Şiir Sözlerin Zirvesidir

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1968 yılında Devrek’te (Zonguldak) doğdum. İlkokuldan sonra Bursa İmam Hatip Lisesi ve Mülkiye’yi (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü) bitirdim. Ardından yüksek lisansımı ve doktoramı Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında Kocaeli Üniversitesi’nde tamamladım. Ziraat Bankası Teftiş Kurulu’nda Müfettiş Yardımcısı olarak başladığım meslek hayatıma İller Bankası Teftiş Kurulu’nda devam ettim ve Teftiş Kurulu Başkanlığı dâhil görevlerde bulundum. Halen İller Bankası Başmüfettişi olarak görevime devam ediyorum. Başarabildiğim kadarıyla “İyi yönde orijinal ve faydalı olabilmeye çalışmak” şeklinde bir hayat felsefesine sahibim.

Şair Yaşar Okur

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir, aklı aşmış ve gönülden taşmış duyguların söze dökülmesidir. Sözlerin zirvesidir. Kuru sözün, görüntünün canlanmış halidir. Şiir; tat, renk, zevk, merak, heyecan, coşku, hayal ve benzeri ile yaşamın ve yaşadığının farkına varmadır. Şiirsiz söz  ve yaşam, sanal sayılabilir. Şiirde olmazsa olmaz öge, şiirin bir ilham gibi geldiğinde hemen kaleme alınabilmesi ve doğal haliyle kelimelere dökülebilmesidir. Şiir, şekle sıkı sıkıya bağlı söz ustalığı değildir. 

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik, insani ve ulvi duygularımızı mecraına akıtabilme, kendi kendini bütün boyutlarıyla ifade edebilme sanatıdır. İnsanın iç dünyasının değerlerimizle, kültürümüzle ve kapasitemizle harmanlanarak ifadesidir. Şiir dışında yüksek lisans ve doktora tezlerimle hakemli hakemsiz dergilerde yayımlanmış makalelerim bulunmaktadır. Ayrıca 2020 yılının sonlarından itibaren bürokraside yaşanılan, ağırlıkla trajikomik boyutu yüksek olayları ele alan iki adedi yayımlanmış, biri de yayınlanma aşamasında olmak üzere üç adet kitabım bulunmaktadır. Bu çalışmaların türüne, klasik hikâye, deneme, anı gibi yazım türlerinden öte sohbet tadında vaka analizi denilebilir. 

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazma serüvenim şiirde ortaokul yıllarımda başladı lise yıllarımda devam etti. Ancak mükemmeliyetçi yaklaşım tarzım nedeniyle o yılların çalışmalarının tamamını ortadan kaldırdım. O yüzden şiirlerim, üniversite sonrasından günümüze kadarki yıllarıma aittir. Akademik anlamda yazma işine “Türkiye’de Kamu Denetimi: Değişim Süreci ve Performans Denetimi” ismiyle basılan yüksek lisans tezimle başladım ve bunu akademik ve mesleki dergilerdeki makalelerim ve “Büyükşehir Belediye Yöneticilerinin Algısıyla İller Bankası’nın Yeniden Yapılandırılması” ismiyle basılan doktora tezimle sürdürdüm. Vaka analizi tarzı; ikisi Nobel Yayınevi tarafından “Bürokrasi Sahnesi” ve “Bürokraside Vasatlık Tuzağı: Bize Deliler Lazım” isimleriyle basılmış, biri de basım öncesi tetkik aşamasında olan üç kitabım ise “Bürokrasinin Nasrettin Hocalığına” soyunan bir yaklaşımla yazılmış, akademik olma kaygısı taşımayan ancak yayımlanan her ikisi de akademik yayın olarak basılan kitaplardır. Bunlarda yer alan olaylarla teftişin ve akademinin sıkıcı üslubunun dışında esprisi ve eğlencesiyle hem kendi hayatıma hem de her kesimden okurlarımım hayatına farklı bakış açıları, tat, renk, espri ve eğlence katmak istedim. Şiirde serbest tarzı benimsemiş bulunmaktayım. Arif Nihat Asya’dan Necip Fazıl Kısakürek’e, Nazım Hikmetten Can Yücel’e birçok şairin şiirlerini kısmen de olsa okudum. Tarzımın oluşmasında hepsinin katkılarının olduğunu söyleyebilirim. 

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Sevgi, aşk, hasret, hüzün, düşler, hayaller, inanç, doğa, tarih birçok boyutu var şiirlerimin. Şiir, hayatın kendisi gibi. Onda ne varsa şiirde de o var. Ancak ben hasret, hüzün ve sitemlerim olsa da ümidi ve güzellikleri öne çıkarmaya çalıştım. Onun için kitabımın adını da “İklim Bahar” koydum. Hayata pozitif bakmak, mutluluğun anahtarı gibi…

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Abdürrahim Karakoç, Yahya Kemal Beyatlı, Nurullah Genç gibi şairleri sever ve okurum. Serbest tarzda yazmış Nazım Hikmet ve Can Yücel gibi büyük ustaların tarzları, benim için oldukça çekici. Her kitap, ayrı bir evren sunar insanın önüne. Ufkunuzu açar, bakış açılarınızı geliştirir, ruhen ve fikren olgunlaşmasına destek olur. Benim de öyle oluyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım bürokraside yaşanan trajikomik boyutlar da taşıyan orijinal olaylardan oluşan sohbet tarzında bir vaka analizi kitabım, tetkik aşamasındadır. Yukarıda isimlerini verdiğim iki kitabımla birlikte bu üçlünün Türkiye’de alanında klasik olmasını istiyorum, bekliyorum ve olacağına inanıyorum. Bu üçlüyü, benzerlerine rastlamadığım, oldukça zevkli, esprili, eğlenceli, farklı ufuklar açan ve aynı zamanda dersler de çıkarılabilecek bir tarzda kaleme aldım... Bir diğer beklentim ise şiir kitabımın yayımlanmasından sonra ikinci hatta üçüncü şiir kitabımı yayımlamam. Bu konuda henüz olgunlaşmış olmasalar da çalışmalarımın olduğumu söyleyebilirim. İnşaallah okurlarım beğenir ve ilgi gösterir. Marifet iltifata tabi… Allah’tan isteğim, sizlerin ilgisiyle ve hayırlısıyla başarılı olması… 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Şiirlerimin okurlarım tarafından beğenileceği, onların hayatına farklı bir tat katacağı yönünde bir kanaatim var. Okuyucularımın değerlendirmeleri ve tavsiyeleri benim için çok kıymetli. Değerlendirmelerini bana iletmelerini ve çevrelerine kitabımı tavsiye etmelerini beklerim. Kendilerine şiir gibi hayatlar dilerim. 

Okumayan Toplumlar Sorgulamayı Unutur

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1970 Yılında Muş’un Bulanık ilçesinde dünyaya geldim. 19 yaşına kadar Bulanık’ta yaşadım. Ondan sonra Konya’ya göç ettik ve halen Konya’da yaşamaktayım. Evli üç çocuk babasıyım.

Yazar Şerafettin Kizi


Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum okudum kitaplarla kendi hayal gücümü mukayese ederek ve bazı komşularımla yaptığım sohbetlerde sürekli bana “Sen niye kitap yazmıyorsun?” telkininde bulunuyorlardı. Bende aslında hayal gücüme güveniyordum ama cesaret edemiyordum. Birgün cesaretimi topladım ve masamdaki a4 kağıdına yazmaya başladım. Şimdide durmak istemiyorum, sürekli yazmak istiyorum ve yazdıkça çok mutlu oluyorum. Yazdıklarınız kalıcı oluyor ama konuştuklarınız uçup gidiyor. Ondan dolayı iyi ki yazmaya başlamışım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için duygularını dışa vurmak ve içinde yok etmemektir. Onu paylaşmak ve paylaştıkça belki de milyonlara ulaştırmak, bir insanın hayatına dokunmak ve kişiyi mutlu etmektir.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle okurlarımın sıkılmadan ve yorulmadan okuyacaklarından eminim. Gençliğin sıkıntılarını ve sıcak dostluklarını bulacaklar. Bazen bir anne sevgisi bazen ise bir öğretmen ilişkisi…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarım yok çünkü bazı yazarların bazı kitapları hoşuma giderken bir başka kitabı hoşuma gitmiyordu. Tabi ki  bütün kitapları okurum, çok seçmem ama çok beğendiğim yazarlar ve kitapları burada isim verip belirtmek istemiyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir kitabım var.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyuculara şunu söylemek isterim; kitabımı yazarken, bir kitapçının bana söylediği ilk söz “Abi kitap okuyan yok ki kime yazıyorsun.” oldu. Bu söz beni o kadar yaraladı ki. Gerçekten ülkemizde kitap okuma oranı çok düşük. Okumayan toplumlar sorgulamayı unutur ve modern köleler haline gelir. Ya teknolojinin kölesi olursunuz ya da kitap okuyup teknolojiyi kendinize köle yaparsınız. Sizin elinizde…

Sadece Dilemek Yetmez Gerçekten İstemek Gerekir

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Dilek Yıldız. Hayatım boyunca hep insan hikâyelerinden, kelimelerden ve iletişimin dönüştürücü gücünden beslendim. Gazetecilikle başlayan yolculuğum, medya sektöründe genel koordinatörlüğe uzandı; ardından eğitimde kurumsal iletişim yöneticiliğiyle farklı bir yön kazandı. Bu süreçte hem dinleyen hem anlatan, hem öğreten hem öğrenen bir yolcu oldum. Eğitim yönetimi alanında yüksek lisans yaparak akademik birikimimi derinleştirdim. Bugün ise Amerika’nın Texas eyaletinde yaşıyor, edebiyatla kalbimi, eğitim ve iletişim projeleriyle vizyonumu besliyorum. Yazmak benim için sadece bir meslek değil; aynı zamanda kendimi bulduğum, yeniden doğduğum bir yolculuk.

Yazar Dilek Yıldız

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma tutkum aslında çocukluk yıllarıma dayanıyor. Defterlerimin köşelerine küçük hikâyeler, yarım kalmış cümleler yazardım; belki de o günlerde başlayan içsel bir ihtiyaçtı bu. Yıllar geçtikçe anladım ki yazmak benim için sadece bir uğraş değil, varoluşumun doğal bir parçası.

