Türk Romanı Hakkında Düşünsel Bir Çerçeve

Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı yıkım ve tarihsel bir kopuşun sonucu olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemin tarihsel bağlamı, Erken Cumhuriyet Dönemi Türk romanı hakkında içeriksel olarak bir gözlem verisi sunacaktır.  Yeni bir toplum inşa edilmiş, siyasal, sosyal, kültürel dokusu ve kurumlarıyla 1923-1950’li yıllar arası Cumhuriyet’in inkılap tarihi şekillenmiştir. Bu dönemde şekillenen edebiyat ürünleri, yeniden inşa edilen ulus devlet anlayışında, “toplumu değiştirme ve ilerleme” konusuna odaklanmıştır ve dönemin ruhuna uygun bir biçemle değer kazanmıştır.

Cumhuriye Dönemi Türk Edebiyatı

Pozitif düşünsel mirasla, sanatın edebiyat alanında, “toplumsal inşa ve toplum mühendisliği” gibi toplumsal bellekte ideolojik bir işlevle yapılanmasına neden olmuştur. Modernleşme dinamikleri kapsamında ulus devletin inşası, yeni bir milli kimlik inşası ile süreci “tarihsel bir kopuş” olarak okumak gerekiyor.  Barış Acar, “Bitmeyen Tanzimat” adlı eserinde, Türkiye’de düşünsel dünyada sanat alanıyla birlikte genel eğilimin pozitif anlamda son on yılda bir dönüşüm yaşadığını kanıtladığını gösterdiğini belirtiyor ve yorumluyor. Elbette bu yorum, Acar’ın belirttiği üzere, karşı yöne doğru bir hareketle de ortaya çıkabiliyordu; Acar’a göre, Türkiye’de yaşanan entelektüel dönüşüm de Janus’un öteki yüzü gibidir (Acar, 2019:12).   

Acar’ın kendi cümleleriyle belirttiği üzere, “kent kültüründen edebiyata, sinemadan çağdaş sanatlara kadar iktidar oyunları içinde kendine varlık alanı belirlenmiş dil, yüz yıllık ulusal üst kimliklendirme çabası, ötekine düşmanlık, dinsel bağnazlık vb. gibi unsurlarla harmanlanan bu karşı yön, bütün ezber ve klişeleriyle git gide kendi karanlığını koyultmakla meşgul (Acar,2019:12).

Dönemin koşullarıyla uyumlu bir ruhla, sosyal ve siyasal hareketlilik başlamış, resmi devlet ideolojiyle birlikte değişen şartlarla Türk edebiyatında roman türünde, “modernleşme dinamikleri, çağdaş bir toplum bilimci, kadın hakları” toplumsal duyarlılık ön planda olan konular arasında girmiştir. Toplum bilincinde edebiyat, tarihsel bir veridir aynı zamanda bu dönemde. Sözlü tarihin daha farklı bir sözel hikâye aktarıcısı gibi, entelektüelin o zamanı yaşıyor gibi veya yaşıyor oluşuyla, kültürel araç seti ve belleğiyle ilerler, anlam kazanır.  Bu sanatsal bilincin yükselmesinde, tarih, toplum ve edebiyat iç içedir. Kökten değişim ve yenileşme duygusu bu dönemin ruhudur.

Çağdaşlaşma, ulus olma bilinci, Anadolu’yu anlamak ve ilerlemek duygusu, aydın kavramının sorunluğu ve değişimleri gibi konular Erken Cumhuriyet Dönemi Türk romanlarının parçası olmuştur. Çok partili siyasal hayata kadar (1946), Türk romanı Cumhuriyet’in kuruluşu fikriyle uyumlu olarak ilerler. Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin’in özel ve tematik olarak Yeşil Gece adlı romanında medreseli bir öğretmenin ikilemini ve mücadelesini, toplumsal değişimi konu alması, Yakup Kadri, Refik Halid gibi yazarlar I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı çevresinin yani dönemin koşullarını yansıtır.  Tematik olarak Yeşil Gece adlı roman eleştiri türünde bir örnektir.

Yazın türü açısından, Erken Cumhuriyet dönemi Türk romanı, “Anadolu, aydın sorumluluğu, Cumhuriyet’in resmi ideolojisiyle yakın bir ekolle doğrudan halkı konu edinmesi, savaşın etkileri, inkılaplar” temel konularıyla, sosyal değişimleri Cumhuriyet düşüncesinin sorumluluğu ile birlikte konu edinmiştir. Estetik kaygılar ve memleket edebiyatı dengeli bir ahenkle ilerlemiştir. Elbette bütün bu ilerleme düşüncesinin içinde aydınlar kendi ikilemlerini yaşayarak halk içinde kendi yalnızlığını da yaşar. Yakup Kadri’nin Yaban adlı eserinde romanın kahramanı İstanbullu aydın Ahmet Celal ile köylüleri ayrı düşüren ve onlara ikilem yaşatan toplumsal ve siyasal zemin de unutulmayacaktır.

Böyle bir bilginin edebiyatında, “toplum, edebiyat ve tarih” iç içe olmuş, toplumsal belleği uyandırmak edebiyatın o dönemin toplumsal manzarasını ve toplumsal sınıflarını daha iyi görebilmemiz açısından tarihsel bir veri olarak işlev kazanarak resmedilmesinin koşullarını hazırlamıştır.

Yücel Aydın Yazdı: Yüzüncü Yıl

TBMM

Bayrağımız dalgalanır göklerde,

Gururluyuz, yüzüncü yıl şen olsun.

Trabzon'dan Edirne'ye her yerde

Kutluyoruz yüzüncü yıl şen olsun.


Anadolu viran idi yokluktan, 

Çıkageldi babayiğit komutan.

Yüz çevirdik, aciz kula kulluktan,

Mutluyuz biz, yüzüncü yıl şen olsun.


Memleketi düşmanlardan kurtaran,

Şehitlere rahmet etsin Yaratan.

Cumhuriyet Atamızdan armağan,

Onurluyuz, yüzüncü yıl şen olsun.

İsmail Hilal Yazdı: Karmaşa

Yüz yıl ya da bir asır. Dile gelince söylemesi ne kadar kolay! Ve bugün hâlen belirli kesimlerce sevilmeyen bir lider, devlet adamı, asker… Sahi Atatürk olmak neden zor bu ülkede? Ya da neden bir kesim deliler gibi hatta neredeyse ilah yaparcasına severken bir taraf “Yunan kazansa daha iyiydi.” diyecek kadar kesin bir kin içersinde? Sorular elbette çoğaltılabilir ancak bugün bu sorular etrafında dolansak kâfi. Sonuçta karşımızda Türk tarihinin en değerli şahsiyetlerinden biri duruyor. Bari dilimiz döndüğünce sözde onu çok öven ve yerenlere karşı minik bir açıklama da bizim kalemimizden dökülsün. Dilerseniz öncelikle sevmeyen, sindiremeyen ve belki abartı ama düşman olan tarafla başlayalım. Bunların belki de en ağırı “Yunan kazansa daha iyiydi.” Sözleriyle başlayan ve hilafet ve Osmanlıcı fikirlerdir. Yunan kazansa neler olacağını hayal dahi edemeyen; öyle bir durumda zulme uğrayacak, işkence edilecek, tecavüze uğrayıp; belki sürgün edilecek, belki de zorla din değiştirilecek insanları düşünemiyorlar. 

Atatürk

Hilafet kalsaydı İstanbul’da sadece bir süs idaresi olarak İngilizlerin egemenliğinde kalacağını göremiyorlar. Belki de en fecisi 1. Dünya savaşı sırasında cihat ilan eden halifeye neredeyse hiç destek vermeyen ve büyük devletlerin özellikle o dönem İngilizlerin elinde olan İslam topraklarından bihaberler. Öyle bir durumda Trakya’da belki Kafkaslarda ve orta Anadolu da olmak üzere 3 küçük Türk devletinin olabileceğinin belki farkında değiller. Peki, öyle bir durumda Osmanoğulları ailesi ya da hilafet makamı ne işe yarardı! Gerçi şu an olsa ne işe yarar. Bugün Filistin olaylarında hepimiz görüyoruz.  Çok uzatmadan iki konuya daha değinip devam edeceğim. Sevmeyenlerin harf devrimi ve özellikle tekkelerin kapatılması konularına karşı da bir duruşu var. Harf devrimi olayı zaten cumhuriyetten önce ilk kez 1800lü yılların başında Ahmet Cevdet paşa ve Münir paşa tarafından Osmanlı gündemine de gelmiş konular. Ana sebep Türkçenin konuşma yapısındaki sesleri Arap harflerinin tam karşılamaması. Yani zaten yüz yıl önce dile gelen bir geçiş niyetlenmesinin uygulamaya konması olarak görebiliriz. Gelelim tekke ve cemaat konusuna. Bugün ülkemizdeki dini yapılanmaların ülkeye ne kadar zarar verebildiği konusunda haberleri izlemek yeterli. Darbe girişimi, vakıflarda çocuk yaşta evlendirilenler, tacize hatta tecavüze uğrayanlar,  bunlarla ilgili kendi çapında fetva verenler…    

Yani dini ayeti, hadisi kendine göre yorumlayanların oluşturduğu bir yapıya dönüştü. Belki Anadolu coğrafyası Türklük ve İslam ile süslenirken var olan niyet samimiyet, hırstan ve siyasi amaçtan uzak olan en önemlisi belki mürit sayısını artırıp daha çok kazanç sağlamak derdinde olmayan sadece imanlı insanlara dini öğretip yol gösteren olan yapılardan geldikleri noktalar burası. 

Bunu Atatürk hem kurtuluş savaşı yıllarında hem de görev yaptığı cephelerde dinin ve cemaatlerde çözülmenin farkında olduğu için yaptığı bir hamledir ki aradan yüz yıl geçip başımıza gelenlerden sonra bari durumun farkına varalım.

Ve gelelim aşırı severlere. Neredeyse Kemalizm’i din olarak Atatürk’ü ilah ilan edeceklere. Şunu unutmamak lazım o bir beşerdi. Fatih gibi Alparslan gibi Metehan gibi görevini yaptı ve aramızdan ayrıldı. Ancak bu onu kusursuz yapmaz. Bir insanı kusursuz görmek bir yerden sonra kusurdan münezzehleştirmeye gider ki bunun sonu maalesef belli. Kusursuzluk ancak Allah’a mahsustur. Yaşarken böyle bir şey söz konusu değil. Özellikle ölümü ve sonrasında ki dönemde aslen ilkelerin temelinde olmasa bile yapılan din düşmanlığından, alkol sevgisine kadar ya da yıllarca çözülemeyen başörtüsü sorununa kadar her şeyi onun adıyla yaptılar. Atatürk’ü sanki belirli bir zümre için vatanı kurtarmış ve diğerleri onlara hizmet etmek için varmış algısı oluşturdular. Ancak o öyle biri değildi. Kendisinin de dediği gibi “Benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Onun ilkelerinin özünü doğru anlayarak, inkılâpları araştırarak ve o dönem içinde değerlendirerek yaklaşmak gerekir. İllaki hatası vardır olsun ancak kimse isteyerek yaptı diyemez. Batan bir büyük bir gemi vardı. O bu gemiyi kendi bildiği şekilde yeniden hayat verdi hepsi bu.  Son olarak ülkemiz için yeni bir çağın başlangıcı olan şu günlerde. Bize ait olan 2500 senelik tarihimizi arkamıza alarak, inancımızı yeniden ve doğru şekilde önce kendimizde sonra gelecek nesillere örnek olacak şekilde yaşayarak, Atatürk ilke ve inkılâplarını okuyup anlayıp analiz edip hayatımızın önemli noktalarına koyarak, vatan sevgisiyle, imanla ve kendi içimizde karmaşalardan arınarak daha güçlü bir Türkiye için hep birlikte çalışmaya devam edelim.  Yaşasın Cumhuriyet, Her Şey İçin Teşekkürler Mustafa Kemal Atatürk…

Filistin'de İnsanlık Suçu İşleniyor

Kurulduğu günden beri topraklarını genişleterek büyüyen İsrail, dünyanın kâbusu olmaya devam ediyor. Bu kâbusun ne zaman sona ereceği de belli değil. Savaşın tabiatı da değişti. Askerlerin karşılaşarak birbirlerine ateş ettiği devirler geride kalmıştır. Mertlik, yiğitlik, kahramanlık gibi savaş kavramlarının yerini nelerin alabileceğini düşünülebileceğini biliyoruz. Eski savaşların çok masum kaldığı şimdiki savaşlar tamamen hedefini savunmasız insanlar üzerine yöneltmiştir. Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş da buna örnektir. Her iki ülke de savunmasız halkı hedef seçmiş bulunuyor.

