Başlıktaki ismi tanıyanlar ve belki daha az bilinen “Hû” ön adının hikayesini şimdi bu yazıda öğrenecek olanlar, hikâyenin asıl can alıcı kısmını sevgili arkeolog dostumuz Dr. Umut Doğan’ın aynı adlı romanında okuyacaklar. İlk baskısı 2020 yılında Uranus Yayınları tarafından yayımlanan eser, tarihi romanları ve tarihi kişilikleri sevenler için biçilmiş kaftan ama daha da fazlası olayları ve olguları, insan davranış ve ilişkilerini, felsefi ve disiplinler arası bir perspektifle kurgulanmış hikayeler üzerinden okumayı sevenler içinse vazgeçilmez.
Tarihi romanları hep sevdim. Tarihle, mitolojiyle, efsane ve destanlarla harmanlanmış öyküler tarihin hem daha az bilinen kahramanlarını görünür kılmada hem daha çok bilinen kahramanların az bilinen yanlarını anlamada hem de çarpıcı olayların alelade insanların yaşamlarında yaptığı değişiklikleri gözler önüne sermede ve zihinlerde iz bırakmada oldukça başarılıdır.
Umut Doğan’ın şimdiye kadar yayınlanmış 12 eserinden biri olan Torlak Hû Kemal romanında; iki ana karakterden ilki günümüzün Manisa şehrinde 14. yüzyıldan kalma, geleneksel Osmanlı motiflerinin süs eşyalarına işlendiği marangoz ve kuyumcu atölyesi olarak çalışan Sinan Bey Medresesi’nde çalışan Naim ve diğeri 1400’lerde o zamanki adıyla Magnasa’da yaşamış Şeyh Bedrettin’in bendelerinden Torlak Kemal’in birbiriyle çakışan, birbirinden beslenen ve birbiriyle buluşan hikayesine konuk oluyoruz.
Pek çoğumuz Torlak Kemal ismini Nazım’ın insanın içini yakan o ünlü Şeyh Bedrettin Destanı’ndan hatırlıyor olmalı. Torlak Kemal, hakça bölüşmeyi kendine dert edinmiş Şeyh Bedrettin’in dergahından, ona ve savunduklarına gönülden bağlı bir derviş.
“Al yanaklı yardan gayrı, dünya malı ortaktır.”Şeyh Bedrettin
Umut Doğan’ın, ana omurgada, neredeyse bütünüyle tarihsel gerçekliğe bağlı kaldığı kurgulanmış hikayesinde, zamanda ileri ve geriye gidişlerle okuyucunun zihni ve kalbi beslenip bütünleniyor. Naim’in yaşamı üzerinden 1980 öncesi üniversitelerdeki sol-sosyalist hareketin içinde yer alan öğrencilerin yaşamlarına kısa farlar tutarken bir yandan da Torlak Kemal’in yaşadığı 15. yüzyıl Manisa’sında yeri yerinden oynatan bir hareketin devrimci kodlarına geniş bir arka plan oluşturuyor. Bu yönüyle toplumsal hareketlerin bir anda ya da birkaç yıl içinde oluşup yeşerdiğini sananlara, esasen toplumsal mücadelenin bir günde ortaya çıkmadığı onlarca ya da yüzlerce yıl öncesinden başlayan ve derinde yatan kökleri olduğunu anımsatma gayreti kuşatıyor satırları.
İki çağ ve iki yaşam arasındaki bu bağ, Naim ve Torlak Hû Kemal arasında kitap boyunca sürüp gidiyor. “Hû” lakabını şeyhi Bedrettin’in sözlerini halka duyurmak için tefiyle dolandığı Magnasa sokaklarında insanları toplamak için “Huuu” diye seslenişinden alan Torlak -toy, acemi- Hû Kemal, Bedrettin’in “yar yanağından gayrı her şeyi hakça bölüşmeye” dair söylediklerine duyduğu inançla, kendi anlattıklarının coşkusuna kapılan, heyecanlı, tutkulu ve zarif ruha sahip bir Orta Çağ dervişi, günümüz tabiriyle devrimcisi…Torlak Hû Kemal ismini almadan önce Manisalı Samuel olarak tanınan Kemal, gerçekte de 1419’da hayatını kaybederken, ölümünün sebepleri romanın elbette en çarpıcı bölümleri arasında yer alıyor.
