Babamın yüzü o mısralar çalındığında düşer, sigarasının ucunu titreyen parmaklarla yakar, derin bir iç çekişe gömülürdü. O zamanlar anlayamazdım, yalnızca türkünün bizde bıraktığı kederi sezerdim içimde. Zaman aktı, büyüdüm, kocaman bir kadın oldum. Şimdi anlıyorum annemin o türküye duyduğu öfkenin, babamın gözlerinde süzülen yaşların sebebini. O nağmelerin ardına gizlenmiş hazin bir hikâye varmış meğer; zamansız bir ölümün yarım bıraktığı bir kavuşma, kaderin örselediği bir sevda, örfün yan yana getirdiği iki yaralı yürek…
Belki benim doğuşum bile istenmemiş bir beraberliğin suskun meyvesiydi. Babam, her sabah ceketini usulca giyer evden çıkar, akşamın alacakaranlığında yorgun adımlarla döner, hesabını kimseye vermediği bir kederle sigarasını yakardı. Annem sabahtan akşama bahçeyle, evle uğraşır, bazen ansızın bana sarılır, dudaklarının kenarından “Mihriban…” diye mırıldanırdı. Az konuşurlardı, çok susarlardı. Şimdi anlıyorum o suskunluğun içinde kaç gömülü çığlık, kaç yarım kalmış cümle varmış.
Türkü her çaldığında odanın lambasında titreyen alev bile üşür gibiydi. Meğer sadece türkü değil, mazinin hatırası, söylenmemiş sözleri, yaşanamamış sevdaları kavrarmış yüreğimizi. Artık biliyorum: bazı şarkılar ne zaman çalsa geçmişin kanayan yerini bulur, dokunur, sızlatır. Biz büyüdükçe suskunluk daha da derinlere indi ama türkü hiç susmadı; oda aynı, ışık aynı, acı aynı kaldı…
Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32
Hiç yorum yok
Yorum Gönder