Geceye İnanmak İstemiyorum

Sophia Jamali Soufi

Geceye inanmak istemiyorum

Uzaklığın soğuk ve siyah

Artık hiçbir mevsim bana gülümsemiyor

Sokaklar

Yüzler

Pencereler beni bekliyor

Hayal gücün eğildiğim bir tapınak

Bütün varlığım sende kayboldu

Beni karanlıkta bırakma

Bir köşede kıvrıldım

bir okşayış özlemi

Bir umut ışığı, bir yıldız

Geceye inanmak istemiyorum …


Sophia Jamali Soufi  / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Fazlı Humar Yazdı: Sonra

 Fazlı Humar Yazdı: Sonra

çoğalırdık bebelerin

günü aşklayan sevinçleriyle

tuttukça ellerini

nehirlerce akardık

denizine kavuşmak isteyen

sıcak bir çorba

iki dilim ekmek

açlığı teselli eder

elde ne var ne yok

tepeden tırnağa giydirir

cicili bicili bayramlara bezenirdik

 

sonra

 

yalın ayak yürürdük

şarkılar

türküler söylerdik avaz avaz

halaylar çeker dans ederdik

ve şiirler okur

uzun uzun öpüşürdük seninle

 

sonra

 

apansız kopan her yağmurda

sen düşersin aklıma

  

Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Gülcan Şık Yazdı: Olmaz mı?

“Ne tuhaf bir histi… Kızgınlık, öfke, kırgınlık, sevgi… Bunlara dair içinde tek bir kıvılcım bile kalmamıştı. Ne kaşlarını çatabiliyor, ne de kahkaha atabiliyordu. Gözleri bile dolmuyordu. Duyarsız değildi aslında, sadece yorgundu… Hırpalanmıştı.  

Gülcan Şık Yazdı Olmaz mı

Diğer yarısı bir ağacın altına oturdu. Gözleri bir karıncaya takıldı. İstese parmağıyla ezebileceği o minik karınca, ağzındaki kırıntıyla didinip duruyordu.  O an sadece yürümek istedi. Karıncayla sessizce vedalaştı. Çünkü kendini onda gördü. Hafifçe, belki de son kez gülümsedi. Adım atmaya mecali kalmamış bedenini toparlayıp yürümeye koyuldu. Çünkü hayat, bazen sadece yürümek zorunda olduğun bir yoldu… Belki sonu bilinmezdi ama yine de… Olmaz mı?”

Gülcan Şık / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Kurtuluş

Ev kapısının anahtarla dönme sesi, Hatice için günün en korkunç melodisiydi. O ses, okulun cıvıl cıvıl koridorlarında yankılanan çocuk kahkahalarını, tebeşir kokulu umutları ve "Öğretmenim!" diye seslenen minik kalpleri bir anda silip süpüren bir kasırga gibiydi. O ses, Hatice'nin değil, "Polis Murat'ın Karısı"nın evine geldiğini haber verirdi.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı Kurtuluş

Hatice, yirmi sekiz yaşında, idealist bir sınıf öğretmeniydi. Gözleri, öğrencilerine baktığında pırıl pırıl parlardı. Sabrı, en yaramaz çocuğu bile kucaklayacak kadar engindi. Sınıfının kapısından içeri girdiği an, omuzlarındaki görünmez yük kalkar, nefes alırdı. Orası onun krallığıydı; sevginin ve bilginin koşulsuz paylaşıldığı kutsal bir sığınak. Ama okul zili çalıp evine doğru yola çıktığında, omuzlarına binen yük ağırlaşır, adımları küçülürdü. Kocası Murat, dışarıdan bakıldığında saygı duyulan, üniforması içinde heybetli duran bir polisti. Toplumun gözünde asayişin teminatıydı. Hatice'nin hayatında ise asayişin değil, huzursuzluğun ta kendisiydi.

