Fırat Kasap: Yoksul Yazarlar

Ünlü bir şiir dizesi, “Coğrafya kaderdir.” der. Bizim ülkemizin kaderi de yoksulluktur. Her kesimden insanın bir yoksulluk hikâyesi bulunur. Bu yazıda yazarlarımızın, şairlerimizin yoksulluk hikâyelerini hatırlayacağız. Edebiyatımızın sözlü kültürde başlamasıyla birlikte ozanlar, âşıklar yoksulluklarını dile getirmeye başlamışlar. Bu hikâyelere Divan Edebiyatı’ndan başlayabiliriz.

Fırat Kasap, Yoksul Yazarlar

Divan Edebiyatı için yüksek zümre edebiyatı olduğu iddiası çok yaygındır. Osmanlı Devleti’nde padişahların divanında yani huzurunda söylenen şiirlerden oluştuğu iddia edilir. Fakat bu görüşün birçok istisnası mevcuttur. Bu istisnaların en tanınmışlarından biri Fuzuli’dir. Fuzuli Irak’ta yaşamış ve ölmüş bir şairdir. Ömrü yoksulluk içinde geçti. Padişahın Nişancıbaşısı’na yazdığı ünlü mektubu Şikâyetname, İstanbul’da tanınmasını sağladı. Mektuptan anladığımıza göre Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı fethettiğinde şiirlerini duymuş ve çok beğenmiş ve 9 kuruş maaş bağlanmasını buyurmuş. Fuzuli bu haberi duymuş fakat maaştan haber gelmemiş. Bir süre bekledikten sonra Bağdat’a gitmiş ve maaşların ödendiği vakıftan alacağını istemiş. Hâlbuki rüşvet veren bir kişiye Fuzuli’nin maaşı aktarılmış. Mektup şöyle başlıyor: “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar.”    

Fuzuli ne söylerse söylesin işe yaramamış. Nereye şikâyet edeceğini söylerse söylesin fayda etmemiş. Mektup şöyle bitiyor: “Gördüm ki sualime sualden gayrı nesne vermezler, kapıyı çarpıp çıktım.”

Fuzuli kısa ömrünü yoksulluk içinde geçirmiş, genç denebilecek bir yaşta, veba salgınında ölmüş. Bize güzel şiirlerini okumak düşüyor. Mekânı cennet olsun. Halk şiiri, halktan insanların şiiridir. Osmanlı Devleti döneminde nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Kentlerdeki çok az işçi de köylü de okuma yazma bilmiyordu. Okuma yazma bilmeyen şairlere Ümmi adı verilir. Yunus Emre gibi hem tekke eğitimi hem medrese eğitimi gören şairler azınlıktadır. Halk şiirinde yoksulluk içinde yaşayan âşıkların en tanınmışlarından biri Karacaoğlan’dır. Karacaoğlan’ın şiirlerinden ve onunla ilgili anlatılanlardan değişik hikâyeler ortaya çıkmaktadır. Rivayet diyebileceğimiz hikâyelere göre Karacaoğlan’ın babası askere gitmiş ve dönmemiş. Köyün ağası Karacaoğlan’ı büyütmüş. Âşık büyüyünce bir rivayete göre ağa bunu kızıyla evlendirmek istemiş. Âşık kabul etmemiş. Bir rivayete göre ise askere almaya kalkmışlar, kabul etmemiş. Sebep ne olursa olsun âşık sazını alıp köyden ayrılmış ve bir daha dönmemiş. Diyar diyar dolaşıp kısmetindeki kızı aramış. Bir türlü o kızı bulamamış. Gittiği her köyde, gördüğü güzellere şiirler söylemiş. Bir süre orada karnını doyurduktan sonra sıkılıp o köyden ayrılmış, başka köye gitmiş. Ömrü köy köy dolaşarak yoksulluk içinde geçmiş. Yaşlılığında bir kız, emmi deyince üzüntüsünü belirtmiş: “Bir kız bana emmi, dedi neyleyim.”

Halk şiirinde adını anamayacağımız kadar çok âşık, yoksul bir hayat sürmüşler.  Âşık Ömer, Kayıkçı Kul Mustafa, Dertli, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu… Hangisinin hikâyesine bakarsak bakalım içinden yoksulluk çıkar. Yoksulluk kavramı kişinin bireysel yaşamının, tercihlerinin bir sonucu olduğu gibi aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Toplumun gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.

Tanzimat Dönemi’nde yazı kültürümüz Batı Edebiyatı’nın etkisiyle gelişmeye başladı. Bu dönem yazarlarımız, şairlerimiz devletin çöküş döneminde de olsalar halk şairlerinden daha rahat koşullarda yaşadılar. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınlar çok zengin olmamakla birlikte belli bir gelir düzeyini tutturdular. Ahmet Haşim Düyun-u Umûmiye’de memurdu. Tevfik Fikret Galatasaray Lisesi’nin Edebiyat Öğretmeni idi. Yahya Kemal Beyatlı büyükelçiydi milletvekili oldu.

Yoksul kaldılar diyemeyiz. Bu kuşağın maddi bakımdan en şanssız kişisi Türkçülük akımının kurucularından Ömer Seyfettin’dir diyebiliriz. Öldüğünde cenazesini kimse sahiplenmeyince Tıp öğrencileri cesedi üzerinde anatomi dersi yaptılar. Fotoğrafı gazetede çıkınca kimsesizler mezarlığına gömülmekten kurtuldu. Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün sanatçılara verdiği değeri biliyoruz. Devletin sanat politikası sayesinde yazarlar, şairler maddi imkânlara kavuştular. Sanat eğitiminin gelişmesiyle birlikte Halk Evleri’nde, Köy Enstitüleri’nde şairlere, âşıklara değer verildi. Sanatlarını değişik mekânlarda icra ederek göreceli olarak rahata kavuştular. Âşık Veysel, Ruhi Su gibi müzik insanları Köy Enstitüleri’nde dersler verdiler. Bu dönemde yine yoksulluk çeken şairlere yazarlara rastlıyoruz. Genç yaşında vefat eden Orhan Veli Kanık yoksulluğunu şöyle dile getiriyor:

Bugün kılıksızım fakat

Borçlarımı ödedikten sonra ihtimal bir kat da

Yeni esvabım olacak

Bununla beraber sen yine beni sevmeyeceksin

Ünlü şairimiz Necip Fazıl Kısakürek, “Kaldırımlar, kimsesizlerin annesi” diyor. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e yazdığı mektuplarda yoksulluğunu dile getirmiş. Başbakan ise ona örtülü ödenekten para göndermiş. Yassıada Mahkemeleri’nde verilen paraların hesabı sorulmuş.

 Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden Nazım Hikmet, hayata paşa torunu olarak başlamış. Yaşı ilerleyince ideolojik tercihlerinden dolayı birçok kez hapse atılmış. Hapiste yoksulluk içinde yaşamıştır. Şiirinde romantizmi eleştiriyor ve diyor ki: “Ne halt edek, dostların karnı açtı, kıydık menekşe parasına.” Bursa Cezaevi’nde dokuma tezgâhı işine girer ve İstanbul’daki karısı Piraye’ye para gönderir.

Nazım Hikmet’in cezaevinde sanat eğitimi verdiği Orhan Kemal de yoksullukla mücadele etmiş bir yazardır. Babası ilk dönem milletvekillerimizden Abdulkadir Kemali’dir. Milletvekilliğinden emekli olduktan sonra asıl memleketi Libya’ya yerleşmiş. Giderken oğlundan Türkiye’deki mallarına sahip çıkmasını istemiş. Genç yaştaki Orhan Kemal mallara sahip çıkamamış ve yoksul kalmış. Pamuk tarlalarında ırgatlık, fabrikalarda işçilik, amelelik, ne iş varsa yapmış. Bu işlerde gözlemlediği kent yoksullarını, köy yoksullarını, hikâyelerinde, romanlarında birer kahraman hâline getirmiş. Yazdıklarını işçilere okuduğunda az bile yazmışsın demişler. Bir dönem evlilik zamanı gelmiş fakat Orhan Kemal’de para yok. Akrabalarını bir araya toplamış, “Ya benim düğünümü yaparsınız ya da intihar ederim!” demiş. Akrabaları toplanıp düğününü yapmışlar. Baba Evi, Bereketli Topraklar Üzerinde, Hanımın Çiftliği, Cemile ve diğer eserleri edebiyatımızın baş tacı olan eserlerdir. Yazarımızı hiçbir zaman unutmayalım, unutturmayalım.

Yoksulluktan gelen bir başka yazarımız Yaşar Kemal’dir. Çocukluğunda ailesi kan davasından kaçıp Adana’ya gelmişler. Düşmanları onları Adana’da bulmuş. Yaşar Kemal’in babasını gözünün önünde öldürmüşler. Korkudan dili tutulmuş. Bir yıl konuşamamış. Daha sonra evin geçimi üstüne kaldığında değişik işlere girip çıkmış. Cumhuriyet Gazetesi’nde röportaj yazarı olduktan sonra maddi rahata kavuşmaya başlamış. Eşkıya İnce Memed’i anlattığı romanı Tahsin Yücel tarafından Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterildi. Anadolu’nun her yöresindeki yoksulların( Ağrı’dan Ege’ye kadar) hikâyelerini eserlerinde işledi. Her zaman yazdıklarıyla, söyledikleriyle kent yoksullarının, köy yoksullarının çıkarlarını savundu. İnce Memed, Ağrı Dağı Efsanesi, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yer Demir Gök Bakır, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana ve daha birçok kitabı raflarda okunmayı bekliyor.

Yoksulluk deyince akla gelen bir halk şairimiz de Neşet Ertaş’tır. Ünlü âşık Muharrem Ertaş’ın oğludur. Küçük yaşta kardeşleriyle birlikte öksüz kalmış, üvey ana elinde büyümüş. Babasıyla birlikte köy köy dolaşmış; babası saz çalmış o da köçeklik etmiş. Babasını usta bilip ondan saz çalıp türkü söylemeyi öğrenmiş. Düğünlerde saz çalmış, geçimini sağlamış. Almanya’ya gidene kadar Türkiye’de yoksul günler geçirmiş. Hastalandıktan sonra tedavi için Almanya’ya gidip işçi olarak yerleşmiş. Bayram Bilge Tokel’in yanına gidip davet etmesi üzerine Türkiye’ye dönmüş. Âşık yoksulluğu şöyle dile getiriyor:

Zengin isen ya bey derler ya paşa

Fakir isen ya Abdal derler ya Çingen hâşâ…

Yakın dönem edebiyatımıza damga vurmuş iki şairimizin, Ece Ayhan ve Enver Gökçe’nin huzurevinde öldüklerini çok az kişi bilir. Dileğimiz hiçbir şairimizin, yazarımızın huzurevinde ölmemesidir. Rahat bir hayat sürmeleridir. Sanatçısına sahip çıkmayan bir toplum çağdaş toplumlar arasında yerini alamaz. Toplum olarak, devlet olarak sanatçımıza sahip çıkmak zorundayız. Onlar bize ayna tutan, bizi bize tanıtan insanlardır. Onlara sanatlarını rahatça icra edebilecekleri maddi imkânlar sunalım. Onları açlıkla sınamayalım. Onları gözbebeğimiz gibi koruyalım. Farklı görüşlerine saygı duyalım.