Yıldırım Beyazıt dönemine tarihlenen ve tarihe Şeyh Bedrettin isyanı olarak geçen bu hareketin diğer lideri de Börklüce Mustafa. Bu isimleri Nazım Hikmet’ten duymuş olanlar daha da yakına gelsin... Zira Umut Doğan işte o halk hareketinin kahramanlarından Torlak Hû Kemal’i bir roman karakteri haline getirerek, insan Kemal’i asırlar sonra gün yüzüne çıkarıyor.
Torlak Hû Kemal’i ve izinde gittiği Şeyh Bedrettin’i anlamaya çalıştığımız satırlarını okurken, Torlak’ın Manisa sokaklarında derviş kılığı ile bulup buluşturduğu bir taburenin üzerine çıkıp elindeki tefle insanları önce etrafına topladığına, sonra da hayata dair her şeyin sınıf ayrımı gözetilmeden hakça bölüşülmesi gerektiğini anlatmaya çalışan inanmış, genç bir adamın görüntüleri geliyor gözümüzün önüne.
15. yüzyıla ait bir Osmanlı kentinde başına gelen her şeye kaderci bir zaviyeden bakan halka, fakirliklerinin sebeplerini ilahi yasalara bağlı kalarak ve denge yasasından bahsederek anlatmaya çalışması bile başlı başına takdire şayan. Herkesin çok da alışkın olmadığı devrimci sözlerin etkisi elbette çok büyük. Gerçek, her zamanki gibi duyanların bilincine saplanıyor ve tıpkı doğru anahtarın doğru kilide girmesi gibi bir etki yaratıyor. Bu, aynı zamanda etkileyici bir sokak gösterisi. Dönem olarak düşündüğümüzde sözlü temaşa ve hikayeci anlatım, okuma- yazma bilmeyen halka ulaşmanın en etkili yolu. Torlak konuşurken etrafı genişliyor, kalabalık kaynıyor ve Torlak bu kaynaşma ve onaylayan beden dillerine bakıp daha da coşuyor. Sokak sokak, mahalle mahalle, cami cami gezerek inandıklarını anlatması da bu etkiden yararlanmak için.
Bu temaşa hâli, Torlak Kemal’in dervişliğini, devrimciliğini, protez ve anarşik kişiliğini zedelemiyor. Bilakis bu, ana akımdan kopan yaklaşımı, onu herkesin gözünde daha dikkate değer bir hale getiriyor.
Yazarın 15. yüzyıla ait bu derviş-devrimci karaktere farklı tonda renkler katması, tarihte yaşamış gerçek kişinin ete kemiğe bürünmesini ve okurun canlı kanlı bir adamla, sağlam bir bağ kurmasını sağlıyor. Buradan bakıldığında 12 Eylül 1980 öncesinde üniversite öğrencisi olan Naim ile Torlak Kemal arasındaki ruhsal bağı kurmak hiç de zor değil. Yazar okuyucuya zamanda yolculuk yaptırarak ikili bir anlatımla bu iki karaktere karşı hem sistemin ve toplumun tepkisindeki benzerliğe hem de yola çıkış amacındaki benzerliğe dikkat çekiyor. Bir başka yanıyla da önümüzde yine insanoğlunun değişmeyen doğasını buluyoruz.
Kemal’in Magnasa sokaklarında Bedrettin’in ışığını yansıttığı nutuklarında en çok kainattaki dengeye, zıtlığın dengesine, kutupluluk ve dualitenin gereğine ve yaşama nizam veren sisteme tuttuğu ışığın çağlar aşarak Naim’in ve onun gibi düşünenlerin de gönlüne ve aklına düşmesi, bu yönüyle bu iki karakteri de aşıp kolektif bir bilince bağlanan hâlleri, insanoğlunun çıkış bulma ve ikilemleri izah etme yolculuğunun da bir sonucu.
Naim yaşadıklarının ruhunda yarattığı hasar ve travmayla yaşamaya çalışan, gerçeklik algısını yitirmiş eski bir devrimci iken Torlak Kemal hâlâ bu yolda yürüyen ateşli bir Bedrettin taraftarı. Tarihi kaynaklar Şeyh Bedrettin hareketini Osmanlı tarihinin ilk sosyal hareketi olarak görüp sebeplerinden birinin de Ankara Savaşı sonrası halk arasında baş gösteren ekonomik sıkıntılar olduğunu yazarken, romanda da hissedilen en büyük benzerliğin her iki hareketin de bir sistem eleştirisi olması ve sistemin buna asla müsamaha gösterilmediği en belirgin benzerlik olarak karşımıza çıkıyor. Esasen en temel sorun, fırsatların ve kaynakların hakça paylaşılmaması ve bunun yarattığı fakirlik olduğundan, bu çarpıklığın tarihin her döneminde açık zihinleri olanlar tarafından fark edildiği de bir başka benzerlik.
