Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hüsmen Aga

Meğer Hüsmen adının ne çok manası varmış. Hüsmen, sadece Beyazıt Öztürk’ün parodisiyle tanınan bir birey değilmiş...
0

Bir sözlüğe göre Hüseyin isminin kısaltması, ya da Hüseyin'den türetme bir isim, Yani Hüseyinin Hüs’ ünü alır, İngilizcedeki Adam manasına gelen Men’ i ekleseniz Hüsmen oluyor. Diğer bir açıklamaya göre Trakyalıların Osman ismini söyleme şekli olarak anlatılıyor. Aslında Trakya şivesinde H harfi kullanılmadığı için Üsmen diye söylendiği bilinir. her neyse…

Şaziye İnceler Ekinci Yazdı: Hüsmen Aga

Ben de göçmen kökenli bir aileden geldiğim için bizim köyde gerçekten bir Hüsmen Aga vardı. Günümüzde belki lQ Testine veya Nörolojik ve Psikolojik bir teste tabi tutulsa %30 zeka seviyesinde olduğunu tahmin ediyorum.

Hüsmen Aga çocukluğumda benim yaz tatilinde köye gittiğim zamanlarda gördüğüm çok önemli biriydi. Daima Hüsmen Agaya yardım etmek, ona yemek götürmek için babaanneme yalvarırdım. 

Nerden Bilirdim Hüsmen Aga benim ilerde meslek seçimimde bile rol oynayacak? Çünkü ben Üniversitede Sosyal Pedagoji okuyarak 22 sene Zihinsel ve bedensel engelli, özel  çocuklar ve yetişkinlerle çalıştım. Ve onlarla vakit geçirmek benim için en güzel ve değerli zamanlardı.

Gelelim bizim hüsmen Agaya…

Dedem  Veli Aga köyün ileri gelen eşrafından biriydi. 

Köyümüz Anadolu'nun yemyeşil vadilerinden birine kurulmuş, adı gibi çınarlarıyla meşhur Çınaraltı köyüydü. Bu köyün sözü dinlenen, babacan tavrıyla herkesin saygısını kazanmış bir ağası vardı: Veli Aga. Veli Aga, kırlaşmış sakalları, görmüş geçirmiş bakan gözleri ve adaletli kararlarıyla bilinirdi. Sabahları köy kahvesinin önündeki asırlık çınarın altında kahvesini yudumlar, köylünün derdini dinler, öğütler verirdi.

Köye gelen her misafir Veli Aganın evinde ağırlanırdı. Karnı doyurulur, her türlü ihtiyacı giderilir, altına tertemiz yataklar serilerek dinlenmesi sağlanırdı.

O yıl, yaz kurak geçmiş, yağmurlar bir türlü yağmamıştı. Köyün can damarı olan, tarlaları sulayan Pınarbaşı'nın suyu azalmaya başlamıştı. Önce ince bir iplik gibi akmaya başlayan su, günler geçtikçe damlamaya döndü. Köylünün yüzünü endişe bulutları kaplamıştı. Özellikle tarlaları pınara en yakın olan iki komşu, Ali ile Hüsmen arasında homurtular başlamıştı. Azalan suyu kimin daha çok kullanacağı konusunda başlayan ufak tefek tartışmalar, su iyice azalınca alevlenmişti.

Bir sabah, Veli Aga yine çınarın altında otururken, Ali ile Hüsmenin köy meydanında birbirlerine girdiklerini gördü. Sesler yükselmiş, iş neredeyse kavgaya varacaktı. Köylüler araya girmeye çalışsa da nafileydi. Veli Aga, gür sesiyle bağırdı:

 "Durun bakalım! Ne oluyor burada sabah sabah?"

Kalabalık Veli Aga'nın sesiyle birlikte kenara çekildi. Ali öfkeyle atıldı:

 "Agam," dedi, "Hüsmen zaten azalan suyun hepsini kendi tarlasına çevirmiş. Benim ekinlerim susuzluktan kavruluyor!" Hüsmen hemen karşılık verdi:

 "Yalan agam! Asıl o gece gizlice gelip suyun yönünü kendine çeviriyor. Benim tarlam onunkinden daha aşağıda, su zaten zor geliyor!"