Sonraki yıllarda medya kariyerim, bana kelimelerin yalnızca kişisel değil, toplumsal bir gücü olduğunu öğretti. İnsan hikâyelerini dinlemek, yeni projeler üretmek, farklı kültürlerde insanlarla programlar yapmak, iletişimi yönetmek bana yazının hayatları dönüştürülebileceğini gösterdi.

Eğitim yönetimi yüksek lisansıyla birlikte yazıya başka bir gözle bakmaya başladım. Yazının, bir öğrenme ve öğretme biçimi olmasının yanında, insanı iyileştiren bir yolculuk olduğunu fark ettim. Bu akademik ve mesleki birikimime, kişisel hayatımda yaşadığım kırılmalar, kayıplar ve yeniden doğuşlar da eklendi. Başka bir ülkeye taşınmak ve kendi iç sesimi dinlemek de bu yolculuğu başlattı diyebilirim.

İçimde yıllarca sessizce biriken tüm bu deneyimler, artık sadece bana ait kalamazdı. Yazmaya yönelten en güçlü nedenim, yıllar önce önüne set çekilen yolları açmak, kendi yolculuğumdan süzülen bu duyguları başkalarının kalbine ulaştırmak ve belki de onlara ‘yeniden başlayabilirim’ cesaretini hissettirmek oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için sadece kelimeleri yan yana getirmek değil; kalpten kalbe kurulan köprü demek. Çünkü ben sözcüklerin sihrine inanıyorum. Bazen tek bir satır, bir insana yeniden başlama cesareti verebilir. Yazmak, bana göre hem içsel bir iyileşme süreci hem de başkalarının yolculuğuna eşlik etmenin en güzel yolu. Okuyucu ile kitap dilinde konuşmak, görünmez bir bağ kurmak; satırlarda buluşup aynı duyguda birleşmek ise yazarlığın en büyüleyici yanı.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Bir Dilek Değil Gerçekten İstemekmiş klasik anlamda bir roman ya da hikâye kitabı değil; daha çok ‘hikâyeleştirilmiş manevi bir otobiyografi’ diyebilirim. Okurları, satır aralarında hem benim yaşam yolculuğumdan izler hem de kendi hayatlarına dokunabilecek duygular bekliyor. Kitapta, hayallerin peşinden gitmek, içsel güce inanmak, sevginin dönüştürücü etkisi ve hayatın acı-tatlı yanlarının aslında birbirini tamamlayan bir bütün olduğu anlatılıyor.

Okurlar için en büyük sürpriz, bu satırların yalnızca bir yaşam öyküsü olmaktan çıkıp kendi içsel yolculuklarına da ışık tutması olacak. Her kırılmada yeniden doğmayı, her duada güç bulmayı, her başlangıcın ardında yeni bir umut olduğunu görecekler. Kimi zaman benim hikâyemde kendilerini bulacaklar, kimi zaman hiç fark etmedikleri kendi yaralarını fark edecekler. En önemlisi, kitabın sonunda şunu söyleme ihtimalleri: ‘Ben de yeniden başlayabilirim.’ İşte asıl sürpriz de bu olacak.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Benim için her kitap bir yolculuktur; her biri başka bir kapı aralar, başka bir içsel pencere açar. Özellikle Paulo Coelho’nun Simyacı’sı bana hayallerin gücünü, Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı insanın en zor koşullarda bile yaşamına anlam katabileceğini, Halil Cibran’ın Ermiş ise sevgi ve bilgelikle yaşamı yorumlamanın inceliğini öğretti. Bu eserler, bana yalnızca içsel gücü hatırlatmakla kalmadı; aynı zamanda yazının evrensel bir iyileştirici olduğunu gösterdi.

Bir diğer dönüm noktası ise Sinan Ergin’in Canlı Yaşa kitabı oldu. O eseri okuduğumda artık kalbimde birikenleri ertelememem gerektiğini hissettim. Yazmak, sadece bir heves değil, bir ihtiyaç ve sorumluluktu. İşte bu farkındalık, benim için yazarlık yolculuğunun ilk kıvılcımını yaktı.

Dolayısıyla başucu kitaplarım bana hem yaşamı anlamayı hem de kalemi başkalarının yoluna ışık tutacak bir araç olarak görmeyi öğretti. Bugün yazdığım her satırda, onların bana kattığı derinlik ve  yönlendirici gücü hissediyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, ikinci kitabımın satırlarını yazmaya başladım. İlk kitabımda aslında şunu anlattım: İnsan ne yaşarsa yaşasın, hayatın acı ve mutluluklarının birbirini tamamlayan bir bütün olduğunu, kırılmaların ise bir son değil; yeniden doğuşun ilk adımı olduğunu… ‘Gerçekten istemek’ ve sevgiyi rehber edinmek, insanın en karanlık anında bile ışık yakabilir. Bu nedenle Bir Dilek Değil Gerçekten İstemekmiş bireyin içsel yolculuğunu, yeniden doğma cesaretini ve kalbin sesini dinleme gücünü merkeze alıyordu.

Yeni kitabımda ise bu içsel yolculuktan yola çıkarak insan ilişkilerine, yaptığımız seçimlerin hayatımıza nasıl yön verdiğine ve umutların dönüştürücü etkisine odaklanıyorum. Küçük bir ipucu vermek gerekirse; bu kez okurlar yalnızca benim satırlarımda değil, kendi yaşamlarında da bir yolculuğa çıkacak. Kendilerini daha derin bir sorgulamanın içinde bulacak ve hayatın dönüm noktalarına bambaşka bir gözle bakma fırsatı yakalayacaklar.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okurlara söylemek istediğim en önemli şey şu: Hayat her zaman planladığımız gibi ilerlemez. Bazen düşeriz, bazen yolumuzu kaybederiz, hatta umudumuzu yitirdiğimiz anlar olur. Ama asıl mesele, yeniden başlamaktan vazgeçmemektir. Benim kitabım da aslında bunun hikâyesi. ‘Sadece dilemek yetmez, gerçekten istemek gerekir. Çünkü insan, içten bir istekle ve inançla yola çıktığında, kendi mucizesini yaratacak gücü zaten içinde taşıdığını fark edecektir. O yüzden okurlarıma söylemek isterim: Vazgeçmeyin, içinizdeki sesi dinleyin ve yolunuza devam edin. Her yeni başlangıç, sizi kendinize bir adım daha yaklaştıracak.

Torlak Hû Kemal Disiplinler Arası Perspektifle Kurgulanmış Bir Eser

Başlıktaki ismi tanıyanlar ve belki daha az bilinen “Hû” ön adının hikayesini şimdi bu yazıda öğrenecek olanlar, hikâyenin asıl can alıcı kısmını sevgili arkeolog dostumuz Dr. Umut Doğan’ın aynı adlı romanında okuyacaklar. İlk baskısı 2020 yılında Uranus Yayınları tarafından yayımlanan eser, tarihi romanları ve tarihi kişilikleri sevenler için biçilmiş kaftan ama daha da fazlası olayları ve olguları, insan davranış ve ilişkilerini, felsefi ve disiplinler arası bir perspektifle kurgulanmış hikayeler üzerinden okumayı sevenler içinse vazgeçilmez. 

Torlak Hû Kemal Disiplinler Arası Perspektifle Kurgulanmış Bir Eser

Tarihi romanları hep sevdim. Tarihle, mitolojiyle, efsane ve destanlarla harmanlanmış öyküler tarihin hem daha az bilinen kahramanlarını görünür kılmada hem daha çok bilinen kahramanların az bilinen yanlarını anlamada hem de çarpıcı olayların alelade insanların yaşamlarında yaptığı değişiklikleri gözler önüne sermede ve zihinlerde iz bırakmada oldukça başarılıdır. 

Umut Doğan’ın şimdiye kadar yayınlanmış 12 eserinden biri olan Torlak Hû Kemal romanında; iki ana karakterden ilki günümüzün Manisa şehrinde 14. yüzyıldan kalma, geleneksel Osmanlı motiflerinin süs eşyalarına işlendiği marangoz ve kuyumcu atölyesi olarak çalışan Sinan Bey Medresesi’nde çalışan Naim ve diğeri 1400’lerde o zamanki adıyla Magnasa’da yaşamış Şeyh Bedrettin’in bendelerinden Torlak Kemal’in birbiriyle çakışan, birbirinden beslenen ve birbiriyle buluşan hikayesine konuk oluyoruz. 

Pek çoğumuz Torlak Kemal ismini Nazım’ın insanın içini yakan o ünlü Şeyh Bedrettin Destanı’ndan hatırlıyor olmalı. Torlak Kemal, hakça bölüşmeyi kendine dert edinmiş Şeyh Bedrettin’in dergahından, ona ve savunduklarına gönülden bağlı bir derviş.

“Al yanaklı yardan gayrı, dünya malı ortaktır.” 
Şeyh Bedrettin

Umut Doğan’ın, ana omurgada, neredeyse bütünüyle tarihsel gerçekliğe bağlı kaldığı kurgulanmış hikayesinde, zamanda ileri ve geriye gidişlerle okuyucunun zihni ve kalbi beslenip bütünleniyor. Naim’in yaşamı üzerinden 1980 öncesi üniversitelerdeki sol-sosyalist hareketin içinde yer alan öğrencilerin yaşamlarına kısa farlar tutarken bir yandan da Torlak Kemal’in yaşadığı 15. yüzyıl Manisa’sında yeri yerinden oynatan bir hareketin devrimci kodlarına geniş bir arka plan oluşturuyor. Bu yönüyle toplumsal hareketlerin bir anda ya da birkaç yıl içinde oluşup yeşerdiğini sananlara, esasen toplumsal mücadelenin bir günde ortaya çıkmadığı onlarca ya da yüzlerce yıl öncesinden başlayan ve derinde yatan kökleri olduğunu anımsatma gayreti kuşatıyor satırları.