1936 yılında yayınlanan Şeyh Bedrettin Destanı’nda Nazım Hikmet, bu açık haksızlığı şu dizelerle yüreğimize ekiyor.
“Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıkların eti yavan olur,
sazlıklardan ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.”
Elbette pek çok tarihi olayda olduğu gibi bu hareketin de çok yönlü sebep ve yansımaları olmalı ama romanda Torlak Kemal’in halka, gelir dağılımdaki adaletsizliği anlatma ve onları aydınlatma yolundaki çabası karakterin en belirgin yanı olarak karşımıza çıkıyor. Roman kahramanı Torlak, tıpkı Naim gibi devrimci ve sosyalist yanıyla ve capcanlı karşımızda durmakta.
Naim, romanda 1970’lerin sonlarında sol gençlik hareketleri içinde yer almış, darbenin bütün gücüyle ezdiği bir genç. Sistem, Naim gibi tutkulu gençlerin adeta üzerinden geçmiş, devrimci bakış açısından geriye, ışığı söndürülüp içi boşaltılarak adeta bir kabuğa dönüştürülmek istenen insanların kalması belli ki âdetten olmuş. Bu insanlar esasen yaşarken ölüme mahkûm edilmek istenenler. Romanda Naim karakterinin bu yönü ustalıkla işlenmiş ve özellikle romanın çarpıcı sonu ile okur, beklenmedik gelişmelerin içinde bırakılmış.
Zamanın diğer tarafında 1400’lerde yaşayan Kemal ise Şeyhi Bedrettin’in sözlerini dört bir yanda söyleyerek gezmekte. “Yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyup” duyurarak ve “Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır.” diye bağırırken onları dinleyenlerin sayısı bazılarını rahatsız edecek kadar artıyor. Haydi burada yine üstat Nazım Hikmet’ten yardım alalım. O güzelim şiirde Bedrettin kendini izleyenlere şöyle seslenir:
“- O ateş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur,
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim.
Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim.
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptal edeceğiz...”
Anadolu inanç kültürünün Torlak Kemal’in yaşadığı dönemlerde, üzerine oturduğu eksenin o tarihlerde de resmî ideoloji tarafından değiştirilmeye çalışıldığı, Bektaşi, Baciyani Rum, Melami meşrep, Mevlevi, hatta yer yer panteist ve şaman izlerini taşımasını sakıncalı bulunarak, resmi dini ideolojinin o yıllarda da dizayn edilmeye çalışıldığı romanın alt metinlerinde kolaylıkla izlenebilecektir.
Diğer yandan tarihi dönem romanları ve gerçek karakterler üzerinden bir hikâye kurgulamanın ve sinemaya uyarlanmak üzere bir senaryo yazmanın her zaman okuyucu ve izleyicinin beklentileri ile sıkı sıkıya bağlı olduğu unutulmamalıdır. Hele de o karakter, toplum tarafından çok bilinen, özel hayatına dair ayrıntıları daha geniş kitlelerce haberdar olunan bir karakterse, bu kurgu roman ya da sinema karakteri izleyicide hayal kırıklığına yol açabilir. Oysa adı üzerinde kurgu karakter çokça, yaşamış tarihsel karakterin ana özelliklerini muhafaza ederek ayrıntılarda yazarın hayal gücü üzerinden yapılandırılır.
Yazar bütünüyle kendi fikir ve his dünyası üzerinde tarihsel karaktere bazı davranış modelleri biçer ve onun gündelik hayatta nasıl biri olduğunu bize göstermeye çalışır. Daha açık bir ifadeyle yazar, tarihsel gerçekliğin kurduğu zemin üzerinde kendi hayal dünyasında kurguladığı bir yaşam ve karakter inşa eder. Aksi tarihte bu bir tarih kitabı yazmaktan farksız olacaktır. Yazar kahramanın olası hallerini kendi bilincinden ve insan gözlemlerinden tecrübe ettiği hallerden yararlanarak öne çıkarır ve tarihi karakteri okura yakınlaştırır.