Filistin

İsrail daha ileri giderek halkın hayatını devam ettirecek lojistik kaynakları hedef almıştır. Daha doğrusu hedefinde her şey vardır. Acımasız bir katliamın karşılığında yeni topraklar da kazanacaktır. İslâm dünyası veya Arap toplulukların da buna bir çare olacağını düşünmüyorum. Her seferinde kınama ile geçiştirilen İsrail saldırıları bir netice vermemiştir. Şaşırtıcı olmayan bu sonuçların elbette sağlıklı vicdanlarda derin yaralar bırakmıştır. ABD’nin okyanus ötesinden devasa gemileri ile gelerek buna destek vermesi İsrail’in yaptıklarına ortak olmanın delilidir.  Türkiye, derin devlet aklı ile bir maceraya atılamayacak kadar tecrübi birikime sahiptir. Ancak, bıçağın kemiğe dayandığı ve sonuçta bizi de etkiyen bu davranışlara dur demenin bir yolu bulunmalıdır. Sözde müttefik ABD’nin bölücülere verdiği açık destek karşısında daha etkili bir siyaset nasıl olacaksa bunu yapabilmeliyiz. Caydırıcı unsurlarımız arasında kuvvetli ve güvenilir diplomasi ile birlikte lojistik ve ekonomik argümanların yanında askeri tedbirleri de ihtiva eden hareketler tesirli olacaktır.    

Son hastane bombalanmasından sonra İsrail’in sınırsız ve dizginlenmeyen arzularına bir set çekmenin zamanıdır. Türk milleti mazlumun yanındadır.

Dini ve milliyeti ne olursa olsun. Mazlum Filistin halkının çektiklerine kayıtsız kalmak insanlığımızı unuttuğumuz manasına gelir. Devletimizin çabalarının bizlere umut olmasını diliyoruz. İsrail terörünü kınamak artık yeterli olmaktan öteye geçmiştir. Sayısız insanlık suçunun sorumlusu olanların mutlaka cezalandırılması için her türlü çaba da gösterilmelidir. Sözlü kınamalar yerini fiili davranışlara bırakmalıdır. Ölenler rahmet ve yaralılara acil şifaları elbette diliyoruz. Bu dilemelerin gönülleri vicdanları rahatlatmadığı da ortadadır. İyi niyet temennileri de işe yaramadığı görülüyor. Eline sonsuz güç verilen İsrail durdurularak sorumlular cezalandırılmalıdır. Her saldırı karşısında yapılan gösterilerinde bir manası kalmamıştır. Onlarca senedir kınamalar bayrak yakmalar da tadını kaçırmıştır. Tesirli olmayan davranışlardan vaz geçmeliyiz. Dünya kamuoyunun ilgi sahası içinde olan sosyal medyanın daha çok etkili olduğu açıktır. İmkânı olan herkesin sosyal medya silahını kullanarak etkili olabilir. Bu medya sahiplerinin de İsrail’in arkasında olmalarına rağmen artık bir insanlık suçu işleyen İsrail’e karşı kamuoyunun oluşması halinde etkili olamayacaklardır. İsrail elbette döktüğü kanda boğulacaktır. Şimdi uyguladığı soykırım ile İslâm âleminin uyanmasını teşvik etmektedirler. İnsanların da insan olduklarını hatırlatacaktır. Sadece sağır, kör ve etkisiz Arap ülkeleri değil bütün dünya İsrail terörüne karşı direnmelidir.

Mehmet Memdoğlu Yazdı: Kültür ve Gençlik

Dünyanın en mükemmel varlığı insandır.  İnsanın en hareketli ve en verimli dönemleri ise gençlik çağlarıdır. Bir milletin geleceğinin teminatı, gençleri/gençliğidir.  Temiz bir toplum ve sağlıklı bir nesil yetiştirmek istiyorsak, geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi “iyi birer insan” olarak yetiştirmeliyiz.  Bir toplumun yaşadığı güzelliklerin temelinde, iyi yetişmiş gençlerin varlığı önemli bir yer tutar. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, şuurunda bir gençlik.”

Kültür ve Gençlik

Gençler, bir toplumun geleceğidir. Bugün sahip olunan maddi ve manevi kazanımların tamamı, gelecekte bugünkü gençliğe emanet edilecektir. Bu vesileyle, gençlerimize kültürümüzü öğretmeli ve onları kültürel değerlerimizi temel alan bir eğitim modeli içerisinde eğitmeliyiz.  Kültürümüzü büyük bir çınar ağacına benzetecek olursak, çınar ağacının hayat bulduğu ve beslendiği ana kara, yani toprak Türkiye’dir. Bu ağacın kökleri, milletimizin geçmişi ve tarihidir. Çınarın dalları ise ülkemizin geleceği gençlerimiz/gençliğimizdir.  Çınarın beslendiği kaynaklar (güneş, toprak…) ülkemizin kültürünü oluşturan değerler bileşimidir.  Çınar ağacının hayat bulduğu ana kaynak, tabii ki sudur.

Kültür bazında tanımlandığında su, edebiyattır; edebiyatı oluşturan kaynak “dil” dir, edebiyatın hayat bulduğu pınarın kaynağı ise şiirdir. İnsanlık var olduğu günden bugüne ilk iletişim, şiirsel bir dille başlamıştır.  Dilimizi koruyabilirsek, edebiyatımızı koruruz. Edebiyatın içerisinde ne var; kültür? O halde, dilimizi koruyabilirsek, edebiyatımızı; edebiyatımızı koruyabilirsek kültürümüzü korumuş olacağız. Kültürün içerisinde masal, destan, şiir, öykü, roman, deneme, gezi gözlem ve her şeyden önemlisi tarih var. Tarihi de kayıt altına alan edebiyattır; yani “dil”dir.  

Okuma noktasında maalesef ki henüz Batı standartlarına ulaşamadık. Okuma bir ayrıcalık olsa da evet, yazmak başlı başına bir sanattır. 

Millet olarak yazabilirsek, var oluruz. Bir başka ifade ile yazabilirsek okuyabilir, okursak var olur; var olursak düşünebilir, düşünebildiğimiz zaman ise üreten, üretebilen bir toplum oluruz.  Yazmaya kendimizden başlamalı.  Mesela bir günlük tutabilir ya da yaşadığımız köy, kasaba, ilçe ve şehri yazabiliriz. Bu yetmez diye düşünüyorsanız,  geleceğe dair hayallerinizi kurgulayıp, kaleme alabilirsiniz. Özcesi, toplumumuzu ve geleceğimizi korumak için, kültürümüzü oluşturan değerler bütününe zeval getirmeyen yazılar yazmalı; eserler üretmeliyiz.

Otuz beş milyondan fazla bir gençliğe sahip olmak, geleceğimiz için büyük bir zenginliktir. Yeri geldiğinde millet olarak bununla övünüyoruz. Zenginlik olarak gördüğümüz gençlerimiz, pratikte bazen karşımıza sorunlu bir kitle olarak çıkabiliyor. Aile içi çatışmalardan tutun da eğitim, istihdam, güvenlik ve diğer sorunların çözümsüz kalması, genç nüfusun artmasıyla beraber, maalesef katlanarak büyür ve karşımıza koca bir sorun yumağı olarak çıkabilir. Yeni bir medeniyet inşa etmek istiyorsak, önce kendimizi bilmeli, kendimizi tanımalı ve kendimizi yazmalıyız.

Folklor Şiire Düşman mı?

Folklor şiire düşman cümlesi, Edebiyat tarihimize geçmiş bir cümledir. Bu cümle birçok tartışmanın konusu olmuştur. Cümle kaynağını, Cemal Süreya’nın aynı ismi taşıyan 1959 tarihli makalesinden almaktadır. Cemal Süreya bu makalede şairlerin folklordan uzak durmaları gerektiğini savunmaktadır. Peki neden? Öncelikle folklorun ne olduğundan başlayalım. Folklor nedir? 

Cemal Süreyya

Kelime anlamı olarak folklor halk bilimi demektir. Folklorun birçok tanımı bulunmaktadır. Bu tanımlardan bir tanesi Hacettepe Üniversitesi Türk Halk bilimi bölüm başkanlığını yapmış olan Prof. Dr. Umay Günay’a aittir. ‘’Milli kültür denilen pek çok unsurdan oluşan birikimin tarihsel gelişimi içinde bir milletin çeşitli toplulukları tarafından farklı şekillerde yaşanılan verilerinin varyantlarına, bu veri ve varyantları inceleyen bilime folklor denir.’’ Bu karışık tanımı halk kültürü ürünlerinin incelendiği bilim diye sadeleştirebiliriz. Halk edebiyatı, halk müziği, halk dansları, halk mutfağı, halk giysileri, halk hekimliği gibi alt inceleme alanları olan geniş kapsamlı bir bilim dalıdır. Hacettepe Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi başta olmak üzere birçok üniversitede bölüm olarak faaliyette bulunmaktadır. Günümüzde folklor denince toplumda daha çok halk dansları akla geliyor. Halk dansları, dans türleri içinde en yaygın türlerden biridir. Halk kültürüyle oluşturulmuş bir dans türü olduğu için her yaştan insana oynaması da izlemesi de zevkli gelmektedir. Bir açılış olduğunda ya da bir ilçeye, devlet büyüklerinden biri geldiğinde hemen folklorcular yani halk oyuncuları devreye girer. Yöresel kıyafetlerle yöreye özgü oyunlar oynanır.  

Cemal Süreya’nın şairlerden uzak durulmasını istediği folklor halk edebiyatı, onun da alt dalı halk şiiridir. Halk şiiri kökenini ta Orta Asya’dan alan bir şiirdir. Sav, sagu, koşuk, destan hepsi birer şiirdir. Sözlü kültürün bütün ürünleri şiirdir. 

Cemal Süreya kökeni binlerce yıl öncesine dayanan bir gelenekten kopularak modern şiirin ilerleyebileceğini düşünüyor. Halk şiirinde kalıplaşmış sözcükler bulunur. Sözcükler gerçek anlamlarıyla, günlük konuşma dilinde kullanılan anlamlarıyla kullanılır. Sözcüklere yeni anlamlar yüklenmez. Modern şiirde ise sözcüklere yeni anlamlar yüklenerek imge oluşturulur. Burada şu örnek uygun olacaktır. Halk şiirinde merdiven sözcüğü yüksek yere çıkılmasını sağlayan alet anlamında kullanılır, sözcüğün gerçek anlamı neyse şiirdeki anlamı da odur. Ahmet Haşim’in merdiven şiirinde ise merdiven sözcüğü hayatın dönemleri, aşamaları anlamında kullanılmıştır. Sözcük yeni bir anlam kazanmıştır. Karacaoğlan’da, Köroğlu’nda, Dadaloğlu’nda sözcükler ilk akla gelen anlamında kullanılır. Halk şairi imge yaratmaz. Geleneğin izinden gider. Peki, halk şairini diğerlerinden farklı kılan nedir? Sözcükleri farklı anlamda kullanılması değil, bir arada hiç kullanılmamış sözcükleri bir araya getirmesidir. Cemal Süreya için halk şairinin yaptığı yani farklı sözcükleri bir araya getirmek yeterli değil. Yeni anlam da yüklemek gerekiyor. Kalıplaşmış sözcükler yaratıcılığı öldürüyor, sözcüklerdeki kalıpları kırmak gerekiyor. Gelenekten kopmak kolay mı, gerekli mi? Batı Edebiyatı’nda modern kültürün oluşmasına katkıda bulunanlara baktığımızda geleneği yıkmadan, yok saymadan onu aştığını görüyoruz. Shakespeare’in şiir tadındaki oyunlarına baktığımızda kalıplaşmış atasözleri ve deyimlerden yararlandığını görüyoruz. Dostoyevsky’de, Tolstoy’da İncil’den şiir şeklinde yazılmış bölümler buluyoruz. Demek ki geleneği yok saymadan yeni bir dil oluşturmak mümkün. Sözcüklere yeni anlamlar yüklerken halk şiirinin kalıplaşmış sözcüklerini birlikte kullanabiliriz. Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek toplumcu şiirin temellerini atarken Halk şiirini de Divan şiirini de yok saymadılar. Örnek olarak Nazım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’sinde Karayılan şiiri mevcuttur.