İki çağ ve iki yaşam arasındaki bu bağ, Naim ve Torlak Hû Kemal arasında kitap boyunca sürüp gidiyor. “Hû” lakabını şeyhi Bedrettin’in sözlerini halka duyurmak için tefiyle dolandığı Magnasa sokaklarında insanları toplamak için “Huuu” diye seslenişinden alan Torlak -toy, acemi- Hû Kemal, Bedrettin’in “yar yanağından gayrı her şeyi hakça bölüşmeye” dair söylediklerine duyduğu inançla, kendi anlattıklarının coşkusuna kapılan, heyecanlı, tutkulu ve zarif ruha sahip bir Orta Çağ dervişi, günümüz tabiriyle devrimcisi…Torlak Hû Kemal ismini almadan önce Manisalı Samuel olarak tanınan Kemal, gerçekte de 1419’da hayatını kaybederken, ölümünün sebepleri romanın elbette en çarpıcı bölümleri arasında yer alıyor.

Yıldırım Beyazıt dönemine tarihlenen ve tarihe Şeyh Bedrettin isyanı olarak geçen bu hareketin diğer lideri de Börklüce Mustafa. Bu isimleri Nazım Hikmet’ten duymuş olanlar daha da yakına gelsin... Zira Umut Doğan işte o halk hareketinin kahramanlarından Torlak Hû Kemal’i bir roman karakteri haline getirerek, insan Kemal’i asırlar sonra gün yüzüne çıkarıyor.

Torlak Hû Kemal’i ve izinde gittiği Şeyh Bedrettin’i anlamaya çalıştığımız satırlarını okurken, Torlak’ın Manisa sokaklarında derviş kılığı ile bulup buluşturduğu bir taburenin üzerine çıkıp elindeki tefle insanları önce etrafına topladığına, sonra da hayata dair her şeyin sınıf ayrımı gözetilmeden hakça bölüşülmesi gerektiğini anlatmaya çalışan inanmış, genç bir adamın görüntüleri geliyor gözümüzün önüne. 

15. yüzyıla ait bir Osmanlı kentinde başına gelen her şeye kaderci bir zaviyeden bakan halka, fakirliklerinin sebeplerini ilahi yasalara bağlı kalarak ve denge yasasından bahsederek anlatmaya çalışması bile başlı başına takdire şayan.  Herkesin çok da alışkın olmadığı devrimci sözlerin etkisi elbette çok büyük. Gerçek, her zamanki gibi duyanların bilincine saplanıyor ve tıpkı doğru anahtarın doğru kilide girmesi gibi bir etki yaratıyor. Bu, aynı zamanda etkileyici bir sokak gösterisi. Dönem olarak düşündüğümüzde sözlü temaşa ve hikayeci anlatım, okuma- yazma bilmeyen halka ulaşmanın en etkili yolu. Torlak konuşurken etrafı genişliyor, kalabalık kaynıyor ve Torlak bu kaynaşma ve onaylayan beden dillerine bakıp daha da coşuyor. Sokak sokak, mahalle mahalle, cami cami gezerek inandıklarını anlatması da bu etkiden yararlanmak için.

Bu temaşa hâli, Torlak Kemal’in dervişliğini, devrimciliğini, protez ve anarşik kişiliğini zedelemiyor. Bilakis bu, ana akımdan kopan yaklaşımı, onu herkesin gözünde daha dikkate değer bir hale getiriyor. 

Yazarın 15. yüzyıla ait bu derviş-devrimci karaktere farklı tonda renkler katması, tarihte yaşamış gerçek kişinin ete kemiğe bürünmesini ve okurun canlı kanlı bir adamla, sağlam bir bağ kurmasını sağlıyor. Buradan bakıldığında 12 Eylül 1980 öncesinde üniversite öğrencisi olan Naim ile Torlak Kemal arasındaki ruhsal bağı kurmak hiç de zor değil. Yazar okuyucuya zamanda yolculuk yaptırarak ikili bir anlatımla bu iki karaktere karşı hem sistemin ve toplumun tepkisindeki benzerliğe hem de yola çıkış amacındaki benzerliğe dikkat çekiyor. Bir başka yanıyla da önümüzde yine insanoğlunun değişmeyen doğasını buluyoruz.

Kemal’in Magnasa sokaklarında Bedrettin’in ışığını yansıttığı nutuklarında en çok kainattaki dengeye, zıtlığın dengesine, kutupluluk ve dualitenin gereğine ve yaşama nizam veren sisteme tuttuğu ışığın çağlar aşarak Naim’in ve onun gibi düşünenlerin de gönlüne ve aklına düşmesi, bu yönüyle bu iki karakteri de aşıp kolektif bir bilince bağlanan hâlleri, insanoğlunun çıkış bulma ve ikilemleri izah etme yolculuğunun da bir sonucu. 

Naim yaşadıklarının ruhunda yarattığı hasar ve travmayla yaşamaya çalışan, gerçeklik algısını yitirmiş eski bir devrimci iken Torlak Kemal hâlâ bu yolda yürüyen ateşli bir Bedrettin taraftarı. Tarihi kaynaklar Şeyh Bedrettin hareketini Osmanlı tarihinin ilk sosyal hareketi olarak görüp sebeplerinden birinin de Ankara Savaşı sonrası halk arasında baş gösteren ekonomik sıkıntılar olduğunu yazarken, romanda da hissedilen en büyük benzerliğin her iki hareketin de bir sistem eleştirisi olması ve sistemin buna asla müsamaha gösterilmediği en belirgin benzerlik olarak karşımıza çıkıyor. Esasen en temel sorun, fırsatların ve kaynakların hakça paylaşılmaması ve bunun yarattığı fakirlik olduğundan, bu çarpıklığın tarihin her döneminde açık zihinleri olanlar tarafından fark edildiği de bir başka benzerlik. 

1936 yılında yayınlanan Şeyh Bedrettin Destanı’nda Nazım Hikmet, bu açık haksızlığı şu dizelerle yüreğimize ekiyor.

“Bizim burada göller

dumanlıdırlar.

Balıkların eti yavan olur,

sazlıklardan ısıtma gelir,

ve göl insanı

sakalına ak düşmeden ölür.


Bu göl İznik gölüdür.

Yanında İznik kasabası.

İznik kasabasında

kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.

Çocuklar açtır.

Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.

Ve delikanlılar türkü söylemez.”

Elbette pek çok tarihi olayda olduğu gibi bu hareketin de çok yönlü sebep ve yansımaları olmalı ama romanda Torlak Kemal’in halka, gelir dağılımdaki adaletsizliği anlatma ve onları aydınlatma yolundaki çabası karakterin en belirgin yanı olarak karşımıza çıkıyor. Roman kahramanı Torlak, tıpkı Naim gibi devrimci ve sosyalist yanıyla ve capcanlı karşımızda durmakta.

Naim, romanda 1970’lerin sonlarında sol gençlik hareketleri içinde yer almış, darbenin bütün gücüyle ezdiği bir genç. Sistem, Naim gibi tutkulu gençlerin adeta üzerinden geçmiş, devrimci bakış açısından geriye, ışığı söndürülüp içi boşaltılarak adeta bir kabuğa dönüştürülmek istenen insanların kalması belli ki âdetten olmuş.  Bu insanlar esasen yaşarken ölüme mahkûm edilmek istenenler. Romanda Naim karakterinin bu yönü ustalıkla işlenmiş ve özellikle romanın çarpıcı sonu ile okur, beklenmedik gelişmelerin içinde bırakılmış.

Zamanın diğer tarafında 1400’lerde yaşayan Kemal ise Şeyhi Bedrettin’in sözlerini dört bir yanda söyleyerek gezmekte. “Yollarda topraksız insanın

ve insansız toprağın feryadını duyup”  duyurarak ve “Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır.” diye bağırırken onları dinleyenlerin sayısı bazılarını rahatsız edecek kadar artıyor. Haydi burada yine üstat Nazım Hikmet’ten yardım alalım. O güzelim şiirde Bedrettin kendini izleyenlere şöyle seslenir:

“- O ateş ki kalbimin içindedir

tutuşmuştur,

günden güne artıyor.

Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna

eriyecek yüreğim.

Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim.

Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.

Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip

biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını

iptal edeceğiz...”

Anadolu inanç kültürünün Torlak Kemal’in yaşadığı dönemlerde, üzerine oturduğu eksenin o tarihlerde de resmî ideoloji tarafından değiştirilmeye çalışıldığı, Bektaşi, Baciyani Rum, Melami meşrep, Mevlevi, hatta yer yer panteist ve şaman izlerini taşımasını sakıncalı bulunarak, resmi dini ideolojinin o yıllarda da dizayn edilmeye çalışıldığı romanın alt metinlerinde kolaylıkla izlenebilecektir.

Diğer yandan tarihi dönem romanları ve gerçek karakterler üzerinden bir hikâye kurgulamanın ve sinemaya uyarlanmak üzere bir senaryo yazmanın her zaman okuyucu ve izleyicinin beklentileri ile sıkı sıkıya bağlı olduğu unutulmamalıdır. Hele de o karakter, toplum tarafından çok bilinen, özel hayatına dair ayrıntıları daha geniş kitlelerce haberdar olunan bir karakterse, bu kurgu roman ya da sinema karakteri izleyicide hayal kırıklığına yol açabilir. Oysa adı üzerinde kurgu karakter çokça, yaşamış tarihsel karakterin ana özelliklerini muhafaza ederek ayrıntılarda yazarın hayal gücü üzerinden yapılandırılır. 

Yazar bütünüyle kendi fikir ve his dünyası üzerinde tarihsel karaktere bazı davranış modelleri biçer ve onun gündelik hayatta nasıl biri olduğunu bize göstermeye çalışır. Daha açık bir ifadeyle yazar, tarihsel gerçekliğin kurduğu zemin üzerinde kendi hayal dünyasında kurguladığı bir yaşam ve karakter inşa eder. Aksi tarihte bu bir tarih kitabı yazmaktan farksız olacaktır. Yazar kahramanın olası hallerini kendi bilincinden ve insan gözlemlerinden tecrübe ettiği hallerden yararlanarak öne çıkarır ve tarihi karakteri okura yakınlaştırır. 

