Destancı Geldi Teyze, Destancı!

Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan destan geleneğine olan özlemim birkaç ay önce Adana’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi...
0

Hayatımızdan çıksa da aklımızdan çıkmayan destan geleneğine olan özlemim birkaç ay önce Adana’da bir sahafta, Malatya’da yaşanmış iki trajediyi anlatan destanları görünce yeniden depreşti. Kişisel geçmişime dair bir belge görsem herhalde ancak bu denli heyecanlanırdım. Çocukluk yaşlarımda tam olarak anlamlandıramadığım bir geleneğin üzerimdeki etkisini yıllar sonra hissettim. Yıllar sonra o günlere döndüm.

Destancı Geldi Teyze, Destancı!

Çukurova’nın sarı sıcağının en çok hissedildiği, hasadın en yoğun olduğu dönemde, doğu ve güneydoğudan gelen ırgatların mesken tuttuğu yaz aylarında destan satmak hem keyifliydi hem de alıcısı çoktu. Kalabalık meydanlarda işsiz kalabalıklara yanık bir sesle destan okunmasına kimse kayıtsız kalmazdı. Kalabalıklar arasında mutlaka her destanın yüreğine dokunduğu kişiler olurdu ve destancı bunu bilirdi.

Diyebilirim ki Kadirli'de destan satmak daha kolaydı. Kozmopolit yapısından dolayı orada her kültürden ve inançtan insan yaşardı. Bu kültüre doğu ve güneydoğudan gelen ırgatlar da eklendiğinde, destancıların işi kolaylaşıyordu. Yokluk ve yoksulluk bir yana, kendi köylerine ve geride bıraktıklarına duydukları özlemi ancak destanlar dindirebilirdi bilirdi. Farklı acılar çeken bu insanların destancılara olan düşkünlüğünü destancılar bilirdi.

 Sabahın ilk saatlerinde hazırlıklarımı yapar, omzuma bir teyp ya da elime bir mikrofon alarak kalabalık ortamlar arardım. Sokak sokak dolaşırken, omzumdan aşağı çapraz bağladığım, heybe-torba karışımı çantama doldurduğum, 3. sınıf saman kâğıtlara tek yaprak olarak basılmış, yitip giden hayatların dörtlüklere dökülmüş öykülerini önceden kaydettiğim ve boynuma asılı teypten sesli olarak dinletip bazen de teypteki kendi sesime düet yaparak yirmi beş kuruşa sattığım destanlardı. Arada bir yüksek sesle “Destancı geldi” diye bağırmam bir seyyar satıcı duygusunu verse de aslında sattığım hüzün, acı ve gözyaşıydı.

Şimdilerde kaçımız acaba hatırlıyor her biri Yeşilçam filmi kıvamında olan bu destanları? Özellikle genç kuşaklar için daha zor bir konu olacak ve muhtemelen konuyu destancıların o eski tadıyla anlatamayacağım. Ama şansımı yine de denemek istiyorum.

İletişimin bu kadar yaygın olmadığı yıllarda, sokaklarda destan okuyarak satan ve geçimini bu yolla sağlayan insanlar “destancı” olarak tanınırdı. Radyonun çok sınırlı, televizyonun hiç olmadığı ve gazetelerin ise köylere ve kasabalara ulaşamadığı zamanlarda, dramatik olaylar destancılar aracılığı aracılığıyla buralara haber olarak taşınırdı. Kasabalar, köyler, mahalleler, meydanlar ve pazar gibi kentin kalabalıklarının toplandığı her yer, onlar için satış mekânıydı.

 Bugün bile hatırladıkça içimi burkan, o zamanlar sokaklarda gözyaşları içinde sattığım bir destandı. Destanları okurken etrafımda biriken acılı teyzelerin, amcaların ve gelinlerin göz yaşları sel olurdu yanaklarından aşağıya doğru. Dikkat ederdim, hiç kimse müdahale etmezdi göz yaşlarına.

Bu destanların içinde en ünlüsü bir Malatya destanıydı.

Kaza sonucu yaşanan trajik ölümler, cinayetler, doğal afetler, dermansız hastalıklar sonucu hayatını kaybedenler, gidip de dönmeyenler, ince hastalığın aldığı bir can, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta sona eren bir ömür ve aile içi facia boyutundaki ibret verici olayları konu alan destanlar Anadolu’nun tüm kentlerinde dilden dile dolaşırdı.

Yazılan destan ne kadar acıklı ve dramatik lanse edilirse, o kadar çabuk satılır ve tükenirdi. “Urfa’da beş yüz lira için öz ağabeyini öldüren zalim kardeşin destanı”, “Bafra’da anasını keserken taş olan delikanlının destanı”, “Allı gelinin ve yeni güveyin destanı” gibi dramatik başlıklı destanlara en çok talep gösterenler kadınlardı. Bu kitlenin olduğu yerlerde, onlara göre destanlar okunurdu. Hedef kitleye göre destan seçimi yapılırdı. Sanki çoğu kadın kendini bulurdu bu destanlarda. Böyle olmasaydı, bu kadar gözyaşı, feryat ve bu kadar figan olur muydu? Ya da kadınlar neden tetikte beklerdi.

Destancının sözleri bütün bir mahallenin yüreğini yaksa da özellikle kadınlar destanları dinleyip konuya hâkim olduktan sonra hüzünlenir, ağlar ve birkaç dörtlük de kendileri eklerdi. Hiç ummadık bir anda kalabalıklar oluşur ve meydan cenaze ağlayıcılarına dönerdi.Basit bir sokak satıcısından dinlenilen bir destan, adeta bir cenaze merasimine dönüşürdü.

Destanları mahalle aralarında alan kadınlar, çoğunlukla okuma yazma bilmediklerinden, destanları okumak da bana kalırdı. Mahallenin bütün kadınları başıma toplanır; ben de destanı yazanın tavırlarını taklit etmeye çalışır ve konuyu elimden geldiğince dramatik bir atmosfere taşımaya çabalardım. Hemen oracıkta destanın katil kahramanına beddualar edilir ve vefat edenler için dualar okunurdu. Okunan dizelerle herkesin yüreği buz keserdi, bütün yüzlerde bir üzüntü çökerdi. Destanların, olayın kurbanlarının ağzından yazılması da konuyu daha trajik bir hale getirir; zaten ağlamaya hazır gözlerden yaşlar yavaş yavaş süzülür, sonra boşalırcasına yanaklardan akardı.

Her destancı, en acıklı olanın en fazla sattığı bu pazarda kendine bir yer bulmaya çalışırdı. İnsanları en fazla duygulandıran ve ağlatan, en başarılı olarak kabul edilir; olası müşteriyi etkilemek için ne gerekiyorsa yapılırdı:

Yıllarca hep şunu düşünmüşümdür. Destancılık zor zanaattı, ama destan olmak daha da zordu. “. Destanlar diye bir kültür vardı ve bu kültür sadece acılarını ve hüzünlerini yansıtıyordu. Alınan ve satılan sadece hüzündü. Gözyaşıydı. Hüznün ve acının parayla satıldığı veya alındığı başka bir ülke var mıydı acaba? Acaba bu sektör sadece Anadolu’ya has bir sektör müydü, bilinmezdi.

Mehmet Ali Güner / Edebiyat Gazetesi / Kasım 2025 / Sayı 34

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447