Karayılan der ki harbe oturak

Kilis yollarından kelle getirek

Nerde düşman varsa orda bitirek

Vurun Antepliler namus günüdür

Necip Fazıl’ın herkesçe bilinen Kaldırımlar şiiri, Halk şiirinin şekil özellikleri kullanılarak (nazım birimi, ölçü, uyak örgüsü) yazılmıştır. Cemal Süreya’nın makalesinde ortaya koyduğu tez şudur: Modern şairler imge oluşturmak, yaratıcı olmak istiyorlarsa Halk şiirinden uzak durmalıdırlar. Bu tezin anti tezi ise Halk şiirinin yaratıcılığa engel olmayacağıdır. Bu iki tezin sentezini ise gelecek zamanların okurları verecek...

Deniz Sarıtop Yazdı: Beklenen

aşk, şiir

Sevginin kalplere ekildiği gün

İnsanlar bütün kötü alışkanlıklardan sıyrılıp

Düşünmeyi öğrenecekler.

Sevginin kalplerde filiz verip çiçek açtığı gün

İnsanlar yeryüzünün bütün renkleriyle kucaklaşıp

Sınırları ortadan kaldıracaklar.

Sevginin kalplerde bir bahar mevsimine dönüştüğü gün

İnsanlar dünyaya yeniden gelmiş gibi

Huzur, barış ve sağlık içinde yaşayacaklar.

Sevginin kalplerde taht kurduğu gün

O gün, adalet mülküdür.

Kral ve köleler aynı kaptan yemek yiyecekler.

Mezopotamya'da Edebiyat ve Sanat

Mezopotamya, tarih öncesi dönemden günümüze kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip olan önemli bir bölgedir. On binlerce yıl boyunca bu bereketli topraklarda gelişen medeniyetler, dünya tarihine büyük bir iz bırakmıştır. Bu medeniyetlerin yaratıcı ruhu, Mezopotamya'da edebiyat ve sanatın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Mezopotamya'nın tarih öncesi dönemlerinden beri insanlar, kendi deneyimlerini ve hikâyelerini anlatma ihtiyacı duymuşlardır. İşte tam da bu dönemlerde sözlü gelenek başlamıştır. Zamanla bu hikâyeler, yazılı metinlere dönüştürülmüş ve sürekli olarak geliştirilerek daha karmaşık bir edebi geleneğin temelleri atılmıştır. 

Mezopotamya, edebiyat, sanat

Sümerler, Mezopotamya'da edebiyat ve sanat alanında büyük bir etki yaratmışlardır. MÖ 3. binyılda yazılarıyla bilinen Sümerler, çivi yazısının icadına öncülük etmişlerdir. Bu yazı sistemi, edebi eserlerin kaydedilmesini ve yayılmasını sağlamıştır. Böylece Mezopotamya, dünyanın en eski yazılı edebi mirasına sahip olmuştur. Sümerlerin en önemli ve etkileyici eserlerinden biri, Gilgamesh Destanı'dır. Bu destan, Mezopotamya'nın en ünlü kahramanı Gilgamesh'in maceralarını anlatır. Ölümsüzlük arayışına odaklanan destan, insanın kaderi, yalnızlık ve arkadaşlık, doğaüstü güçlerle olan ilişkisi gibi evrensel temaları ele almaktadır. Bu destan, aynı zamanda Dünya Edebiyatı'nın da önemli bir parçasıdır ve birçok farklı kültürde etkisini göstermiştir.  

Mezopotamya'da edebiyat sadece destanlarla sınırlı kalmamıştır. Tanrılarla ve kutsal metinlerle derin bir bağlantısı olan bu topraklarda, yaratılış destanları, mitolojik öyküler ve tapınak metinleri de büyük bir yer tutar. Bu metinlerde insanın yaratılışı, tanrıların ve tanrıçaların etkisi, ahlaki ve dini değerler işlenir.

Mezopotamya'ya ait en ünlü yaratılış destanlarından biri Enuma Eliş'tir. Bu destan, dünyanın yaratılış sürecini anlatırken, tanrıların güç dengesi ve yaratık olarak insanın yeri gibi konuları ele almaktadır. Mezopotamya'da sanat da edebiyat kadar önemli bir yere sahipti. Heykelcilik, kabartma, çömlekçilik ve mozaikçilik bu toplumların geliştirdiği önemli sanat formları arasındadır. Tapınaklar, saraylar, kral mezarları ve halkın yaşadığı evler bu sanat eserleriyle süslenmiştir. Heykeller genellikle tanrıları, kral ve kraliçeleri veya kutsal figürleri temsil ederken, freskler ve kabartmalar mitolojik olayları, günlük yaşamı ve tarımı tasvir ederdi. Çömlekçilik de Mezopotamya'da çok yaygın olan bir sanat formuydu. Mezopotamyalı ustalar, pişmiş topraktan çanak, çömlek, vazo gibi kullanışlı veya dekoratif objeler üretirken, bu eserlere çeşitli desenler ve semboller kazıyarak süsleme yaparlardı. Mezopotamya'da sanatın bir diğer önemli yönü, mimariydi. Büyük tapınaklar, saraylar ve kaleler, Mezopotamyalıların inşa ettiği etkileyici yapılar arasında yer almaktadır. Babil Kulesi (Ziggurat) en ünlülerinden biridir. Yüksek bir platform üzerine inşa edilen bu kule, tanrılara yakın olma ve tapınma amacıyla kullanılırdı. Ayrıca, şehir kapıları ve sur duvarları da Mezopotamya mimarisinin önemli örneklerindendir. Mezopotamyalıların musikisi de kültürel hayatlarının bir parçasıydı. Lir, keman, tef ve davul gibi enstrümanlar kullanılarak çalınan müzik, dini törenlerde, eğlencelerde ve saraylarda dinleniyordu. Aynı zamanda ritüel danslar da müziği tamamlar, toplumsal ve dini öneme sahip etkinliklerde yer alırdı.

Mezopotamya'da edebiyat ve sanat, sadece güzellik ve estetik üzerine değil, aynı zamanda toplumsal, siyasi ve dini bir işlevi de yerine getiriyordu. Edebi eserlerin bir kültürel belleği barındırdığı ve toplumu bir arada tutan bir güç olduğu düşünülüyordu. Sanat ise tanrıların ve kralların gücünü ve otoritesini yansıtıyor ve toplumun kolektif kimliğini güçlendiriyordu. Bu nedenle, hem edebiyat hem de sanat, Mezopotamya toplumunun temel bileşenleriydi. Ancak, zamanla Mezopotamya'nın siyasi, sosyal ve dini dönüşümleriyle birlikte bu kültürel miras azalmış ve kaybolmuştur. Daha sonraki medeniyetler, özellikle Yunan ve Roma uygarlıkları, Mezopotamya'nın edebiyat ve sanatına büyük bir etki yapmıştır. Gilgamesh Destanı bile Antik Yunan'da Homeros'un İlyada ve Odysseia destanları gibi dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olarak kabul edilmiştir. Mezopotamya'da edebiyat ve sanat, insanların duygularını ifade etme ve düşüncelerini aktarma aracı olmuştur. Edebi eserler ve sanat eserleri, Mezopotamya'nın geçmişten gelen kültürel birikimini yansıtmanın yanı sıra, toplumun kimlik ve değerlerini koruma ve gelecek nesillere aktarma amacını taşımıştır. Mezopotamya edebiyatı ve sanatı, insanlık tarihindeki en eski ve etkileyici miraslardan biridir ve bugün bile bizi büyülemeye devam eden bir iz bırakmaktadır.

Masal Kentinten Distopya Kentine

Gözlerimi açıyorum. Bir yanımda anneannem bir yanımda dedem var. Aralarında uyumuşum. İkisinin sıcaklığı içinde uyanıyorum. Balkondan bahçeye bakıyorum. Bahçenin sağında elma ağacı, sol başta ise incir ağacı var. Kafamı kaldırınca iki dayımın kafa kafaya verip yaptıkları beş katlı binayı görüyorum. En büyük teyzemin evi ise sağ yanımızda duruyor. Bir arada yaşadığımız bu yer eskiden Antakya ‘ya şimdi ise Defne ‘ye bağlı Temiz sokak. Çocukluğum bu sokakta ve sokağın sonundaki minik yokuştan bu saydığım evler arasında mekik dokuyarak geçmişti. Anneannem bahçesinde küçük bir bostanda sebzelerini yetiştirirdi. Bahçenin eve yakın tarafı ise çiçeklere ayrılmıştı. 

Çiçek

Sardunyanın çiçeklerini kopardığımda hemencecik fark edip beni azarlaması gözümün önüne geldi bile. Anneannem zaman zaman, bize çocukluğunda kendisine anlatılmış olan, çok eski Antakya’nın yaşadığı deprem hikâyelerini de anlatırdı. Anneannem hiçbir büyük depremi yaşamamıştı fakat depremlerin yıkıcılığının izleri onun hafızasında toplumsal hafızadan beslenerek yaşama fırsatı bulmuştu. Deprem anlatıları aslında gelecekte yeniden yaşanma olasılığı yüksek olan felaketlerin tedbirini salık veren öğütlerdi. Anneannem evin önündeki avluda oturup çiçeklerini izlemeyi severdi. Akşamları güneşi yolcu etmek için şimdiki Uğur Mumcu Bulvarı olan Hanı Çayı’na kadar uzanan zeytin, elma, portakal, armut ağaçlarının olduğu bahçelerden ve geniş buğday tarlalarından yürürdük. Sonbaharda buğday başaklarının sarı tonları arasında kuzenlerimle oynadığımız saklambaçlar çocukluğumun en tatlı anılarıdır.  

Gün batımında dereye taş atmak ve dedemin kendisi gibi fötr şapkalı arkadaşları ile sohbetini dinlemekti akşamüstü denilen zaman dilimi, sıklıkla benim dünyamda. Yaş aldıkça kendimi bu denli mutlu ve hafif hissettiğim sokağımın, mahallemin, şehrimin betona yenik düşmesini izledim. 

Tarlalar, bostanlar, bahçeler birer ikişer yerini müteahhitlere yaptırılan apartmanlara bıraktı. İlk farkındalıklarımı edindiğim yerler birer birer elimden kayıp gitti. Depremden çok önce betonlaşma, masal kentimi kemirmeye başlamıştı. Gözlerimi açıyorum. Samandağ‘da Aknehir Köyü’nde büyükbabamların evindeyim. Uyuduğumuz oda Asi Nehri kıyılarına uzanan bahçeye bakan, büyük avluya açılıyor. Uyanıp avluya çıkıyorum. Yüzüme portakal ve mandalina kokuları hücum ediyor. Beklenmedik bir mutluluk hissi kaplıyor içimi. Avlunun köşesindeki muslukta yüzümü yıkıyorum. Musluktan akan su, tertemiz dağ suyu… 

Sabah yürüyüşlerimize meyve ağaçları, sebze bostanları ve Asi’nin (Orontes) çağlayan suları eşlik ediyor. Dün gece yağan yağmurun sesiyle dedemin dua okuyan sesi birbirine karışmıştı. Bu sabah ise köyün sessizliği Asi’nin melodik sesi ile dinginlik ve huzur duygusunu tamamlıyor gibiydi. Aknehir köyünün tepelerinden birinde Saint Simon Manastırı, birinde ise Şeyh Grabi Türbesi bulunur. Saint Simon aslında Samandağ ilçesine adını veren Stilist bir rahiptir. Samandağ, Simon’un Dağı anlamından evrilmiştir. Babam manastırdaki havanın şifalı olduğunu söylerdi. Sanat tarihçisi akademisyen bir arkadaşımdan öğrendiğime göre manastırın yapıldığı yerde değişik dönemlere ve uygarlıklara ait olan şifa merkezleri buluntuları varmış orada. Zaten Saint Simon’da şifacı olarak biliniyor. İlginç olan babamın çocukluğunda bizim köyde yaşayan birçok şifacı kadının olduğuna dair anlatıların da olması. Saint Simon Manastırı yıllarca harabe halde bakım beklemişti. Babam çocukluğunda, arkadaşları ile manastırdaki mozaik taşları ile nasıl oynadıklarını, yurt dışından gelen araştırmacılarla nasıl iletişim kurduklarını anlatırdı. Köyün insanları zorda kaldıklarında ya da bir zorluğu geride bıraktıklarında Şeyh Grabi türbesinde adaklarını yapıp zengin fakir ayırmaksızın herkese hrisi dağıtırlardı. 

