimi çok iyiydi. Artık tüm hazırlıklar yapılmış, paranın bire bir çizimi bitmiş ve basım aşamasına geçilmişti.

Uzun ve yorucu hazırlıkları tamamlayıp, her zaman gittiğimiz meyhanede bu kez yanımızda Yusuf abi de vardı. Mahir yine sazı eline almıştı, bu seferki hikayemiz kalpazanlıktı, uzun uzun bu kutsal mesleğin geçmişini anlatıyordu. Kökeni Roma’ya dayanan bu işle ilgili olarak, ilk kez Mısır’daki yazılı kayıtlarda

paraya güveni kalpazanların bozduğunu, Osmanlının da kalpazanlıkla ilgili mücadele hikayelerini anlatıp duruyordu.

Gündüz normal işimizi yapıyor, akşamları ise baskıyı kusursuz hale getirmek için denemeler yapıyorduk. Üzerinde çalıştığımız yirmi bin lirayı nihayet basmaya geçmiştik. İlk partinin örneğiyle, bakkala girip, tekel birası ve sigara istemiştik. Bakkalda beklerken ayaklarımın titrediğini, nabzımın yükseldiğini ve ağzımın kuruduğunu bugün bile, bu rahatsız yatakta uzanırken, kafamı toparlayıp bu satırları yazmaya çalışırken hatırlıyorum. Bakkal bir süre paraya baktıktan sonra istediklerimizi ve para üstü vermiş, şaşkınlıkla beraber bizi sevindirmişti. Artık harcayamayacağımız kadar çok paramız vardı. Hep iyi bir takım elbiseye sahip olma hayali kurardık, artık kurduğumuz hayallerin tamamına hatta daha fazlasına sahip olabilirdik. Mahir bir gün Aylin’i Emirgan ‘da şık bir restorana götürmüş, elmas bir de yüzük almıştı. Yüzüğü aldığı kuyumcu paralardan şüphelenmiş, doğruca karakola gitmişti. Paranın sahte olduğu anlaşılınca polise Mahirin eşkâlini vermiş ve arananlar listesine girmesine neden olmuştu. Bir gün mahalleden Sultanahmet’e çıkarken takım elbiseli iki polis koluna girivermişti. Mahir yakalandıktan sonra bizden hiç bahsetmemiş suçu bütünüyle kendisi üstlenmişti. Sahtecilik ve dolandırıcılıktan üç yıl hapis cezası almış ve hapiste de bizimle görüşmeyi reddetmişti. Yusuf abi devam ederken, ben kısa bir süre daha matbaada çalışıp, daha sonrasında ayrıldım. Artık hiçbir şeyin eski tadı yoktu, sırt sırta geçirdiğimiz yirmi yedi yıldan sonra, benim gibi sürekli varlığını sorgulayan ve zar zor dengeyi bulan biri için hayat giderek zorlaşıyor ve her geçen gün gittikçe buna destek oluyordu.

Şimdi bu satırları size nasıl yazıyorum bilmiyorum, aklım sık sık gelip gidiyor, bir iğne yapıyorlar ve sakinleşiyorum. Korkak ve çok güçsüz hissediyorum, aylardır burada iyi olacağım günü bekliyorum…

Sezgin Yıldırım / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Binnaz Deniz Yıldız: Yara Kabuğu

Işığa koşan mikro evren, patolojik bir ruh ağzımda, sırtımda gömüden bir aidiyet

Beynimin hançeri: mızrak, derisi yüzülen bir takvanın içinde(unutulan el) beyin boşluklarım morfin yağmuru

Ahşaptan bir kuşum, Allah’ın ateş böceklerinde dönüp duran yıldız, Venüs ve Uranüs çarpışması, üç gözlü yılan (Sesimde tarih kanıyor)

Binnaz Deniz Yıldız: Yara Kabuğu

Tutsak Mayayım, hapsolan 2012, denizlerin şarkısında şeytan üçgeni, kasığımdan yalnızlık damlıyor, yalnızlık ki kendini vuruyor!-Bir kentin savaş çağrısı

Damarlarımda ölü bir adam, tanımadığım, alnında hadım korkusu, sarsılıyor! 

Demeter tırnaklarımda kirli bir ırmak, uyandı Apollo, ikiz yatak 

Utanç mevsimi bu, bir melek saklanıyor kafeste, demir okyanusta yüzen uçurum(yüzgeçlerim alabora)

Kobalt hokkabaz girdi gözümden içeri girdi, girdi gözümden içeri! 

Kaçacak yer yok! Son flütün son melodisi ağır melodram kayıp ilanlarında

Yağmurların alçak kubbesinde minimal sözcükler, teatral Kleopatra

Bağlanıyor tenim, tenim Süleyman. Kemikle bilenen çocukların halifesiyim. Tahtım çukur tahtım köz. 

Boğulan bir halkın ayak sesiyim!!!

Koptu urgan, saçlarımız kaygan. 

BAĞIR TÜRKÜMÜZÜ!İNSAN, KALBİMDE YEMİN !

İncinen ruhum yara kabuğu, deviniyor hala kasığında annemin!

Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Türkiye'de Edebi Akımlar

Edebiyat kültürü akımlar yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılır. Yeni fikirler, zevkler eski olanla artık ifade edilemeyen duygular, yeni biçimler, anlayışlar gerektirir. Eskiden sıkılanlar, yeni sözler söylemek gerektiğini savunanlar, kendileri gibi düşünenlerle bir araya gelenler yeni akımlar oluştururlar. Belli bir tartışma, araştırma, inceleme sürecinden geçtikten sonra fikirlerinin olgunlaştığını düşündüklerinde, görüşlerini yazıya dökerek topluma sunarlar. Görüşlerini ya manifesto ya da bildiri adı altında bir dergi ya da gazetede yayımladıktan sonra gruplarına, topluluklarına bir isim vererek yollarına çıkarlar. Onlara göre eski olan yanlış olduğu için geride kalmıştır. Geleceği kendileri temsil edenler geçmişte kalan rakipleri değil kendileridir. Doğru, iyi, güzel olan yeni ortaya çıkanlardır. Eski tarihin çöplüğüne atılmalıdır.

Türkiye'de Edebi Akımlar

Edebiyat tarihi kalıcı olanın yeni değil her zaman yeni kalabilen olduğunu göstermektedir. Her nesne eskir. Edebi akımlar da zamanla eskir. Bir süre sonra eleştirdiği eski akımın yanlışlarına düşer ya da başka yanlışlar yapar. Bir süre sonra başka akımlar gelip onları eski sayar.