Veli Aga, iki komşuyu da dikkatle dinledi. Kaşları çatıktı. Kuraklık herkesin canını sıkmıştı ama komşunun komşuya düşmesi daha kötüydü.

 "Sakin olun," dedi tok bir sesle. "Şimdi ikiniz de benimle Pınarbaşı'na geliyorsunuz."

Veli Aga, Ali ve Hüsmeni yanına alıp pınarın başına vardı. Gerçekten de pınardan akan su, bir çocuğun avucunu ancak dolduracak kadardı. İki komşunun da tarlası gözünün önündeydi ve ikisinin de toprağı çatlamış, ekinleri boynunu bükmüştü.

Veli Aga bir süre sessizce suya, sonra tarlalara, sonra da Ali ile Hüsmenin endişeli yüzlerine baktı. Derin bir nefes aldı.

 "Bakın," dedi. "Bu pınar yıllardır ikinizin de tarlasını sular, köyümüzü beslerdi. Şimdi gücü azalınca birbirinize düşman mı olacaksınız? Toprak ana küsmüş, suyunu esirgemiş. Biz ona daha çok küsersek, o da bize hepten küser."

Ali ile Hüsmen başlarını öne eğdiler. Veli Aga devam etti:

 "Bu su ikinize de yetmez, doğru. Ama kavga ederseniz, o azıcık su da ziyan olur gider. Akıl akıldan üstündür. Gelin, bu suyu kavga ederek değil, akılla paylaşalım." 

"Nasıl olacak ağam?" diye sordu Hüsmen merakla.

 "Şöyle olacak," dedi Veli Aga. "Bundan sonra suyu gün aşırı kullanacaksınız. Bir gün Ali'nin tarlasına akacak, ertesi gün Hüsmenin. Böylece ikinizin de ekini tamamen kurumaz, az da olsa can suyu bulur. Kuraklık bitene, pınarımız yeniden coşana kadar böyle idare edeceğiz. Bir gün sen komşuna sabredeceksin, bir gün o sana. Anlaştık mı?"

Ali ile Hüsmen birbirlerine baktılar. Başka çareleri yoktu. Hem Veli Aga'nın sözü de mantıklıydı. İkisi de istemeye istemeye başlarını salladılar. "Anlaştık agam," dediler.

O günden sonra Ali ile Hüsmen Veli Aga'nın dediği gibi suyu nöbetleşe kullandılar. Başta zorlansalar da, zamanla birbirlerinin hakkına saygı göstermeyi öğrendiler. Birlikte pınarın etrafını temizlediler, suyun boşa akmaması için küçük kanallar yaptılar. Kuraklık zor olsa da, Veli Aga'nın bilgeliği sayesinde köyde huzur bozulmamış, komşuluk bağları kopmamıştı.

Nihayet sonbahar yağmurları başlayıp Pınarbaşı yeniden gürül gürül akmaya başlayınca, en çok sevinenlerden ikisi Ali ile Hüsmen oldu.  

Lakin Şeytan boş durmadı. Birgün Pınarın başında gene su kavgasına tutuştular. Veli Aga rahmetli olmuş, aralarını düzeltecek kimse kalmamıştı. 

Ali pınarın başında su kanalını temizlemeye getirdiği kazmayı Hüsmenin kafasına vurunca Hüsmen yere düştü. Başı kanamamıştı fakat o günden sonra Hüsmenin hem konuşması bozulmamış, hemde zekasında fark edilir gerileme olmuştu. 

Köyün çocukları Hüsmenle alay ediyorlar hatta bazen taşlıyorlardı. Hüsmen bazen onlara hiç karşılık vermiyor, bazen de onları kovalıyordu.

Hüsmen rahatsızlanınca eşi çocuklarını da alıp başka köydeki ailesinin yanına gitti. bu Hüsmen Aganın daha da delirmesine sebep oldu.

Hüsmen için dünya, diğerlerinin gördüğü gibi akıp gitmiyordu artık. Onun için renkler daha canlı, sesler daha keskindi; bazen bir fısıltı kulaklarında bir çığlığa dönüşür, bazen de en kalabalık meydan ona sağır bir sessizlik sunardı.