Adak zamanı çocuklar için bayramdı. Çocuklar türbenin etrafındaki ağaçların arasında bahur dumanları, kokuları eşliğinde özgürce koşuşturup, oyunlar oynardı çocuklardan biri de bendim. Adak bitip bulaşıklar yıkandıktan sonra babamla dağ kekiği toplamaya çıkardık. Babam bu dağlardaki otların yıllarca toplanıp ilaç yapımında kullanıldığını anlatırdı. Geçen yıllardan birinde türbe ziyaretimiz sonrasında mezarda adı yazan kişiyi araştırmaya karar verdim. İspanya’dan Anadolu’ya gelmiş olduğunu öğrendiğim bu gezgin bilge, onu burada yaşayıp ölmeye ikna eden değerli bir şey bulmuş olmalıydı. Antakya ve Defne taraflarına taşınmış olanlar deprem sonrası köydeki tarlalarına çekildiler. Aknehir gibi Samandağ’ın birçok köyü, distopyadan kaçan çocuklarına, hiç gocunmadan, kucak açtı. 

Gözlerimi açıyorum.7 Şubat 2023.Antakya ‘ya giriş yapar yapmaz yıkımın boyutları karşılıyor bizi. Enkazlardan kapanmış olan yollardan Defne Turunçlu Mahallesi’ndeki evimize ulaşmaya çalışıyoruz. Geri dönmek zorunda kaldığımız kavşaktaki enkazın başında beyaz kazaklı orta yaşlarda bir adam haykırıyor: ‘’ Allah’ım bize lütfen yardım et!’’. Yıkılan her binanın başında bir ateş yakılmış. Yakılan ateşlerin başında pijamalarıyla perişan insanlar ve enkazların arasından evlerine, sevdiklerine ulaşmaya çalışan arabalılar, çiseleyen yağmur… 

Distopyanın içindeyiz. Beyaz kazaklı adama yardım edebiliriz ama internet çekmiyor. İnsanları buraya nasıl çağıracağız? Telefon edelim ama operatörler iptal! Yoldaki tüm sahipsiz hikâyelere şahitlik ederek çaresizce kendi kaderlerine terk ediyoruz. Armutlu ‘dan geçemiyoruz. Antakya gibi artık Armutlu da yok. Açık yollardan ilerlemeye çalışırken Uğur Mumcu Bulvarı’nda buluyoruz kendimizi. Çocukluğumun oyun alanına dikilmiş olan o tüm binalar, içindeki insanlarımızı da yutarak yok olmuş. Fransız yapımı eski köprümüz sağlamdı. Eski köprümüz restorasyon sonrası artık içselleştiremeyeceğim kadar bana yabancılaşmış olsa da yerinde duruyordu. Yenisi ise zarar görmüştü. Evet, bizim mahalleye ulaşmayı başardık. Annem, babam ve erkek kardeşim arabayla güvenli açık bir alana gitmişler. Nasıl oluyorsa telefon kısa süreliğine çekiyor da onlara ulaşabiliyoruz. İçimize su serpiliyor. Bizimkiler heyecanlanıyorlar. Daha henüz gece yaşadıklarını anlatmadan, yolculuktan gelen çocuklarına kahvaltı hazırlama telaşına düşüyorlar. Kendileri yaşadıkları şoku atlatamamışken bize çay içirmek istiyorlar. Olanları inkâr edercesine küçük sevinçlerine tutunuyorlar. Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan…  

Bağlantısı olan herkes birbirine ulaşmaya çalışıyor. Operatörlerin çalıştığı seyrek anlarda arama ve mesaj sesleri birbirine karışıyordu. Bizim arka sokakta ilkokul arkadaşım Ulaş ve ailesi enkaz altındalar henüz ve akşamın zifiri karanlığında Tülay Abla’nın kardeşi için yaktığı ağıtlar yüreğimizde onarılmaz yaralar açıyor. Bu şehre ne olmuştu? Benim çocukluğumun masal kentine ne olmuştu? Güzelim benim niye böyle bir başına yalnız bıraktılar seni! “Doğunun kraliçesi”, masal kentimiz Antakya’nın sesini duyan yok mu?       

Deprem, çocukluğuma ait kayıtları yıktı. Fakat depremden çok önce başlayan bir yıkımdı bu aslında. Atalarımızın uyuduğu, bize ev olan topraklarımızda hırslarımız uğruna ağaçlarımızı keserken, daha yüksek daha büyük binalarda yaşamak dürtüsüyle tarlalarımızı betona boğarken distopya kentine dönüşmeye başlamıştık. Dünya beni yorduğunda dönüp içine sığındığım anılarımın kaleleri artık yok. Dahası o kayıtları paylaştığımız dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz eksildi. Depremden bir gün sonra yollara düştüğümüzde arabada uyuya kaldığımda bir rüya gördüm. Rüyamda insanlar vardı, bir sürü insan… Hepsi mutlu, çığlık çığlığa eğleniyorlar, derelerde yüzüp şakalaşıyorlardı. İçlerinden biri bana dönüp ‘’ Biz bu topraklarda çok mutlu yaşadık, size ne oldu böyle?’’ dedi. Anlık bir farkındalıkla bu insanların dedelerimiz, ninelerimiz, atalarımız olduğunu anladım. Onların sevgileri, neşeleri, mutlu anıları, sevinçleri, bereketli sofraları topraklarımızın hafızasında yaşıyordu. Onların hatıraları bize yardım edebilir mi? Çocukluğumun masal kentini geri istemek yalnızca nahif bir iyimserlik hali mi?

Ahmet Yılmaz Tuncer Yazdı: Kâğıt ve Kalem

Kağıt ve Kalem

Üstüme dokunan kumaş

Kumaşın ipliği

Ve kara düzen dokuma tezgâhının

Zamanı yanlış

Mevsimi yanlış

Kavgaları var gönlümün

Bir kaldırım taşı kadar ağırken

Sancılarım dönüyorum kendime

Sormuyorlar artık senle ilgili soruları

Hangi zamanın sarkacı

Tıpkı ben gibi belirsiz bir zamanın

Ortasında duran

Açılımında tüm sorular

Zamansız bir tahmin

Yine öldürecek beni

Tüm mevsimleri saydım içinden çıkan

Puslu aynadan bakan ihtiyar bir

Hüzün bıraktım zamanın içinde yaşlanmayı

Seni düşünmek gibi garip bir düşünce kalan

İçimde sayıların bahçe kapılarında beklemek


Ve saymak tüm belirsizlikleri

Benim işim değil zamanın içinden çıkılan

Zaman yolculuklarının son

Yolcusu olmak özledim güneşi

Ve onun arka sokaklarını

Eskisi gibi yıldırım telâşı vurmuyor

Bedenim içinden süzülen acının

İmbiği sanki damıtıp damıtıp duruyor beni

Sokak kapılarında duran ve elindeki kâğıttan

Adres soran yabancıyım hayatta inan

Biliyorum yine aynı

Saatte aynı yolda giderdim yanılmalarımı

Ve bu yanılmalarım içinde seviyorum seni

Sevmenin sensizlikmiş adı

Durduramadım zamanı diye telâşım olmadı

Dünyanın yükünü yüklenmek

Ne garip yine ne garip ki

Kâğıttan çıkan sen

Kalemden çıkan sen

Hüseyin Avni Cengiz Yazdı: Gemi

Okulun kütüphanesine geçtim. Kütüphanede, şu bizim sendikacı öğretmen arkadaşı bir takım dövizler hazırlarken buldum. Eylem mi var yine, diye sordum. Güldü. Ben salak mıyım, dedi. Ben ondan daha fazla güldüm. Bu bir deyimdi bu okulda. “Ben salak mıyım?” Tabii her deyim gibi bu deyimin de bir hikâyesi var. Ama şimdi zamanı değil bunun.  Bir kitap aldım elime. Pencere kenarına oturdum. Okulumuz Boğaz’a sıfır. Pencereyi açtım. Boğazın sularını yalayan rüzgâr yüklendiği soğuk su buharı baloncuklarını yüzümde patlattı. Boğaz’da uzun bir gemi sireni öttü. Rahatsız oldum. Camı kapattım.

Gemi

Kitabı açtım. Okuyacağım; vazgeçtim. Camı açtım yine. Bir motor yat geçti önümden. “Ben salak mıyım?” dedim kendi kendime ve kendi kendime güldüm. Duyurmadım döviz hazırlayan o arkadaşa gülüşümü. E tabii cılkını çıkarmamak lazım.  Boğaz’ın suları bugün daha mavi galiba. Yok, yok daha gri. Kurşunî. Sarayburnu tarafından bir demet ışık düşmüş sulara ta buralara kadar yayılmış. Sanki bir ressam, karanlık ve ışığı, beyaz ve koyu lacivert boyayı harmanlıyor tam önümüzde. Sürülmüş tarla gibi köpükler… Muhtemelen bir deniz taşıtı suları yara yara henüz geçmiş bizim okulumuzun önünden de fark etmemişim. Suları sert akıyor galiba bugün Boğaz’ın. Aslında henüz boyası kurumamış bir sulu boya tablo karşısındayım. Fakat rüzgârı rahatsız ediyor Boğaz’ın.  Okulun bahçesindeki ağaçlar sonbaharı iliklerine kadar hissediyor olmalı. Koca koca yapraklarını döküyor artık. Bahçeyle deniz arasında yürüyüş yolu var. Yaprakların yarısı okulun bahçesinin dışına dökülüyor.  Balık tutanların başına düşüyor bazıları. Hele biri var ki balık tutanların, her yaprak düştüğünde önce bahçedeki ağaçlara bakıyor sonra okula; sonra heyecanla oltasını toplamaya çalışıyor. Totem falan yapmış olmalı. Yaprak, ağaç, okul ve balık. Bahçenin beton duvarında saysam en az beş kedi vardır. Şimdi aptal gibi sayacak değilim a kedileri. Vardır işte. Bazısı bahçenin duvarından atlıyor; balık tutanların kovasındaki balıklarına kuruluyor. Balık tutanlardan bazısı pist, diye kovuyor kediyi. Bazısı küçük balıklardan atıyor kediye. Balık. Denizden yeni çıkmış balık, kolbastı oynuyor. Sonra balıkçının avucuna… Kolay teslim olur mu balık! Bazen birkaç kez avcının avucundan kurtuluyor ama kovaya girmekten kurtulamıyor. Kimi beton zeminde sürdürüyor dansını. Kimi kedilerin beş çayına meze oluyor. Kediler İngiliz mi ki balıklar, kedilerin beş çayına katık olsun! Boğaz’ın rüzgârı sert esiyor bugün. Yüzümü yakacak. Sular da çimentosu fazla katılmış cıvık bir kaba sıva kıvamında. Ne kasvetli böyle. Camı kapar gibi yaptım. 

Camı kapamaya gönlüm razı olmadı işte. Birazdan zil çalacak, bir 10 dakika teneffüs... Ondan sonra zaten derse gireceğim. En haylaz sınıfımda dersim var bugün. Perşembeleri hiç sevmiyorum bu yüzden. Yoruyorlar beni bu sınıftaki öğrencilerim. Uzaktan uzun bir  sireni geldi. Hay mübarek derdi nedir bu geminin? 