Torlak Hû Kemal de büyük toplum kesimleri tarafından çok bilinmese de yaşamış tarihi bir karakterdir. Bu sebeple böyle birini bir roman karakteri haline getirmek yukarıda belirtilen riskleri barındırır. Kimi okur tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı kalmaktan hoşlanır kimiyse benim gibi karakterin olası varyasyonları arasında gezinmeyi sever. Yıllar öncesinde Hürrem ve Kanuni Sultan Süleyman karakterlerini bir dizi filmi senaryosuna konu edilmesinde kopan fırtınayı yaşı yeten pek çok okurumuz hatırlayacaktır. Ama yine de tarihi, çoğunlukla dizi ve filmlerden öğrenme eğilimi olan bir toplumun gözünde büyütüp yücelttiği tarihsel bir kişiliğe kurgu bazı davranış modelleri eklenmesine hoş bakılmaması, bizim gibi kurgu severleri durdurmaya yetmez. 

Zira, sözlü kültürün enstrümanları olan söylenceler, mitoloji ve destanlar da kulaktan kuşağa, dilden dile aktarılırken ana tema sabit kalır ve aktaranın hayal dünyasından gelen bazı eklemelerle hikâye renklenir, çeşitlenir. Böylece içinde bulunduğu kültürün anlatımlarını, kelimelerini hatta zamanın da izlerini kendine katıp başka nehir yataklarından, başka yollardan akıp söylence denize kavuşur.

Kurgu da tıpkı böyledir ve Umut Doğan’ın Torlak Hû Kemal’i, özellikle Magnasa sokaklarında cemaati tefle etrafına toplayışı ve zamane din alimlerinin aksine kainat yasalarından en önemlisi olan dengeden bahsederken zıtlıkların dengesi, kutupluluk ve dualiteyi anlatış tarzı, esasen Kuran’ı Kerim’in sosyal devlete dair bakış açısını referans alırken de Muhiddin İbni Arabi ile Gazali arasındaki yaklaşım farkını ortaya koyması açısından önemlidir. Tam da bu noktada tarih, siyaset tarihi, dinler tarihi ve din felsefesi konularında araştırma yapan ve bu alanlarla ilgilenen okurlar, eserin yakın tarihle bağlarını da kolaylıkla yakalanabilecektir.

Arka planda güzelim Manisa Şehri, Gediz Ovası, Spil Dağı, Ulu Cami, Sinan Bey Medresesi ve Ağlayan Kaya her iki zamanda da hikâyeye eşlik eder. Bu hâl zamansal farklılığı, mekansal aynılığa dönüştürür. Yer yer betimleme ve karakterlerin kişilik özellikleri ile tarihi olaylar arasında bağ kurma şeklinde ilerleyen romanla, çağdaşlarından İhsan Oktay Anar’ın bazı eserleri arasında benzerlik kurulabilir.  

Romandaki hemen her ayrıntı; Naim’in hayatına aniden giriveren çakır gözlü Gökçe, Torlak’ın karşısında beliriveren Bektaşi güzeli, Naim’in heyelan tehlikesi nedeniyle yıkılmak istenen anılarla dolu aile evi, geride bıraktığı kitapları, Torlak’ın uğruna canını feda edebileceği inançları, değerleri, “ne çok insanı yedi bu şehir” derken sadece Naim’i değil, Torlak’ı, Börklüce’yi, Bedrettin’i ve hak, adalet uğrunda can veren, bedel ödeyen daha nicelerini, sömürü düzenine ve din bezirganlarına karşı çıkışın, direnişin ve dirilişin hikayesini, şaşırtıcı ve sarsıcı ifadelerle bilincimize sunmaktadır.

Son olarak, bir arkeolog, akademisyen ve iyi bir tarih araştırmacısı olan Dr. Umut Doğan’ın gözünden, gönlünden akıp gelen; Naim ve Torlak Hû Kemal karakterleri üzerinden, değişen ve hiç değişmeyen toplumun sosyal, dini ve kültürel dokusu ile dönemin tarihsel arka planını ustalıkla kurguladığı Torlak Hû Kemal adlı romanını, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı şiiri ile birlikte okumanızı öneririm.


Semra Aksoy / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hüsmen Aga

Bir sözlüğe göre Hüseyin isminin kısaltması, ya da Hüseyin'den türetme bir isim, Yani Hüseyinin Hüs’ ünü alır, İngilizcedeki Adam manasına gelen Men’ i ekleseniz Hüsmen oluyor. Diğer bir açıklamaya göre Trakyalıların Osman ismini söyleme şekli olarak anlatılıyor. Aslında Trakya şivesinde H harfi kullanılmadığı için Üsmen diye söylendiği bilinir. her neyse…

Şaziye İnceler Ekinci Yazdı: Hüsmen Aga

Ben de göçmen kökenli bir aileden geldiğim için bizim köyde gerçekten bir Hüsmen Aga vardı. Günümüzde belki lQ Testine veya Nörolojik ve Psikolojik bir teste tabi tutulsa %30 zeka seviyesinde olduğunu tahmin ediyorum.

Hüsmen Aga çocukluğumda benim yaz tatilinde köye gittiğim zamanlarda gördüğüm çok önemli biriydi. Daima Hüsmen Agaya yardım etmek, ona yemek götürmek için babaanneme yalvarırdım. 

Nerden Bilirdim Hüsmen Aga benim ilerde meslek seçimimde bile rol oynayacak? Çünkü ben Üniversitede Sosyal Pedagoji okuyarak 22 sene Zihinsel ve bedensel engelli, özel  çocuklar ve yetişkinlerle çalıştım. Ve onlarla vakit geçirmek benim için en güzel ve değerli zamanlardı.

Gelelim bizim hüsmen Agaya…

Dedem  Veli Aga köyün ileri gelen eşrafından biriydi. 

Köyümüz Anadolu'nun yemyeşil vadilerinden birine kurulmuş, adı gibi çınarlarıyla meşhur Çınaraltı köyüydü. Bu köyün sözü dinlenen, babacan tavrıyla herkesin saygısını kazanmış bir ağası vardı: Veli Aga. Veli Aga, kırlaşmış sakalları, görmüş geçirmiş bakan gözleri ve adaletli kararlarıyla bilinirdi. Sabahları köy kahvesinin önündeki asırlık çınarın altında kahvesini yudumlar, köylünün derdini dinler, öğütler verirdi.

Köye gelen her misafir Veli Aganın evinde ağırlanırdı. Karnı doyurulur, her türlü ihtiyacı giderilir, altına tertemiz yataklar serilerek dinlenmesi sağlanırdı.

O yıl, yaz kurak geçmiş, yağmurlar bir türlü yağmamıştı. Köyün can damarı olan, tarlaları sulayan Pınarbaşı'nın suyu azalmaya başlamıştı. Önce ince bir iplik gibi akmaya başlayan su, günler geçtikçe damlamaya döndü. Köylünün yüzünü endişe bulutları kaplamıştı. Özellikle tarlaları pınara en yakın olan iki komşu, Ali ile Hüsmen arasında homurtular başlamıştı. Azalan suyu kimin daha çok kullanacağı konusunda başlayan ufak tefek tartışmalar, su iyice azalınca alevlenmişti.

Bir sabah, Veli Aga yine çınarın altında otururken, Ali ile Hüsmenin köy meydanında birbirlerine girdiklerini gördü. Sesler yükselmiş, iş neredeyse kavgaya varacaktı. Köylüler araya girmeye çalışsa da nafileydi. Veli Aga, gür sesiyle bağırdı:

 "Durun bakalım! Ne oluyor burada sabah sabah?"

Kalabalık Veli Aga'nın sesiyle birlikte kenara çekildi. Ali öfkeyle atıldı:

 "Agam," dedi, "Hüsmen zaten azalan suyun hepsini kendi tarlasına çevirmiş. Benim ekinlerim susuzluktan kavruluyor!" Hüsmen hemen karşılık verdi:

 "Yalan agam! Asıl o gece gizlice gelip suyun yönünü kendine çeviriyor. Benim tarlam onunkinden daha aşağıda, su zaten zor geliyor!"

Veli Aga, iki komşuyu da dikkatle dinledi. Kaşları çatıktı. Kuraklık herkesin canını sıkmıştı ama komşunun komşuya düşmesi daha kötüydü.

 "Sakin olun," dedi tok bir sesle. "Şimdi ikiniz de benimle Pınarbaşı'na geliyorsunuz."

Veli Aga, Ali ve Hüsmeni yanına alıp pınarın başına vardı. Gerçekten de pınardan akan su, bir çocuğun avucunu ancak dolduracak kadardı. İki komşunun da tarlası gözünün önündeydi ve ikisinin de toprağı çatlamış, ekinleri boynunu bükmüştü.

Veli Aga bir süre sessizce suya, sonra tarlalara, sonra da Ali ile Hüsmenin endişeli yüzlerine baktı. Derin bir nefes aldı.

 "Bakın," dedi. "Bu pınar yıllardır ikinizin de tarlasını sular, köyümüzü beslerdi. Şimdi gücü azalınca birbirinize düşman mı olacaksınız? Toprak ana küsmüş, suyunu esirgemiş. Biz ona daha çok küsersek, o da bize hepten küser."

Ali ile Hüsmen başlarını öne eğdiler. Veli Aga devam etti:

 "Bu su ikinize de yetmez, doğru. Ama kavga ederseniz, o azıcık su da ziyan olur gider. Akıl akıldan üstündür. Gelin, bu suyu kavga ederek değil, akılla paylaşalım." 

"Nasıl olacak ağam?" diye sordu Hüsmen merakla.

 "Şöyle olacak," dedi Veli Aga. "Bundan sonra suyu gün aşırı kullanacaksınız. Bir gün Ali'nin tarlasına akacak, ertesi gün Hüsmenin. Böylece ikinizin de ekini tamamen kurumaz, az da olsa can suyu bulur. Kuraklık bitene, pınarımız yeniden coşana kadar böyle idare edeceğiz. Bir gün sen komşuna sabredeceksin, bir gün o sana. Anlaştık mı?"

Ali ile Hüsmen birbirlerine baktılar. Başka çareleri yoktu. Hem Veli Aga'nın sözü de mantıklıydı. İkisi de istemeye istemeye başlarını salladılar. "Anlaştık agam," dediler.

O günden sonra Ali ile Hüsmen Veli Aga'nın dediği gibi suyu nöbetleşe kullandılar. Başta zorlansalar da, zamanla birbirlerinin hakkına saygı göstermeyi öğrendiler. Birlikte pınarın etrafını temizlediler, suyun boşa akmaması için küçük kanallar yaptılar. Kuraklık zor olsa da, Veli Aga'nın bilgeliği sayesinde köyde huzur bozulmamış, komşuluk bağları kopmamıştı.