Fiziksel şiddet yoktu. Murat'ın silahı kelimelerdi, bakışlarıydı, sessizliğiydi. "Yemek yine mi tuzlu biraz?" diye masumca başlayan bir soru, Hatice'nin "Affedersin hayatım, dikkat etmemişim," demesiyle büyürdü. "Sen neye dikkat edersin ki zaten, Hatice? Aklın kim bilir nerelerde? Okuldaki velilerden biriyle mi cilveleştin yoksa?"

"Saçmalama Murat, ne ilgisi var?"

"İlgisi var tabii. Ben dışarıda itle kopukla uğraşırken senin aklın bir karış havada. Bir yemeği bile beceremiyorsun. Sonra da 'ben öğretmenim' diye gezersin ortalıkta."

Bu diyaloglar, evin duvarlarına sinmişti. Hatice'nin özgüveni, her gün damla damla eriyen bir buz kütlesi gibiydi. Artık arkadaşlarıyla dışarı çıkmıyordu, çünkü Murat her seferinde "Kimleydin? Ne konuştunuz? O Ayşe denen kadının lafına uyma, kocasıyla arası bozuk, seni de kendine benzetir," diye saatlerce sorguya çekerdi. Annesini aradığında telefonu hoparlöre almasını ister, "Ne saklıyorsun ki benden?" derdi.

En kötüsü de Murat'ın "seni korumak için" maskesiydi. Giydiği elbiseye, "Öğretmene yakışıyor mu bu kadar renkli? Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?" diye müdahale ederdi. Okulda bir veliyle fazla konuştuğunda, akşam evde "O adamın sana nasıl baktığını görmedim mi sanıyorsun? Mesafeni koru biraz. Sonra laf söz olur, benim adıma leke gelir," diye fırtına koparırdı.

Hatice, camdan bir fanusun içine hapsolmuş gibiydi. Her hareketi izleniyor, her sözü tartılıyor, her düşüncesi sorgulanıyordu. Yavaş yavaş kendi benliğini unutuyordu. O artık neşeli, hayat dolu Hatice değildi. O, kocasının gözlerindeki onayı arayan, her an yanlış bir şey yapmaktan korkan, endişeli bir gölgeydi.

Bir akşam, birinci sınıf öğrencilerinden birinin yaptığı resmi buldu çantasında. Bir elma ağacının altında gülüseyen bir çöp adam çizmiş, altına da "Canım Öğretmenim Hatice" yazmıştı. Murat resmi gördü.

"Ne bu?" diye sordu buz gibi bir sesle.

"Öğrencim yapmış," dedi Hatice, sesi titreyerek.

Murat resmi aldı, evirdi çevirdi. "Hatice mi? 'Öğretmenim' yeterli değil mi? Ne bu samimiyet? Daha birinci sınıftan çocuklara adınla hitap etmeyi mi öğretiyorsun? Sonra velisi de gelir sana 'Hatice' der. Nerede kaldı saygı? Nerede kaldı devletin memurunun itibarı?"

Hatice'nin içinde bir şeyler koptu. O masum resim, Murat'ın zihninde kirli bir senaryoya dönüşmüştü. O an anladı. Sorun kendisinde, elbisesinde, yemeğin tuzunda ya da arkadaşı Ayşe'de değildi. Sorun, Murat'ın ruhunu saran zehirli bir sarmaşıktı ve bu sarmaşık onu boğuyordu. 

"Yeter..." diye fısıldadı.

"Ne dedin sen?" Murat'ın gözleri kısıldı. O bakış, karakolda bir suçluya yönelttiği bakıştı.

Hatice ilk defa sesini yükseltti. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama sesi kararlıydı. "Yeter dedim! O sadece yedi yaşında bir çocuk! Onun dünyasında kötülük yok! Senin kirli zihnindeki gibi değil dünya! Ben öğretmenim, anladın mı? Sadece senin karın değilim, ben Hatice Öğretmen'im!"

Murat bir an şaşırdı. Bu beklenmedik isyan karşısında ne yapacağını bilemedi. Sonra o bilindik, zehirli gülümsemesi yüzüne yayıldı.