“Dıııııııııııt”… Vallahi nefesi kesilmiyor bu geminin. Kocaman bir askeri gemi. Rus gemisi olmalı. Uzaktan göründü. Etrafında kılavuz gemicikleri.  Kılavuz gemicikler, köpek balığının etrafında yaşamını sürdüren asalak balıklar gibi. Evet, bir ‘alamet’ geliyor. Boğaz karışacak birazdan. Daha doğrusu Boğaz’daki bu kargaşa bizim okulun önüne gelecek. Amatör balıkçıların hiç işine gelmemiştir herhalde; ya da alışmışlardır bu tür gemilere. Dııııııııııt, geliyor. Ne demişti büyük komutan: “Geldikleri gibi giderler.“ Şair ne demişti: “Kadınlar taş heykeller gibi gelip geçer sarı kayalardan…” Bir de derviş vardı, onun sözü neydi: “Bu da geçer ya hu.” Sahi o hikâyeyi bilir misiniz? Her şey gelir geçer. Zenginlik gelir geçer. Fakirlik gelir geçer. Keder, neşe, gemiler; gelir geçer. Hayat gelir geçer. Daha ne olsun. Ana düşüncesi buydu o derviş hikâyesinin.

Dıııııııt. Evet geliyor.

Zaman zaman İstanbul’a gezmeye getirirlerdi beni çocukken. İstanbul, bizi dünyaya ve hatta öte dünyaya bağlayan şehirdi. Yanlışın ve doğrunun, ışığın ve gölgenin aynı anda sel gibi aktığı şehir... Bilmezdik Ege’yi. Bilmezdik Kars’ı. Ani Harabeleri’ni. Diyarbakır’ı bilmezdik. Mardin’i duymamıştım mesela. Konya’yı, -Mevlana’yı-  ağabeyimin askerliğinden duymuşluğum vardı sadece. Bir de Ankara’da Hacı Bayram Camii’ni bilirdim İstanbul dışında. İstanbul bizim dünyamızın merkeziydi adeta. Kasımpaşa motorlarını anımsarım soğuk İstanbul sabahlarında. Haliç, balçıkları fokurdayan bir bataklık gibi kokardı. Bölüm bölüm petrol yağ karışımı kir öbekleri bir yükselir bir alçalırdı da akamazdı sular sanki. Motorlar, ahşap deniz taksileri gibiydi. Korkardım binerken, çok sallanırdı. Sonra soğuk ve pis suları yara yara giderdi. Başım dönerdi. Suyun rengine karar veremezdim: Siyah, beyaz, koyu lacivert… Çok sürmezdi yolculuğumuz. Bilmiyorum, nereden nereye giderdik. Ama çok bindim o motorlara. Sonra Yeşilköy’den geçerken uçakları gördüğümde elimi uzatıp, uçaklara bak, dedim de beni gezdiren büyüğüm elime vurmuştu: ”Ne o, görgüsüz gibi elini uzatıyorsun milletin içinde.” demişti. Görgüsüz olmak ayıp mı? Her şeyin bir ilki var. İlki geçtikten sonra o hareketi yapmış olsam ”görgüsüz” sıfatını hak ederdim elbet. Şimdi şu gelmekte olan devasa gemiyi elimle gösterip “Aaaa ne büyük bir gemi geliyor, bakın!” desem ne derler bana acaba?

Bir de o iki merdiven fotoğrafı hiç silinmedi zihnimden. Biri, Harem Otogarı’ndan Karacaahmet Mezarlığı’na çıkan o merdiven. Dinlene dinlene çıkardık oradan. Ümraniye’ye oradan giderdik. Diğer merdivenin yerini anımsamıyorum maalesef. Ahmet Haşim’in ‘Merdiven’ şiirini her okuyuşta bu merdivenler canlandı yıllar yılı zihnimde. Sonra ilk gençlik yılları. Sık gelirdik İstanbul’a. Eğer Ümraniye’ye gitmeyeceksek vapura biner karşıya geçerdik. Başka bir dünyaydı orası. Başka bir rüya. Eminönü, Mısır çarşısı, Sirkeci, Topkapı, Beyazıt Meydanı… Kitapçılar olurdu meydanda. Kitap alırdık oradan. Örneğin Topkapı’daki o eski garajları unutamam. Her taraf çamurdu. Ortalık seyyar kasetçi tezgâhlarıyla dolu olurdu. Aynı anda birçok tezgâhtan yükselen arabesk şarkılar otobüslerin egzoz dumanlarına karışırdı. Bir tek güfte anımsıyorum o manzaradan. Neden bu parçayı anımsıyorum? Çünkü bu arabesk şarkı değil aykırı bir ses olarak türküydü. O mekân için çok eğreti kalıyordu: “Sen gül dalında gonca/Ben dağ yolunda yonca/Sen açılıp gülersin/Ben sararıp solunca”  Sonra öğrendim ki Orhan Seyfi Orhon’un ‘Mani’ adıyla yayımladığı bir şiirmiş bu. Lise yıllarımda İzmit’ten trenle gelirdik. Haydarpaşa Garı… Ne muhteşem mimariydi o.  Devletin iyi, sıcak yönünü Adapazarı-İzmit-Haydarpaşa tren hattından bilirdik. Ucuzdu. Ulaşımı kolaydı. İnsanlar hep bizden, içimizden gibiydiler.

İstanbul bir başka dünyaydı benim için. Belki de Yahya Kemal’in bahsettiği İstanbul, o İstanbul’du işte. Bugün ne oldu o büyüye? İnsan yaşlandıkça, bir bocurgatla kuyudan su çeker gibi insanın içinden sevinçlerini çekiyorlar, demişti bir şair ağabeyim. Emekliliğime çok az kalan bu dönemimde yeniden o büyülü evreni bulurum diye geldim bu şehre. Şehrin ruhu mu söndü; ben mi değiştim? O büyülü âlem nerede? Bak karşımda dünyanın en güzel boğazı; hemen solumda yalılar… Ahşap yalılarda tadilat, yenileme hiç bitmez. Biri bitse diğeri başlar. Yalıların bazısı yıkık dökük, aile içi miras kavgalarının bitmesini ve ardından yalıda oturmayı düşleyen bir para babasını bekler. Kimi geçmiş ihtişamlı günlerin düşündedir hâlâ. Sağımda Küçüksu Kasrı… Son rötuşlar 1870’de atılmış bu binaya; ama çağını aşmış bir bina bu. Hâlâ heybet ve nezaketini aynı anda üstünde taşıyor.  Diğer tarafta modern dünyanın en güzel örnekleri kafe ve restoranlar ve fakat hemen arkada gecekondu semtleri. Bu gecekondu semtleri ne Orta Çağ ne İlk Çağ ne Yakın Çağ ruhunu taşır. Bir bozulmayı ifade eder bu mahalleler. Bir kırılmayı… Bize özgü, Şark’a özgü bir salaş kültür. Eminim Orta Çağ’da dahi görmezdik böyle bir semti. Atalarımız, doğanın ruhuna hiç müdahale etmemiş. Sarp arazilerde katırın geçtiği yoldan geçmiş ve gördüğü düzlüğe en güzel binayı kondurmuş. Ağaçlar, evler, hayvanlar, insanlar ve bulutlar öyle sarmaş dolaş olmuş ki… Öyle mutluymuşlar ki…  İşte okulumuzun hemen arkası gecekondu semti ama biraz daha ötede devasa gökdelenler. Modern bir hapishane ağırlığı bırakıyor bu muhteşem şehre. Evet, Boğaz’ın en güzel noktalarından birindeyiz ama hemen arkamızda güzel sayılabilecek tek mekân Kandilli Mezarlığı. Çok ironik.

Kandilli Mezarlığı. Kandilli ile Küçüksu arasında, Küçüksu'ya bakan yamaçtan bize bakıyor mezar taşları. Şiirde romantik; romanda realist: Recaizade Mahmut Ekrem. Ne lirik şiirler yazmıştı oğlu Nijad’a. Baba oğul onlar da bu mezarlıkta. Karşıda Aşiyan. Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı. Kırık dökük çok hatıram var bu şehirde. Büyük bir yazarın eski İstanbul’u değil elbette. Yahut bir aristokratın çocukluk anıları hiç değil. Kırık dökük, asla bir bütünlük arz etmeyen, yırtık İstanbul fotoğrafları kaldı belleğimde. Ama o zamanlar emindim ki İstanbul başka bir dünyaydı. Bir masal evrenine geçmek gibi bir şeydi İstanbul’a gelmek. Boğaz, asla bugünkü Boğaz değildi. Vapurdaki ben, şimdiki ben değildim. Havaya fırlattığımız simit parçalarını havada kapan martılar şimdiki martılar değildi. O simit, bugünkü simit değil, o simidin unu bugünkü un değildi. Unun buğdayı dahi şimdiki buğday değildi. Eminim değildi. Dedim ya başka bir âlemdi o. Çocukluğumdaki o heyecanı vermiyor maalesef bu şehir bana. Sanki şehrin büyüsü, Tevfik Fikret’in Sis’iyle örtülmüş, kaybolmuş. Evet, gemi geliyor.  Askeri bir gemi bu. Güvertede nöbet tutan askerler var. Topların başında. Ellerinde piyade tüfekleri. Put gibi duruyorlar. Deniz sarsmıyor mu onları? Güvertenin bir köşesinde bir öbek asker ‘Hazır ol! ‘da bekliyor; komutanları nutuk çekiyor olmalı onlara. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyor. Ağır ağır ilerliyor gemi. Gemi de çok heybetliymiş. Çok heybetli çok. Neredeyse yirmi otuz metre önümüzden geçiyor. Çok güçlü, üç boyutlu sinema etkisi yaratıyor bende. Balıkçılar oltalarını topladılar, geminin geçmesini bekliyorlar. Geminin alt katlarında ek güverteler var. Balkonlar gibi…  İnsanlar telaşlı. Yine aşçı kıyafetli gemiciler de asker gibi toplanmış, şefleri direktifler veriyor onlara.  Geminin mutfağının terası olmalı orası. Bunlar asker kökenli mi yoksa sivil mi? Aşçılar sivilse maaşları nasıldır acaba? Ne bileyim ben. Bu gemide çarşı pazar dahi vardır. Orta Çağ kalelerinden neyi eksik geminin? Korkan kediler, okulun bahçesine atlıyor teker teker. Bir iki tanesi Atatürk büstünün altına sığındı. Okulun duvarına bakıyorlar ürkek ürkek. Sular köpüklendi. Dalgalar küçük gemicikleri yutuverecek. Kütüphanenin kapısı açıldı. Sendikacı öğretmen arkadaş geldi. Eee, demiştim, o zaten buradaydı, ne zaman çıktı da şimdi tekrar girdi kütüphaneye? Ben salak mıyım? 

Şu deyim de neyin nesi: Aslında ben de yeni öğrendim bu deyimin hikâyesini. Bu sendikacı öğretmenin yaşadığı bir olaydan doğmuş bu deyim. Geçen yaz tatilinde bir maceracı yakını motor yatıyla tatile götürmüş bizim sendikacıyı. Hatta Okyanusu mu aşmışlar ne!  Giderken iyiymiş de dönüşleri çok sıkıntılı olmuş bu iki kafadarın. Motor yatın tahliye pompaları bozulmuş. Bir de uzun süren bir fırtınaya yakalanınca bunlar başlamışlar yata dolan suları elle boşaltmaya. Tabii sadece yata dolan su değil ki mesele. Neredeyse üç gün çalışmaktan canları çıkmış. Bizimki ara sıra kestirmiş ama diğeri hiç durmadan çalışmış. Fırtına biraz sakinleşince demiş ki bizimkine, benim biraz uyumam lazım. Sen duruma göre tahliyeye devam et. Neyse adam uyumuş ama o kadar bitkinmiş ki uyurken bile sürekli sayıklamış. Ama nereden baksan yedi-sekiz saattir de uyumaktaymış. Bu arada fırtına yine ağırlaşmış. Gemiciklerini sular basmış yine. Bakmış bizimki dayanamayacak uyandırayım bari şu bizim kaptanı yoksa batacağız, demiş. Uyandır uyandır adam uyanmaz. O kadar yorgun ki. Hafif elle şamarlamış uyuyan kaptanı uyandırmak için. Kaptan gözlerini açmış. Öfkeli öfkeli söylenmeye başlamış:  “Böyle kişileri misafir alıyoruz gemiye sonra her seferinde dayak yiyoruz bunlardan. Bu nedir be!”, demiş. Bizimki de şaşkın, ne dayağı yahu gemi batıyor; uyan yardım et bana, deyince: Adam delirmiş. Gemi batıyor da ben uyuyorum öyle mi? Sabaha kadar benim ne yaptığımı sanıyorsun sen? Ben salak mıyım! Ben salak mıyım! Salak mıyım ben! Gemi batıyor da ben uyuyorum he! Salak mıyım!... Zavallı fakir, uyurken dahi rüyasında gemiyi kurtarmaya devam etmiş meğerse. Hikâyenin gerisini bilmiyorum. Bu hikâyedeki kaptan bana, geçen günü kıyıdaki banketlere teker teker uğrayıp orada oturanlara ” Deli var, deli var deli, deli geldi…” diye söylenen adamı anımsatıyor nedense.