Nihayet sonbahar yağmurları başlayıp Pınarbaşı yeniden gürül gürül akmaya başlayınca, en çok sevinenlerden ikisi Ali ile Hüsmen oldu.  

Lakin Şeytan boş durmadı. Birgün Pınarın başında gene su kavgasına tutuştular. Veli Aga rahmetli olmuş, aralarını düzeltecek kimse kalmamıştı. 

Ali pınarın başında su kanalını temizlemeye getirdiği kazmayı Hüsmenin kafasına vurunca Hüsmen yere düştü. Başı kanamamıştı fakat o günden sonra Hüsmenin hem konuşması bozulmamış, hemde zekasında fark edilir gerileme olmuştu. 

Köyün çocukları Hüsmenle alay ediyorlar hatta bazen taşlıyorlardı. Hüsmen bazen onlara hiç karşılık vermiyor, bazen de onları kovalıyordu.

Hüsmen rahatsızlanınca eşi çocuklarını da alıp başka köydeki ailesinin yanına gitti. bu Hüsmen Aganın daha da delirmesine sebep oldu.

Hüsmen için dünya, diğerlerinin gördüğü gibi akıp gitmiyordu artık. Onun için renkler daha canlı, sesler daha keskindi; bazen bir fısıltı kulaklarında bir çığlığa dönüşür, bazen de en kalabalık meydan ona sağır bir sessizlik sunardı.

 Köyün kenarındaki yıkık duvarın dibi, onun sığınağıydı. Orada oturur, kimsenin fark etmediği şeyleri izlerdi: Karıncaların telaşlı koşuşturmasındaki gizli mesajları, rüzgarda sallanan yaprakların anlattığı eski hikayeleri, bulutların arasında bir anlığına belirip kaybolan yüzleri...

İnsanlar ona "deli Hüsmen" derdi. O, bu kelimeyi duyardı. Bazen arkasından fısıldandığında, bazen çocukların kıkırdaşmalarında, bazen de ona acıyarak bakan gözlerde okurdu. Bu kelime, içinde bir yerlerde ince bir sızı yaratırdı.

Anlaşılmamak... Belki de en büyük yükü buydu. Kafasının içindeki sesler bazen o kadar çoğalır, o kadar gerçekçi olurdu ki, hangisi kendi düşüncesi, hangisi dışarıdan gelen bir fısıltı ayırt edemezdi.

 Bazen ona görevler verirlerdi bu sesler; git dere kenarındaki parlak taşı bul, kimseyle konuşma, yoksa kötü şeyler olacak... O da bu seslere uyardı, çünkü onlara uymamanın getireceği içsel karmaşa, insanların ona "deli" demesinden daha korkutucuydu.

Güneşin batışını izlemek, Hüsmen'in nadir huzur anlarındandı. Gökyüzü kızıla döndüğünde, sesler biraz diner, dünyanın karmaşası sanki bir anlığına durulurdu. O anlarda, belki de çocukluğundan kalma bir anı belirirdi zihninde: Annesinin sıcak ekmek kokan elleri, babasının tarladan dönerkenki yorgun gülümsemesi... Ama bu anılar da iplik iplik çözülür, yerini yine o başa çıkamadığı düşünce yumağına bırakırdı. Neden buradaydı? Diğerleri gibi olamamak ne demekti?

“ Anaa, anaa” diye seslenir, gözlerini bir noktaya dikerek anasıyla konuşuyormuş edasıyla kafasını sallardı.

Bazen köy meydanından geçerken, insanların konuşmalarına kulak misafiri olurdu. Kelimeler havada uçuşur ama anlamlar ona tam olarak ulaşmazdı. Sanki yabancı bir dil konuşuluyor gibiydi.

Bir espriye herkes gülerken, o neden güldüklerini anlamaz, sadece seslerin yükselip alçalmasını izlerdi. Ya da birisi ona bir şey sorduğunda, cevap vermek için kelimeleri bir araya getiremez, ağzında anlamsız sesler gevelerdi. Sonra o bakışlar... Anlamayan, yargılayan, bazen de korkan bakışlar... İşte o anlarda Hüsmen, yine kendi kabuğuna, yıkık duvarın dibine veya dere kenarının yalnızlığına çekilirdi.

Eline aldığı sopayla toprağı eşeler, ordaki karıncalarla ve böceklerle konuşurdu. Bulduğu ekmek parçalarını getirip yıkık duvarın dibine sepelerdi. sonra karıncaların ekmeklei yuvalarına götürmelerini seyreder, onlarla konuşurdu.

“ Bugün şansınız var,  püskürt (Bisküvi) yiyeceksiniz. Dünden kalma ekmeklerin hepsini ne çabuk yuvaya götürdünüz? Bakalım yarına kısmetinize ne düşecek?”

Korkuları vardı Hüsmen'in. Kalabalıktan korkardı, yüksek sesten, ani hareketlerden... Ama en çok da kendi zihninden korkardı. İçindeki o durduramadığı akıntıdan, nereye varacağını bilmediği düşüncelerden... Geceleri uyku tutmaz, gölgeler odasında dans eder, fısıltılar yorganının altından bile ona ulaşırdı.

Yine de Hüsmen'in dünyasında küçük sevinçler de vardı. Kedilerin mırıltısı, toprağın yağmur sonrası kokusu, kimsenin almadığı yabani bir çiçeğin rengi... Bunlar, onun karmaşık iç dünyasında tutunabildiği küçük dallardı.

Belki de Hüsmen "deli" değildi; sadece dünyanın sesini diğerlerinden farklı duyan, renklerini farklı gören ve bu farklılığın ağırlığı altında kaybolmuş bir ruhtu. Anlaşılmayı bekleyen, ama nasıl anlatacağını bilemeyen, kendi yalnızlığında yankılanan bir fısıltıydı belki de. Köyün "delisi" Hüsmen, aslında köyün en yalnız insanıydı.

O kış, köy daha önce eşini az gördüğü bir soğukla ve karla sınanıyordu. Günlerce dinmeyen tipi, hayatı durma noktasına getirmişti. 

Köyün çocuklarından küçük Fikriye, evlerinin hemen arkasındaki korulukta oynarken kaybolduğunda, akşam ayazı çoktan kemikleri sızlatmaya başlamıştı. Bütün köy seferber oldu, fenerler ve dualarla koruluğa daldılar, ama kar o kadar yoğundu ki, izler anında kapanıyordu. Saatler geçiyor, umutlar tükeniyordu.

Elifin annesi feryatlarıyla yeri göğü inletiyordu.

“ Yavrumm, Fikriyemm.Nerelere gittin anasının nazlı kuzusu?” 

Tam o sırada, köyün gediklisi, her zaman kendi dünyasında gezinen Hüsmen'in sığınağı olan, köyün dışındaki o yıkık duvarın oradan bir ses duyuldu. Ama bu Hüsmen'in her zamanki anlamsız mırıltılarından farklıydı; ince, titrek bir çocuk sesiydi.

Arama ekibi o yöne koştuğunda, fenerlerin ışığında gördükleri manzara hepsini olduğu yere çiviledi.

Hüsmen, sırtını yıkık duvara dayamış oturuyordu. Evindeki eski püskü, yamalı battaniyesini açmış, küçük Fikriyeyi de içine yatırmış, sallıyordu. Çocuk soğuktan tir tir titriyor ama ağlamıyordu.

Hüsmen, belki soğuktan belki de içindeki fırtınalardan titreyen elleriyle çocuğun başını okşuyor, kimsenin anlamadığı o tuhaf, melodisiz ninnilerinden birini mırıldanıyordu. Gözlerinde ne delilik vardı ne de boşluk; sadece o an orada, o küçük canı kendi bildiğince ısıtmaya çalışan, belki de hayatında ilk defa bir başkasının acısına bu kadar net odaklanmış bir insanın derin, yorgun bakışı vardı.

Kimse tek kelime etmedi. Babası koşup kızını Hüsmen'in yanından nazikçe aldı. Elif babasına sarılırken, son bir kez dönüp Hüsmen'e baktı; gözlerinde korku değil, garip bir aşinalık ve sevgi vardı. Hüsmen ise sanki az önce yaptığı büyük bir şey değilmiş gibi, battaniyesine tekrar sarınıp, boş gözlerle kar tanelerinin havada süzülüşünü izlemeye devam etti.

O geceden sonra köylüler Hüsmen'e yine "deli" dediler belki, ama seslerinde artık eski küçümseme ya da korku yoktu. Daha çok bir acıma, bir anlayış kırıntısı ve belki de biraz mahcubiyet vardı. Hüsmen yine köyün kenarında, kendi dünyasında yaşamaya devam etti. Belki o geceyi hiç hatırlamadı bile. Ama o kış gecesi, yıkık duvarın dibinde, tipinin ortasında paylaşılan o titrek battaniye ve mırıldanan anlamsız ninni, Hüsmen'in anlaşılmaz dünyası ile diğerlerinin dünyası arasında kurulmuş, kelimelere dökülmeyen, yürek sızlatan, kısacık ama unutulmaz bir köprü olmuştu. 

Onun deliliğinin ardındaki kırılgan insanlığı, o gece ayazında, bir anlığına da olsa herkes görmüştü. 

Kimin deli, kimin Veli olduğunu Allah bilir…


Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Gülcan Şık Yazdı: Dönüp Duran O Türkü

Babamın yüzü o mısralar çalındığında düşer, sigarasının ucunu titreyen parmaklarla yakar, derin bir iç çekişe gömülürdü. O zamanlar anlayamazdım, yalnızca türkünün bizde bıraktığı kederi sezerdim içimde. Zaman aktı, büyüdüm, kocaman bir kadın oldum. Şimdi anlıyorum annemin o türküye duyduğu öfkenin, babamın gözlerinde süzülen yaşların sebebini. O nağmelerin ardına gizlenmiş hazin bir hikâye varmış meğer; zamansız bir ölümün yarım bıraktığı bir kavuşma, kaderin örselediği bir sevda, örfün yan yana getirdiği iki yaralı yürek…

Gülcan Şık Yazdı: Dönüp Duran O Türkü

Belki benim doğuşum bile istenmemiş bir beraberliğin suskun meyvesiydi. Babam, her sabah ceketini usulca giyer evden çıkar, akşamın alacakaranlığında yorgun adımlarla döner, hesabını kimseye vermediği bir kederle sigarasını yakardı. Annem sabahtan akşama bahçeyle, evle uğraşır, bazen ansızın bana sarılır, dudaklarının kenarından “Mihriban…” diye mırıldanırdı. Az konuşurlardı, çok susarlardı. Şimdi anlıyorum o suskunluğun içinde kaç gömülü çığlık, kaç yarım kalmış cümle varmış.