Yazımı Enver Gökçe’nin şu şiiriyle bitiriyorum:

“Telden demirden geçsen, mahpusu delsen ne fayda…”

Gelişmiş Toplumlarda Edebiyat ve Sanat Etkisi

Gelişmiş toplumlar, birçok açıdan ileri düzeyde olan toplumlardır. Bu toplumlar, sadece ekonomik gelişmeyle değil aynı zamanda kültürel ve entelektüel alanlarda da ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu süreçte, edebiyat ve sanatın etkisi oldukça büyük bir rol oynamaktadır. Edebiyat ve sanat, bir toplumun ruhunu ve kültürel kimliğini şekillendirir. Edebiyat, insanların düşüncelerini ifade etme ve duygusal deneyimlerini paylaşma aracıdır. Sanat ise estetik deneyimi yaşatan ve insanların duygusal ve zihinsel dünyalarını genişleten bir yoldur. Bu nedenle, gelişmiş toplumlar, bu ifade ve deneyim araçlarının gücünü anlamışlardır. Edebiyatın etkisi, birçok farklı şekilde ortaya çıkar. İlk olarak, edebiyat, insanların düşünce dünyalarını zenginleştirir ve perspektiflerini genişletir. İnsanlar, farklı hikâyeler ve karakterler aracılığıyla başka yaşamlara ve deneyimlere tanıklık eder. Bu sayede, empati kurma yetenekleri artar ve daha hoşgörülü bir toplum oluşur.

Mehmet Sayan: Gelişmiş Toplumlarda Edebiyat ve Sanat Etkisi

İkinci olarak, edebiyat, dilin gücünü kullanarak toplumu değiştirebilir. Romancılar, şairler ve oyun yazarları, toplumsal konuları ele alarak adaleti, eşitliği ve insan haklarını tartışır. Bu tür eserler, insanları düşünmeye ve eyleme geçmeye teşvik eder. Örneğin, George Orwell'in "1984" adlı romanı, totaliterizme karşı bir uyarı niteliği taşır ve insanların düşünce özgürlüğünün savunmasına ilham verir. Sanatın etkisi de edebiyatla benzerdir. Sanat, güzellik ve estetik deneyim üzerinden topluma etkide bulunur. Resim, heykel, müzik, dans ve tiyatro gibi farklı sanat formları, insanların duyusal deneyimlerini zenginleştirir ve yaratıcılıklarını teşvik eder. Bu etkileşim, insanların duygusal ve zihinsel sağlığını olumlu yönde etkilerken, toplumlar arasında da bir köprü görevi görür.    

Sanatın etkisi aynı zamanda, bir toplumun kültürel mirası ve değerlerinin korunmasıyla da ilgilidir. Sanat, geçmişin izlerini taşır ve gelecek nesillere aktarır. Gelişmiş toplumlar, bu kültürel mirası korumak ve desteklemek için müzeler, galeriler, tiyatrolar ve kütüphaneler gibi kültürel kurumlar oluştururlar.

Edebiyat ve sanat, gelişmiş toplumun ekonomisine de olumlu katkıda bulunur. Kültür turizmi, birçok ülke için önemli bir gelir kaynağı olabilir. Turistler, bir ülkenin edebiyat ve sanatını deneyimlemek için seyahat ederler ve bu da yerel ekonomiye katkı sağlar. Örneğin, Paris'teki Louvre Müzesi, yıllık milyonlarca turisti çekerek Fransız ekonomisine büyük bir katkıda bulunmaktadır.

Gelişmiş toplumlar, edebiyat ve sanatın etkisiyle daha zengin ve daha entelektüel bir toplum oluştururlar. Edebiyat ve sanat, insanların hayal gücünü ve yaratıcılığını beslerken, aynı zamanda eleştirel düşünme becerilerini ve estetik algılarını geliştirir. Edebiyat ve sanatın topluma sağladığı değerlerden biri, kişisel gelişimdir. İnsanlar, edebi eserlerin sayesinde entelektüel kapasitelerini artırır, duygusal zeka ve empati becerilerini geliştirirler. Bunun sonucunda, daha sorumlu, bilinçli ve daha iyi bir insan olurlar. Sanat da benzer şekilde insanların duygusal, estetik ve yaratıcı yönlerini geliştirir. Bir resim karşısında hissedilen duyguları tanımlama, bir şiiri yorumlama veya bir müzik eserini anlamlandırma, insanların düşünsel yeteneklerini geliştirir ve daha derin bir düşünce seviyesine erişmelerini sağlar.

Edebiyat ve sanatın toplum üzerindeki etkilerinden bir diğeri de kültürel çeşitliliği beslemesidir. Edebi eserler, farklı kültürleri ve deneyimleri anlatırken, sanat eserleri de farklı sanat formlarını ve tekniklerini yansıtır. Bu da insanları farklı bakış açılarına maruz bırakır ve kendi kültürel önyargılarını aşmalarına yardımcı olur. Gelişmiş toplumlar, kültürel çeşitliliğin zenginlik olduğunu anlamışlardır ve bu çeşitliliği destekleyen edebi ve sanatsal çalışmalara önem verirler. Edebiyat ve sanatın diğer bir etkisi, toplumsal değişimi teşvik etme yeteneğidir. Edebî eserlerde ele alınan konular, toplumun sorunlarına ve eşitsizliklere karşı farkındalık oluşturabilir ve bu sorunları çözmek için bir motivasyon kaynağı olabilir. Sanat da halkın fikrini şekillendirme ve değişimi ilerletme aracı olarak işlev görebilir. Sanatçılar, sosyal adalet, çevre koruma, insan hakları gibi konulara dikkat çeken eserler oluşturarak, toplumu harekete geçirmeye teşvik ederler.

Edebiyat ve sanatın gelişmiş toplumlar üzerinde büyük bir etkisi bulunmaktadır. Bu etkiler başlıca, kişisel gelişim, kültürel çeşitlilik, toplumsal değişim ve ekonomik katkıdır. Edebiyat ve sanat, bir toplumun kimliğini şekillendirir; düşünsel ve duygusal olarak zenginleştirir ve insanları daha hoşgörülü, sorumlu ve bilinçli bir şekilde hareket etmeye teşvik eder. Gelişmiş bir toplum, edebiyat ve sanatın gücünü kavrar ve bunları teşvik eder, destekler ve korur.

Kadir Ersoy Yazdı: Tavsiye

Sakın ukalâlık olarak algılanmasın lütfen. Allah’ın talihli kullarından biri olarak yaşantım boyunca gerek iş gerek seyahat amaçlı olarak dünyanın kabaca 40 kadar ülkesini ziyaret etme şansım oldu. Başlığı “Tavsiye” olarak yazmamın nedenine gelince, bu seyahatler esnasında öylesine beklenmedik olaylar yaşadım ki, bir ülkeye ilk defa gidecek dostlara hiç olmazsa biraz faydam olsun istedim. Merak etmeyin, şuraya gidin veya şuraya giderek boşuna vakit harcamayın gibi kendi zevkime göre tavsiyelerde bulunmayacağım. 

Kadir Ersoy, Tavsiye

Tek söyleyeceğim; gitmeden önce o ziyaret edeceğiniz ülke hakkında tabuları, alışkanları veya ekonomik yaşam stilleri gibi bir kaç konuda bir yerlerden bilgiler edinmeniz. Küçük bir örnek vereyim: Japonya’dayım. Dört yıldızlı bir otelin resepsiyonunda kaydımı yaptırdım. Oda anahtarımı alan bir otel çalışanı bana yardımcı olmak üzere bavullarımı odaya taşıdı. Teşekkür edip gence 10 dolar bahşiş uzattım. Bir paraya bir bana baktı. Bakışından biraz tedirgin oldum. Herhalde bahşişi az buldu diye düşünerek bir 10 dolar daha verdim. Gencin yüzü iyice asıldı. Dudakları gerildi. Gözleri nefretle bana bakmaya başladı. Görüntüsü neredeyse karate, tekvando gibi dövüş sporları uzmanı Bruce Lee’ye benzemeye başladı. Her an bir uçan tekmeye hazır olmam gerektiğini hisseder gibi oldum. O sırada şans eseri oradan geçmekte olan başka bir kat görevlisi olayı fark etti. Yanaştı gence Japonca bir şeyler söyledi. Sonra onun elindeki bahşişi alıp bana geri uzattı. “Özür dilerim efendim.” dedi ve ekledi:    

“Herhalde bilmiyorsunuz. Japonya’da bahşiş vermek çok ayıptır. Karşınızdakini küçük ve değersiz görmek anlamına gelir. Bu o şahıs için çok aşağılayıcı bir anlama gelir.”

Kıpkırmızı oldum. Hemen özür diledim. Neyse ki buna benzer durumları başka turistlerle de yaşamışlardı da olay çabuk çözüldü. “Kusura bakmayın, bizim ülkede bahşiş vermezsen kat görevlisi dakikalarca kapıda durup yüzünden yukarı bakar” diyecektim ama kendi ülkemin insanını da yerin dibine batırmak istemedim. Örneğim yeterli olmadı mı? … Peki o zaman bambaşka bir örnek daha anlatayım: İngiltere’deyim Herhalde bilirsiniz, orada trafik bizdekinin tam tersi istikamette çalışır. Yani bizdeki gibi caddeyi geçerken sola bakarak adımızı attıysanız geçmiş olsun, orada sağdan gelen otobüs sizi asfalta yapıştırır. Gerçi bunu önlemek için hemen hemen her köşeye yakın caddelere sağa bak, sola bak gibi yazmışlar ama İngilizce bilmiyorsanız tehlike hâlâ geçerliliğini koruyor demektir. Her neyse, İngilizlerin “Gökten kedi köpek yağıyor” diye bir deyimleri vardır. Bununla o gün felaket bir şekilde yağmur yağdığını anlatmak isterler. İşte öyle günlerden birinde, şemsiyemi yanıma almayı da unuttuğumdan inanılmaz bir şekilde ıslanıyordum ve bir taksi bulmak için can atıyordum. Öyle bir yağmur ki taksiyi bile görebilmek büyük bir başarı olurdu. Ama Tanrı yardım etti, birden ileriden yaklaşan bir taksi gördüm ve üzerinde “boş” yani serbest olduğunu gösteren işareti de fark edince uçarcasına ona doğru koştum ve kapısını açıp kendimi içeri attım. Attım diyorum ama atamadım. Bir şey beni engelliyordu. Sanki koltuğun üzerinde bir bavul var da ben üzerine sığmaya çalışıyorum gibi bir duygu. Koluma çarpan bir şeyi de hissedince dikkat kesildim. Gördüğüm manzara şok ediciydi. Koluma çarpıp beni engelleyen şey arabanın direksiyonu idi ve kendimi sığdırmak için uğraştığım şey de şoförün kucağıydı. Birden beynimde şimşekler çaktı. İngiltere’de direksiyonların (tabii ki şoförün de) sağ tarafta olduğunu o telâşla unutmuştum. Acele bir özür dileyip kendimi arabadan atıp hemen arkadaki diğer bölüme daldım. Hiçbir şey olmamış gibi Hintli şoföre gideceğim otelin adresini uzattım. Problem çözülmüştü, ama bütün yol boyunca şoförün Hulusi Kentmen’i andıran pala bıyıklarını burup durarak baygın gözlerle aynadan beni süzdüğünü fark ettim. Buna benzer yaşadığım yüzlerce olay var. Ama anlatması uzun sürer. Siz siz olun minik tavsiyemi dikkate alın.

Habil Yaşar: Yazmak

Birçoğunun kolay düşündüğü, ancak çok azının oldukça fazla karmaşık bir süreç olduğunu anlamasıdır-yazmak. Herkese nasip olmayan ama herkesin iç mekânın en gizli noktalarına kadar nüfuz eden, sonsuz bir ihtiyaçtır - yazma arzusu. Zamanı ve mekânı ne olursa olsun, o seni bulduysa, tutsak eder, o kadar kuvvetlidir ki, elinden kaçamazsın - yazma yeteneğinin.