Şimdilik sadece bu okulda kullanılıyor bu deyim ama olsun... Her neyse, başımla selam verip bu arkadaşa tekrar Boğaz’a dönmeden elimdeki kitabı raftaki kitapların yanına fırlattım, durduğum yerden. Ben salak mıyım, dedim muzip bir gülümsemeyle.

Dıııııııııt.

Merakla dışarıyı seyrediyor oluşuma anlam veremeyen sendikacı öğretmen arkadaş, pencereye yanıma geldi. Hayırdır bir durum mu var Boğaz’da, dedi. Yok, dedim; baksana ne büyük gemi geçiyor. Burun kıvırdı. Alışmış tabii. Ee okyanusta ne gemiler görmüştür bu! Ayrıca benden çok daha önce bu okulda göreve başlamış. Benim gibi görmemiş değil ya. Neresi büyük bu geminin, dedi. Bir lokma bir şey… Peh.

-Evet, dedim; bir lokma geçiyor Boğaz’dan.

-Bütün mesele bu değil mi zaten, dedi.

Nedir, dedim.

-Boğaz’dan geçen bir lokma.

Bu sefer “Ben salak mıyım!” deyimi yerine “Sen salak mısın!” diyesim geldi bu deyimci arkadaşa; ama soramadım. Eee, bu sefer de efendilik bizde kalsın, değil mi ya!

Şebnem Pişkin: Yunus Emre'nin Sevgi Mesajına Çok İhtiyacımız Var

Merhaba Şebnem Hanım, çoğu okurumuz sizi yakından tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1978 Sarıkamış doğumluyum. Subay bir babanın iki kızından biriyim. Babamın vazifesi sebebiyle çocukluğum Anadolu'nun farklı şehirlerinde geçti. Bu nedenle çok okul değiştirdim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun iyi bir şey olduğunu görüyorum. Bendeki hiç bir yere ait olmama ve göçebelik duygusunun kökleri sanırım buraya dayanıyor. Üniversitede işletme eğitimi aldım fakat aslında bu bölüm hiç bana uygun bir bölüm değildi. Haliyle bunu çok geçmeden anladım ve mezuniyetimden sonra başladığım iş hayatı beni mutlu etmedi. Yaşamım genel olarak hep manevi bir arayış içinde geçti ve bu da beni bir süre sonra yazmaya sevk etti. İlk kitabımı 2006 senesinde yazdım ve o gün bugündür yazmaya devam ediyorum. 

Şebnem Pişkin, Soylesi

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Üniversiteden mezun olduktan sonra çalıştığım bütün işlerde "buraya ait değilim, yapmam gereken iş bu değil, başka bir şey yapmalıyım" hissi hep hâkimdi. Fakat ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yazarlık benim için duamın kabul edilişi gibi bir şey. Şu anda tam olarak yapmam gereken işi yaptığımı ve olmam gereken yerde olduğumu hissediyorum. Ve bunun için her zaman şükrediyorum. Aslında yazar olmak gibi bir hedefim ya da hayalim hiç olmamıştı. Üniversite dönemimde iyice artan manevi arayışım neticesinde birçok türde kitap okumuştum ve bu kitaplardan kendimce mühim bilgiler edinmiştim. Bu bilgileri paylaşmak gayesiyle “BİR” adlı kitabımı yazdım. Yazarlık maceram böyle başladı diyebilirim. Tek desteğim her zaman ailem oldu. Yazdıklarımı önce onlara okuturum. Bu hiç değişmez.

Son kitabınız “Bir Yunus Emre Hikâyesi Sarı Çiçek”in ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?

Bir süredir insanlardan ve sosyal çevreden bir miktar uzağım. Bir nevi uzlet gibi bir şey. Bu süreç boyunca Yunus'un şiirleri bana yoldaşlık etti. Sanki bir tek Yunus halimi sordu, bir tek Yunus halimden anladı, bir tek Yunus bana derttaş oldu gibi. İşte böyle bir sürecin sonunda bir baktım ki iç sesim Yunus gibi konuşuyor ya da içimde sadece Yunus konuşuyor gibi bir şey. Neticede Yunus konuştu, ben dinledim. Bir taraftan da dinlediklerimi yazıya döktüm. Ortaya “Sarı Çiçek” çıktı. Bu kitap için en uygun türün tiyatro olacağını düşündüm. Öyle ki belki yakın bir zamanda sahnelerde “Sarı Çiçek”i izleyebileceğiz. Çünkü Yunus Emre'nin sevgi mesajına şu sıralar çokça ihtiyacımızın olduğu bir dönemden geçiyoruz. Okullarda öğrenciler sahnelesinler, hem amatör hem de profesyonel tiyatro sanatçıları tarafından “Sarı Çiçek” oynansın isterim. 

Kitabınızı okuma fırsatı buldum. Sarı Çiçek’in Yunus Emre’ye sorduğu soruyu ben de size sormak istiyorum. Sizce aşk nedir?

Keşke bir iki cümleyle açıklanabilecek bir şey olsaydı aşk. Ama değil, en azından bendeniz için değil. Yazar olmanın en hazin yanı kelimelerin duyguları anlatmadaki kifayetsizliğini yakinen biliyor olmak diye düşünüyorum. Hele aşk için hangi kelime ve hangi anlatım yeterli ve yerinde bir tanımlama olur hiç bilmiyorum. Bazen düşünüyorum da belki bugüne dek yazdığım bütün kitaplarda aşkı anlamaya ve anlatmaya çabaladım ama nafile... Galiba en güzel tanımı yine Hz. Mevlânâ yapıyor: Aşk nedir diye soranlara "Ben ol anla!" diyor. Herkes kendi istidadınca aşkı anlayabilir. Aşkı anlamak da anlatmak da biraz nasip, biraz da kabiliyet meselesi galiba. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bu sorunuzun cevabı her yaşta ve her dönemde değişiyor aslında. Çünkü insan her dönemde -çocukluk, gençlik, orta yaş gibi - farklı arayışlar, farklı sorular ve farklı duygular içinde oluyor. Dolayısıyla başucu kitaplarımız da sürekli değişiyor. Geçtiğimiz iki- üç seneye bakarak cevap vereyim. Şu sıralar İmam Gazali'nin kitapları başucu kitabım olarak duruyor. Ayrıca her dönemde okumaktan keyif aldığım yazarlardan biri Necip Fazıl'dır. Onun bütün kitaplarını ve bilhassa tiyatro eserlerini severek okurum. Son bir yıldır divan edebiyatına merak sardım. Eşrefoğlu Rûmî Divanı ve Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ını okumak bana zevk ve neşe veriyor.  

Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

Bu konuda şanslı yazarlardan biri olduğumu düşünüyorum. Okuyucularımdan her zaman olumlu dönüşler alıyorum. Kitaplarımı beğenmelerinden ziyade onların gönüllerine dokunabilmek beni memnun ediyor. Kitaplar vasıtasıyla gönülden gönüle bir bağ kurulduğunu hissediyorum. 

Kitaplarınızda tasavvuf yolu hâkim. Bu yolu nasıl belirlediniz?  

Hani kendimi bildim bileli diye bir deyiş vardır ya, tasavvuf benim için böyle bir şey. Biraz ezeli nasip, biraz fıtrat, çokça gayret ve hepsinden fazla aşk. 

Neyzen Tevfik'in hayatından kesitlere yer verdiğiniz Kırık Ney adlı kitabınız tiyatroya uyarlandı ve yakında seyirciyle buluşacak. Bu konuda son gelişmeler nelerdir?

Evet dediğiniz gibi Kırık Ney tiyatroya uyarlandı ve yakında sahnelenecek. Bu benim yazarlık hayatımda bir dönüm noktası. İlk kez yazdığım bir eseri sahnede izleyecek olmanın heyecanını yaşıyorum. Umarım her şey yolunda gider ve bir dahaki söyleşimizi Kırık Ney tiyatrosu hakkında yaparız. Kırık Ney, 2023 yılının Ekim ayında “Tiyatro Ak'la Kara Bodrum” tarafından sahnelenecek. Hazırlıklarımız ve çalışmalarımız bu yönde devam ediyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu sıralar bir dizi çocuk kitabı hazırlığı içindeyim. Genellikle çocuk kitaplarını beş ya da on kitaplık seriler halinde hazırladığım için biraz uzun soluklu ve yorucu bir çalışma gerektiriyor. Fakat ilhamın nerede, ne zaman geleceği hiç belli değil. Bir anda kendimi yeni bir kitap içinde bulabilirim de... Bunu ben de bilmiyorum. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayat çok kısa ve bir o kadar da kırılgan... Yunusumuzun sözüyle bitirelim isterim: 

"Benim burda kararım yok, ben burdan gitmeye geldim.

Bezirgânım metaım çok, alana satmaya geldim.

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için.

Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim."

Bu Toprağın Müziği

Müziksiz bir hayat düşünülebilir mi? Müziksiz yaşam hatadır der Nietzsche. Müzik kavramı insanlık tarihiyle yaşıttır. İnsanoğlu ürettiği müzik türleriyle saraylara da konuk oldu, şehrin arka sokaklarına da. Kent kültürünü bizlere bin bir emekle üretilen “müzik” yansıttı. Kuşaktan kuşağa aktarılarak bugünlere kadar gelen müzik. Yaşam içinde kutsanmış ve kişileştirilmiş dinamik bir kültür ögesi oldu. Kimi zaman anonim bir türkü oldu, kimi zaman bir şairin dizelerinde şarkı oldu. Anadolu’da ise bir “âşık atışması” ile gönlümüze girdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o güzelim dizeleriyle “Ana sütü gibi candan ve ana sütü gibi temiz” türkülerimizi hep başucumuzda sakladık.  Sözlü kültürümüzün zaman içinde müziğimize yansıttığı birçok eser var. Bunlar Fazıl Say, Hikmet Şimşek ve Rengin Gökmen… gibi ustaların da katkılarıyla klasiklerimiz arasında yer aldı. Müziğin bu topraklardaki serüveni hep konuşuldu, tartışıldı. Ülkemizde müzikte kategorize edildi: Varsıllar “saray” müziği dinler ve onu sever denildi. Anadolu’da çalınıp söylenen halk müziği ise dar gelirlilerin, yoksulların dinlediği müzik olarak tanımlandı. Kentlilik ve şehirleşme süreçleri müzik sınıflandırmalarında etkili oldu. Bu yüzyılda bu değerlendirme doğru mu? Tartışılır…

Aşık Veysel

Bu topraklarda müzik türleri içinde “benzeşmek” zaman zaman “aynılaşmak” bir zenginlik olarak görülmedi. Müzik ile elitist, seçkinci, halktan uzak kavramını açıklamaya çalışıyorlar. Caz dinler, sanat müziğinden hoşlanır, klasik müzik sever…  Müzik tarihçilerinin araştırmasına bırakacağımız çok şey var, diyeyim geçeyim.  Müzik evrensel anlayıştan uzaklaştıkça sığ, marjinal kalıyor. Geniş halk kitlelerinde karşılık bulmuyor. Müziği taş plaktan ya da radyodan dinlemek insanı o kadar dinlendiriyor ki, her şeyi unutuyorsunuz. Renkler ve zevkler tartışılmaz tabi. Taş plağın o çıtır çıtır sesi ile sanat müziğine kulak veriyorum. Ne avamı? Ne zengini? İnsan için yaşamın, aşkın, sevginin, estetiksel anlatımı…