"Demek öyle, Hatice Öğretmen," dedi sakince. "İstediğin yere gidebilirsin. Ama unutma. Ben polisim. Kime gidersen git, kime ne anlatırsan anlat, kim sana inanır? Zavallı, psikolojisi bozuk bir kadın mı, yoksa görevini şerefiyle yapan bir polis mi? Sen bilirsin."

Bu, en büyük tehditti. Gücün ve otoritenin arkasına saklanarak söylenmiş, üstü kapalı bir 'seni mahvederim' cümlesiydi. Narsist bir kişiliğin dışarıya yansımasıydı.

O gece Hatice uyumadı. Şafak sökerken, Murat'ın uyuduğundan emin olunca sessizce kalktı. Titreyen elleriyle küçük bir çantaya birkaç parça eşya, banka kartını ve öğrencisinin çizdiği o resmi koydu. Resim, onun masumiyetini, kim olduğunu ve ne için savaşması gerektiğini hatırlatan bir bayraktı.

Kapıyı sessizce açtı. Dışarıdaki serin hava yüzüne bir tokat gibi çarptı. Arkasına bakmadan yürüdü. Nereye gittiğini bilmiyordu. Belki bir arkadaşına, belki ailesinin yanına, belki de bir kadın sığınma evine. Bilmiyordu. Ama ilk defa, aylardır ilk defa, attığı her adımın hesabını soracak birinin olmadığını bilerek yürüyordu.

Güneş doğarken, Hatice hâlâ yürüyordu. Yorgundu, korkuyordu ama içindeki cam fanus çatlamıştı. Artık nefes alabiliyordu. O, Polis Murat'ın karısı değil, kendi yolunu çizen, yaralı ama özgür bir kadındı. O, Hatice Öğretmen'di ve krallığına, yani kendisine geri dönmek için ilk adımı atmıştı. Yol uzun ve zorlu olacaktı ama artık kilitte dönen bir anahtarın sesinden korkmayacaktı.

Yollar ve kalbi Hatice'yi en bildik, en güvenli limana, annesinin evine götürdü. Çocukluğunun geçtiği, her köşesinde bir anının saklı olduğu ahşap kapıyı titreyen bir elle çaldığında, içinde hem bir sığınma umudu hem de yaşatacağı hayal kırıklığının utancı vardı.

Kapıyı annesi Fatma Hanım açtı. Kızını şafak vaktinde, gözleri kan çanağı, yüzü solgun ve elinde küçük bir çantayla görünce, yüreğine bir bıçak saplandı. "Hatice? Kızım? Ne oldu bu saatte? Murat nerede, bir şey mi oldu?"

Hatice'nin dudaklarından sadece bir hıçkırık koptu. Annesinin şefkatli kollarına sığındığında, haftalardır, aylardır içinde biriktirdiği tüm o zehir, gözyaşlarıyla birlikte akıp gitmeye başladı.

Fatma Hanım, kızını içeri alıp divanın üzerine oturttu. Önüne bir bardak su koydu. Konuşması için zorlamadı, sadece yanına oturup sırtını sıvazladı. O sessiz dokunuş, Murat'ın en tumturaklı sevgi sözcüklerinden bile daha gerçekti.

Hatice sonunda sakinleşince, her şeyi anlattı. Kırılan tabakları, yakılan yemekleri değil; kırılan gururunu, yakılan özgüvenini anlattı. Kelimelerle kurulan darağaçlarını, bakışlarla sıkılan kurşunları, "seni koruyorum" maskesi altındaki kontrol saplantısını bir bir döktü ortaya. Anlattıkça, bu zulmün ne kadar derin olduğunu kendisi de bir kez daha idrak etti.

Fatma Hanım, geleneklerine bağlı, "kol kırılır yen içinde kalır" düsturuyla büyümüş bir kadındı. Kızının anlattıkları karşısında dehşete düşmüştü ama zihninin bir köşesinde o meşhur soru yankılanıyordu: "Elalem ne der?"