 Köyün kenarındaki yıkık duvarın dibi, onun sığınağıydı. Orada oturur, kimsenin fark etmediği şeyleri izlerdi: Karıncaların telaşlı koşuşturmasındaki gizli mesajları, rüzgarda sallanan yaprakların anlattığı eski hikayeleri, bulutların arasında bir anlığına belirip kaybolan yüzleri...

İnsanlar ona "deli Hüsmen" derdi. O, bu kelimeyi duyardı. Bazen arkasından fısıldandığında, bazen çocukların kıkırdaşmalarında, bazen de ona acıyarak bakan gözlerde okurdu. Bu kelime, içinde bir yerlerde ince bir sızı yaratırdı.

Anlaşılmamak... Belki de en büyük yükü buydu. Kafasının içindeki sesler bazen o kadar çoğalır, o kadar gerçekçi olurdu ki, hangisi kendi düşüncesi, hangisi dışarıdan gelen bir fısıltı ayırt edemezdi.

 Bazen ona görevler verirlerdi bu sesler; git dere kenarındaki parlak taşı bul, kimseyle konuşma, yoksa kötü şeyler olacak... O da bu seslere uyardı, çünkü onlara uymamanın getireceği içsel karmaşa, insanların ona "deli" demesinden daha korkutucuydu.

Güneşin batışını izlemek, Hüsmen'in nadir huzur anlarındandı. Gökyüzü kızıla döndüğünde, sesler biraz diner, dünyanın karmaşası sanki bir anlığına durulurdu. O anlarda, belki de çocukluğundan kalma bir anı belirirdi zihninde: Annesinin sıcak ekmek kokan elleri, babasının tarladan dönerkenki yorgun gülümsemesi... Ama bu anılar da iplik iplik çözülür, yerini yine o başa çıkamadığı düşünce yumağına bırakırdı. Neden buradaydı? Diğerleri gibi olamamak ne demekti?

“ Anaa, anaa” diye seslenir, gözlerini bir noktaya dikerek anasıyla konuşuyormuş edasıyla kafasını sallardı.

Bazen köy meydanından geçerken, insanların konuşmalarına kulak misafiri olurdu. Kelimeler havada uçuşur ama anlamlar ona tam olarak ulaşmazdı. Sanki yabancı bir dil konuşuluyor gibiydi.

Bir espriye herkes gülerken, o neden güldüklerini anlamaz, sadece seslerin yükselip alçalmasını izlerdi. Ya da birisi ona bir şey sorduğunda, cevap vermek için kelimeleri bir araya getiremez, ağzında anlamsız sesler gevelerdi. Sonra o bakışlar... Anlamayan, yargılayan, bazen de korkan bakışlar... İşte o anlarda Hüsmen, yine kendi kabuğuna, yıkık duvarın dibine veya dere kenarının yalnızlığına çekilirdi.

Eline aldığı sopayla toprağı eşeler, ordaki karıncalarla ve böceklerle konuşurdu. Bulduğu ekmek parçalarını getirip yıkık duvarın dibine sepelerdi. sonra karıncaların ekmeklei yuvalarına götürmelerini seyreder, onlarla konuşurdu.

“ Bugün şansınız var,  püskürt (Bisküvi) yiyeceksiniz. Dünden kalma ekmeklerin hepsini ne çabuk yuvaya götürdünüz? Bakalım yarına kısmetinize ne düşecek?”

Korkuları vardı Hüsmen'in. Kalabalıktan korkardı, yüksek sesten, ani hareketlerden... Ama en çok da kendi zihninden korkardı. İçindeki o durduramadığı akıntıdan, nereye varacağını bilmediği düşüncelerden... Geceleri uyku tutmaz, gölgeler odasında dans eder, fısıltılar yorganının altından bile ona ulaşırdı.

Yine de Hüsmen'in dünyasında küçük sevinçler de vardı. Kedilerin mırıltısı, toprağın yağmur sonrası kokusu, kimsenin almadığı yabani bir çiçeğin rengi... Bunlar, onun karmaşık iç dünyasında tutunabildiği küçük dallardı.