Kimi zaman, akşamın ilerleyen saatlerinde radyo dinlerim. Babadan kalma antika olan. Evimizin demirbaşı. Kulağım müzikte. Bir kitap alıyorum elime. “Bir acı kahvenin 40 yıl hatırı var.” derler. Şimdiler de o da yalan oldu.  Kahvem fincanımda; kitap dostumla konuşuyorum. Bir yandan da kulağım müzikte, radyoda ,“Şimdi sözleri Yaşar Nabi Nayır’a ait olan eserle, mikrofona, Ziya Taşkent geliyor anonsuyla kitap ile olan sohbetime kısa bir ara veriyorum. Kulağımı veriyorum, dinliyorum. Bu güzel eseri dinledikten sonra” İnsan için aşk, sevgi, vefa... Bu kavramlar evrenseldir. Yoksulu, zengini, orta gelirlisi için de böyledir. Müzik bunları “estetik” olarak yansıtan araçtır, hangi türden olursa olsun’’ yorumunu yapıyorum kendi kendime. Ardından radyomuzda “ Şair Orhan Seyfi Orhon’un Veda adlı şiirinden bestelenen şarkı”  sonra “Bir bahar akşamı rastladım size” ile mikrofona Münir Nurettin Selçuk geliyor. Şimdilerde her şeyde ayrıştırma var. Edebiyatımızda, tiyatromuzda, müziğimizde bundan nasibini aldı. Bu yüzyılda güncelliğini kaybetmiş çalışmalarla, eğitim durumuna ya da ekonomik, sosyal konuma göre müzik kategorilerini belirliyorlar. Ülkemizin birçok ilinde, ilçesinde Edebiyat Öğretmenliği yaptım. Fakülte yıllarımdan bilirim. Anadolu’dan gelen birçok arkadaşım öyle yüksek gelir sahibi falan değillerdi. TRT’de pazar günleri Şef Hikmet Şimşek yönetimindeki klasik müzik konserlerini birlikte kaçırmazdık. Şef Şimşek’in yönetimindeki orkestradan Adnan Saygun’un Yunus Emre Orotoryasını dinlemek ayrıcalıktı.  Bunun yanında da Antep’ten getirdikleri “barak” yerel seslerini dinlerdik…

Ülkemizde halk müziği tarihi de özel bir uzmanlık konusu. Muzaffer Sarısözen ile başlayan, sonrasında devam eden, bugünlere kadar gelen “derleme tarihi” var. O günler aklıma geldikçe gözümün önüne bir fotoğraf gelir: Bu siyah beyaz görüntüde; bir faytonda Macar müzikolog, derlemeci Bela Bartok ve Ahmet Adnan Saygun hemen görülür. Omuzlarında makaralı bir teyp vardır. Türküler için Anadolu yollarındadırlar. Ustalardan bizlere miras kalan repertuvarda sayısız sanat müziği eseri vardır. Halk müziği yapıtları ise sözüyle, hikâyesiyle, enstrümanıyla, derleyicisiyle…   

Eğitimle kazandırılması gereken her davranış “seçkinci, elitist” gibi sözcüklerle boğuluyor. Mozart’ın Türk Marşı ya da Ravel’in bolerosu, Vivaldi’nin Dört Mevsimi üzerine dinleyicinin beğenisi bu tür müzikle erken tanışmamasıyla ilgili bir olgu. 

"Bayburt Bayburt olalı böyle ceza görmedi’’ diye bir klasik müzik hikâyesi uydurursan, günümüze taşırsan bir müziği kuşaklar tanımadan yok edersin. Radyoda tasavvuf müziği var, kulağıma o kadar hoş geliyor ki “Bu nedir?” Baktım sözler Pir Sultan’ın “Güzel Âşık”.  Usta malıysa ürün her zaman alıcı buluyor. Halk müziği tarihi bu toprakların tarihidir. Nasıl unutulur? Atatürk’ün 1924 yılından itibaren başlayarak Anadolu’ya halk müziği derlemeleri için heyetler gönderdiği ve bu heyetlerde kimlerin olduğu isim isim bellidir, TRT kayıtlarında bulunmaktadır. 1936 yılında Macar besteci Bela Bartok’u halk müziği derlemeleri için Türkiye’ye davet ettiğini, Adnan Saygun’un, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken, Muzaffer Sarısözen gibi müzik adamlarının yıllarca Anadolu’yu karış karış gezdiğini… Hepsinden önce Yaşar Kemal’i okusalar anlarlar,’’ Yaşar Kemal’in gür sesinden “Mezarımı derinde kazın.” Ya da İnce Memed Ağıtını dinleseler Zülfü Livaneli’den… İşte okul olan TRT orada.  Cumhuriyet’in ilk kuruluş döneminde “Âşık Veysel’i Ankara’ya sokmadılar.” Tartışması yıllardır yapılır. Bu dönem üzerinden halk müziği eleştirisi de yapılır. Âşık Veysel’e bu dönem içinde haksızlıklar yapılmadı diyemeyiz. Ahmet Kutsi Tecer anılarında : "Yaşar Kemal’i aradım, bakan ile görüş Âşık Veysel dağlardan aşağı indiğinde sazını kırıyorlar. Jandarma sazına el koyuyor… 

Bu topraklarda iyi ile kötünün mücadelesi hiç bitmedi. Takvimlerimizin yaprakları bu karanlık hikâyelerle doludur. Bırakın insanlar neyi dinlerse dinlesin. Aşkı, sevgiyi, dostluğu, barışı; türkülerden, şarkılardan, konçertolardan, aryalardan dinlesin. Bunu elitist, avam gibi içi boş yaldızlı sözcüklerle boğmayın, küçültmeyin, değersizleştirmeyin. Müzik her insanın gıdasıdır, unutmayın.

Sesini Arayan Irmak Kitabı Hakkında

Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutladığımız şu günlerde Türk Şiirinin durumunu bir Kurtuluş Savaşı gazimizin anısından esinlenerek anlatmak isterim. Bu Gazi dedemizin anlattığına göre Büyük Taarruzda 28 Ağustos sabahı 4.30’da bizim topçularımız ateşe başlamış. Bir süre sonra hücum emri verilmiş. Bu Gazi dedemizin alayı tel örgüleri kesip dalmış düşman mevzilerine. O kadar ileri gitmişler ki henüz çevrelerindeki birliklerin pozisyonu bozulmamış olduğunu fark edememişler. Bunlar çok ileri gittiklerini fark ettiklerinde düşman ateşi altında kalmışlar. Gazi dedemiz vurulmuş ki yaralı halde mecburen düşman şarapneli altında geri çekilmek durumunda kalmışlar.  İşte Türk şiirinin günümüzdeki durumu buna benziyor biraz. Yoğun ateş altında ve yaralı. Çünkü öykü, roman gibi diğer türlerin saf düzeni değişmeden şiirimiz çok ileri gitti. Çok fazla zorlandı şiirimiz. Bilhassa II. Yeni şiiri, dilin imkânlarını çok zorladı. Klasik anlamda ahenk unsuru olarak ne varsa şiir için hepsi deforme edildi. Şimdi de toparlanamıyor maalesef.

Sesini Arayan Irmak, Hüseyin Avni Cengiz

İşte Hüseyin Avni Cengiz’in Sesini Arayan Irmak adlı toplu şiirleri, Gazi dedemiz gibi daha geride yeniden saf tutmak için yoğun şarapnel altında geri çekilmeyi temsil ediyor gibi geldi bana. Postmodern, modernist bir şiirden modern ve hatta klasik şiire doğru bir geri çekilme hissi yarattı bende bu şiirler.  Destan geleneğimiz elbet mevcuttu. Fakat büyük şiiri asıl İranlılardan öğrendik galiba. Sonra şiir bizi medeniyet âleminde inşa eden yegâne tür olmuştu.  Sonra Tanzimat, Servetifünun, Fecriati şiiriyle Batı şiiri bilhassa Fransız şiiri tecrübe edildi.  Milli Edebiyat ve Cumhuriyet döneminde arayışlarımız halk şiirimize doğru devam etti. Ne olduysa galiba I. Yeni dediğimiz Garip’ten sonra oldu.

Garip şiirleri, şok yaratmıştı. Kimine göre büyük şiir kimine göre şiir değildi bu yazılanlar. Ama yine de Orhan Veli’nin yazdıklarının şiir olduğunu zaman gösterdi bize. Fakat Orhan Veli’nin Asfalt Üzerine Şiirler’inden sonra sürekli sarsıntı geçirdi Türk şiiri. Yine de 80’lere kadar şiir ciddiye alınan bir tür olarak kaldı. Şüphesiz 80’den sonra da şiir devam ediyor. İyi şairler var. Fakat çok üzücü ki günümüzde şiir okunmuyor. Belki de okunamıyor. Bunun birçok nedeni olabilir ama öykü ve romana göre şiirin düştüğü durum ortada. Geçen günü öykü yazarlarıyla yapılan bir mülakatta duymuştum. En ünlü şairlerin kitapları dahi en fazla 400 adet falan satıyormuş. Bu bir facia. Hüseyin Avni Cengiz de işte bu durumun bilinciyle toparlamış sanki şiirlerini bu kitabında. Arayışın şiirleri. Gelenekle modernin hem bir gerilimi hem de uyuşması var sanki Cengiz’in şiirlerinde. Ayrıca kitap edebiyatımıza önemli bir katkı sağlayabilecek derin ve etkileyici bir şiir koleksiyonu sunuyor.  Şair,  kişisel deneyimleri, gözlemleri ve içsel sorgulamalarıyla insanın varoluşsal meselelerini ustalıkla işlemiş. Şiirler, güçlü görsel ve sembolik imgelerle dolu. Derin duygusal katmanlara sahip. Kitabın kapağında da kitabı baskıya hazırlayan editör tarafından kısaca şu bilgiler verilmiş kitap hakkında:  “Beş bölümden oluşan eserle aynı ismi taşıyan ilk bölümde şekil, içerik ve tema olarak arayışın şiirleri var. Bu bölümde yirmi bir şiir yer alıyor. Yol isimli ikinci bölümde tasavvufi bir yolculuğa çıkarıyor bizi şair. Bu bölümde de on dört şiir yer alıyor. Kâse isimli üçüncü bölümde hece ölçüsüyle yazılmış daha çok gençlik şiirleri niteliğinde kırk sekiz şiir yer alıyor. Divan isimli dördüncü bölümde ise aruz ölçüsüyle yazılmış modern şiirler var. Her kitabın Eskizler bölümü mevcut. 

Şair cesur davranmış ve şiir eskizlerini de kitabına koymuş. Ama bu şiirler eskiz olma özelliğini aşmış gibi duruyor. Tabletler isimli son bölümde ise bir önsöz ve konulu otuz iki metin yer alıyor. Bunlara nesir şiir demek daha doğru. Belki küçürek öykü…. 

Şüphesiz çok genel hatlarıyla verilmiş bilgiler bunlar kitap hakkında. Belki birkaç şiiri tahlil etmek daha mantıklı fakat bunu başka yazılarla yapmak daha doğru gibi. Çünkü hem her şiirin bir farklı hikâyesi var hem de şiirlerin çok ortak yönü. Ama bir örnek verecek olursam kitap HÜSEYNİN adında bir şiirle başlıyor.

“HÜSEYNİN

bir boncukta gördüm annemi

tutunmuş kuş tüyü mavisine

düşünmede saçlarında güz

henüz yeni yeni ölmüş ablam

annem sonsuz açtı ellerini

bir boncukta gördüm annemi

ateşten gömlek düştüm dizine

şefkat denizine batırıp beni

dağladı yüreğini için için

yine sonsuz açtı da ellerini

sessizce ağladı benim için…”

Şiirde, anne dâhil her kavram bir mecaz ve bu mecazlar çok zengin imgelere dönüşüyor. Boncuk, anne, dua, saçlara konuşlanan güz, ölüm, abla, ateşten gömlek, şefkat denizi, ateşten gömleğin şefkat denizine düşmesi, ağlayan anne…

İnsan kaybettikleri ile galiba şiirle başa çıkabilir.  Düşünsenize sürekli elinde tespihle hatırlanan bir anne bir boncuk metaforundan başka neyle anlatılabilir? Kuş tüyü mavisine tutunan anne kimdir. İnsanın hayatta sevdikleri, çok sevdikleri herhalde en iyi anne motifiyle anlatılabilirdi. Hayatın kırılganlığı, naifliği, geçiciliği ve güzelliği de annenin kuş tüyü mavisine tutunmasıyla anlatılabilir.  Anne neyi simgeleyebilir bu şiirde. “Anne toprak” imgesi mesela çok kullanılmıştır.  Anne yaratıcıdır. Anne şefkat denizidir. Ve oğul ateşten gömlek olarak o şefkat denizine düşer.  Şeyh Galip’in ‘mumdan gemilerin ateş denizine düşmesi‘ imgesinin tersten okunuşu gibi.  Şiirde anne kaygılıdır oğlu için ama şefkat denizine batırıp oğlundaki yangını veyahut bizzat yangının kendisi olan oğlunu söndürür. Bu öyle büyük bir yangındır ki onu söndürürken bir deniz kendini dağlar(yakar) adeta.