Türk Edebiyatı’nda akımların ortaya çıkması Divan Edebiyatı ile ortaya çıkmaktadır. Divan Edebiyatı’nın zirve noktaları Fuzuli ve Baki sayılır. Bu dönem tarihi olarak Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemine denk gelmektedir. Kanuni Sultan Süleyman ile birlikte Osmanlı doğal sınırlarına ulaştı. Divan Şiiri de en özgün ürünlerini verdi. Bu tarihten sonra taklitler ve tekrarlar başladı. Bu  soruna çözüm bulmak için akımlar ortaya çıktı. Bu akımlardan biri Nedim’in ortaya koyduğu mahallileşme akımıdır. Osmanlıca adını verdiğimiz dilde ilk başlarda Türkçe sözcük sayısı fazlayken zaman içinde azalmıştı. Baki dönemine gelindiğinde iyice azalan Türkçe sözcük sayısını artırmak Nedim’in mahallileşme akımıyla oldu. Türkçe sözcüklere uygun biçim gerekiyordu, şarkı nazım biçimi bu şekilde ortaya çıktı. Şarkı sözcüğü köken olarak Şark yani Doğu sözcüğünden gelmektedir. Nedim yazdığı şarkılarla Türk Edebiyatı’na değerli eserler verdi. Lale Devri sonunda ortaya çıkan isyan ile kısa bir ömür süren Nedim bugün de sevilerek okunan bir şairdir. Divan Edebiyatı’nda gördüğümüz diğer akım da Sebk-i Hindi akımıdır.Destanlarıyla,1001 Gece masallarıyla Doğu dünyasında haklı bir ün kazanan Hint Edebiyatı Divan Edebiyatı’nı derinden etkilemiştir. Bu etkiyi Şeyh Galip ve takipçilerinde görüyoruz. Hint masalları, efsaneleri, hikayeleri, bu eserlerdeki mistik anlatım Hün ü Aşk, Leyla ile Mecnun gibi eserlerde okura sunulmuştur. Hintçe sözcükler,deyimler,Sebk-i Hindi akımı yoluyla Divan şiirini sevenlerin zevkine sunulmuştur.

Tanzimat Edebiyatı ile birlikte şairlerimiz, yazarlarımız yönlerini batıya döndüler. Taklit ve çeviri eserlerle Fransızca, Almanca, İngilizce eserler ülkemizde tanıtıldı.1800’lü yılların sonunda Avrupa’da yaygın olan akımlar Romantizm, Realizm ve Naturalizm akımları egemendi. Şairlerimiz, yazarlarımız Tanzimat döneminde bu akımlardan etkilendiler. Şinasi,Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hamit, Recaizade Mahmud Ekrem ve diğer Tanzimat Dönemi sanatçıları Avrupa’daki yazar ve akımlarından etkilendiler.

Romantizm akımı kısaca duyguların yoğun olarak ifade edildiği bir akımdır. Klasisizmin aksine halktan insanların duyguları hayalleri, tabiatla uyumlu bir şekilde ifade edilir. İnsanların duyguları, istekleri, hayalleri onların kaderlerini belirler. Namık Kemal’in eserleri için Romantik eserler diyebiliriz. Romantizm akımına coşumculuk adı da verilmektedir.

Realizm akımı adını real yani gerçek sözcüğünden almaktadır. Toplumun ve tabiatın gerçeklerini okura aktarmak amacı güder. Hayatın acı gerçekleri insanların gözüne sokulur. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı bu akıma bir örnektir.

Naturalizm doğalcılık demektir. Toplumu ve tabiatı en doğal haliyle vermeye çalışır. Realizmin aşılmış hali diyebiliriz. Yazar deney yapar gibi, bilim adamı gibi toplumu ve doğayı inceler. Görünenlerin arkasındaki gerçekleri bulmaya çalışır. Emil Zola’nın Germinal’i, Nana’sı bu akıma örnektir.

Cumhuriyet döneminde Batı Edebiyatı’nda bu akımlara yenileri eklendi. Sürrealizm, Fütürizm, Dadaizm bu akımlardan birkaçıdır. Bu akımlardan bizim sanatçılarımız da etkilendiler. Fütürizm akımından etkilenen şair Nazım Hikmet şöyle bir şiir yazdı: 

Trum trum trum trak tiki tak

Makinalaşmak istiyorum

Her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum

Cumhuriyet döneminde Batı’dan gelen akımlarla birlikte bize özgü akımlar da yerini aldı. Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler gibi topluluklar memleketçilik akımı adı altında eserlerini verdiler. Çoğu üç isimli olan bu şairler şiirlerinde memleket sevgisini dile getirdiler. Batı Edebiyatı’nı ve Doğu Edebiyatı’nı reddeden şairlerimiz kendilerine Anadolu kültürünü kaynak olarak aldılar. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp gibi aydınlar memleket şairlerine ilham verdiler. Ulus Devletin kurulduğu dönem için uygun olan bu akım zaman içinde yerini diğer akımlara bıraktı.

Nazım Hikmet ve Necip Fazıl toplumcu şiire yöneldiler. Nazım Hikmet putları yıkıyoruz diyerek kendisinden önceki şiir anlayışlarını topa tuttu. Peyami Safa ile Akşam gazetesindeki tartışmalarında kendisinden önceki şairleri eleştirdi. Necip Fazıl Mehmet Akif’i eleştirip’’ o ne yerliydi ne milliydi’’ dedi.

1940’lı yıllarda Türkiye yeni bir akımla tanıştı. Garip Akımı Ankara’da ortaya çıktı. Bu akıma ait şiirler başlangıçta anlaşılamadı. Bunlar şiir olamaz, fıkra olur, latife olur ama şiir olamaz diye düşündüler. Orhan Veli’nin Ankara Radyosu müdürü olan babası bile Garip akımı şiirlerini anlamadı. Bu akım için kullanılan garip sözcüğü zavallı,çaresiz anlamında değil tuhaf anlamında kullanılmıştır. Bu akıma örnek bir şiir: Ağaca bir taş attım

Düşmedi taşım düşmedi taşım

Taşımı ağaç yedi

Taşımı isterim taşımı isterim

Orhan Veli,Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday şiir anlayışlarını ifade ettikleri yazıda şiirde şairanelikten uzak duracaklarını,sanatlı bir dil yerine halkın günlük konuşma dilini kullanacaklarını belirttiler.Daha sonra yapılan eleştirilerde şiiri şiir olmaktan çıkardıkları belirtilmiştir.

Bu akımın şairleri daha sonra toplumcu gerekçi şiire yöneldiler. Garip akımına tepki olarak ikinci yeni akımı ortaya çıktı. İkinci Yeni akımına göre Birinci yeni Garip akımı, ikinci yeni ise kendileriydi. Ece Ayhan, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ülkü Tamer, Cemal Süreya ve arkadaşlarının kurduğu İkinci Yeni Akımı şiirde anlam kapalılığını savunmaktadır. Şiir anlaşılmaktan çok sezilmek, hissedilmek için yazılır.

Ah güzel Ahmet abim benim

Diş değil tırnak değil

Bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri

Edip Cansever’e ait bu dizeler akımın şiir anlayışını ortaya koymaktadır. Şiirde estetiği, zevki anlamın önüne koyan bu şairler uzun zaman anlaşılmaz olmakla eleştirildiler. Özellikle toplumcu gerçekçiler ikinci yenicileri toplumun sorunlarından uzaklaşıp sadece bireysel sorunları işlemekle suçladılar. Günümüzde bu tartışmalar devam etmektedir.