Türkü her çaldığında odanın lambasında titreyen alev bile üşür gibiydi. Meğer sadece türkü değil, mazinin hatırası, söylenmemiş sözleri, yaşanamamış sevdaları kavrarmış yüreğimizi. Artık biliyorum: bazı şarkılar ne zaman çalsa geçmişin kanayan yerini bulur, dokunur, sızlatır. Biz büyüdükçe suskunluk daha da derinlere indi ama türkü hiç susmadı; oda aynı, ışık aynı, acı aynı kaldı…


Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Ömer Yılmaz Yazdı: Kasımpatı Kızı

Ömer Yılmaz Yazdı: Kasımpatı Kızı

Ağaçların yaprakları dahi solmuş bir günde

Senin mutlu hayalini kollarımda taşıyorum.

Yıkılmış binaların en hazin gölgesinde

Senin âşık tarafını öpmeden yaşıyorum.


Kollarımda ritimler tutuyor nazlı elin,

Karşında tutuluyor biçare dilim.

Tam bellemişken senin dizlerini yerim,

Kafamdaki yorgun yalnızlarla savaşıyorum.


Önümde bir bütün şehir çöküyor yere,

Şehrin anıları, hepsi senden muzdarip yine.

Ağlıyorum ismini söyleyip bin kere;

Çünkü neden ayrı kaldığımızı bilmiyorum.


En büyük günahları işlemeliydik,

En büyük vecd ile diz çökmeliydik,

En âşık tutkularla öpüşmeliydik,

Hiçbirini sensiz düşünemiyorum.


Olacaktın her ânımda, yanımda ve gülerek;

Ölüm kapıdaymış gibi yalnız beni severek,

Kasımpatıları atıp kırmızı gül vererek,

Çünkü sensiz hiçbir çiçeği beğenemiyorum.


Ömer Yılmaz / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Deniz Edebiyatı

Sünger tutmaya gidip vurgun yiyen babalar, düğün parası biriktirmek için gidip bir daha geri dönmeyen delikanlılar, eğlenmek için denize girip boğulan genç insanlar. Deniz çok insanın canını almıştır ama yine de kimse denize olan sevdasından vazgeçmez. O bir aşktır, umuttur, yarınlara olan inançtır. Deniz olmadan yaşam olmaz. Deniz ile ormanların, tatlı su kaynaklarının iç içe geçtiği sahiller bugün yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmektedir. Felsefenin, mitolojinin temellerinin atıldığı Anadolu toprakları geçmişte Diyar-ı Rum adını alıyordu. Rum diyarı Platon’dan Sokrates’e, Euripides’ten Homeros’a birçok düşünürün vatanı olmuştur. Balığıyla, süngeriyle insanları besleyen deniz, Yunan kültüründen beri insanların geçimlerini sağlamalarına destek oldu. Deniz içindeki yaşam gençlerin hayal dünyalarını besledi. Deniz üzerine binlerce şiir, hikâye, roman yazıldı. Bu eserler insanlara denizi sevdirdi. Batı edebiyatında da Doğu edebiyatında da en sevilen eserler hep deniz üstüne yazıldı.

Deniz Edebiyatı

Yunan edebiyatında destanlarda tanrılarla insanlar iletişim hâlindeydiler. Denizler tanrısı Poseidon sevdikleri denizde olduğunda denizi sakin tutar, düşmanları denizde olduğunda fırtınalar çıkarır, dalgalarıyla düşmanlarını boğmaya çalışır. Bütün tanrılar Poseidon ile iyi geçinmeye çalışırlar. Yunan edebiyatı için “Deniz Edebiyatı” diyebiliriz. Eserlerde Yunanlıların düşmanları hep denizden gelir. En büyük düşmanları Persler denizden gelip Yunan kentlerine saldırırlar. Persler oyununda bu savaşlar hakkında bilgiler mevcuttur.

Batı edebiyatında denizi mekân olarak seçen önemli yazarlardan biri Ernest Hemingway’dir. İhtiyar Adam ve Deniz isimli romanında büyük bir balık tutan ihtiyar balıkçının balığı kıyıya götürene kadar verdiği mücadele anlatılmaktadır. Denizin güzellikleri olduğu kadar vahşi yönü de romanda ilgi çeker. Victor Hugo’nun Deniz İşçileri romanı Sefiller kadar olmasa da bilinen bir eseridir. Panait İstrati’nin Akdeniz isimli eseri, Akdeniz’i mekân olarak kullanan bir eserdir. İspanyol, Fransız, İtalyan edebiyatları, Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler oldukları için denizin güzelliklerini anlatan eserlerle doludur. Edgar Allan Poe’nin Anabel Lee adlı şiiri deniz ülkesinde geçen bir şiirdir.

ANABEL LEE  

Seneler, seneler evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kızdı, bileceksiniz

İsmi Anabel Lee:

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni.


O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi,

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Anabel Lee;

Göklerde uçan melekler bile

Kıskanırdı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi

O deniz ülkesinde,

Üşüdü rüzgârından bir bulutun

Güzelim Anabel Lee;

Götürdüler el üstünde

Koyup gittiler beni,

Mezarı ordadır şimdi,

O deniz ülkesinde

Ay gelip ışır, hayalin erişir

Güzelim Anabel Lee;

Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar

Güzelim Anabel Lee;

Orada gecelerim, uzanır beklerim

Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim

O azgın sahildeki

Yattığın yerde seni

Türk edebiyatında deniz her zaman güzelliğiyle şairlerin, yazarların hayal dünyalarına hitap etmiştir. Sadece denizi yazan yazarlarımız duygularını, hayallerini denizi mekân olarak kullanarak yazmışlardır. Deniz kenarında yaşamayı şartların sonucu tercih eden iki yazarımız sanki deniz olmasa yaşayamaz, yazamaz gibidirler. Bunlardan biri Halikarnas Balıkçısı yani Cevat Şakir Kabaağaçlı, diğeri Sait Faik Abasıyanık’tır.

Sait Faik Burgazada’da yaşadıklarını hikâyelerinde bize aktardı. Balıkçıların sıradan hayatını, denizin güzellikleri eşliğinde dile getirdi. Sait Faik’e genç bir öykü yazarı ile ilgili görüşü sorulur. Sait Faik’in cevabı şu olur: “Bu gençten yazar olmaz, daha balıkların isimlerini bilmiyor.” Durum öykücülüğünün en önemli ismi olan Sait Faik’i, eserlerini tekrar tekrar okuyarak saygıyla anıyoruz.

Halikarnas Balıkçısı yaşadığı olumsuz olayların sonucunda Bodrum’a sürgün edilmiştir. O dönemde Bodrum bir köydür. Yazdıklarıyla Bodrum’u tanıtan yazar, Bodrum’un bugünkü meşhur hâline gelmesini sağladı. Deniz insanlarını tanıttığı Aganta Burina Burinata, Turgutreis, Mavi Sürgün gibi eserleri Ege kültürünü tanımamızı sağladı. Seksenli yıllarda TRT’de yayımlanan Parmak Damgası isimli dizi Halikarnas Balıkçısı’nın bir eserinden uyarlanmıştır. Ülkemiz deniziyle, ormanıyla, toprağıyla bir cennettir. Bu cenneti daha güzel, daha yaşanabilir bir hâle getirmek ülkesini seven her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının görevidir. Ülkemizi sevelim, sahip çıkalım. Yazımı Nazım Hikmet’in bir şiiriyle bitiriyorum.

Denizin üstünde ala bulut

Yüzünde gümüş gemi

İçinde sarı balık

Dibinde mavi yosun

Kıyıda bir çıplak adam

Durmuş düşünür

Bulut mu olsam

Gemi mi yoksa

Balık mı olsam

Yosun mu yoksa

Ne o, ne o, ne o

Deniz olunmalı oğlum

Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Kemal Taşdemir Yazdı: Ol Hüzün

Kemal Taşdemir Yazdı: Ol Hüzün

Şu kâinatın hikmetine dönüp bakılmış,

Hüzünden çıkan rahmetle yaratılmış.


İnsanın tüm hâllerini anlatan hüzün,

Her anımızda olan bir parça özün.


Neden sonra, sevgi içinde bir yerde,

Görünür sevginin kaynağı, azâde.


Mutlu gülen yüzler dalar hüzünle;

Ağlarken mutluluğu hissetse de...


Kâinatın her bir zerresi rahmet dolu,

Rahmetin kaynağından hüzün oldu.


Çıkan seslerin en güzeli: hüzün...

Meleklerin katına ulaşan hüzün.


Kalbin attığını hissettiren bu duygu,

Duygu kavramından ötede duyuldu.


Ruhların sonsuzluğu anlatan hüzün.

Kâinatın Hû'larını konuşturan hüzün,


Yalnızların Sevr mağarası olan hüzün,

Örümcek ve güvercinle korunan hüzün.


Nereyi incelersen, çıkar bir sanat;

Muhakkak içindeki hüznü anımsat.


Mutluluğa bir pay da vardır kalbinde,

Hüzünden akacak sözlerle birlikte.


İnsanın ruhu çıksa, ayan olacakmış;

Hüznün kaynağından ruh çıkacakmış.


Nebîlerin en büyük imtihanı: hüzün;

Aynı zamanda yekpâre dayanak: hüzün.


Hüznün olgunluğundan kâinat konuşur,

Zikirler, hüzünle mest hâlde oluşur.


Hüzün konuşmak isterse akar gözyaşı,

Bu lisanın kalbini duyacak Rahmet'e karşı.


Miraç’a çıkan, ayrılıktan gelen hüzündür;

Âhiretin delilinde yine hüzün görünür.


Kavuşmak ister hepimize hüzünle beraber;

Kavuşulacak işte, sevgiyle bir muteber.