Bir de bu şiir neden Hüseynin’dir. Neden Şairin adı olan Hüseyin değil de Arapça telaffuzu olan Hüseynin’dir? Galiba bu şiiri, kitaptaki başka bir şiirle beraber anlamlandırmak lazım.

“akşam, suçlu bulundu ve bir şamıgariban

kahrına hüküm giydi başıboş bir bahira

gibi çöle salınıp orada unutuldu”

KARAR şiirinde geçen bu dizelerde, “şamıgariban” kelimesi geçiyor. Nedir bu kelime? Hz.  Hüseyin’in şehit olduğu akşama ‘akşamın garipliği’ anlamında ‘şamıgariban’ demişlerdir. Ve bu şekilde şiirlerde kullanılmıştır bu kavram. Hz. Hüseyin de zulme başkaldırıyı; mücadeleyi kaybede kaybede kazanmayı, öle öle dirilmeyi simgelemiyor mu?  Acaba şair şiirine HÜSYNİN adını vererek buraya mı gönderme yapmaktadır?

Kitap hakkında söylenecek çok şey var. Fakat ben kitabın Divan ve Tabletler bölümünün dikkat çekecek ölçüde hem klasiklik hem de yenilik içerdiğini söylemeliyim. Hem şekil hem içerik olarak bu böyle. Hem aşırı bireyci hem aşırı toplumsal temalar şaşırtıcı ustalıkla harmanlanmış şiirlerde.  Her şiirde çok çarpıcı imgeler var. Burada saymaya gücüm yetmez. Ama birkaç örnek verecek olursam: PAZAR AKŞAMI şiirinde geçen “mevsimler yıkılır/ kovanlar kurulur/çiçekler talan edilir” dizeleri çok dikkatimi çekti. Pazar akşamları kurulan kovanlarla talan edilen çiçekler ya da “kirli izlemiyle karışan yüce ülküler/bitimsiz yollara dönüşen serap erimler” ne olabilir? Ya da “şafağın örsüne yemin etmiş demircidir zirâ babam” dizeleri… Acaba çok siyasi ya da politik bir mesajı mı bize çarpıyor şair?

Kitabın dikkat çeken yönlerinden biri de zamanda da bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Örneğin GÜLBANK şiirinde “..sonra ben ey Hüseyin/ öl öl beni bana ulaş” diyecek kadar içsel bir yolculuğa çağıran şair sonra baştan sonra imgelerle dolu olan 3. SONE’de başka bir aşk anlayışına değiniyor. Ve bu aşk anlayışı hangi tarihsel dönemin aşk anlayışını yansıtır? “ah cici kız hayalin tutuşuyor camlarda /ürpertisiyle şehrin gözlerime bakıyor /sensiz senle perişan bu tuhaf akşamlarda/ ellerin ellerimden fosfor gibi akıyor” Günümüzde artık böyle bir platoniklik mevcut mudur? Kitabı rast gele açıp okuduğum birkaç şiirden örnek verdim. Kitabı bütünüyle incelemek maalesef beni aşıyor. Her şiir ayrı ayrı incelenmeli bence. Sonuç olarak, Hüseyin Avni Cengiz'in dil becerisi, kelimeleri ustalıkla bağdaştırabilme yeteneği ona Türk şiirinde tartışmasız bir yer açıyor. Her dize, düşünceyi, duyguyu ve hayali güçlü bir şekilde ifade ediyor ve okuyucuya görsel ve duygusal bir şölen sunuyor. Mutlaka okunası şiirler diyebilirim kısaca.

Habil Yaşar Yazdı: Sms

Kitabevimden Nizami Gencevi'nin Sırların Hazinesi kitabını almış merdivenlerden inerken, telefonuma bir ‘SMS’ geldi. Numara Azerbaycan'a ait değildi. Önce önemsemedim. Dışarıya çıkınca Google'da ‘+ 19825467123659871’ kodunun hangi ülkeye ait olduğunu bulmaya çalıştım. Korkunç derecede sarsıcı ve garip olan şey, kodun herhangi bir ülkeye veya herhangi bir telefon şirketine ait olmamasıydı. Bir an kendimi fantastik bir filmin içinde gibi hissettim. Sonra mesajı okumaya başladım ve başka bir tuhaflığa tanık oldum:

Habil Yaşar, Sms

Sevgili Ayhan Bey,  23 Kasım saat 23'de sizleri Nizami Sokak 83 numaradaki Koloritkafe restoranına davet ediyorum. Hürmetlerimle. Nizami Gencevi

Caddede yürüyen insanları engellediğimin farkında olmadan birkaç saniye dondum, olduğum yerde çakılı kaldım. Karşıdan kendinden beklenilmeyecek biçimde çevik adımlarla yaklaşan biri ihtiyar, “Lütfen kenara çekilir misiniz?” dedi sertçe. Bu uyarıyla uyandım, kendime geldim. SMS'i taradım ve kanıt olarak telefonumun belleğine kaydettim.  Oğluma Sırların Hazinesi kitabını verdikten sonra Koloritkafe restoranına gitmek için ayrıldım. Bu gizemli ‘SMS’in düşüncelerimi darmadağın ettiğini, elim ayağımın titrediğini fark edince arabamla değil, taksiyle gitmeye karar verdim. Öyle değişmiştim ki evde ne kadar dikkatli davransam da ‘Sana ne oldu?’ demelerini engelleyemedim. Eşime, yolda olmuş daha doğrusu olmamış bir trafik kazası gördüğüm yalanını söyledim.

Takside yol boyunca, bu mesajın anlamını ve kimin, hangi amaçla yazmış olabileceğini düşündüm, telefonu anlamsızca kurcaladım. Arkadaşlarımın şakasıydı bu belli. Ancak bu esrarengiz bilinmeyen numara beni korkutuyordu. Birçok seçeneğim olmasına rağmen hiçbiri beni ikna etmedi. Herhangi bir mantıksal akıl yürütemiyordum; işte, gizemli bir SMS karşısında zayıf düşmüştüm. Sadece akrabalarıma değil, en yakın sırdaşıma bile bu konuyu bildirmedim. Ne yapabilirlerdi ki? Onlar da en az benim kadar şaşıracaklardı o kadar. Ama bana karşı bir suikast filan mı düzenleniyordu ne? Aklım gidip geliyordu. Hele suikast filansa arkadaşlarımın dostlarımın akrabalarımın başını belaya sokmamalıydım. Ama kim bana suikast düzenler ki? Neden düzenlesin?

Dayanamadım, saat 19:30'da Koloritkafe restoranına yaklaştım. Kapısında gezinerek Nizami Gencevi'yi beklemeye başladım. Daha erkendi ve geçen her saniye bana bir yıl gibi geliyordu. Çok heyecanlıydım. Bu nasıl olabilirdi? Öleli neredeyse bin sene olmuş Nizami Gencevi nasıl yeniden ortaya çıkabilir ve varlığını sadece ruhsal olarak değil aynı zamanda fiziksel olarak da üstelik böyle teknolojiyle filan gösterebilirdi? Saat kulesi 19.59:59'u vurduğunda gittikçe seyrekleşen kalabalık arasından bir adam belirdi, yanıma yaklaştı ve derinlerden gelen yumuşak bir sesle, "Merhaba Ayhan bey" dedi.    

Çatlak bir sesle, “Merhaba” diyebildim.

Ne resimlerdeki Nizami, ne de hayalimdeki Nizami’ydi. Gerçek hayattaki kadar parlak, güzel, yakışıklı ve büyüktü. Dünyada hiçbir lider, hiçbir ünlü Hollywood aktörü bile yakışıklılık konusunda onunla rekabet edemezdi. Onu hep bin yıl önceki giysilerle düşünmüştüm ama evet modern giysiler içinde çok çekiciydi, mükemmeldi. Restorana girdikten sonra beni masalardan birine oturmaya davet etti ve buluşma teklifini kabul ettiğim için teşekkür etti. Ne yemek istediğimi sorduktan sonra garsona nazikçe siparişleri verdi. Şaşkınlığımı ne kadar saklamaya çalışsam da o her şeyi duyumsuyordu. Son derece yumuşak bir dille:

“Bu kadar heyecanlanmana gerek yok Ayhan Bey…”

Biraz durdu:

“Teessüfünüzü de normal karşılıyorum. Ama evet, ben Nizami Gencevi'yim!”

O an ne kadar uykudaymış gibi sersemlemişsem de kekeleyerek de olsa, “XII. yüzyılda yaşamış ve sadece Azerbaycan'da değil tüm dünyada tanınan Şeyh Nizami Gencevi mi” diye sorabildim.

“Evet öyle. Ben oyum.” Göğsünden ayağına doğru elini indirerek, “Baştan ayağa ve tüm ruhumla ben Nizami Gencevi'yim!” dedi.

İtirafı beni biraz rahatlattı, kekemeliğim de düzelmeye başladı:

“Bu nasıl olabilir? Nasıl bu dünyaya döndünüz ve yeniden ortaya çıktınız?”

Tamamen soğukkanlı bir sesle:

“Şairlerin ölümsüz olduğunu bilmiyor musun? Onlar her iki dünyada da sağ ve selamettedirler. Diğer insanlar onları görme ve hissetme yeteneğine sahip değildir.”

Bense duygusal bir sesle, "Elbette, elbette şairler ölümsüzdür…" dedim ve merak ettiğim soruyu sordum: “Nasıl oldu da bana yeryüzünde hiçbir devlete veya tüzel kişiye ait olmayan numara ve kodlu bir mesaj gönderebildiniz?” dedim.

O aynı soğukkanlı sesiyle:

“Allah, şairlerin hayal güçlerinin tüm derinliklerini kullanmalarını sağlamakla kalmamış, onlara hayallerini gerçekleştirme yeteneği de vermiştir. Ve ben Tanrı'nın sonsuz lütfunu kullanarak sizinle bağlantı kurmaya çalıştım…” dedi.

Gencevi, bundan sonra soracağım sorunun da bir kısmını yanıtlamıştı. Beni en çok şaşırtan şeyi öğrenmek için:

“Azerbaycan'da neredeyse 10 milyon, dünyada 8 milyar insan varken neden beni seçtiniz? Bu onuru elde etmek için sıradan bir insan değil miyim? Sizin tarafınızdan değil seçilmeyi, konuşmayı rüyalarımda bile hayal edemezdim.” dedim.

Kısa bir sessizlikten sonra birden sesi değişti. Saygıyla sadece üç sözcük söyledi: "Siz buna layıksınız!" 

Bu sözleri duyduğumda hissettiklerimi inanın şimdi yazamam. Tek söyleyebileceğim, sanki kanım donmuştu. Tuhaftır ki ruhumun derin katmanlarında bile yazma aşkım hiç olmadığı kadar alevlenmişti. Ellerim titriyordu. Çılgınca atan kalbimin sesini duyulabileceğini düşündüm.

Ama o birden, "Gitme zamanım geldi" dedi.

Ayağa kalkmadan önce:

“Oğlum ben bu dünyada 880 yaşındayım. Gün o gün olsun ki senin de 880. doğum günün kutlansın. Buna samimiyetle inanıyorum. Başka bir âlemde tekrar buluşmak ümidiyle Allah'a emanet olun Ayhan Bey...” dedi.

Gittikten birkaç saniye sonra, olduğum yerde donup kaldım ve geniş camdan dışarı baktım. Normal bir insan gibi yürüyordu ancak yolun sonuna yakın karanlık bir yerde birden buharlaştı ve gözden kayboldu.

Parmaklarımın arasında çevirip durduğum telefonumun düğmesine basıp ışıklı ekranına baktım. Şaşırtıcı bir şekilde esrarengiz numaralı SMS ve kaydettiğim ekran görüntüsü de silinmişti.

*

Nizami'nin âlicenaplığı, ululuğu karşısında şaşkınlığımı gizleyememiş, gözyaşlarımı tutamayarak ağlamaya başlamıştım.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447