Toplumcu şiir adını verdiğimiz anlayış kişiyi bir toplum içinde değerlendiren anlayıştır. Toplumdan soyutlanmış bir insan düşünülemez. Toplumun sorunları insanı derinden etkiler. İnsanın mutlu olabilmesi için içinde yaşadığı toplumun sağlıklı olması gerekir. Toplumcu sanatçılar kendilerine kaynak olarak Nazım Hikmet’i seçtiler. Attila İlhan, Ataol Behramoğlu, Hasan Hüseyin Korkmazgil,Şükrü Erbaş,Ahmet Telli ve birçok şair toplum sorunlarını dile getiren şiirler yazdılar. Ataol Behramoğlu’ndan bir örnek:

Cellat uyandı bir gece

Tanrım dedi bu ne korkunç bilmece

Öldükçe çoğalıyor adamlar

Bense tükeniyorum öldürdükçe

Milli ve dini duyarlılıkları sahiplenen Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ,İsmet Özel ve diğer şairler  şiir anlayışlarını Yunus Emre'ye hatta Ahmet Yesevi’ye kadar götürmektedirler. İslam dininin yücelikleri, Türk milletinin geçmişten getirdiği kültürel değerleri şairlere malzeme sunmaktadır. Allah sevgisi, peygamber sevgisi, manevi değerler tema olarak bu şiirlerde yer alır. Toplumun milli manevi değerleri sanat eserlerinde ortaya konduğunda yüzde 98 i Müslüman olan toplumda değer görmektedir, karşılık bulmaktadır. Özellikle Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleri bu alanda öncülük taşımaktadır. Necip Fazıl’ın şiirinden bir örnek:

Ne hasta bekler sabahı

Ne taze şehidi bir mezar

Ne de şeytan bir günahı

Seni beklediğim kadar


Geçti, istemem gelmeni

Yokluğunda buldum seni

Bırak vehmimde gölgeni

Gelme, artık neye yarar

Günümüzde bireysel duyguları dile getiren şiirler en az toplumcu şiirler kadar okuyucu bulmaktadır. Aşk şiirleri, hayatın geçiciliği, ölüm karşısındaki çaresizlik gibi bireysel duygular şairlerin ilgisini çekiyor. Yazımızı Ataol Behramoğlu’nun bireysel duyguları ifade ettiği şiiriyle bitirelim.

ESKİ NİSAN

Canımın yongası ,sevdiğim,

Birkaç gün çaldık ilkbahardan 

Geçtik yıllardır özlediğim

Erguvan ışıklı kıyılardan


Aşkı sessizlik tanımlar

Gençken tersini düşünürdüm

Akşamla dönerken geriye dalgalar

Yalnızlığı çırçıplak gördüm


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Murat Akbaş: Suskun

Murat Akbaş: Suskun

Konuşacak o kadar çok şey varken,

Neden susar insan,

Neden kaçar geçmişinden,

Neden hüzün hep kapıda,

Selamı kestim,

Yüreğimi görmezden gelen sabahlara,

Tenime zamansız değenlere,

Ortalığı alabora edecek zamanlarda,

İyiden iyiye susar oldum şimdi,

Sözün bittiği yerde kendimle barışık,

Bir papatya yaprağı daha düşerken yere,

Bundan sonraki her kelime faydasız,

Telafisi olmayan sevgiler hatrına,

Derûnumda tuz bastığım yaralar,

Sol yanımda tarifsiz acın,

Biz hiç olmadık belki de,

En baştan beri yalandı,

Gördüğüm en güzel talandı,

Yapayalnız kalmanın çaresizliğinde,

Bazıları yalan olurmuş,

Bazıları da koynunda yılan...


Susar insan!

Söyleyecek bir şeyi olmadığından değil,

Aşk diye,

Ölüm diye,

Gör diye susar,

Suskun bir gül olur,

Sessizce kopar dalından,

Bir mezar taşının soğukluğunda,

Sessizlikte bir nağme olur,

Durduğu yerde paslanan bir çivi gibi yetim,

Vurduğu yerde kanatan bir çekiç gibi öksüz kalır,

Biraz uyusam geçer mi yaralarım?

Biraz yürüsem diner mi içimin yangınları?

Dilimde vedaları hatırlatan iki cümle,

Hiç gitmeyecekmişsin gibi sevdim,

Hep dönecekmişsin gibi bekledim,

Öylece kalakaldım ayrılık durağında,

Nasıl derlenip toparlanır hayal kırıklıklarım,

Senden kalan;

İki dudak arasında baldıran zehri,

Kim vurduya gitti,

Zaman aşımı sevdam...


Bazı hikayeler başlamadan biter,

Ve bitti dediğinde başlar hayat,

Tekrarı yoktur bazı şeylerin,

Bağrımı delen suskunluğumla,

Hesapsız yaşıyorum yarını,

Anlamını yitiren yegâne umudum,

Pencerelerimde umarsız begonviller,

Yad eder oldum mutlu sonları,

Kulağım hüzünlü şarkılarda,

Kalemim hasrete pervane,

Avare avare yürüdüğüm çıkmaz sokaklarda,

Gözlerimde kırılgan yarabantları,

Telaffuzu olmayan kelimelerde kinaye,

Adam yerine koydum onca yokluğu,

Elinin tersiyle bir kenara itilen sevgimi,

Fukara yüreklere bağışladım her gece,

Islak ve destursuz vakitlerde...


Bazen çok şey anlatmak istersin,

Hiçbir çıkar beklemeden,

Yorgun ve yalnız kaldırımlarda,

Karanlığa mahkum çaresizliğim,

İçime ata ata bitiremedim,

Kırık heveslerimi kaybedişlerde,

Nerden anlatmaya başlasam,

Kıyılarıma vuran dalgalarda son yaz,

Çok sevdiğin radyoda memleket havaları,

Adı hasret oldu tüm susuşlarımın,

Defalarca fısıldadı kulağıma sonbahar,

Nasıl silebilirsin,

Yüzümdeki mutsuz renkleri,

Lime lime olmuş yüreğimde,

Gizlediğim ağlayışlar,

Söylenecek çok şey vardı hâlbuki,

Ama hiçbir anlamı yok şimdi,

Noktası virgülü olmayınca,

Tarihi dünde kalmış anılarımın,

Mutluluğu yansıtan tüm tablolarım,

Son bir fırça darbesine muhtaç,

Hani zamanla unutulurdu vedalar,

Hani zaman eczasıydı en derin yaraların,

Hani gülüşüne esir olduğum kadın,

Koca bir hiç karşımda suspus,

Ne kalırsa geriye,

Kırılan aynalardan,

Suskunluğumu kucaklayan meçhulden,

İçimde yılkı atlarının göç hazırlığı,

Çok yerimden eksildim her defasında,

Tırnaklarımla kazıdığım bu aşkta,

Tırnak kadar değerim olmadı,

Bir gün denk gelirsen sendeki bana,

Yitip giden gecenin en ince yerinde,

Ona gözün gibi bak olur mu?