Torlak Hû Kemal de büyük toplum kesimleri tarafından çok bilinmese de yaşamış tarihi bir karakterdir. Bu sebeple böyle birini bir roman karakteri haline getirmek yukarıda belirtilen riskleri barındırır. Kimi okur tarihsel gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı kalmaktan hoşlanır kimiyse benim gibi karakterin olası varyasyonları arasında gezinmeyi sever. Yıllar öncesinde Hürrem ve Kanuni Sultan Süleyman karakterlerini bir dizi filmi senaryosuna konu edilmesinde kopan fırtınayı yaşı yeten pek çok okurumuz hatırlayacaktır. Ama yine de tarihi, çoğunlukla dizi ve filmlerden öğrenme eğilimi olan bir toplumun gözünde büyütüp yücelttiği tarihsel bir kişiliğe kurgu bazı davranış modelleri eklenmesine hoş bakılmaması, bizim gibi kurgu severleri durdurmaya yetmez.
Zira, sözlü kültürün enstrümanları olan söylenceler, mitoloji ve destanlar da kulaktan kuşağa, dilden dile aktarılırken ana tema sabit kalır ve aktaranın hayal dünyasından gelen bazı eklemelerle hikâye renklenir, çeşitlenir. Böylece içinde bulunduğu kültürün anlatımlarını, kelimelerini hatta zamanın da izlerini kendine katıp başka nehir yataklarından, başka yollardan akıp söylence denize kavuşur.
Kurgu da tıpkı böyledir ve Umut Doğan’ın Torlak Hû Kemal’i, özellikle Magnasa sokaklarında cemaati tefle etrafına toplayışı ve zamane din alimlerinin aksine kainat yasalarından en önemlisi olan dengeden bahsederken zıtlıkların dengesi, kutupluluk ve dualiteyi anlatış tarzı, esasen Kuran’ı Kerim’in sosyal devlete dair bakış açısını referans alırken de Muhiddin İbni Arabi ile Gazali arasındaki yaklaşım farkını ortaya koyması açısından önemlidir. Tam da bu noktada tarih, siyaset tarihi, dinler tarihi ve din felsefesi konularında araştırma yapan ve bu alanlarla ilgilenen okurlar, eserin yakın tarihle bağlarını da kolaylıkla yakalanabilecektir.
Arka planda güzelim Manisa Şehri, Gediz Ovası, Spil Dağı, Ulu Cami, Sinan Bey Medresesi ve Ağlayan Kaya her iki zamanda da hikâyeye eşlik eder. Bu hâl zamansal farklılığı, mekansal aynılığa dönüştürür. Yer yer betimleme ve karakterlerin kişilik özellikleri ile tarihi olaylar arasında bağ kurma şeklinde ilerleyen romanla, çağdaşlarından İhsan Oktay Anar’ın bazı eserleri arasında benzerlik kurulabilir.
Romandaki hemen her ayrıntı; Naim’in hayatına aniden giriveren çakır gözlü Gökçe, Torlak’ın karşısında beliriveren Bektaşi güzeli, Naim’in heyelan tehlikesi nedeniyle yıkılmak istenen anılarla dolu aile evi, geride bıraktığı kitapları, Torlak’ın uğruna canını feda edebileceği inançları, değerleri, “ne çok insanı yedi bu şehir” derken sadece Naim’i değil, Torlak’ı, Börklüce’yi, Bedrettin’i ve hak, adalet uğrunda can veren, bedel ödeyen daha nicelerini, sömürü düzenine ve din bezirganlarına karşı çıkışın, direnişin ve dirilişin hikayesini, şaşırtıcı ve sarsıcı ifadelerle bilincimize sunmaktadır.
Son olarak, bir arkeolog, akademisyen ve iyi bir tarih araştırmacısı olan Dr. Umut Doğan’ın gözünden, gönlünden akıp gelen; Naim ve Torlak Hû Kemal karakterleri üzerinden, değişen ve hiç değişmeyen toplumun sosyal, dini ve kültürel dokusu ile dönemin tarihsel arka planını ustalıkla kurguladığı Torlak Hû Kemal adlı romanını, Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı şiiri ile birlikte okumanızı öneririm.
Semra Aksoy / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32