Gülcan Şık Yazdı: Sofrada Azap

Yemek pişirmek… Kulağa sıradan bir eylem gibi gelir; oysa onun için, her seferinde boğazına sarılan görünmez bir elin boğazlaması gibiydi.
0

Yemek pişirmek… Kulağa sıradan bir eylem gibi gelir; oysa onun için, her seferinde boğazına sarılan görünmez bir elin boğazlaması gibiydi. Nefesini kesen, damarlarında dolaşan isteksizlik değil yalnızca; aynı zamanda her öğünün kıyısına iliştirilmiş sessiz bir işkenceydi bu. Tencerenin buharı yükseldikçe, içinde bir şeyler eksilirdi; ne pişen yemeğin kokusu ne de ocağın sıcaklığı onu ısıtmazdı.

Gülcan Şık Yazdı Sofrada Azap

Saat yemek saatine yaklaşınca evde bir huzursuzluk başlar, havayı tartışma kokusu sarardı. Kocasının gözlerine yerleşmiş o emri vaki bakışlar, masanın etrafındaki herkesle sessiz bir ittifak içindeydi. Kayınbabası, kayını, görümcesi… Hepsi tuhaf bir uyumla, sadece onun eksiklerini görür, yalnız onun üzerinden bir birlik hissederdi. Sofrada, yalnız onun varlığı üzerinde uzlaşılırdı. Onların gözünde yemek yalnızca karın doyurmazdı; hınç doyurur, ezber bozar, baş eğdirirdi.

Sakince yemeğe oturmak bir suç gibiydi onun için. Gözlerinin içinde bir dinlenme arzusu belirdiğinde biri "Gelin, suyu getir," der, ardından bir diğeri "Tabağımı doldur," diye seslenirdi. O kalkar, getirir, taşır, döker; sofranın hizmetkarı olurdu, konuğu değil. Kaşığına ne düştüyse de soğumuş, tatsız, yarım kalmış olurdu. Kendi lokmalarından bile habersiz, sadece onları doyurmakla meşguldü.

Sofra dağıldığında, o hâlâ ayaktaydı. Kocasının "Hadi, bir de çay koy," sözüyle gözleri kararırdı. Yorulmuş elleriyle çayı hazırlar, ardından bulaşık yığınına geçerdi. Bazen, artanlardan birkaç lokmayı hızlıca ağzına atar, bunu bile suç işler gibi yapardı. Sessizce, görünmeden… Çünkü yakalanırsa azar işitmek sıradan, aşağılanmak olağandı.

O evde yemek vardı, sofra kuruluyordu, sesler yükseliyordu ama ona ait hiçbir şey yoktu. Ne tabağındaki yemek ne de ağzındaki lokma. Onun için yemek saati açlığın değil, azabın zamanına dönüşmüştü. Karnı hep açtı ama en çok da ruhu açtı; anlaşılmaya, görülmeye, bir kez olsun “Otur sen, dinlen biraz,” denmeye. Evet, o evde mutfak vardı. Ama ne pişen yemekler ne buharı tüten çaylar, onun içini ısıtabiliyordu. Çünkü sofranın kalabalığında yalnızdı. Çünkü o sofrada herkes doyar, o sadece yutkunurdu.


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447