Yazmak, Habil Yaşar

En hassas insanların kalplerinde yavaş yavaş büyüyerek ve bir anda bir yanardağ gibi patlayarak varlığını göstermektir-yazmak. Yanan bir kalbiniz ve her şeyi duyma yeteneğiniz yoksa yazmanın ne olduğunu nasıl anlayacaksınız? Tutsağı olduğunuzda size hizmet etmeye hazır bir kadın gibidir-yazmak. Sadece yüzünde değil, aynı zamanda onu içinde hissetmeyi, onunla oynamayı sevecek kadar şımarıktır – yazmak. Kaprislerine - dayanabileceğiniz kadar sana büyüklük getirmekte asla cimri değildir-yazmak. Bazen bilmediğin bir nedenden dolayı kaçabilir, seni günlerce, aylarca, hatta yıllarca bekletebilir ve bekleyip ondan sonsuza kadar ayrı kalacağını düşündüğünde aniden kalbinin kapısı çalar ve onu bu kapıdan içeri aldığında öyle mutlu olacaksın ki bir ömrün yükünü omuzlarından kaldırdığını düşüneceğin derecede sana mutluluk sunacak-yazmak.     

Sonuç olarak bazen yıllardır düşündüğünüz konuyu aylarca yazamamaktır – yazma isteği. Geliş saatini ondan başka kim bilebilir ki? Ve bazen yazmak seni günden güne, adım adım takip edebilir ve onunla ruhla can gibi yaşarsın zamanı.

Hiçbir şeyin sana bağlı olmadığını ve senin onu beklemenle değil, onun seni yakalamasına bağlı olduğunu hatırlamaktır sadece. Ve bunu unutanlar, ömürlerini yazmak için harcarlar ve sonunda ne yazıları onları ebedi kılar, ne de yazdıklarıyla övünebilirler.

Seni senden alamıyorsa, anlamadığın yerlere götürmüyorsa düşüncelerin, o zaman çölde su aramak gibi vakit harcamaktır-yazmak. Nasıl toprak suyla yetiştiriliyorsa, yazı da yetenekle büyür, duyarak yaşanır ve o zaman kişi konuşarak beceri gösterebilir. Yazabilecekleriniz ne olursa olsun, yazamadıklarınız sizi düşündürmeli, yazamadıklarınızı da zamanla düşüncelerinizle fethedebilirsiniz. Zaman her şeyin anahtarıdır ve anahtar zamanın derinliklerinde gizlenmiş gizemli bir araçtır. Bu aracı kullanabilenler istediklerini kazanırlar. Sonunda, sonsuz sonsuzlukta, sonsuz mutluluğu arayıp bulabilmektir – yazmak…

Edebiyatımızda Güz Mevsimi

Televizyonda konuşan uzman, “Mevsimler; küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle birlikte değişime uğruyor, böyle giderse coğrafyamız sadece yazı ve kışı yaşayacak.” diyordu. Edebiyatımızda mevsimler yerinde duruyor; şiirde, öyküde, romanda bir betimleme tekniği olarak yaşıyor. Doğanın mevsimleri kişileştiren, zaman zaman onları kutsayan yazınımıza bir sözü yok ama insanoğluna söyleyeceği çok şeyi var. Kurdu, kuşu, böceği, dereyi, ırmağı kimler yok ettiyse onlara sözü var. Aziz Nesin dizelerinde ne güzel dile getirir: “Ey hayvan oğlu hayvan, insan ol insan.”

Edebiyatımızda Güz Mevsimi

Edebiyatta güz, imgesel olarak kırgınlık, üzüntü, ümitsizliği çağrıştırır. Bazen de ümitsiz bir aşk olur birden. Mevsimlere anlamlar yüklendiğinde sonbahar mevsimi ayları şöyle anlatılır hep: Eylül hüzün ayıdır, ekim ayı üşütür, kasım sonbaharda hüznün bir yana bırakıldığı, sevginin ve aşkın ayı olarak bilinir. Ama bahar, mevsimlerin en güzelidir. Kışın bile gönlüne baharı misafir ettiysen güzün bile bahar yaşanır. Her mevsimde cemre düşer gönül dağının zirvesine ama bir de bundan sonra Necati Cumalı'nın Susuz Yaz’ı ile Ahmet Muhip Dranas'ın Kar şiirini sık sık okuyup iklim krizine hazırlıklı olalım, diyenler var. Bir kelebeğin rüyası gibi genç yaşta kaybettiğimiz Muzaffer Tayyip Uslu, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Şimdilik adlı kitabında Behçet Necatigil’e ithafen yazdığı İstanbul'a Hasret adlı şiirin dizelerinde güz mevsimini şöyle anlatır:    

“İstanbul'un bir başka hatırası / Sigara dumanı dolu kahve / Güven olmaz erkenden gitmeli eve / Kararsızdır eylül güneşinin seması / Sonbahardır yağmur yağacak elbet / Baksana, kuşlar yuva derdinde / Sen ekmek parası peşinde / Ah dayanılmaz bir hâle geldi gurbet”

Ünlü atasözümüz  “İnsan yaza çıkar ama güzün yediği ayazı unutmaz” diyerek seslenir bizlere… Haksızlıkları, sevgisizlikleri, hoşnutsuzluğumuzu da zaman zaman güz ile anlatmışız. Bir de yaşamda, “güz vurgunu yemek” deyimi vardır. Halil Cibran ise İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Kırık Kanatlar adlı kitabında kaleme aldığı Ölüm Tahtının Önünde adlı yazısında şöyle der:

“Bahar geçip gitti, ardından yaz ve sonbahar geldi... Düğün akşamları ve balayı dedikleri ay geçti ve savaşlardan kalan kent... Sonbahar günleri de geçti, rüzgâr ağaçların dallarını da çıplak bıraktı. Toprağı kaplayan yaseminlere karışan sararmış yaprakları da dalgaların denizlerdeki köpüklerle oynaması gibi uçurdu. Kış yaklaşıyordu inleyerek, ağlayarak... Ben o zaman Beyrut’taydım, beni kimi zaman yıldızlara yükselten kimi zaman da kalbimi toprağın bağrına gömmek için alaşağı eden bir başka arkadaşım yoktu...”

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi’nde güneş ile baharın birbirlerini tamamladığını belirtir:

“Sonbahar bütün kokuları keskinleştiren kokusuyla kokuyordu. Bir çürük, bir eski dağ elması kokusuna benziyordu her koku. Yanık otlar, kavrulmuş, güçlü çiçekler kısa küt haşırdaşıyorlardı...”

Turgut Uyar “Acımak” adlı şiirinde ne diyor, kulak verelim:

“...Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır / Sonbahar geldi hüzün, / Kış geldi kara hüzün, / Ey en akıllı kişisi dünyanın! / Bazen yaz ortasında gündüzün, / Sevgim acıyor kimi sevsem, kim beni sevse / Eylül toparlandı gitti işte, / Ekim filan da gider bu gidişle, / Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar.”

Bakın, şair Nabi'nin hepimizin duygularına tercüman olan şu dizelerine:

“Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz / Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde / Biz hezârân mest-i mağrurun humârın görmüşüz.”

Nabi’nin bu dizelerini bugünkü Türkçe ile aktarırsak şöyle diyebiliriz:

“Biz bu yaşamın baharını da gördük, güzünü de… Üzerimizden neşe rüzgârları da geçmiştir; üzüntü, keder fırtınaları da...”

Burada Divan edebiyatımızın temel taşlarından olan Nabi’de bile bir imge olarak sonbahar, üzüntü, keder, kötü anılar hâlinde karşımıza çıkıyor. Bahar ise neşenin, mutluluğun, başarının kaynağı olarak görülüyor.

Nazım Hikmet ise 19.8.1936 tarihinde Orhan Selim müstear adıyla Akşam Gazetesi’nde kaleme aldığı “Eylül Geliyor’’ başlıklı yazısında “Eylül geliyor.” diye uyarıyor yurttaşları ve eylül ile birlikte doğada olan değişimleri sıralıyor:

“Akşamüzerleri serinliği ile gitgide artan rüzgâr, gitgide taneleri artan ve büyüyen yağmurlar da gelecek. Güneş, bol sarı ışığını boz bulutların arkasına çekecek. Deniz kıyılarının ince kumlarını serin rüzgârlar gibi okşayan suları hatırlayıp ‘Ne yazık kış geliyor.’ diyeceğiz.”

Şair Nazım Hikmet yazısına devam ediyor ve eylül ile birlikte günlerin hızını belirtmek için günlerin “tıpkı bir tekerlek gibi hızla geçtiğini göreceğiz”diyor. Gerçekten de güz ile birlikte günler kısalmakta ve geceler uzamaktadır… Nazım Hikmet eylülü betimlerken “Gökyüzü kurşun renkli ıslak. Gökyüzü üşüten rüzgârıyladır eylül gelince” diyerek bir kişileştirme yapar ve “Sanki ona bir köşe başında rastlamışız gibi ürkeceğiz. Hayatın durdurulamaz başsız ve sonsuz akışında her hadise gibi sanki onu birdenbire bulacağız.” der. Eylülü bir insan gibi karşılayan büyük usta Nazım Hikmet güz mevsimini anlatırken şunları da hatırlatır:

“Eylülü hazırlayan, onu yaklaştıran mini mini dakikaları, biraz daha iri saatleri, aklı karalı günleri; pazarlı cumalı haftaları hesaplamadığımız içindir ki eylülle yüz yüze geldiğimiz vakit afallıyoruz.”

Eylüle genelde hazırlıksız yakalanıyoruz diyerek ekliyor Nazım Usta: “Eylül geliyor, sandıkta paltosu olan da yüz üstü yağmurluğunu satan da onu beklenilmeyen bir misafir gibi karşılayacaktır…”

Gelin, mevsim güz de olsa, ağaçlar yapraklarını da dökse gönül dağımızın zirvesinde son cemreyi umut olarak hep saklayalım.

Ezberleri Bozan Bir Anlatımla Kadınca Edebiyat: Ece Temelkuran

Körfezin kıyısında, Pasaport İskelesi’ne yakın bir yerde kahvemi yudumluyordum. İzmir’in körfez manzarasında, martıların hacminin ne kadar da büyümüş olabileceğinden yakınıyordum! İtalya’nın Venedik şehrinde de aynı görüntüleri görmüş, martıların çığlığı ile Venedik’te gondol turu yapmıştım. İzmir ve Venedik kentleri martıların çığlığı ile liman kentinin vermiş olduğu ruhu yaşıyordu.

Ezberleri Bozan Bir Anlatımla Kadınca Edebiyat: Ece Temelkuran

Bu düşüncelerle kahvemi yudumlarken, Ece Temelkuran’ın “Olmayan Kuşlar Ansiklopedisi” adlı eserini okuyordum. İllustrasyonların Tülay Palaz’a ait olduğu Ekim- 2023 Everest Yayınları’ndan çıkan eserin, İzmir Körfezi’nin kıyısında Kahramanmartı (Lat. Larum Heros)’nın,  eserde de belirtildiği üzere denizin Saint Bernard’ı olarak biliniyor. Bu civarlarda mavi gökyüzünde, bulutlarda varlığı ne kadar gerçekçi olduğunu gösteriyordu. Kitabı okurken, keyifle, soluksuzca okudum açıkçası. Günümü aydınlatmış, kuşların da bir dili olduğunu hissettirmişti. Var olan, hikayenin olan ile olmayanın hayalini ve mutlu sonunu da çağrıştırmıştır.  Kafeskuşu da bunlarda biriydi. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün Pakistan’daki gücü olmuştur hikayeye göre.