“Ol” emrinin kaynağında hüzün gözükür;

Her şeyi olduran bir sırrın özüdür.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Sosyal Medya Çağında Edebiyat: Hız, Tüketim ve Yeni Bir Söylem Arayışı

Şiirden romana, hikâyeden denemeye kadar her tür, okurun zihninde uzun bir yolculuk açtı. Ancak 21. yüzyılın dijital dünyasında edebiyat bambaşka bir sınavdan geçiyor: sosyal medya çağında var olmak. Bugün birkaç saniyede yüzlerce gönderi arasında kaybolan dikkatimizi edebiyat da yakalamak zorunda. Bir zamanlar kütüphanelerde, kitapçılarda veya edebiyat dergilerinde ağır ağır nefes alan metinler; artık Instagram’ın görsel estetiğinde, Twitter’ın (X’in) sınırlı karakterlerinde ya da TikTok’un hızlı videolarında yeni bir yaşam alanı buluyor. Bu durum, edebiyat için hem büyük bir fırsat hem de ciddi bir meydan okuma anlamına geliyor.

Sosyal Medya Çağında Edebiyat: Hız, Tüketim ve Yeni Bir Söylem Arayışı

Hız ve Tüketim Çağında Edebiyatın Krizi

Sosyal medyanın doğası “hızlı tüketim” üzerine kurulu. Bir şiir birkaç saniyede okunuyor, bir roman özeti üç dakikalık bir videoya sığıyor. Bu, edebiyatın “yoğunluk” ve “derinlik” isteyen yapısıyla çelişiyor. Bir romanın sayfalarca işlediği bir duyguyu, sosyal medya yalnızca birkaç cümleye sıkıştırıyor. Böylece edebiyat, kimi zaman sadece “alıntı”lara, “like” sayılarına indirgeniyor.

Eleştirmenlerin kaygısı da burada yoğunlaşıyor: Metinlerin tüketim nesnesine dönüşmesi. Klasik bir romanı sabırla okumak yerine, o romandan seçilmiş “en vurucu cümle” sosyal medyada dolaşıma giriyor. Okur, metinle derin bir bağ kurmadan, yalnızca “alıntılar”la yetiniyor.

Yeni Okur Kuşağı ve Demokratikleşen Edebiyat

Öte yandan sosyal medya, edebiyatı daha erişilebilir hâle getiriyor. Yayınevlerinin seçici filtrelerinden geçemeyen genç yazarlar, Wattpad gibi platformlarda kendi okur kitlelerini yaratabiliyor. Twitter dizileri modern “mikro hikâye”lere dönüşüyor. Instagram’da açılan şiir sayfaları, binlerce gencin kendi dizelerini paylaşmasına alan açıyor.

Bu durum, edebiyatın demokratikleşmesine katkı sağlıyor. Artık yalnızca belli başlı yazarlar değil, herkes kendi sözünü dolaşıma sokabiliyor. Elbette bu, nitelik tartışmalarını da beraberinde getiriyor; ama edebiyatın özünde “herkese ait bir söz” olduğu düşünülürse, bu demokratikleşme yeni bir ifade biçiminin de önünü açıyor.

Eğer Edebi Ürünler Tükenirse: “Bilgi Deposu”nun Krizi

Edebiyat yalnızca estetik bir uğraş değil; aynı zamanda insanlık hafızasının en büyük deposudur. Masallar, destanlar, romanlar ve şiirler kültürü, tarihi ve insan deneyimini nesiller boyunca taşır. Eğer edebi üretim biterse, kolektif hafızamız daralır. Çünkü tarih bile, aslında anlatının bir biçimidir.

Yapay zekâ açısından da edebiyat yalnızca bir veri havuzu değil, insanın duygusal, hayali ve sembolik dünyasını taşıyan bir kaynaktır. Eğer yeni metinler üretilmezse, yapay zekâ da aynı metinleri dönüştürmekten öteye gidemez; üretim döngüsü donuklaşır. Dolayısıyla edebiyatın tükenmesi hem insanlığın hem de teknolojinin yaratıcılık damarının kuruması anlamına gelir.

Sosyal Medya Sonrası Olası Yönelimler

Dijital Arşiv Çağı: Yapay zekâ ve dijital kütüphaneler, geçmişte yazılmış bütün edebiyat ürünlerini sürekli dolaşımda tutacak. 

Etkileşimli Edebiyat: Okur yalnızca tüketici değil, üretici de olacak. Ortak yazılan hikâyeler, yapay zekâ destekli romanlar, interaktif şiirler yeni türleri doğurabilir.

Hibrit Formlar: Video, görsel ve sesin birleştiği edebi ürünler, geleceğin deneyim alanını oluşturacak.

Direniş Odağı Olarak Edebiyat: Hız çağında derinlik ihtiyacı arttıkça, uzun roman ve klasik form bir “karşı kültür” olarak varlığını sürdürecek.

Yapay Zekâ ve Edebiyatın Ortak Geleceği

Yapay zekâ, kendi başına tamamen yeni bir edebiyat yaratamaz; çünkü edebiyat insan deneyimine dayanır. Ancak insanla birlikte üretim yaptığında örneğin ortak yazım, ilham verici metinler üretme, kayıp eserleri yeniden kurma– yeni bir edebi çağ mümkün olur. Edebiyatın özü olan “hikâye anlatma arzusu” bitmediği sürece, yapay zekâ da yeni biçimler ve araçlar bulmaya devam edecektir.

Sonuç: Kelimeler Asla Susmaz

Sosyal medya çağında edebiyat, hızla tüketilen ve kısa ömürlü bir vitrin gibi görünebilir. Ama aynı zamanda yeni seslere alan açan, sözün demokratikleştiği ve geniş kitlelere ulaştığı bir mecra olma potansiyelini de taşır. Edebiyat tükenirse insanlık kendi hafızasını, yapay zekâ ise en zengin veri kaynağını kaybeder. Fakat edebiyatın tarihi bize şunu gösteriyor: İnsan kendini anlatmadan yaşayamaz. Biçimler değişse de kelimeler asla susmaz; insanı kendine çağırmaya devam eder.


Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Hayallerinizi Köşeye Atmayın

Merhaba Mine Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Mine Censur, 2009 doğumluyum. 346 Kilometre isimli kitabın yazarıyım. Lise 3, sayısal sınıf öğrencisiyim.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben küçüklüğümden beri yazmayı çok seven biriydim. İlkokulda okuma-yazma öğrendikten sonra kendimce kısa hikayeler yazardım. Ortaokulda kompozisyonlar yazardım ve öğretmenlerimde bu konuda başarılı olduğumu düşünürdü. Ne zaman dışarı çıksam gördüğüm en ufak olayda kafamda hemen kurgu yaratırdım eve gelince küçük hikaye yapardım. Ve yazar olmak her zaman hayalimdi.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık benim için birçok şeyi ifade ediyor. İnsanlar ağladıklarında genelde birisine sarılmayı ya da başını yaslayacak bir omuz ister. Fakat ben ne zaman üzgün olsam kendimi kitaplarımda bulurum. Yazdığımda dünyanın en mutlu insanı ben olurum. Yazarlık demek benim için sadece kitap yazmak değil, mutluluğun sözlük tanımı demek… Arkadaşlarım sen yazarsın, bize de birkaç güzel söz yazarsın dediklerinde içimde oluşan o hissi tanımlayamam. Karnımda, kalbimde uçuşan kelebekler var oluyor sanki. Geriye dönüp çocukken yazar olmayı hayalleyen küçük Mine’ye bakıyorum ve diyorum ki “Biz başardık, biz yazarız ve bunu yaptık. Hayallerimize parmak ucuyla dokunduk ve zamanla avuçlarımıza alacağız, başarılı bir yazar olacağız.”

346 Kilometre isimli kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımın çok başarılı bir kitap olduğunu savunmuyorum, herkesin ilgisini çeker mi bunu da bilmiyorum fakat okurlarımı birçok ters köşenin beklediğini söyleyebilirim. İçinde okurken ‘Aa bu böyle miymiş? Nasıl yani?’ gibi soruya düşürecek bölümler yer alıyor. Ayrıca bu serinin ikinci kitabının daha çok sürprizlerle geleceğini söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Genel olarak Aslı Arslan, Beyza Alkoç, Emre Gül gibi tanınmış yazarları okurum. Bunun dışında dünya klasikleri okumayı da seviyorum. Tolstoy, Dostoyevski gibi… Her okuduğumda yazma hevesim daha da artardı. Bir gün onlar kadar tanınmış kitapları sevilen ve imza günleri iple çekilen bir yazar olduğumu hayalleyerek kendimi motive ederim. Üzerimde etkileri çok büyük…

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım dört adet kitabım var fakat şu sıralar en çok yazdığım kurgumdan ipucu verebilirim. Yasak aşk ve aksiyon sevenler için nefes kesen bir hikaye… Kitabımın giriş cümlesi de bir çok şeyi açıklıyor. “Kader insanın değiştiremeyeceği tek yazıydı, ne kadar dirense de satırlar çoktan mühürlenmişti…”

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okurlarıma söylemek istediğim birkaç şey var. Kitabımı okuduklarında belki de o kadar başarılı olmadığımı düşünecekler fakat kendimi geliştirdiğimin farkındayım, bu yolda siz ne kadar destek verirseniz ben o kadar gelişirim. Ayrıca hayallerine sarılanlar yol ne kadar uzun olursa olsun bir gün kendi ufkunu aydınlatır. Demek istediğim o ki siz siz olun kimsenin sözlerine aldanıp yapamam diyerek hayallerinizi köşeye atmayın. Bu sizin yaşamınız ve bu sizin hayaliniz. Ben başardım, sizler de başarabilirsiniz. Hepinize kucak dolusuyla sevgilerimi iletiyorum, sizleri seviyorum.

Hayallerinize Ulaşmak İçin Doğru Bir Adım Atın

Merhaba Murat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar,  1988 doğumluyum, evli ve üç çocuk babasıyım. Kamu kuruluşunda teknisyen olarak görev yapıyorum.