Belki de Hüsmen "deli" değildi; sadece dünyanın sesini diğerlerinden farklı duyan, renklerini farklı gören ve bu farklılığın ağırlığı altında kaybolmuş bir ruhtu. Anlaşılmayı bekleyen, ama nasıl anlatacağını bilemeyen, kendi yalnızlığında yankılanan bir fısıltıydı belki de. Köyün "delisi" Hüsmen, aslında köyün en yalnız insanıydı.

O kış, köy daha önce eşini az gördüğü bir soğukla ve karla sınanıyordu. Günlerce dinmeyen tipi, hayatı durma noktasına getirmişti. 

Köyün çocuklarından küçük Fikriye, evlerinin hemen arkasındaki korulukta oynarken kaybolduğunda, akşam ayazı çoktan kemikleri sızlatmaya başlamıştı. Bütün köy seferber oldu, fenerler ve dualarla koruluğa daldılar, ama kar o kadar yoğundu ki, izler anında kapanıyordu. Saatler geçiyor, umutlar tükeniyordu.

Elifin annesi feryatlarıyla yeri göğü inletiyordu.

“ Yavrumm, Fikriyemm.Nerelere gittin anasının nazlı kuzusu?” 

Tam o sırada, köyün gediklisi, her zaman kendi dünyasında gezinen Hüsmen'in sığınağı olan, köyün dışındaki o yıkık duvarın oradan bir ses duyuldu. Ama bu Hüsmen'in her zamanki anlamsız mırıltılarından farklıydı; ince, titrek bir çocuk sesiydi.

Arama ekibi o yöne koştuğunda, fenerlerin ışığında gördükleri manzara hepsini olduğu yere çiviledi.

Hüsmen, sırtını yıkık duvara dayamış oturuyordu. Evindeki eski püskü, yamalı battaniyesini açmış, küçük Fikriyeyi de içine yatırmış, sallıyordu. Çocuk soğuktan tir tir titriyor ama ağlamıyordu.

Hüsmen, belki soğuktan belki de içindeki fırtınalardan titreyen elleriyle çocuğun başını okşuyor, kimsenin anlamadığı o tuhaf, melodisiz ninnilerinden birini mırıldanıyordu. Gözlerinde ne delilik vardı ne de boşluk; sadece o an orada, o küçük canı kendi bildiğince ısıtmaya çalışan, belki de hayatında ilk defa bir başkasının acısına bu kadar net odaklanmış bir insanın derin, yorgun bakışı vardı.

Kimse tek kelime etmedi. Babası koşup kızını Hüsmen'in yanından nazikçe aldı. Elif babasına sarılırken, son bir kez dönüp Hüsmen'e baktı; gözlerinde korku değil, garip bir aşinalık ve sevgi vardı. Hüsmen ise sanki az önce yaptığı büyük bir şey değilmiş gibi, battaniyesine tekrar sarınıp, boş gözlerle kar tanelerinin havada süzülüşünü izlemeye devam etti.

O geceden sonra köylüler Hüsmen'e yine "deli" dediler belki, ama seslerinde artık eski küçümseme ya da korku yoktu. Daha çok bir acıma, bir anlayış kırıntısı ve belki de biraz mahcubiyet vardı. Hüsmen yine köyün kenarında, kendi dünyasında yaşamaya devam etti. Belki o geceyi hiç hatırlamadı bile. Ama o kış gecesi, yıkık duvarın dibinde, tipinin ortasında paylaşılan o titrek battaniye ve mırıldanan anlamsız ninni, Hüsmen'in anlaşılmaz dünyası ile diğerlerinin dünyası arasında kurulmuş, kelimelere dökülmeyen, yürek sızlatan, kısacık ama unutulmaz bir köprü olmuştu. 

Onun deliliğinin ardındaki kırılgan insanlığı, o gece ayazında, bir anlığına da olsa herkes görmüştü. 

Kimin deli, kimin Veli olduğunu Allah bilir…


Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Eylül 2025 / Sayı 32

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447