Ece Temelkuran’ın ezberleri bozan bir anlatımla ve aynı adllı kitabından  tiyatro oyununa sahnelenen “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” şiir-metinden oluşan kitabı, açıkçası bana kadın olmanın  ne anlama geldiğini hatırlattı. Dişil ve eril olan dünyanın, erkek aklıyla kadın duygusunu iyice harmanlamıştır.  Ve o çarpıcı şu cümleyle öykünün dilini, ezberleri bozan bir anlatımla, kendi içsesiyle aktararak öykünün gerçekliğini ve masalsılığının yapaylığını sorgular:     

“Öykü kanatlarını kıran insana aşık olduğunu kabul etmek ve her ikindi patiskadan kanat biçmektir kendine. Öykü budur. Sürgün de…”:

Ne kadarı bize, size, onlara ulaşıyordu? Okuduğumuz kitaplar, varoloşun kadın habitusundaki izleri, yaşam çerçevemiz gibi temel meseleler kesişimsel bir gerçekliğe dönüşmüş metinde. Feminist Psikanalist, yazar, Julia Kristeva’nın o ünlü sözcesini hatırlattı bana bu şiir-metin: “Yaşam bir anlatıdır, bağlarından koparılamaz.”

Ece Temelkuran, Ermeni ve Türk milliyetçiliklerine yakından baktığı, her iki toplumu daha işteş bir bakış açısıyla yazdığı araştırma inceleme edebi röportaj eseri Ağrı’nın Derinliği (2008), toplumların "biz"lerini kurma aşamasında neleri, nasıl dışarıda bırakmış olabileceklerini anlatıyor.

“Hep beraber-Kalpsiz Bir Dünyaya İnat” romantik bir dayanışma söyleminden politik ahlaki bir sözleşmenin manifestosu gibidir.

Ben bir Ece Temelkuran okuyucusuyum. “Muz Sesleri, Ne Anlatayım Ben Sana, Devir, Düğümlere Üfleyen Kadınlar, İkinci Yarısı, Kıyı Kitabı, Kayda Geçsin, İyilik Güzellik, İç Kitabı, İçeriden Kıyıdan Konuşmalar, Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Senyorita”

Bu değerli eserler varsa, Duygu Asena’dan sonra, kadınca edebiyatın Ece Temelkuran ile gerçekliğe kavuştuğunu düşünüyorum.

“Kadınsın… …Bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamalıyız aslında.”

Güz Yazdı: Nar

Bu sabah saat 7:30'da, karlı bir Kopenhag sabahına uyandım heyecanla, içim kıpır kıpır. Bugün, Avrupa Çevre Ajansı'nda iklim değişikliğini önlemek amaçlı ulaşım ve enerji konularında ortak yapılabilecek bilimsel çalışmalarla ilgili önemli bir toplantım var. Oldum olası, dünyaya katkıda bulunmak istedim.  Sağlığına kavuşturmak istedim insanları; doğayı ve ekosistemi. Biz insanoğlunun acımasızca, bencilce ve düşüncesizce kaynaklarını tükettiğimiz dünyaya verdiğimiz zararı bilimsel yöntemleri kullanarak elimden geldiğince bertaraf ederek yeni nesillere yaşanabilir ve sürdürülebilir bir ekosistem bırakmak idi yaşam amaçlarımın en baskın geleni. Bu nedenle, her yeni güne farklı bir umutla, heyecanla ve coşkuyla uyanıyorum. 

Güz Yazdı: Nar

Bu sabah da kaldığım otelin uzun turkuaz mavisi ağır kadife perdesini aralarken, gözüme vuran ışığın izin verdiği ölçüde görebildiğim karlı Nyhavn manzarasının güzelliğine bakarak, "İçinde yaşamakta olduğumuz dünya ne kadar güzel, pamuklanıp sarmalanarak korunmayı fazlasıyla hak ediyor.  Bizden sonraki nesillere mümkün olduğunca muhafaza ederek, hatta daha da güzelleştirerek devretmemiz gereken nice yeraltı ve yerüstü güzellikler, kaynaklar, kültürel ve doğal zenginlikler var. İyi ki profesyonel hayatımda da bu yolda adımlar atıyorum." dedim içimden. Ardından, şükran dolu bir ruh hâliyle gökten yere dans edercesine süzülen kar tanelerini izledim birkaç dakika sükûnetle... 

Tam bu şekilde huşu içindeyken, saatime baktım, bir saat kadar vaktim kalmıştı, hazırlanıp, otelin restoranında kahvaltımı edip yola koyulmam için. Bir yandan hızlıca giyinirken, bir yandan da toplantı programını ve gündem dışı toplantıda konuşulabilecek konuları aklımdan geçirdim. Tam odamdan çıkmak üzereyken, telefonum çaldı. Yarım saat kadar vaktim kalmıştı kahvaltı için, acele etmeliydim. İsteksizce telefonumu sessize almak üzere çantamdan çıkardım, fakat arayan çocukluk arkadaşım Betül'dü. Vaktimin dar olmasına rağmen, gönlüm Betül'ün aramasını cevapsız bırakmaya razı olmadı. Telefonu açar açmaz Betül, hızlıca hatırımı sorduktan sonra soluk almaksızın, titrek, yorgun, öfkeli, üzgün bir ses tonuyla, "Dayanamıyorum ben bu iş yerine, yıllardır yaptığım bu işe ve iş yoğunluğuna. Esir gibi, köle gibi çalışıyorum. Tamam, gayet yüksek bir maaş alıyorum ama çok mutsuzum ve bu iş beni tüketiyor. İşe başladığım ilk günden beri yüklü maddi kazançlar dışında beni motive eden bir şey olmadı işe dair. Bu esaret beni tüketiyor ama bu işyerinden ayrılsam bile aynı sektörde başka bir firmada yine aynı işi yapıyor olacağım ve üç aşağı beş yukarı her şey yine aynı olacak. Emekli olana kadar bu esaret böyle sürecek ki o güne kadar daha en az 20 uzun katlanmam gereken yıl var önümde." dedi.    

Bir an duraksadım, yıllardır tanıdığım, yaşamına yakından şahitlik ettiğim, her hâlini, çocukluk hayallerini, yeteneklerini bildiğim Betül'ün bu sözlerinin karşılığı sadece 3-5 dakikalık bir telefon görüşmesi değildi benim nazarımda.

Öte yandan, daha fazla konuşmak için de o an vaktim yoktu. Ona, sadece, "Betül lütfen sakin ol, seni yakından tanıyan biri olarak nasıl hissettiğini gayet iyi anlıyorum, fakat şu anda toplantım nedeniyle çok acelem var. Bu konu derin ve detaylı konuşulması gereken bir konu, akşam seni arayacağım. Şimdilik sana sadece, yaşam amacınla paralel bir iş yapıp yapmadığını sorgula ya yaptığın işi sev ya da sevdiğin ve yeteneklerinle örtüşen işi yap, bence mutluluğun ve huzurun sırrı burada diyebilirim ancak." dedim, Betül'ün sözümü defalarca sabırsızca kesip, veryansın ederek araya girişlerine rağmen. Tam telefonu kapatmak üzereyken, "Ben esir gibi, köle gibi çalışıyorum diyorum, sen ise yaşam amacı, sevdiğin iş diyorsun. Bence benim uzun bir dertleşmeye ihtiyacım var. Sonrasında rahatlar ve günlük sevimsiz rutinime devam ederim. Sevdiğim şeyler bana bu prestiji ve maddi imkânları sunmayacak bunu ikimiz de biliyoruz. Tozpembe hayaller satmak yerine, kim sevdiği işi yapıp istediklerine sahip olmuş bu dünyada diye düşünseydin keşke." diyerek sitem etti Betül bana. O an gözüm saatte, sadece, "Tamam bunu da konuşalım, dertleşelim. Sen yine de yaşam amacın ve hayallerinle ilgili düşün bir süre sakince ve not al bunları bir kenara önümüzdeki günlerde, aylarda. Her konuda yanındayım biliyorsun, biz bu konuyu hallederiz, belki de bazı değişiklikler yapıp, değişip, dönüşmenin zamanı gelmiştir eski alıştığın düzeni bırakarak. Şimdi bana müsaade et lütfen. Toplantım var, akşam seni arayacağım, söz." diyebildim Betül'ün iç çekişlerinin, oflayıp puflamalarının eşliğinde. Nihayet, o biraz sakinleşmiş, ben de derin bir oh çekerek telefonu kapatabilmiştim. 

Telefonu kapatır kapatmaz otelin restoranına inip, hızlıca bir kahve ve küçük bir peynirli sandviç aldım kahvaltı olarak. Belki de bana anlaması çok zor geliyor hayallerinin peşinden gitmemiş olmak. Yaşam amacının üzerinde kafa yormamış olmak, o doğrultuda severek yapacağın işlerle ilgili kendini geliştirmek yerine sırf para ve prestij sağlıyor diye günden güne yaşam enerjini tüketen, içindeki özü, cevheri bereketlendirmeyen işlerle, meşgalelerle nefesi tüketmek... Evet, anlıyorum, ocaktaki kazan hayallerle kaynamıyor, sofraya ekmek sadece hayal kurarak gelmiyor. Herkes yaşam amacını bilmek, bulmak ya da o doğrultuda bir şeyler yapabilmek şansına, farkındalığına da sahip değil, bunu da biliyorum. Fakat her insanın bu dünyaya belli bir yaşam amacı ve ona uygun donanımla geldiğine inanıyorum ben. Yaşam amacını bulmak ve onunla ilgili işlerle meşgul olmak varoluşun esasıdır bence. Her birimizin içinde varlık amacımızı ve bununla ilintili olarak hangi yeteneklerimizi kullanmamız gerektiğine dair duyulmayı bekleyen bir fısıltı olduğuna inanıyorum ben.  

Bu fısıltı öyle ürkek, kısık bir sestir ki içten, derinlerden gelir ancak pür dikkat ona kulak verince duyulabilir. Bu da ekstra çaba sarf ederek mümkün hâle geliyor. Çabaların en büyüğü de binlerce kanaldan maruz kaldığımız baştan çıkarıcı, ikna edici, kafa karıştırıcı, koşullandırıcı tüm dış sesleri kısabilmekle mümkün. Bu yolda bize başkaları tarafından dayatılan tüm davranış kalıplarına, yaşam şekillerine, toplum tarafından şartlandırılmalar sonucu oluşan tüm beklentilere kulağımızı, gözlerimizi ve ruhumuzu kapatmamız gerekiyor. Dış ses yüksek volümlü, çeldirici ve huzursuzdur, iç sesin aksine. Dışarıdan gelen tüm sesler kısılıp zamanla üzerimizdeki etkisini yitirdikçe, içimize, özümüze döneriz. Sonrasında ise çocuksu bir neşeyle dolarken, zihnimiz berraklaşır ve yaşam amacımızın ne olduğunu düşünmeye bile gerek kalmadan dönüşüp, yaşam amacımızın yolunda hareket eder oluruz. Dış ses yapma hâlini emredip, dayatırken, içses olma hâlidir, sükûnettir, huzurdur. Dış ses ne kadar dışlayıcıysa ne kadar maddi değerlerden besleniyorsa, içses o kadar kapsayıcıdır; sevgi ve şefkatten beslenir. Şefkat demişken de en çok öz şefkatten... İçsesimizi duyup, hayatımızı anlamlı kılacak şekilde yaşamadıkça; paranın, unvanların, eşyanın, şirketlerin esiri, kölesi gibi hissetmemiz kaçınılmaz... İçimizdeki sevginin, tüm yeteneklerimizin, bu dünyaya geliş amacımızın hepsinin toplu bir şekilde sanki kişiye özgü, özel yapım kocaman bir narın içindeki her nar tanesine tek tek enjekte edildiğini düşünmüşümdür çocukluğumdan beri.  Her birimizin kalbinde görünmez kocaman, biricik bir nar olduğunu hayal etmişimdir hep. Benim için nar içimizdeki cevheri sembolize eder. Sadece bize has, eşsiz, bereketli narımızı fark etmek, muhafaza etmek ve ondan beslenmek; esaretten kurtulup özgürleşmenin yegâne yolu bana göre, diye düşündüm sıcacık, beni kendime getiren badem aromalı kahvemden aldığım her yudumla. Artık, içinde bulunduğumuz bu nadide ekosistem için yeni adımlar atmak üzere toplantıya gitmeye hazırdım. 