Murat Akbaş / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Ysmayyl Muhammetdurdyyew: Vatan

Ysmayyl Muhammetdurdyyew Yazdı: Vatan

Kollarinde gözüm açtim,

Görmedim ciğerden diğer. 

Senin taripin yapayim,

Yalniz firsat versen eğer.


Yük taşidim bu yollarda,

Olmazdi sende hiç pesim.

Toprağina sirrim açtim,

Sende rahat her nefesim. 


Düşemde sana direndim,

Çekdin benim ellerimi.

Seni sevenligim icin

Ektim yere güllerimi.


Didarindan toymadim,

Sana işkim koymadi.

Ilham alyp kaynadym,

Mehrin könle yayradi. 


Överine geler men,

Ne kadar gün eğlensem.

Senden asla vaz gecmen,

Ölecegimi bilesem de. 


Ysmayyl Muhammetdurdyyew / Türkmenistan / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Köylerden Kentlere Hangi Vaatlerle Doluştuk?

Kitaplar dünyasında gezintimize bu ay da Gazap Üzümleri ile devam edelim. Bir yüzyıl  boyunca aktüelliğini  hiç  yitirmeden günümüze  gelebilen, John Steinbeck'in Gazap Üzümleri Adlı  eserini tanıyalım. Gazap Üzümleri kitabi 464 sayfa sonuna kadar heyecan verici olup, zamanımızın en önemli çelişkisini de özetler niteliktedir. Sadece yayınladığı  dönemin değil  günümüzün de en çok  okunan gözde eserlerindendir. Biyografik Romanımız   John Steinbeck’in en önemli yapıtlarından  biri olarak gösteriliyor ve Gazap Üzümleri, 20. yüzyılın da en iyileri arasında yer alıyor. 

Gazap Üzümleri

Yazara Pulitzer ödülünü getiren kitap,1929 Sanayi devrimi sonrası Amerika'nın yaşadığı Ekonomik Buhranı Steinbeck in Yaşamışlıklarının tecrübesi ve akıcı ve gerçekçi dili ile okuyucuya aktarıyor. Beyaz perdeye aktarılan roman bir başyapıttır.  Açlık, yoksulluk, büyük umutlar  dayanışmalar ve hayaller yumağında  işlenen hikaye, güçlü betimlemeler ile  de romanı okuyucu için çekici  bir hale getiriyor. 

Yazarın; dönemi  etkin anlatımı  ile  hikayede adeta  kendinizi bulacaksınız. Kahramanların acılarını kendi içinizde hissedeceğiniz muhteşem  betimlemeler, sizleri hüzünlendirip sisteme ilişkin  düşündürecek  bu duygularla öfkelenerek, sistem sorgusuna gideceksiniz tarihte o günden  bu güne  neler yaşandı, ne değişti? Dedirtecek sizlere. John Steinbeck imzalı bu yapıt  oldukça  derin tarihi bir dönemde yaşananların  özetidir  adeta  

ROMANDA; Kaliforniya’ya Giden  Umut  yolunda, Joed ailesi şahsında  yaşanan ve milyonların  o dönem  çektiği acılar, bu acıları O coğrafyada yaşayan biri olarak yazar, yaşanan  realiteyi eserine mükemmel  örüyor. Romanın ana karakteri  her ne kadar  Tom gibi görünse de annenin aileyi bir arada tutma çabaları göz ardı  edilemez. Tom, işlediği cinayet sebebiyle yedi yıl hapis cezasına çarptırılmış, bu sürede ailesinden herhangi bir haber almamıştır. Yedi yılın sonunda hapisten çıkan Tom,  evine döner. Lakin  eve vardığında ailesi orada yoktur. Komşusundan ailesi  hakkında bilgi alır. Dönemin kurak Amerika'sında kendi topraklarından atılan, açlık ve sefalet çeken ailenin bu nedenle Kaliforniya’da  çalışmak üzere yola çıkma hazırlığında olduğunu öğrenir. Tom Ailesini bulur, aile Kaliforniya’ya göçüp , işçi olarak çalışıp "mutlu yaşayabilecek"..... Tom ve ailesi için artık umuda yolculuk başlamıştır. Kapitalist Leviathan  gerçekliğine çarpma  hesaplanmadan yaratılan umutlar...

Eserin; Daha iyi anlaşılması için bunlara değinmek önemlidir. "Bilimsel ve teknolojik ilerleme  eşittir daha fazla mutluluk" Pozitivist anlayış ile hedefini en net haliyle ortaya koyan ve son yüz yıla damgasını vuran bu yaklaşım çağımızın en tartışılması gereken konusu olsa gerek.  Gerçekten de bilimsel ve teknolojik anlamda ilerledikçe daha mı mutlu oluyoruz? 

Daha mutlu daha refah toplumlar mıyız artık? Bu sorunun cevabını Gazap Üzümlerinin içinde bir kez daha aramanın öneminden bahsetmek istiyorum.  Büyük Ekonomik Buhran en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Buhran farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir. Ve bankacılık sistemlerindeki ilerleme, borsacılık, seri üretim, traktörün icadı, köylerden şehirlere akın gerçekten ne anlama gelmektedir? Steinbeck'in  gerçekçi ve akıcı perspektifinden bir kez daha okumak gerekir. 

Köyden  şehre nasıl   geldik? Şehirlerin  içerisinde nasıl  doluştuk? Steinbeck'in bu eserinin örgüsünde şunu görüyoruz; Köyden  şehre yapılan  göç  arzulanan  hayatı  sağlamıyor.

Tarladan fabrikaya kendi doğal  ortamından  koparılan işçiler fabrikalarda, bilmedikleri  bir ortamda köle gibi çalıştırılıyorlar. Özellikle 18. yy dan sonra insanlık  için  bu durum hem felsefik, tarihi hem sosyolojik  hem politik açıdan  tartışılan bir konu oldu. Ona rağmen mutlu olmak için köyden kente göç sürdü. Fakat hesaplanamayan bir şeyler vardı. Kapitalist sistem işsizler  ordusu yaratıyor. Ve bu işsizler  ordusu içinden  çok  az bir kesimi düşük bir maaşla  ya da karın   tokluğuna işe alıyor. İşçileri  birbirine kıydırtıp  direniş  gücünü  azaltıyor. Bir kısım  işçiyi  ölüm  sınırında yaşatırken, sistem  kendi parasına  para katıyor.  Bildiğiniz üzere Kapitalizm için sanayi devrimi  bel kemiğidir. Öte yandan gelişen teknolojiyle, seri üretim  yapmak zorunda. Seri üretim   insanla değil  makinelerle yapılıyor. Dolayısıyla Kapitalizm Çarkını seri üretimle döndürüyor.  Bu şekilde işsiz  kalan  halk yerinden yurdundan, kültüründen ediliyor. Göç, işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik toplumun belini kırıyor. Kanserleşen kent yaşamında  ölüm  hastalık  açlık toplumun kaderi oluyor adeta.  