Yazar Murat Çelik

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma serüvenim, üçüncü sınıfa giden oğlumun kendi kitabını yazmaya çalışmasıyla başladı. Aylarca “M. Ali ve Arkadaşları” isimli hikâyesini tamamlayamayınca, ona ilham olsun diye ben de küçük bir hikâye yazmaya karar verdim. Böylece Aseyman Satranç Dünyası ortaya çıktı ve beklediğimden güzel tepkiler aldım. Ardından Nuki ile Satranç Öğren 1 ve 2 eğitim kitaplarını da kaleme aldım. Bu süreçte yazmanın bana iyi geldiğini fark ettim. Fakat daha güçlü bir konu arıyordum ve küçük bir kızın uzayda bale yapma hayali beni çok etkiledi. Böylece Mira Uzayda Bale doğdu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için tamamen psikolojik bir rahatlama alanı. Belki de yazmak, dışa vuramadıklarımı yıpranmadan ifade edebildiğim bir liman. Satırların arasında hem kendimi buluyor hem de hayatın ağırlığını hafifletiyorum. Çünkü yazarken unutuyorum.

Mira Uzayda Bale isimli kitabınız çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Mira Uzayda Bale, hayalin sınırlarını zorlayan, bilim kurguyu buluşturan bir hikâyedir. Okuyucular, sadece uzayın sonsuzluğunda geçen bir macera değil; aynı zamanda bir kız çocuğunun cesareti, inancı ve hayallerine tutunma gücüyle tanışacak. Sayfalar arasında hem bilimsel detaylar hem de kalbe dokunan duygular yer alıyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Franz Kafka, benim başucu yazarım. Onun eserlerindeki derin sorgulamalar, insan ruhunun karmaşık labirentleri ve toplumsal baskılar karşısındaki birey mücadelesi bana ilham veriyor. Kafka’dan, hayatın bazen cevapsız kalan sorularının da bir anlamı olabileceğini öğrendim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir roman var. Şimdilik sadece ipucu olarak şunu söyleyebilirim: “Kum’a dikiş atan kadın.”

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayalleriniz ne kadar uzak görünürse görünsün, onlara doğru bir adım atın. Ve kendinize şu soruyu sorun: “Bu yıl farklı bir şey yapmak istiyor muyum?” Binlerce insandan farklı olmanın yolu, kendi yolculuğunuza başlamaktan geçer. Yazmak benim tercih yolum oldu; sizin yolunuz dans, müzik, bilim ya da bambaşka bir şey olabilir. Yeter ki o ilk adımı atın ve ışığınızı takip edin.

Semiha Baysal'dan Empati Dolu Öyküler

Saçlarımı Okşayan Esinti; ağaçları rant için kesmek isteyenlere direnenlerin, okula gönderilmeyen kızların, ezilen şiddet gören kadınların, küçük yaşta ağır işlerde çalıştırılan çocukların, kısacası genç, yaşlı, çocuk toplumun her kesiminden insanın, kolaylıkla empati kurabileceği on sekiz öyküden oluşan bir eser. 

Semiha Baysal'dan Empati Dolu Öyküler

Yazarı Semiha Baysal, aynı zamanda bir Edebiyat öğretmeni. Okurken, ders anlatırken, dinlerken kısacası yaşarken hep gözlemlemiş, biriktirmiş ve hayatla birleştirerek satırlarda cümlelerle ete kemiğe bürümüş adeta… Kitaptan bir cümle çok şey anlatıyor bizlere: “Hikâyesi olan insanlar hemen fark ediliyor”… Şimdi o güzel öyküleri okumanın tam zamanı.

Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

MÖ 9000'leri Anlatan Keyifli Bir Hikaye: Göbeklitepe Son Kaplan Adam

Tek Zaman’ın yazarı Semra Aksoy tarafından kaleme alınan kurgu hikâye MÖ 9000’lere takvimlenen bir toplumun yaşamına, ilişkilerine, aşklarına muazzam bir hayal gücüyle ışık tutan keyifli bir hikâye.  Kahramanlarımızla birlikte Göbeklitepe’nin kadim T taşlarının arasında gezinecek, hayvan sembollerinin anlamları, ergenlik, ölüm ve savaş ritüelleri hakkında gizemli bir yolculuğa çıkacaksınız. 

MÖ 9000'leri Anlatan Keyifli Bir Hikaye: Göbeklitepe Son Kaplan Adam

Obsidyen gözlü Urfa Adam’ın asırlara uzanan macerası yüreğinizi ısıtacak ve hep merak edilen sorunun, Göbeklitepe, Karahantepe ve diğer taş tepelerin neden kapatıldığı sorusunun cevabını bulacaksın. Kahramanımız “Son Kaplan Adam”ın aşkı ve sevdiği kadın uğruna katlandığı zorluğa, azmine ve adanmışlığına şaşıracak, onunla beraber bu antik tepelerde, dağlarda avlanacak, hayal kuracaksın. Göbeklitepe Son Kaplan Adam bundan 11 bin yıl önce yaşamış bir topluluğun gizemli hikayesini gün yüzüne çıkarıyor.     

“Tam kızın arkasından içeri girmek üzereyken sağda solda bir anda beliriveren erkek sürüsü, üzerine atlamış. Seslere, çevreden gelenler de katılınca baş edilmesi zor bir kalabalık oluşmuş. Daha sonra öğrendiğine göre, şehre izinsiz giren her yabancı sorgusuz sualsiz derhâl dışarı atılırmış. Babamı da ite kaka şehrin dışına atıvermişler.

Başka zaman olsa çeker yoluna gidermiş ama bu sefer mutlaka şehre girmesi gerektiğine inanmış. Şehir yöneticilerine sırtında taşıdığı bir sürü av hayvanını, yollarda, derelerde bulduğu ilginç renkli taşları ve daha önce buralıların hiç görmediği meyveleri sunması, kendisini şehre kabul ettirmek için yeterli olmuş.”

Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

2136'yı Anlatan Fütüristtik Kurgu Romanı: Tek Zaman

Fantastik ögelerden hoşlanan ve ütopik gelecek hikayeleri seven okurlar, keyifli bir zaman yolculuğuna çıkmaya hazır olun. İnsanlık 2036 da büyük bir bilinç sıçraması yaşamış, bildiğimiz dünya bütünüyle değişmiştir. Elbette bu değişim sancılı olmuş gezegen genelinde büyük bir kaos yaşanmıştır. Romanın bütününde başka bir dünya ihtimalinin mümkün olduğu bir seçenek okurun bilincine usulca sızmaktadır. İnsan onuruna yakışır bir yaşam her zaman mümkündür. 

2136'yı Anlatan Fütüristtik Kurgu Romanı: Tek Zaman

Hikâyenin geçtiği 2036’da tüm ilişkiler ve yaşam şekilleri ile hayvanlar ve doğa ile kurulan iletişim de değişmiştir. Eski ilişki türleri ise; sadece eskilerin anılarındadır. Romanda geçmişle ilgili hatırlatmalar ve zamansal geçişlerle aradaki çarpıcı farklılıklara da ışık tutulmaktadır. Mekân olarak Ankara’nın seçilmesi ve böylece değişimin ve sıçramanın Anadolu’dan başlaması, üzerinde yaşadığımız bu kadim topraklara da bir saygı duruşudur. Paranın, hırsın ve güç savaşlarının olmadığı cennet gibi bir dünyaya adım atmak istemez misin? Haydi! Her şey hayal ederek başladı…

“Dev hayvan, heybetine inat, ayaklarının üzerinde ileri geri tedirgince kımıldadı. 

Cüssesinden beklenmeyecek ürkeklikle, yavaşça bir adım daha yaklaştı Alin’e.

 Boynunu uzatıp gözlerini hiç ayırmadan kokladı. 

O kadar büyüktü ki, Alin o yaklaştığında farkında olmadan biraz geri çekilmişti. 

Gözleri aynı hizadaydı şimdi. 

Alin, kendisini bile şaşkınlığa düşüren, kaynağını kestiremediği bir hareketle, avucunu usulca hayvanın iki gözünün arasına koyuverdi.”


Muhammed Mirza / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Her Okuyucu Yazarın Yol Arkadaşıdır

Merhaba hocam, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Kelimelerin peşinden yürüyen bir yolcuyum. Kimi zaman bir dağın yamacında yankılanan türküde, kimi zaman bir medrese duvarında saklı mısrada kendimi bulurum. Hayatımı, sözün insana kattığı derinliği aramakla geçiriyorum.

Yazar Ahmet Hamdi Köksal

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Kalemin ucunda saklı olan sır, çocukluk yıllarımdan beri beni çağırıyordu. İlk satırları yazdığımda fark ettim ki; kelimeler, insanın içinden taşan en sahici duyguların yoldaşıdır. Yazmaya, hayatın ağırlığını hafifletmek ve gönülden doğan fısıltıları kalıcı kılmak için sarıldım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için sadece bir uğraş değil, varoluşun ta kendisi. İnsanın hem kendi içine hem de dünyaya tuttuğu aynadır. Yazdıkça kendimi yeniden inşâ ediyor, sustukça kelimelerde yankılanıyorum.

Kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitap, sıradan bir anlatının ötesinde; okuru kendi kalbine doğru bir yolculuğa davet ediyor. Her sayfada kimi zaman bir hatıranın sıcaklığı, kimi zaman bir sükûtun derinliği saklı. Okuyanlar, kendi hayatlarına dair izler bulacak ve belki de kendileriyle yeni bir bağ kuracaklar.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Fuzûlî’nin aşkı, Necip Fazıl’ın çığlığı, Sezai Karakoç’un diriliş çağrısı ve Âşık Veysel’in gönül gözü benim yolumu aydınlattı. Bu yazarlar ve eserleri bana kalemin bir silah, bir dua ve bir umut olabileceğini öğretti.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, kelimeler yeniden beni çağırıyor. Henüz tamamlanmamış olsa da yeni kitabımda insanın iç yolculuğunu, göçün izlerini ve kalbin özlemlerini ele alıyorum. Okurları, geçmişin hatıralarıyla geleceğin hayalleri arasında bir köprüde buluşturmayı umuyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her okuyucu, yazarın yol arkadaşıdır. Benim dileğim, kelimelerimde kendi hikâyenizi bulmanız. Unutmayın, kitap yalnızca kâğıt ve mürekkepten ibaret değildir; bazen bir dua, bazen bir yol haritası, bazen de sığınak olur.

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447