Oldukça yoğun ve bir o kadar da verimli geçen toplantımın akabinde Kopenhag sokaklarını, yağan kara ve soğuğa aldırmaksızın bir kâşif edasıyla adımlarken, bir yandan da akşam Betül'le konuşacaklarımı tartıyordum.

Bu sırada methini çok duyduğum, rengarenk, çeşit çeşit, kalori bombası pastalarıyla meşhur gösterişli kafenin tam yanı başında tam tezat oluşturacak derecede küçük, mütevazı, kenarları varaklı bordo ahşap kapılı küçük bir antika dükkânı dikkatimi çekti. Soğuğa ve pastanenin vitrinindeki cazibeye rağmen, bu antika dükkânına girmekten alıkoyamadım kendimi. Dükkâna girer girmez, ortasındaki yarıktan yakut rengi kristal nar taneleri ışıl ışıl parlayan pirinçten yapılma bir nar çarptı gözüme. Hayatta hiçbir karşılaşma sadece tesadüfi değildir bana göre. Olan her şeyin bir sebebi ve hizmet ettiği bir sonuç vardır. Bu nar da kim bilir belki de Betül' için yeni başlangıçların zamanının geldiğinin habercisiydi. Narı satın alıp, "özündeki yegâne narı, cevherini fark et, hayallerini takip et, onlar sana asla ihanet etmezler" notu ile uluslararası kargo ile Betül'e, İstanbul'a yollamaya karar verdim. Betül'ün yaşam yolculuğunda destekçisi ve yoldaşı olarak her zamanki gibi yanında yürürken, bu sefer içine düştüğü, esaret diye tanımladığı durum yerine, içindeki sesi dinleyerek özgürleşmesini dileyerek soğuktan buz kesmiş ellerimle hediye paketini çantama usulca yerleştirirken, içimdeki kendi narım için bir kez daha minnet duydum.

Peki ya siz, kendi biricik narınızın farkında mısınız? En son ne zaman onu elinize alıp, onunla gurur duydunuz, ona yakından baktınız?  Esaret hâlinde mi yoksa coşkulu bir özgürlük hâlinde mi hissediyorsunuz kendinizi? Sözleriniz değil, hâliniz ne söylüyor size bu konuda? İçinizdeki narı, içinizdeki cevheri korumanız dileğiyle... Soğuk ve huzurlu bir Kopenhag akşamından sevgilerimle…

Edebiyat Gazetesi’nin On Üçüncü Sayısı Yayında

Genel Yayın Yönetmenliğini Yücel Aydın’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Umut Özkan’ın Edebiyatımızda Güz Mevsimi başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde Adım İbrahim kitabının yazarı Ş. Hüseyin Celep ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirildi.

Edebiyat Gazetesi

Editörlüğünü S. Ali Ellikci’nin üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin şubat sayısında Kadınca Edebiyat: Ece Temelkuran başlıklı yazısıyla Cansu Işık, Nar başlıklı yazısıyla Yazar Güz, Gazzeli Çocuk başlıklı şiiriyle Mehmet Memdoğlu, Yoksul Yazarlar başlıklı yazısıyla Fırat Kasap, Gelişmiş Toplumlarda Edebiyat ve Sanat Etkisi başlıklı yazısıyla Mehmet Sayan, Tavsiye başlıklı yazısıyla Kadir Ersoy, Yazmak başlıklı yazısıyla Habil Yaşar, En Sevdiğim Akşam başlıklı şiiriyle Orkun Cabi, İstemem başlıklı şiiriyle Hüseyin Avni Cengiz, İnanmayın Çocuklar başlıklı şiiriyle Deniz Sarıtop, Göktaşı Altında Sus Dilinde Karaborsa başlıklı şiiriyle Binnaz Deniz Yıldız, Durak isimli şiiriyle Murat Ali, Mesela başlıklı şiiriyle İsmail Hilal yer aldı.

Alaska Yayınları bünyesinde birinci yılını geride bırakan Edebiyat Gazetesi’ni edebiyatseverler çevrimiçi olarak Magzter, Google Play Kitaplar ve edebiyatgazetesi.com üzerinden ücretsiz okuyabilirler. Gazeteyi cihazınıza indirip okumak için tıklayınız.

Deniz Sarıtop: İnanmayın Çocuklar

Bir elmayı ortadan ikiye böldüler:

Sağdaki yarısına sağcı,

soldaki yarısına solcu,

dediler.

İnanmayın çocuklar,

anneleriniz, babalarınız size yalan konuşuyorlar.

Solcu yok, sağcı yok,

elma var.

Sağcı yok, solcu yok,

insan var.

Binnaz Deniz Yıldız: Göktaşı Altında Sus Dilinde Karaborsa

Binnaz Deniz Yıldız

Ağrılıydı tüm istasyonlar, uyku mahmurluğu ve şeritlerin kıvrak hükmünde

Bomboş bir odanın yalnızlığı kadar kinayeli,  yanlış ve de

Kimsenin kimseyi öpmediği göğsünden, açmadığı yaralarını bir diğerine!

Şehirler biliyor çatlayan sesimi, suyu boyuna kesen

Rüzgârın tuhaf ironik ağırlığında simetrisiz bir resim…

Bipolar özlemler çekiyorum kılı kırk yararcasına-aynı resmi ölçüyorum bir defadan biri çıkarıp

Hangi geminin kaptanıyım eksik boyalarla kendimi çizen? 

Biliyorum sadece bilmenin yetmediğini “var olmak için”

Bir fare kapanında doğurdum böbreğimi-birleştiren Akdeniz ile Nil’i-kırılan

böbreğim değil kazanı alanı-sözcüklerin kirlendiği

Çıkarılan kalbim kırk bin yıllık metafordan-gemiler yüklüyor gözlerimi-yok artık panzehirim!

Bir istasyon-bir kadın-durmadan dönen çark- kadının adını bilmediği

Asılıyor ağaçlara dişliler –topladım saatleri-eriyor zaman metal çözelti

Saçlarım Venüs-kollarım veba-ilaç yok ve de dünya-düştü pıhtı sokaklara

Kara bir gece bu, göktaşı altında, sus dilinde karaborsa!

Hüseyin Avni Cengiz: İstemem

Hüseyin Avni Cengiz: İstemem

Destursuz girmişim yarin bağına

Girmek için müsaade istemem

Bir tatlı sözünü duyaydık bari

Şeker dudağından, sade istemem


Üzüm salkım saçak; okka ayvası

Utancından al al olmuş elması

Duydum, güzellerin yokmuş vefası

Vefasız güzelden bade istemem


Nazlanma güzelim, bi’ gel imana

Sen de gençliğimle varma yabana

Ömrümün kalanı borç olsun sana

Öderim peşinen vade istemem


Dar vaktimde beni düşürdün derde

Saçın perde olmuş, dudağın nerde

Umudumuz vardır rûz-i mahşerde

Cemalin üstüne perde istemem


Gönül, gazel olduk; geçelim daldan

Geçelim çiçekten, geçelim baldan

Fakirin payına zimmetli maldan 

Zerre miktar istifade istemem

Murat Ali Yazdı: Durak

Durakta seni öylece bekliyorum

Birbiri ardına telâşla koşturan insanları görüyorum

Belirli aralıklarla durağa gelen trenleri izliyorum

Ne insanların ne de trenlerin sonu yok

İstanbul sen nasıl bir şehirsin molan yok

Bir aralık gözüm yürüyen merdivenlere takılıyor

Bir tarafta bekleyen diğer tarafta koşturan insanlar

Herkes acele ediyor bir telâş içinde

Lâkin benim aklım sende

Bir gün geleceksin diye

Bir kez görme umudu ile

Ayrıldığımız durakta seni öylece bekliyorum

Orkun Cabi: En Sevdiğim Akşam

Öleceğim günü seçebilseydim eğer;

Bir cuma akşamı ölmek isterdim

İlkbaharda, hatta aylardan da nisan olsun;

Kışın soğuğunun kırıldığı, baharın yüzünü gösterdiği,

Serin havayı içine çekerken;

Akşam güneşinin ruhunu ısıttığı bir cuma akşamı

Güneş alçaldığında sarı ışığın şehrin sokaklarını aydınlattığı,

Yerlerde gölgelerin uzadığı,

İnsanların mutlu olduğu bir cuma akşamı

Torununun elinden tutmuş parka götüren ninelerin

Hafta sonuna kavuşmuş iş çıkışı güler yüzlü insanların

Okul çıkışı sohbet ederek yürüyen gençlerin kahkahalar attığı bir cuma akşamı

Ve kendi adıma; yarım kalmamış, başarmış, borçsuz, pişmanlıksız, mutlu bir cuma akşamı

Vedalaşarak gitmek, ardından el sallayan, umut dolu,

Yaşamaya değecek hayatlarına devam eden sevdiklerini;

Arkada mutlu bırakarak gitmek isterdim bir cuma akşamı

Güzel bir cuma akşamı; öldüğümü hemen unutsunlar, yesinler, içsinler, gülüp eğlensinler,

Hiç pazartesi gelmeyecekmiş gibi;

Aynı benim gibi…

Mehmet Memdoğlu: Gazzeli Çocuk

Gazzeli Çocuk

Varlığı bilmez bir güce karşı,

Büyük bir savaş içinde kalbim.

Alacakaranlıkta...

Gölgeleriyle hüznüme ortak oluyor ağaçlar.

Güneş, kızıla boyanmış;

Yükseliyor ufuktan.

Geceden arta kalan serinlik,

Günü "yakıcı" bir sıcaklığa bırakmış.

Gazzeli çocuk gibi

Uykudan uyanıyor yeryüzü.


Ahh çocuk!

Feryadın Aksa, 

Gözlerin düşlerime yol.

Hayalin, 

Gökyüzünde vakitsiz uçan kuşlara menzil...

Gülüşün Gazze, 

Yüreğime düşen ateşe su.

Bakışların acı bir ok, 

Fosfor kusan gecelere yorgan…

Hayat Bazen Tesadüfler Üzerinden Devam Eder

Merhaba Hüseyin Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. İnsanın kendini anlatması başkalarını anlatmasından zordur. Böyle bir soru karşısında zihnimizde çocukluğumuzdan başlayan bir görüntü peyda oluyor.  İlk, orta, lise, üniversite yani öğretimin bütün kademeleri, meslek hayatı ve emeklilik arka arkaya sıralanıyor. Orta öğretimi bir kenara bırakırsak 1975 yılında girdiğim Hacettepe Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bin bir macera ile 1980’de bitirdim. Aynı yıl başladığım edebiyat öğretmenliğini birkaç lisede devam ettirdim. Aynı zamanda özel sektöre girdim; müteahhitlik de yaptım. Bu alanla ilgili bir dernek kurduk ve yönetim kurulunda 10 yıl görev yaptım. Asıl mesleğim gereği ve özel ilgim münasebetiyle şiirle, hikâyelerle, romanlarla haşır neşir olduk. Bu süreçte ve emekli olduktan sonra bir süre yalnızca şiirle uğraştım. Şiirlerimin bir kısmını “Hüseyince” ve “Şahince” isimleriyle kitaplaştırdım. 