Şimdi insanlar terk ettiğini  doğal yaşam alanları olan köylere dönüşleri değerlidir. Şehirlere nefes aldırtma adına olsa yapılmalıdır. Son  pandemide mesafe, maske ve doğal ortam arayışı  bunun önemini hatırlatır niteliktedir. Yazarımıza ilişkin ise bunları belirtmek önemlidir; Irgat bir ailenin çocuğu  ve çok çeşitli işlerde çalışmış olması eserdeki karakterlerin düşünce ve psikolojilerinde ve eserin gerçekçiliğinin adeta kaynağı olmuştur. Steinbeck  ABD'nin Kaliforniya eyaletinde doğmuştur. Yoksul bir aileden gelen yazar ırgat bir ailenin çocuğudur. Kendi yaşıtları gibi o da küçük yaşlarda çiftçilik yapmıştır.  1920 ila 1926 yılları arasında aralıklarla Stanford Üniversitesine devam etmiştir. Ancak duvarcılık, boyacılık, kapıcılık ve eczacılık gibi işlerde çalıştığı halde okulunu bitirememiştir. Yaşamı boyunca pek çok meslek değiştirerek yazar en son yazarlıkta karar kılmıştır.

Bu hikaye aslında  nasıl  gerçekleşti? Bu hikayenin umutlarını  ve acılarını. Bir hikayenin içinden  okumak  istiyorsak eğer, Gazap Üzümlerini  arıyoruz demektir.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Sır

Şu anda bu yazıyı muazzam bir orkestra şefinin yönettiği bir konseri dinlerken, konserdeki her detaya hayran olmuş şekilde yazıyorum. Konser salonu da, sanatçılar da öyle eşsiz ki, çıt çıkarmadan tüm duyu organlarımı kullanarak alanda pür dikkat büyülenmiş şekilde gözlemde kaldım uzunca bir süre. 

Sır

Muazzam ağaçlara, çeşit çeşit kuşlara ve çiçeklere ev sahipliği yapan bir ormandayım. Çiseleyen yağmura, rüzgar eşlik ediyor, kuş cıvıltıları da fonda. Yağmur nedeniyle, çimenlerden yayılan koku ise meditatif  bir ortama dönüştürdü tüm ormanı bir anda. 

İçimde yükselen huzur duygusu, her şeyin birbirine görünmez ipliklerle nasıl da bağlı olduğu hissi, konseri icra eden her bir sanatçının aynı anda nasıl da hem sıradan hem de biricik olduğunu gözlemlemek…. 

Tüm bu düzenin içindeki kaos, kaosun içindeki düzen her seferinde beni kendisine aşık ediyor. Laf aramızda, ben buna çocuklumdan beri pek bir aşığım zaten. Uyumsuzluklardaki uyumu, aydınlıktaki karanlığı, varlıkla ki yokluğu, yokluktaki varlığı, zıtlıkların savaşını, zıtlıkların uyumunu aynı anda tuvale koyan bir sanatçı. 

Öte yandan her eserinin kalbine bir sır, bir gizem, keşfedilmesi gereken muazzam hazineler serpiştirmiş. Ancak mücevherden anlayabilecek düzeye gelebilecek kadar pişmeyi, arınmayı, hayat denen dergahın içinde gözlemci olabilmeyi başaranlara gösteriyor bu nadide mücevherlerdeki detayları. Öyle sırlı ki kendisi, herkese farklı düzeyde, farklı derinlikte, karşıdakinin hazır olduğu, kabının alabileceği düzeyde açıyor kendisini…

Sırrın içindeki sırrı, her geçen gün daha da görebilmek, farklı katmanlardaki açılımlara vakıf olabilmek dileklerimle… Aşk ve sevgiyle kalın.

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24

Yazarlık Söz Ustalığı Demektir

Merhaba Özgür Zeynep Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1975 Yılında Ankara da doğdum. Öğrenim hayatım bu şehirde geçti. Psikolojik Danışman ve Yazarım. Ayrıca evliyim ve üç çocuk annesiyim. Bunların dışında edebiyat ve sanat aşığıyım. Tam bir hayvanseverim.

Özgür Zeynep Özümtürk

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Söylediğiniz gibi bu bir yolculuk. Ben aslında kendimi bildim bileli bir şeyler karalarım. Bazen bir kaç dize, bazen küçük bir öykü, bazen bir söz,... İlk kitabım “Gülcan” 2019 yılında basıldı. Daha sonra  çeşitli çocuk kitapları yazdım. Yazmaya hiç ara vermedim. Henüz yayınlanmamış halihazırda romanlarım var. Bu yolda devam etmeyi düşünüyorum. Bu kitabı yazmaya ise beni ailem ve sosyal çevrem yönlendirdi. Sanırım mesleğimin de etkisiyle, birilerinin bir sorunu olduğunu fark ettiğimde onlara destek olabilmek beni oldukça mutlu ediyor. Bu konuda iyi olduğuma dair de geri bildirimler alıyorum. Ben de daha fazla insana ulaşabilmek ve adına yaşamak dediğimiz yolculuk boyunca insanlara bir parça da olsa destek  olabilmek istedim. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık söz ustalığı demektir. Ancak işin ustalık kısmı elbette çaba gerektiriyor. Ben her yaşamın tecrübelerle dolu olması açısından, çok kıymetli olduğunu düşünürüm. Bu sebeple de yaşantıları, ilişkileri gözlemlemeyi seviyorum. Aslında her insan bir öyküdür. Bu öyküyü,  diğerlerinin duygu ve düşünce dünyalarına hitap edecek kıvama getirerek anlatabilmek ya da sunabilmek ise yazarların becerisidir.

Okurun beğenisini kazanan Yolculuk isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Bu kitabın okuyucuya sürpriz oluşturacağını düşündüğüm bölümleri; bence içindeki etkinlikler olacaktır.  Okuyucuların bu etkinlikleri yaparken kendilerini daha yakından tanıyacaklarını ve kendileriyle yüzleşmeler yaşayacaklarını düşünüyorum. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

John Steinbeck, Paulo Cohelho, Ursula. K. Le Guin, İrvin Yalom, J.Christophe Grange, Maeve Binchy, Ayşe Kulin, Doğan Cüceloğlu ... Daha pek çok sayabilirim. Çünkü yazmak kadar okumak da benim için vaz geçilmez bir alışkanlık. Her yazarın kendine has üslubu olması sebebiyle ayırt etmeksizin ilgimi çeken her kitabı okurum. Ancak başucu yazarım herhalde Paulo Cohelho olurdu. Özellikle Brida, Potobello Cadısı, Kazanan Yalnızdır. Beni en çok etkileyen kitapları olmuştur.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yazmak, yazar için yemek, içmek, uyumak kadar doğal bir ihtiyaç ve yaşamsal bir rutindir. Şu an fantastik-bilim kurgu bir roman üzerinde çalışıyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanın duygu ve düşünce dünyasının gelişiminde, kitap okumanın önemi tartışmasız çok büyüktür. Ancak yeni toplumsal kuşağı oluşturan genç nesil, kitap okuma hususuna yeterince önem vermiyor. Bilinçli, farkındalıklı ve etkili bir yaşam oluşturabilmeleri için bu davranışı yaşamlarına katmalarını tavsiye etmek istiyorum.