Yazar Hüseyin Celep

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi roman yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Söylediğim gibi edebiyat mesleğimdi, şiir üzerine yoğunlaşmıştım. Yazmaksa, şiir yazıyordum. Ancak internet ortamının gelişmesiyle beraber internet sitelerinde köşe yazısı, makale yazmaya başladım. Öyle ki altı yedi sitede birden yazıyordum. Bizler gençliğimizde olduğu gibi meslekten gelen alışkanlıkla sürekli şiir, hikâye roman, fikir eseri, ne bulursak okuyan insanlarız. Bir zaman geldi ki gerekli olgunluğa eriştiğimi fark etim ve bir gün bilgisayarın başına geçip bir kitap yazmaya başladım. Bir kadının, genç kızlığından başlayarak ellili yaşlara kadar olan hayatını çevresindekilerle beraber anlatıyordum. 

İlk defa yazıyorum, iştahla yazıyorum, durmadan yazıyorum, etrafımdaki sesleri hiç duymadan yazıyorum. Plan yok, noktalama, imla yok; atın dörtnala koştuğu gibi parmaklarım klavyede koşuyor. Hızım kesildiğinde dönüp baştan ayağa o gün yazdığımı kurallarına göre düzenliyorum. Her gün bu şekilde ve aynı tempoda yazdım ve iki şiir kitabından ve baskı sürecinden sonra “ALDATMA” adlı romanım ortaya çıktı. Kitabımın okuyucularca beğenilmesi benim için bir teşvik oldu. Arkasından “ADAM”, “AH SEVDİĞİM”, “ADIM YOK BENİM”, “ACILAR BİTTİĞİNDE”, “AHİRET VE İKİ MUSTAFA”, ASENA CESUR YÜREK” ve son olarak “ADIM İBRAHİM” romanları ortaya çıktı. Bu arada “KADINA ŞİDDET VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ” adlı bir araştırma, inceleme kitabım da yayınlandı. 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Bana edebiyatı öğreten, sevdiren üniversite hocalarımı saymazsak, ilk sekiz kitapta hiçbir kurum, kuruluş ve kişiyle bu konuda irtibatım olmadı. Son üç kitabı yazmadan önce Ehem Göktürk’ün Hikâye Yazarlığı Atölyesine devam ettim. Orada hikâyeler yazdık, eleştiriler yaptık, eleştiriler aldık ve doğrusu yazı dünyama faydası oldu. Hikâyelerim basılmak üzere bekliyor. Daha sonra Kuşlukta Yazarlar Grubu’na katıldım orada da roman incelemeleri faaliyetlerine dâhil olup tartışma ve eleştirilerden oldukça faydalandım. “ADIM İBRAHİM” o grupta eleştirildi, değerlendirildi. Kitabımda bu değerlendirmelerin de etkileri oldu. Son yazdığım üç kitapta bu ortamların olumlu katkısı oldu. 

Adım İbrahim, Ş. Hüseyin Celep

Kitapseverlerin bir solukta ilgiyle okuyacağı biyografi türünde diyebileceğimiz Adım İbrahim isimli romanınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Bu kitabın ortaya çıkış sürecinden bahseder misiniz?

Hayat bazen tesadüfler üzerinden devam eder. Bir kiralık ev ilanı vermiştim. İş kurmak üzere Almanya’dan gelen bir vatandaşa evi verdim. Ben de aynı binada oturuyorum. Komşu olduk, sohbetlerimiz oldu. Adam kendinden bahsederken ben bir roman okur gibi dalıyor, sessizce onu dinliyordum. Bu ne acayip bir hayat, dedim kendi kendime.  İbrahim’i yazmaya karar verdim. Kendisine söyledim ve her yaşadığını madde madde not ettim. İki sayfalık bu notlar, iki yüz seksen sayfa bir roman oldu ve her bir bölümü bir roman kapasitesinde bir kitap ortaya çıktı.

Biyografi türünde eser üretmenin diğer türlere kıyasla farklılıkları nelerdir?

Biyografiler, bir kişi etrafında döndüğü için anlatım darlığı oluşmaktadır. Eğer biyografi, otobiyografi biçiminde yani “ben” anlatımlı olursa yazar daha da zorlanıyor. Çünkü o zaman kendini anlatır gibi yazması lazım. Başta da söylediğim gibi, insanın başkasını anlatması yani “o” anlatımını kullanması bir kolaylıktır. ADIM İBRAHİM’de “ben” anlatımını kullandım. Bu da zaman zaman beni zorlamadı değil. “O” anlatımlı aşk, macera, tarih romanları gibi romanlar daha kolay yazılır. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

İlkokulda şiir okumada birinci olduğumda bir şiir kitabı hediye edilmişti. İlk kitabım odur. Sonra ilk olarak Dede Korkut Hikâyeleri’ni okudum ortaokulda. Lisede Rıza Nur’un Türk Tarihi dizisini, Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ve diğer kitaplarını, üniversitede Nihal Atsız’ın Bozkurtlar’ın Ölümü, Bozkurtların Dirilişi ve derslerimizi ilgilendiren, ilgilendirmeyen pek çok yerli ve yabancı eser okudum. Meslek hayatım boyunca da aynı maraton sürdü. Sefiller, Notre Dame'ın Kamburu, Don Kişot, Suç ve Ceza, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İlahi Komedya, Devlet… Hepsini saymak mümkün değil. Batı klasiklerinin birçoğunu okudum. Kitapları, insanı şekillendiren gerçek ve sanal âlemin bir karışımı olarak görüyorum.  İnsan her okuduğu yazardan bir miktar etkilenir. Ben de Friedrich Nietzsche’den etkilendiğimi söyleyebilirim. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, bir kitap tasarlıyorum. Ömrümün büyük bir bölümü politikanın içinde geçti. Birkaç siyasi kuruluşta üst düzey görevler yaptım. Eserlerimde siyasi konulara hiç girmedim. Sadece bir kitabımda, bir genel başkanın hayatını roman tarzında anlattım. Şimdi ise bu siyaset yolculuğunda gördüğüm alavere dalavere, iyilik güzellik ne varsa bir roman hâlinde yazmak istiyorum. Kahramanlar gerçek olacak ama isimleri farklı olacak. Bunun dışında daha önceden yazdığım ve bazı nedenlerden dolayı şimdilik yayınlamak istemediğim iki kitabım, ayrıca önce de belirttiğim gibi kitaplaşmayı bekleyen hikâyelerim ve şiirlerim var. Bir de “ADAM” adlı romanım Fransızca ’ya çevrildi fakat henüz baskısı yapılmadı. Bunların hepsinin üzerinde çalışmam gerekiyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitaplarıma gösterdikleri ilgiden dolayı bütün okuyucularıma buradan teşekkür ediyorum. Hayatları gönüllerince ve kitaplarla birlikte olsun, mutlu olsunlar.

Peki, İnsanlık Bu Aşkı Çözebildi mi?

 “Aşkın sahibi olunmaz, aşk hissedilir.” diyen yazar Orhan Pamuk, “Masumiyet Müzesi” adlı eserinde adeta aşkın kitabını yazdı.Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un kitabı Masumiyet Müzesi, 465 sayfa olup, 2008 yılında yayımlanmıştır. Bu kitap yazarın on yıllık çalışması sonucunda oluşmuştur. Eser, aşka dair ders verici niteliktedir. Ayrıca kitap, New York Times tarafından “2009 Yılının En İyi Kitapları” listesinde yer almaktadır. Kitabın ana konusu İstanbul’da yaşayan zengin bir işadamının nişanlanmak üzereyken, tarih öğretmeni olan uzaktan bir akrabasının tezgâhtar kızına âşık olmasıdır. Kadınlar ve erkekler açısından aşk ve etkileri, dönemin batılılaşma sürecinde toplumun iki tabakasına ait zengin ve fakir iki kişi arasında yaşanan inanılmaz bir aşk hikâyesidir. 

Masumiyet Müzesi

Yazar eserde bir ikilem düşünce yaratarak okuyucuyu gerçekçi düşünmeye sevk ediyor. Ayrıca okuyucunun kendi karakterine uygun cevaplar verebileceği açık noktalar bırakıp, kitap okunduktan sonra hikâye üzerinde düşündürmeyi sağlıyor. Hikâyedeki kadın ilişkide ilkin nerde kırıldı? Adamın hikâyesi nedir, aşk sabrı mı öğretir? Adam yaşadığı bu durumdan kaçabilir miydi? Hangi çıkmazdan dolayı insan birini yüzüstü bırakır? Kadın neden bu durumu büyük bir travmaya dönüştürdü? Bir insan aşka dair yanlış yapınca bu yanlışı, kendisine mi yakıştıramıyor yoksa karşıya yanlış yaptığı için mi üzülüyor? Bir aşkta hangisi ön plandadır? İki kişinin kırılmadığı ve herkesin mutlu olduğu bir son yok mu? Aşk ve onur? İhanet bir ilişkiyi nasıl etkiler ihanet kabul edilir mi? Toplumun yaşamı ve bakış açısı ne?    

Yazar adeta okuyucuya aşk analizi yaptırıyor. Okuyucular kendine şu soruları soruyor. Aşk bir insana neleri yaptırır? Sigara izmaritlerinden tutun saç teline; saç tokasına kadar tüm eşyaları biriktirme istemi, eşyalar, anıları ve etkileri nedir?

Hikâyenin yaşandığı şehrin, dönemin ve yaşam tarzına ilişkin büyük izdüşümlerinin anlatıldığı Realist- romantizm karışımı eserdir.  Ele aldığınız andan itibaren yazarın akıcı ve reel anlatımıyla Kendinizi bir anda hikâyenin içinde buluveriyorsunuz. Eser size, “Ben bu hikâyenin bir parçasıyım!”  dedirtiyor. Şu da bir gerçekliliktir ki, her yazar önce kendi coğrafyasında tanınır, büyür. Bakın ben ülkesi demiyorum coğrafyasında büyür. Yazarın en iyi bildiği şey içinde yaşadığı toplum ve çevre koşullarıdır.  Bu hem siyasi hem sosyolojik ve hem de psikolojik açıdan da böyledir. Orhan Pamuk’u verimli kılan nedenlerden birisi de İstanbul’da yaşamış olması diyebiliriz. Kısaca İstanbul’un verimliliği onun eserlerine yansımış. İstanbul’da doğup büyüyen Orhan Pamuk, 22 yaşına kadar ressam olmaya çalışıyor. Daha sonra edebiyat ve romana yöneliyor. Hayatının neredeyse tümü İstanbul gibi köklü bir şehirde geçiyor. Bildiğiniz üzere İstanbul uzun yıllar Roma gibi bir imparatorluğun Konstantinopolis'i olarak Roma ve birçok imparatorluğa başkentlik yapmıştır. Coğrafi, politik,  ticari ve etnik açıdan zengin bir yapıya sahip bir kent... Ve Pamuk, 1982'de ilk kitabını yayımlıyor.

1970 ile 1990 yılları arasında Türkiye siyasi tarihinde çok dalgalı ve kaotik bir dönem yaşanıyor. Bu kaos ve karmaşa İstanbul şehrine de nüfuz ediyor. İstanbul kentinde yaşayan toplulukların çeşitliliği önemli… Örneğin bir taraftan dinci muhafazakâr, bir taraftan solcu, bir taraftan batılı;  bir taraftan, lümpen, dünyadan habersiz kesimlerden oluşan toplum kesitleri yazara karakter zenginliği sağlamıştır. Bu şekilde Pamuk, bu karakterlerin derinliğini bu coğrafyada yakalayabilmiş ve eserlerine ustaca işlemiştir. Yazar ayrıca resimle ilgilendiği için eserlerinde bir sanat perspektifi var. Bu da bize hayatın içinde sanatın da perspektifini görme imkânı veriyor. Eserleri içinde sanatı yoğun işliyor, diyebiliriz.

Yazar, masumiyetin ve ihanetin resmini bize kelimelerle veriyor. Kurulan Masumiyet Müzesi,  onun ressam yönünün eseridir de denilebilir. Yazarın Nobel ödülüne ilişkin ise bunları belirtmekte yarar var. Nobel Ödülü,  fizik, kimya, tıp alanlarında verilince test edilebildiği için pek tartışılmaz.  Çünkü daha çok objektif ve büyük bilimsel bir gelişme üzerinden verilir. Bu alanda test edilmesi daha kolay çünkü bu dallarda ödül alınmadan önce birçok bilimsel test aşamasından geçiyor ve kanıtlanıyor. Ama edebiyat dalında farklı… Hem evrensel hem yerel çok fazla dinamik olduğu ve göreceli çeşitliliği barındırdığı için bu dalda bazen tartışmalara yol açabiliyor. Orhan Pamuk için de aynı durum yaşanmıştır. Politik olarak Ermeni soykırımına ilişkin açıklamaları tartışma yaratmış Türkiye tarafından… Avrupa’da Ermeni lobilerinin güçlü olduğu düşünülürken Pamuk’un ödülü aldığı aynı gün Fransa Parlamentosu’ndan Ermeni soykırımını inkârın suç olarak ilan edilmesi, bu tartışmaları daha da artırmıştır. Fakat biz Orhan Pamuk’u sadece Nobel üzerinden tartışamayız.  Nobel’i parantez içinde vermeliyiz. Daha çok eserleri üzerinden değerlendirilmeliyiz. Onun görülmesi gereken yönü budur. Çünkü Nobel ödülünü aldırtan şey yarattığı eserdir. Öbür türlü değerlendirmeler önyargılara neden olacaktır. Kitaptan çıkardığım sonuç ve kitap üzerinde yapılan tartışmalara bakış açım ise şudur: Elle tutulmayan gözle görülmeyen ve ölçülemeyen ama insani var eden aşk; yeri geldiğinde insanı rahatsız eden, yeri geldiğinde mutsuz eden ve yeri geldiğinde insana müthiş mutluluk veren bu duygu ancak akılla ölçülebilir.

Yazar insan hayatında nerde ne zaman ortaya çıkacağını bilmediğimiz bu muazzam duyguyu anlatırken, insanın elde olanın değerini bilmemesinin kendisine ve karşıdakine ne kadar acı verdiğini uzun uzadıya işlemiş.  Aşka asla sahip olunmaz; AŞK ancak hissedilebilir. Ona sahip olduğunuzu düşündüğünüz andan itibaren kaybettiğiniz şeyin büyüklüğünü fark edersiniz. Bu da size acı verir. Yapılan eleştiriler için, “Aşkı hiç yaşamamış insanların aşka basit yaklaşımı tehlikelidir. Çünkü bunlar aşkı belli kalıplara sokar.” diye yazıyor. Bir yerde nasıl,  neye âşık olunduğunun tarifini kendi bakış açılarıyla anlatmaya çalışır ve genelleştirirler. Yani, “Leyla ile Mecnun,  Edulè ile Derwêş birbirlerinde ne buldu?” diye basit yaklaşabilir miyiz? Peki, insanlık bu aşkı çözebildi mi?  Hayır. Belki insan sadece bir insanda bu ayrıntıyı yakalıyor. Basit batı yaşantısına,  “özenti” deyip realiteden kaçış ile toplumsal sorunlarını bastırma ve kendi klişeleriyle yaklaşma,   aşktan bir şey eksiltmez. Dünya döndükçe aşk vardır ve var olacaktır. Batıda, doğuda bu böyledir. Sevmeyi ve sevgiyi ne zaman, nasıl yaşayacağını öğrenme ve sağlıklı yaşama geçirme sevebilme ve sevilmeden geçer. Annesine sarılabilen erkek çocuğu kız arkadaşına da sarılmayı bilir. Bir insanı sevince ona nasıl davranılmasını bilme gibi bir şeydir ve buna duyguları yaşama pratiği diyebiliriz. Kısaca birçoğu bilmediği, tanımadığı bir duyguyu kendi bilincinde aşkı basitleştirerek indirgiyor. Fakir, zengin, hasta, sağlıklı; rengi ne olursa olsun herkesin yaşadığı tattığı ve sevdiği ortak şey ilişkidir. Bu realitenin bir romanda anlatılmasından rahatsızlık duyan kesimler, masum bir aşkı ve birlikte olmayı çarpıtanlardır. En fazla onlar bastırdıkları bu duygularla psikolojisi bozuk bir kesim niteliğiyle saldırgan, sapık tipler oluyorlar. Nihayetinde şunu diyebiliriz. Karşıdakine değer vererek kendimize değer vermiş oluruz. Hiçbir şeyi tüketme lüksümüz olmamalı. Ve hiçbir duygu beslemediğimiz müddetçe sonsuza kadar yaşamaz. Aşk,  sahibi olduğumuz kalıcı bir duygu değildir, onu besleyip o ateşe sürekli odun atmamız gerek. Bazen o duygu ölürken o duyguyla beraber biz de ölüyoruz. Elbette herkesin bir aşkı var. Bu bazen bir insan, bazen doğa, bazen yaşama aşkı, bazen ülke aşkı olur. Fakat aşkın özgürce yaşanması değerlidir...

Bu eseri değerli kılan, aşkın özgürce işlenmiş olmasıdır, diyebiliriz. Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’ni yayımladıktan sonra 2012 yılında bu romandan esinlenerek romanla aynı adı taşıyan müzeyi açmıştır. Müze, İstanbul’da kurulan ilk şehir müzesidir. Müzede İstanbul’da yaşanan, 1970’li yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanan bu aşk hikâyesinin anlatıldığı eşyaların yanı sıra 1950’li yıllarından itibaren gündelik hayatta kullanılan pek çok sayıda eşya yer almaktadır. Masumiyet Müzesi 2014 senesinde,  Avrupa Müze Forumu tarafından “Avrupa Yılın Müze Ödülü”ne layık görülmüştür. Kitap, aynı zamanda “Hatıraların Masumiyeti” ismiyle beyazperdeye uyarlanıyor.

Kitabı satın almak için tıklayınız.

Harun Tınas: Yaş Otuz Bir

Anka Kuşu

31 yıl önce bugün…

Acı bir çığlıkla dünyaya gelmemle başladı 

Hayat yolculuğum…

İnsan hayata “merhaba” derken

Kaderini belirleyemezmiş!

Çünkü bazı yazılar asla silinemez…

Bu hayattaki en ağır yükler yazıldı ömrüme…

Düştüm kalktım, düştüm kalktım, düştüm kalktım…

Bir gün düştüm hiç kalkamadım!

Küçük bir çocuktum, büyümek zorunda kaldım.

Bu da geçer sandım,

Sadece kendimi kandırdım.

Hani “bir umut içindir” ya yaşamak…

İşte ben hep o umuda inandım,

Sonra bir hayale sığındım,

Acırken canım; bir şarkı mırıldandım,

Yaşama sımsıkı sarıldım.


Yıllar geçti üzerinden…

Koyu zamanlar rıhtımından yol aldım,

Fırtınalar ortasında kaldım,

Ezildim, büzüldüm, eğildim gittim,

Öyle bir vurgun yedim ki; 

Nefesim gitti nefesim! 

Derler ki “insan nefessiz yaşayamazmış”.

Yaşadım arkadaş yaşadım!

Acıya acıya Anka kuşu gibi yandım küle döndüm,

Umut etmekten vazgeçmedim,

Dört dörtlük bir mücadele sonunda;

İnsanların “umut arayışlarına” örnek oldum.

Yaşamak gece karanlık bir yolda yürümek gibi,

Kolay mesele değil ki!...

Önemli olan ayın ışığına tutunarak;

Aydınlık zamana ulaşabilmektir.

İsmail Hilal Yazdı: Mesela

İsmail Hilal, Mesela

Varlığın saklı hasret 

Yokluğun çağlar ötesi 

Sanki kar tanelerine sinmiş masum sis perdesi.

Şeytan mıyım senin için 

Bunca taş neyin nesi?

Merhamet dizginleri elinden kaymadan

Gelsen mesela 


Zararın pamuk ipliği,

Faydan cennet köşesi. 

Sonradan eğildiğim tek yer 

Aslında gözlerin idi. 

Ham meyveyim; 

Olmuşluğum, duymuşluğum, âdemliğim, kâmilliğim

Dudaklarının sihrindeydi. 

Çürümeden sen hallerim

Gelsen mesela. 


Hiddetliyim oysa asırlardır.

Darmaduman ettim pençelerimle kaleleri 

Korkuttum nice papatyaları, laleleri, zambakları

Sinmedi naralarım çağlardır.

Masal diyenler oldu 

Anlamadılar yansıyan ruhundu bunca zamandır. 

Kazalarım son bulmadan 

Gelsen mesela.


Ekmeğimi taştan çıkarandım. 

Kavga gürültüden uzak, kendine dargın hakandım.

Nasıl oldu bilmeden düşmüşüm aşk meclisine 

Sorsan bunca renk sanaydı zaten 

Kim bilir hangi emeklerimle yan yanaydım. 

Gölgem saçlarına yalvarmadan 

Gelsen mesela.

İsmail Hilal: Şiirde Her Şeyden Önce His Olmalı

Merhaba İsmail Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Tabii ki memnuiyetle. Haziran 1991 Nevşehir doğumluyum. İlköğretim ve lise yıllarım yine Nevşehir’de geçti. Lisans ise Kırıkkale Üniversitesi Sağlık Yönetimi Bölümünden 2014 yılında mezun oldum. Daha sonra çeşitli market zincirlerinde, kitapçılarda çalıştım. Şu an yine Nevşehir merkezde bulunan bir kırtasiyenin sahibiyim.

Yazar Şair İsmail Hilal

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Kalıba konması imkânsız, içinde duygular barındıran gönül aynası diyebilirim. Yazan kişinin kalbinin mahremine açılan pencere, okuyanın ruhuna işleyen harf yarenliği, sayfalarca cümlede söyleneni kendi ahenginde yoğurup tadı damağımızda kalan ezgisiz şarkılar türküler şeklinde ifade edebilirim. Şiirde her şeyden önce his olmalı. Yazan kişi her dizeyi benliğinde bulmalı. Yoksa bu karşı tarafa geçmez ve eser sadece yazılmış olur. Tabi bu dediğim yetenek onun ne kadar geliştirildiğiyle alakalı. Diğer açıdan bakacak olursak ta en çok dikkat ettiklerim; kelime tekrarları, dize geçişleri ve dize sonlarındaki bütünlük hem yazarken hem de okuduğum şiirlerde bu üç unsura dikkat etmeye çalışıyorum. Tekrar yapılma nedeni ne, ahenge faydası var mı yok mu? Ya da yerine başka bir şey gelir miydi? Tekrar konusunda bunlar önemli benim için. Dize sonlarında kafiye var mı? Yoksa da hangi harf ve hece yapısıyla bütünlük sağlanmaya çalışılmış başlıca baktığım şeyler.  