Güzel Bir Hayat Yaşadığınızın Farkına Varın

Merhaba Alihan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

1995 yılında Malatya’da doğdum. Asker bir baba ve öğretmen bir annenin ikinci çocuğuyum, bir tane abim var. Babamın mesleği dolayısıyla birden fazla ilde yaşadım, okudum. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Okumayı ve spor yapmayı çok severim. İlgim olan bir konuyu araştırmayı, öğrendiklerimle ilgili bilgileri anlatmayı severim. 

Yazar Alihan Özbayram

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

İnsanın verdiği kararların hangi filtrelerden geçip verdiğini bilmek imkansız. İnsan geçmişine bakıp karar verdiği anı düşününce, o andan bu ana hayali bir tünel kazar, o tünelin içi boştur, dışında kalanlar ise karara etkisi olmasına rağmen insanın farkına varamadığı ve hatırlamadığı olaylardır. Tek bir neden, beş tane neden bunların hangisi olduğunu bilemem. Var olduğum için yazasım var, başka bir neden anlamsız olur.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık bir meslek, kitap, gazete köşesi, dergi makalesi, yazabilen bunları yayınlatabilen herkes yazardır. Bu bağlamda benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Hikaye yazan biri olarak ise benim için çok önemli bir araç. Hikayelerimi yazarak aktarabiliyorum, elimde böyle bir araç olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.

Okurun beğenisini kazanan Benimle Kal isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

İşlenen bir suçun cezası olarak hapis yatarak geleceğimizden bir şeyler alınması yerine hapiste geçirilecek olan süre anılarımızdan alınsaydı nasıl olurdu? Sorusunun bir akademisyenin başına gelen olay ile cevaplamaya çalıştım. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucumda duran bir tane kitap var Lao Tzu - Tao Te Ching. Yazarlar ve kitaplar size yaşayamayacağınız deneyimleri ve bilgileri sunar. Savaş ve Barış okursunuz kendinizi 1812 alevler içinde bir Moskova’da bulursunuz ve Dune okursunuz çok uzak bir gelecek çöl bir gezegenin ekosisteminin değişmesi için verilen binlerce yıllık mücadele ve hile içinde hileyi yaşarsınız. Orhan Kemal okursunuz, Haydarpaşa garında sırtınızda çuvalınızla 60'lar İstanbul’undasınız. Yazar size bunu tek tek anlatmaya çalışsa sıkılırsınız ancak hikâyeleştirince kendinizi orada bulursunuz. Okudukça deneyimlenirsiniz. Deneyiminiz sadece mekanlar ve olaylar üzerine de olmaz, insanı deneyimlersiniz. Bir insan içinde yüzlerce insanı taşır bunu görürsünüz, siyah, beyaz, iyi, kötü bu ikiliklerin bakış açısına göre oluştuğunu gri tonların ağırlıklı olduğunu öğrenirsiniz. Ben bunları öğreniyorum, bana böyle bir etkisi oluyor, bitmez bir ders bu.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Maalesef, ipuçlarını kendim toplamaya devam ediyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitap alacak maddi güce ve onu okuyacak zamana, zihinsel boşluğa imkanınız varsa güzel bir hayat yaşadığınızın farkına varın. 

Okumak İnsanca Yaşayabilmemizi Sağlar

Merhaba Rıfat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1981 yılında ailenin yedinci çocuğu olarak Batman’da dünyaya geldim… Malumunuz bizim bölgede doğum tarihleri çok net değil. Aileler nüfus müdürlüklerine çok geç gitmektedirler. Bazen 1 ay bazen de 1 yılı buluyordu. Bende aileme doğum tarihim net mi dediğimde, 19 Mayıs Gençlik ve spor Bayramını kastederek, doğum tarihin doğrudur bir gün önce caddede törenler yapılıyor, marşlar söyleniyordu denildi. Doğum tarihim doğrudur o zaman dedim. Eğitim hayatım bir kaç yıl Malatya hariç ilk ve öğretimimi Batman’da tamamladım, üniversite ve yüksek lisansımı Dicle Üniversitesinde bitirdim… İlk görev yerim Batmanın dağlık kesimi olan Sason İlçesinin bir köy okuluydu. Sonra Batman Merkezde birçok okulda okul idareciliği, aile eğitmenliği ve Bilirkişilik görevlerini yürüttüm ve devam ediyorum. 2021 yılında ilk kitabım olan ‘Bugün Canlı Ders Var mı Hocam? ‘adlı eserim yayınlandı. Evli ve 3 çocuk babasıyım…

Yazar Rıfat Fırat

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

2020 tarihinde tüm Dünyayı kasıp kavuran koronavirüs vakası ülkemizi de adeta esir almıştı. Okul müdürlüğünü yürüttüğüm Batman Kültür İlkokulu’nda, Batman ilini temsilen dönemin milli eğitim Bakanı ziya Selçuk’la canlı bağlantı gerçekleştirmiştik. Sayın bakanımız uzaktan eğitim sistemi ile ilgili bilgi verdikten sonra, 81 ilin okul müdürleri yaşanan birtakım komik trajikomik olayların olduğunu aktardılar,  biz de bu konuyla ilgili biraz bilgi verdik sayın bakanımıza, sayın bakanımız da bize hitaben bu yaşanan olayları kitaplaştırmanız güzel olur dedi. Bizler de 2021 tarihinde tüm illerde yaşanan uzaktan eğitim anılarını ‘bugün canlı ders var mı hocam? ‘kitabıyla yayına koyduk kitapta komik trajikomik olayların yaşandığı, bazen güldüren bazen hüzünlendiren anıların olduğu bir eser ortaya çıkardık. Bu olaydan sonra daha fazla yazma azmi ve kararlılığı bende doğdu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazmak hiç olmadığım kadar özgür hissettiriyor. Kendimi en saf ve samimi şekilde ifade edebiliyorum ama bilinçli ama bilinçsiz okuyan insanların ruhuna dokunabildiğimi hissedebiliyorum. Bana çok şey kattı. Her yazışımda benliğim biraz daha güçlendi. Küçük küçük notlar alıyor, bunları zamanla geliştirip, eser haline getirmeye çalışıyorum… Yazarken kendimi denizde yüzüyor zannediyorum. Yazmayı  kıyıya  kulaç atmaya benzetiyorum her defasında. 