Edebiyat hayatınıza neden şiir ile başladınız? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Bu konuda şair ya da yazarların seçim hakkı olduğunu pek düşünmüyorum. Kişi belirli yeteneklerle doğar. Bu da onlardan biri sonuçta. Günü geldiğinde kabuğundan çıktı, bende peşinden gitmek istedim hepsi bu.  Düz yazıya şiirden çok uzun zaman sonra başladım. Hem yayınlanan hem yayınlanmayan öykü ve denemelerimde mevcut. 

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Aslına bakarsak hayatı ifade ediyor. Sonuçta yazarken bize hayal dünyası kazandıran, o duyguların ortaya çıkmasını sağlayan bir ortam var. Yazarken özellikle şiir yazarken duygusal yoğunluğu ve etrafımızdaki olayların ruha etkilerini es geçmek olmaz, ana kaynağımız orası sonuçta. 

İlk şiirlerimi ortaokul yıllarımda yazdım. Ama o dönemler çok utangaç biriydim. Yazdıklarımın hepsini yaktım(tebessümle). Daha sonra ailem yazdığımın farkına vardı. Lise yıllarımda babam ajanda hediye etti. Bazı şiirlerimi oraya yazmaya başladım. Yine lise yıllarımda Ragıp Uçar hocamız vardı. Kendisi edebiyat öğretmenimizdi. O ilk fark etti yeteneğimi. Sohbetler ettik Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri kitabı dâhil çeşitli kitaplar ve hatta farklı tarzda müziklerle tanışmamı sağlayarak destek olmaya çalıştı. Ancak o dönemde şair olmak gibi bir niyetim yoktu. Burada iki kırılma noktam oldu diyebilirim. İlki lisan son yılımda şu an Kırıkkale Üniversitesinde Dekanlık görevinde bulunan Ayşe Güler hocam ile oldu. Dördüncü sınıfın son döneminde ona birkaç şiirimi değerlendirmesi için vermiştim. İlk kez onun öğütleri sayesinde o bilince varmaya daha tabir doğrumu bilmiyorum ama profesyonelce bakmaya çalıştım ve kendimi geliştirmeye okumaya adadım. İkincisi ise 2020 yılında Nevşehir’de verilen bir tiyatro eğitimde İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçısı İbrahim Raci Öksüz hocamızın yanında bir şiirimi okuduktan sonra söylediği ve kendi şiirime bile bakış açımı açan övgüsü diyebilirim. Zaten sonrasında kitap çıkarmaya karar verdim. 

Türkiye’de şiir türü romanlara nazaran daha az ilgi görüyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bunun en büyük nedeni tüketim toplumu olmamız aslında. Duygular yerini daha maddi ve yarın unutulabilir şeylere bıraktı ve artık kabul edelim ulaşılamaz diye bir kavram pek kalmadı. Özellikle aşk konusunda. Yani eskiden bir bakışa insanlar beklerken şu an her şeyi yaşayıp ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi ayrılabiliyor ve bu normal karşılanıyor. Böyle bir yapıda örneğin Cemal Safi’nin şu dizelerinin anlamı daha da düşüyor.     

Bir dileği var imtiyaz değil! Kulun başka kula ibadeti farz değil! Hâşâ! yaradan gibi beş vakit namaz değil Senden beni sadece sevmeni istiyorum


Evet, etkiliyor ancak anlık bir etkiden sonra çoğu insan hayatına devam ediyor. Bunu gören yayın evleri de ilgi görmediği için maliyet açısından değerlendirince çok fazla şiir kitabı basmak istemiyor. Popüler olana yönelip daha çok para kazanmak hoşlarına gidiyor. 

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yukarıdaki örnekten de az çok belli olduğu üzere iyi bir Cemal Safi hayranıyımdır. Başucuma Ankara’da sahaftan aldığım Sende Kalmış şiir kitabı durur. Onun dışında; Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yavuz Bülent Bakiler hem sık sık şiirlerini okumaya çalıştığım hem de kitapları evimin başköşesi olan şairler diyebilirim. Yazar olarak Ahmet Şerif İzgören’i beğeniyorum. Pek çok kitabını okudum. İyi bir Harry Potter hayranı da olduğum için J.K Rowling ve Harry Potter kitapları da sürekli yakınımda bulunur. Bu isimlerin ilk aklıma gelme sebebi zaten hayatıma yaptıkları etkiden kaynaklı. Farkındayım çok faza yazar ismi vermedim ama burada saydığım iki yazar ve büyük şairler. Hem hayal dünyama, hem günlük hayatıma hem de yazı dünyama yön vermemde ciddi etkileri oldu. Şuradan örnek vereyim Harry Potter şiire etkisi nasıl olabilir diyenler olabilir ancak Snape karakterinin Harry’nin annesine olan sadık aşkı ve son ana kadar Harry’i korumak için hayatını ortaya koymasına bakmak bence ufakta olsa ipucu verir.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Elbette var eğer biterse bayram sonrasına ikinci şiir kitabımı bitirmiş olacağım. Sonrasında ilk romanım için yoğun mesailere başlayacağım. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Günümüzde okumanın, bilmenin, kibarlığın bu kadar değersiz olduğu bir ülkede;  tüm bu güzelliklere sahip çıkarak, hayal ederek ve inanarak yaşasınlar. Bazı şeyler geç gelince güzeldir. Umarım bir gün günleri görürüz.

Hamid Cengiz: Kişilik ve Karakter Her Şeyin Üstündedir

Merhaba Hamid Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1989 yılında Diyarbakır’da doğdum. Diyarbakır’ın merkezinden sayılırız. Vaktiyle bir iki köy vardı gittiğimiz ve büyüklerimizin yaşadığı. O köyler de yine merkeze bağlı köylerdi. Ortaokul ve lise öğrenimini Diyarbakır’da tamamladım. 2009 yılında liseden mezun oldum. Daha sonra Erzincan üniversitesinde Sosyal bilgiler Öğretmenliği bölümünden 2014 yılında mezun oldum. Aslında en başta ilahiyat okumam gerekiyordu ancak o tarihlerde İlahiyat fakültesini kazanmak epey zordu ve ben de İmam Hatip mezunu olmadığım için, benim gibi düz lise mezun olanlara ekstra puan verilmiyordu. Erzincan’da Eğitim Fakültesinden mezun olduktan sonra Dicle Üniversitesi İlahiyat Bölümü’nü okuyup buradan mezun oldum. Şu an Osmaniye ilimizde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği yapmaktayım.

Yazar Hamid Cengiz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi dini araştırma alanında yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya ilk olarak 2009 tarihinde sanal alemde başladım diyebilirim. Aslında nesir yazarlığı değil de şairlik geçmişimiz epey eskidir. Şiir yazmaya ilkokul 5. Sınıfta iken başladım. İki tane şiir defterini dolduracak kadar şiir yazdığımı hala hatırlarım. Yani 2003 yıllarında şiir yazmaya başladım. Sonra şiir yazmaya uzun bir müddet ara verdim. Son bir senedir ise tekrar şiir yazmaya başladım. Dini konularda okuyan bir aileden gelmekteyim. Yine dini meselelerdeki araştırma ve tespitleri Facebook’ta yazıyordum. Orada samimi bazı takipçilerim vardı. Facebook’ta paylaşım yapmayı 2020 tarihinde sonlandırdım.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Aslında kendimi bildim bileli okurum. İlk okul birinci sınıfta iken babam bana Cin Ali serisini almıştı. Ailemin diğer fertleri de özellikle dini kitaplar ve hikayeler satın alır, okurlardı. Bu sebeple ailemin, okumayı ve yazmayı sevmemde büyük etkisi vardır. Bahsini ettiğim Cin Ali serisini çok sevmiş ve defalarca okumuştum. Yetmemiş sınıf dolabındaki diğer hikaye kitaplarının çoğunu da okumuştum. Kitaplara ve araştırmaya karşı özel bir merakım vardı. Malumdur ki merak ilmin hocasıdır. Üniversite yıllarında ise yazıp çizdiklerimi daha geniş ortamlara taşımaya karar verince sanal alemde yazma yolculuğumuz da bundan sonra başladı. 

Kainatta insan hayatına mesken yedi Dünya ve paralel evrenler konusuyla birlikte Hadis, tasavvuf, Deccal ve Süfyani, Mehdi ve Yemani, Cehcah ve Kahtani, Nüzul-i İsa, Yec’üc ve Me’cüc, Dabbet-ül Arz gibi ahir zaman alametlerini asrımıza bakan yönleriyle irdeleyip yaşanan tarihsel olaylarla irtibatlandırdığınız eseriniz Ahir Zamana Yolculuk kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Bu kitabın ortaya çıkış sürecinden bahseder misiniz? 

Kitabı okuyan takipçilerimiz de göreceklerdir ki kitabımızda onlarca değişik konu mevcuttur. Konu sınırı neredeyse yok gibidir. Çünkü bu konuların hepsini Facebook hesabımızda yazıp çizdim. Hepsi yıllar süren bir araştırma ve incelemenin ürünüdür. Bu konuları yazarken ilerde bir araya getirip kitaplaştırmak gibi bir düşüncem yoktu. Ancak Yücel Gökpınar ve İsmail Can gibi öğretmenlerimizin tavsiyesiyle bütün bu konuları bir araya getirip kitaplaştırmaya ve nihayetinde bastırmaya karar verdim.

Kıyamet hakkında düşünceleriniz nelerdir? Sizce kıyamet alametleri bir bir gerçekleşiyor mu?

Kitapta da ayrıntıları ile izah ettiğimiz üzere kıyamet alametlerinin birçoğu aslında gerçekleşmiştir. Çünkü kıyamet alametleri hadislerini değerlendirirken daima gelecekte yaşanacak olaylara bakarız. Sanki kıyamet alametleri hiç vuku bulmamış gibi. Halbuki biraz da geçmişe bakmamız gerekir. Geçmişe baktığımızda hadislerde haber verilen alametlerin büyük bir kısmının gerçekleştiğini görebiliriz.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Okuduğum bütün eski kitaplardan etkilendiğimi söylersem daha doğru olur. Çünkü kadim zamanlarda yaşamış bütün İslam alimleri ve onların eserleri bizim için birer pırlanta ve geleceğe ışık tutan ayna hükmündedir. Ancak burada önemli olan, kitabın içeriğine göre bu aynanın hangi tarafa ve hangi zamana çevrileceğini bilmektir. Bunu yapabildiğimiz vakit ayna tefsir ve rehber hükmüne geçecektir. Aksi halde yolunuzu şaşırırsınız.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu aralar oldukça popüler bir konu olan Paralel Evrenler ve Yedi Dünya konusu üzerinde çalışıyorum. Yine ileriki tarihlerde tarihi olayların ağırlıkta olduğu başka bir eser üzerinde de duracağız. Bir iki şiir kitabının tamamlanması da söz konusudur.

Son olarak ahir zamanda yaşayan inançlı okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

İslam dinini medyatik şahıslardan değil, bu dini paraya ve ticarete alet etmeyen sağlam kişilik ve karakter sahibi eski ulemadan öğrenmemiz gerekir.  Çünkü kişilik ve karakter her şeyin üstündedir. Tabi eski tarihlerde de dini kullanan hoca takımı vardı. Ancak dürüst karakterleri ile bizlere rehber olacak alimlerimiz de epey çoktur. Kitabımızı okuyanlar bu alimlerimizi daha iyi tanıyacaklardır.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447