Okurun beğenisini kazanan ‘Kelimelerin Gizemli Dünyası ‘ Dil ve Anlatım Öyküleri isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ederim. Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkan bir eser. Çocuk genç yaşlı demeden okunabilecek ve ders çıkarılacak bir eser oldu. Eserimizi üç ana başlıkta topladık.  Bunlar sırasıyla, dil, söz ve konuşma her başlıkta örnek hikâyeler, deyimler, atasözleriyle kitabımızı zenginleştirdik. Kitabımdaki en iyi sürprizde; merak ettiğimiz deyimleri ve atasözlerini en yalın haliyle yorumlayıp açıklamaya çalıştık

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Öncelikle kısa bir süre önce elim bir hastalık neticesinde vefat eden babam, yazar Abdurrahman Fırat’ın eserleri,  tarihte yaşanan zorlukları ve buna rağmen mutlu olmaya çalışan aileleri gördükçe her defasında şükrediyorum… Bir diğer eserimiz ve kendisini örnek aldığım Yazar Polat Onat…100 e yaklaşan eseri, tüm yaş kategorilerine hitap ediyor, güncel konuları içeren onlarca eseri bende yazma azmini artırıyor... Her bir eseri farklı dünyalara açılıyor adeta.  Dostoyevski'nin eserleri, Cengiz Aytmatov ve Canan Tan’ın kitaplarını okur, başucumda bulundururum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Yakında siz okurlarımıza ‘Değerlerimiz’ ile ilgili bir eserle karşılarına çıkacağım. Biliyorsunuz ki, Milli ve manevi değerler, milleti ve toplumu bir arada tutan ve onları birlikte yaşatarak mutlu ve huzurlu eden varlıklardır. Yüzlerce yılın birikimi olan bu değerlerin korunması toplumun korunması anlamında gelmektedir. Değerlerinden yoksun bir toplum yok olmaya mahkûmdur. . Yeni eserimizde bunlara sıkça yer vereceğiz.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okumak; uygar bir topluma kavuşmamızı, kimsenin yardımı olmadan kendi ayaklarımızın üzerinde insanca yaşayabilmemizi sağlar. Akıl ve fikir dünyamızı genişletmemizi, bilimin bize sunduğu imkânlardan en iyi şekilde faydalanmamızı sağlar. İçinde bulunduğumuz karanlık denizinden çıkıp ışığın sahillerinde dolaşmamızı ve ışığın gölgesinde yaşamamızı sağlar. Kültürünüzü arttırır. Bilgili kişilerle doya doya sohbet edebilirsiniz. Tüm nesillere örnek olmuş çalışmalar yapabilirsiniz. Hayata bakış açınız  değişir. Hızlı konuşma ve kendinizi daha kolay ifade edebilme yeteneğiniz artar. Okuduğumuzu anlama ve yorum yapma yeteneğimiz gelişir. Her şeyden önemlisi, kitap okumanın verdiği huzuru içinizde hissedersiniz. Geleceğin öğretmeni, belki de bir cumhurbaşkanı olabilmemizi sağlar, çünkü okuduğumuz sürece özgürüz ve bizler özgür olduğumuz sürece hayatı daha iyi yaşayabiliriz. Toplumdaki diğer insanlardan farkımız olur. İş hayatımızda, öğrencilik hayatımızda kısaca bütün yaşamımızda başarılı olmamızı sağlar.

Yabancı Yazarların Hegemonyasından Kurtularak Yerli Yazarlara Sahip Çıkılmalı

Merhaba Osman Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1959 Nevşehir Derinkuyu doğumluyum. Emekli memurum. Gazeteci Yazar ve Ressamım. Yazarlık serüvenim ilk gençlik yıllarında başladı. 1984 yılında ilk kez ulusalda Yeni Düşünce Gazetesinde haftalık yazılarım yayınlandı. Daha sonra Yeni Hafta, Gündüz, Millî Gazete de köşe yazılarım devam etti. 90 yıllarda Türkiye’de yayınlanan kültür sanat dergilerinin % 60’ında desenlerim ve yazılarım yer aldı. 2000 yılında ilk kitabım neşredildi. Araştırma inceleme, çizgi roman, öyküler, roman ve deneme kitaplarım yayınlandı. Çocuk edebiyatına yöneldim. Şu ana kadar 22 kitabım yayınlandı. Macera Peşinde Gizemli Orman isimli çocuklara yönelik öykü kitabım da yeni baskısı yapıldı. Bu kitabıma kavuşmayı heyecanla bekliyorum.

Yazar Osman Aytekin

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ortaokul öğrencisiyken yazarlığa ilgi duydum. Türk ve dünya klasiklerinden eserler okudum. Sürekli okuyarak ve yazarak kendimi yazarlığa hazırladım, diyebilirim.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık iyi bir uğraş. Yazarlık süreklilik isteyen ve öyle olması da gereken güzel ve fakat uzun soluklu benim için güzel bir yaşama biçimi oldu. İlk yazmaya başladığımda bir edebiyat dergisinde bir metin okumuştum. Metinde ki cümle şuydu; “yazar sürekli yazandır.” O zamanlar demek ki yazarlığın pek farkına varamamışım. Zamanla yani yazdıkça yazmanın nasıl vaz geçilmez edebi bir tutku, bedii bir arzu olduğunu anlamaya başladım. Yazdıkça yazar kendini hem yeniliyor hem de geliştiriyor. Bu hal yazarı ayrıca olgunlaştırıyor da…

Okurun beğenisini kazanan Macera Peşinde Gizemli Orman isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

“Macera Peşinde Gizemli Orman” isimli çocuk öykülerinin birinci baskısı kısa sürede tükendi. İkinci baskısı çıktı. Ben de yeni baskısını merak ediyorum.  “Macera Peşinde Gizemli Orman” kitabını yazmaya başladığımda bu öyküleri bir seri olarak düşündüm. Kitabın ikincisi de yazılı bekliyor. İnşallah ikincisi de yayınlanır. Okuyucular ilk kitabı sevdiler. Onu da seveceklerdir.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Her ne kadar yazarlar, yazarlar arasında bir ayrıma gitmeseler de etkilendikleri yazarlar ve baş ucu kitaplar mutlaka vardır. Çocukluk yıllarından ilk etkilendiğim yazarlardan biri  Abdullah Ziya Kozanoğlu’dur. Kitabının adı da “Gültekin”dir. Tarihi, akıcı bir romandı. Daha sonra Atsız’ın “Bozkurtlar”, Kemalettin Tuğcu’nun kitapları, Oğuz Özdeş… vs. Üslup, konu, anlatım açısından en çok etkilendiğim yazarlardan biri Peyami Safa’dır.  Elbette başka yazarlar da var. Türkçemizi çok iyi kullanan; Reşat Nuri Güntekin,S ait Faik, Sebahattiin Ali, Refik Halit Karay, Sevinç Çokum ilk aklıma gelenler. Kalemi güzel güçlü yazarlarımız çok. Şimdilik bu isimlerle iktifa edelim. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Biraz önce bu konuya değinmiştim.  İsmini de verelim o halde; “Macera Peşinde Gizemli Höyük.” Marifet iltifata tabidir demişler. Okuyucular ilgi duydukça yeni kitaplarımızla kitapseverlerle buluşmaya devam edeceğiz inşallah.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Zamanla çocuklarına kitap almak isteyen velilerle karşılaşıyorum. Veliler çocuk kitaplarının yabancı yazarların hegemonyasında olduğundan söz ediyorlar. Bizim de çocuk öyküleri, şiirleri, anıları, masalları, gezi kitapları yazan yazarların varlığından pek de haberdar değiller gibi bir düşünceye kapıldığımız oluyor. Ancak kendi yazarlarımızı araştırıp takip de etmediklerini düşünüyorum.  Yaşadığımız topraklarda bizi biliyorlar. İlgi de gösteriyorlar sağ olsunlar. Ülkemizde çocuk edebiyatıyla ilgili hayli yazarımız var. Kendi yazarlarımıza sahip çıksınlar. Büyükler ve küçükler için öyküler yazmaya devam ediyorum. Özellikle çocuklara yazdığım öykülerimde milli değerlere dikkat ediyorum. Değerler eğitimine yönelik kitaplar yazıyorum. Bir yazar olarak okurlarıma ve topluma sorumluluğumun bilincinde biri olarak yazıyorum. Bana bu güzel söyleşi için vakit ayırdığınız için  teşekkür ederim.

Başka Aynalarla Boy Ölçüşmek Yerine Kendi Aynanızla Meşgul Olmalısınız

Merhaba Muhammed Burak Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1993 Ankara doğumluyum. Çocukluğum Ankara’da geçti. Hayatın birçok alanında farklı mesleklerde meşguliyetlerim oldu. Dost Kolejinde Türkçe Öğretmeni olarak çalışıyorum. Her cumartesi Dost Tv ve eş zamanlı olarak Dost Fm’de “Rüyaların Dili” adlı bir programda sunuculuk yapıyorum.

Yazar Muhammed Burak Tunay

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri edebiyata hep bir meylim vardı. Bunda annemin ve babamın hassasiyetlerinin büyük bir payı vardır. Haklarını ödeyemem. Annem kitap dostu bir kadın olduğundan çocukluğumda bana çok kitap alırdı, her yeni kitap alışlarında büyük bir heyecan ve şevkle okur bitirirdim. Babam da bilim teknik dergisini düzenli olarak alırdı.  Hatta oradaki karikatür kahramanı Zihni Sinir karakterini babamla özdeşleştirdiğimden her sayıyı merakla takip ederdim. Bu sebeple “yazmanın ham maddesi okumaktır” sözü gereği yazma yolculuğumun temelleri bu ölçüde şekillenmiştir diyebilirim. Daha sonraları ortaokuldayken Türkçe öğretmenimiz Muhammed Hoca, okul genelinde Çanakkale konulu bir kompozisyon yarışması düzenlemişti. Yazdığım kompozisyon çok beğenildi ve yarışmada birinci olmuştum. Hediye olarak öğretmenimiz “Kınalı Kuzular” isimli Çanakkale’yi anlatan bir belgesel CD’si vermişti. Yazı hayatım bu yarışma vesilesiyle başladı. Sonra belli bir süre  denemeler karaladığım defterlerim vardı. Şiir denemelerim Lise çağlarında başladı diyebilirim. Kitap yazma fikri üzerine yönelişim oturup da bir kitap yazayım şeklinde olmadı tabii ki.. Zaten malumunuz bu şekilde olmaz. Öncelikli fikir yazdıklarımın cisim gömleği giymiş halini görmek istedim. Hayatta nasibime düşen, aynama yansıyan güzellikleri ve kıymetli gördüğüm manaları şiir penceresinden tarih düşmek gayreti diyebiliriz. Belki bir iz bırakmak niyetiyle Şairler Sultanı Bâki’nin “Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal/ Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” dediği gibi aynalar mahzeni olan bu âlemde sadakayı cariye hükmünde güzel bir yansıma bırakmak fikri Gibiler Aynasında vücut buluyor.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Bu yolculukta en büyük desteği takdir edersiniz ki ailemden gördüm. Yazdığım yazıları ilk önce ailemin huzurunda çay sohbetlerinde okurdum. Başta annem, babam ve kardeşim, son zamanlarda eşim (kitabın ilk baskısı yapılırken nişanlımdı), ortaokulda Türkçe öğretmenim Muhammed Hoca.. Edebiyatın lezzeti ve yazma gayretinde bana çokça emeği geçen çocukluk arkadaşımın babası merhum Şair-Yazar İbrahim Kilik ve Şair-Yazar Recep Garip.

Gibi ve ayna kelimelerinin bir maksat için yan yana dizilerek kelime düzeni almış bir resmigeçit kuşağı oluşturduğu Gibiler Aynasında isimli şiir kitabınızın ikinci baskısı Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

İlk sürpriz İsrafil Bey’in tavsiyeleri üzerine kapak tasarımını değiştirmekle başladı. Bir de güncel öz geçmiş eklendi. İlk baskı başka bir yayınevinden çıkmıştı. Kapak tasarımını sağ olsun dayımın kızı Selen Kara yapmıştı. Güzel de oldu, mistik ve klasik bir tasarımdı. İkinci baskıda yeniden yeniye bir tazelenmek muradıyla kapak tasarımını yeniledik. Daha canlı ve albenili bir çalışma oldu. Bu süreçte emeği geçen bütün Alaska Yayınları ailesine çok teşekkür ediyorum. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Her kitap, yazarın ruhundan izler taşır. Çünkü bildiğiniz üzere her eser, yazarın duygu birikimi neticesinde yaşanmışlık tezgâhından okura ulaşır. Böylelikle onu okuyanların kendine dair bir şeyler bulmasıyla eser kalıcılığını sağlar. Kelimeleriyle hem hal olduğumuz yazarlar ne derece kendi ruhumuza yakın bir çizgide seyrediyor ise gönül hanemizin başköşesinde yer verdiğimiz odur. Bir bakıma ruhumuzun yapı taşlarını oluşturan kitaplar başucu kitabı olarak tekrar tekrar okunmasına bizi davet ederler. Fikri temellerimin oluşmasında edebi cepheden bakıldığında Milli şairimiz Mehmet Akif’in Safahat’ı, Cemil Meriç’in “Bu Ülke” kitabı, Sadi-i Şirazi’nin Bostan ve Gülistanı, Sezai Karakoç’un Kıyamet Aşısı, Ömer Lütfi Mete’nin “Allahsız Müslümanlık” adlı kitapları başucu kitaplarımdandır diyebilirim.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şuan için üzerinde çalıştığım birkaç öykü kitabım var. Her bir hikâye birbirinden farklı konularda ama savunduğu fikirler doğrultusunda aynı gayeye hizmet ediyor. Allah nasip ederse uygun bir zeminde onları da yayımlamayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Büyük resme ulaşıncaya kadar bir ayna olduğunuzu unutmayın. Şu veya bu, başka aynalarla boy ölçüşmek yerine kendi aynanızın berraklığı ve temizliği ile meşgul olmalısınız. Zamanla bunun sizi daha mutlu edeceğini göreceksiniz.

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447