"Kızım..." dedi tereddütle. "Bilirim, zor zamanlar geçirmişsin. Ama o senin kocan. Bir anlık sinirle yuva yıkılır mı? Sabretseydin biraz daha. Hem o polis, devletin memuru. Karşımıza almayalım şimdi durduk yere."

Hatice, annesinin gözlerindeki korkuyu gördü. Bu korku, Murat'ın en büyük silahıydı. Toplum, güç, itibar...

"Anne," dedi net bir sesle. "Ben de sabredecek bir şey kalmadı. Ben bittim. O evde ben yoktum artık, sadece onun kuklası vardı. 'Elalem' benim her gece yastığa başımı nasıl koyduğumu biliyor mu? Ya da 'devletin memuru' olmasının, karısına psikolojik işkence yapma hakkı verdiğini hangi kanun yazıyor?"

Fatma Hanım, kızının gözlerindeki o çelik gibi parıltıyı görünce sustu. Bu, onun tanıdığı cıvıl cıvıl Hatice değildi; bu, yaralı ama hayatta kalmak için savaşmaya karar vermiş bir kadındı. Annelik içgüdüsü, toplumsal korkularına galip geldi. Kalktı, kızının yanına oturdu ve elini sımsıkı tuttu. "Tamam kızım," dedi. "Tamam. Burası senin evin. Kimse seni buradan alamaz."

Bu cümle, Hatice'nin haftalardır duyduğu en güzel melodiydi.

Ancak huzurları uzun sürmedi. Öğleye doğru evin telefonu çaldı. Arayan Murat'tı. Fatma Hanım, "Açma kızım," dese de Hatice, "Kaçamam artık anne," diyerek telefonu açtı.

Murat'ın sesi, endişeli bir koca rolünü mükemmel oynuyordu. "Hatice? Hayatım, neredesin? Aklım çıktı. Bir anlık sinirle konuştum, biliyorsun seni ne kadar sevdiğimi. Hadi güzelim, gel evine. Bak yemeği bile ben hazırladım."

Bu sahte şefkat, Hatice'nin midesini bulandırdı. "Geri dönmeyeceğim Murat."

Telefondaki sesin tonu anında değişti. Şefkatli koca gitmiş, yerine tehditkâr polis gelmişti. "Ne demek dönmeyeceğim? Neredesin sen? Annenin evinde misin? Beni rezil mi edeceksin elaleme? Hatice, aklını başına topla ve hemen evine dön. Yoksa bu işin sonu kötü olur."

"Asıl sen aklını başına topla, Murat. Bitti."

"Bitti mi?" Telefonda sinirli bir kahkaha duyuldu. "Ben bitti demeden hiçbir şey bitmez! O kapıdan çıktığına pişman olacaksın. O çok sevdiğin öğretmenliği de elinden almasını bilirim ben. 'Psikolojisi bozuk, görev yapamaz' diye bir rapor yazdırmak ne kadar zor sanıyorsun? Aileni de rahat bırakmam. Anlarsın o zaman dünya kaç bucakmış!"

Hatice, telefonu kapattı. Elleri titriyordu ama yüzü kararlıydı. Annesi korkuyla, "Ne diyor, ne diyor o adam?" diye soruyordu.

Hatice annesine döndü. "Korkutmaya çalışıyor anne. Her zaman yaptığı gibi." Çantasından öğrencisinin çizdiği resmi çıkardı. Buruşmuş kâğıttaki gülümseyen çöp adama baktı. "Ama ben artık korkmuyorum."

İlk işi, liseden beri en yakın arkadaşı olan ve Murat'ın sürekli görüşmesini yasakladığı avukat Ayşe'yi aramaktı. Ayşe, telefonu açar açmaz Hatice'nin sesindeki tınıdan bir şeyler olduğunu anladı. Hatice her şeyi anlattığında, Ayşe'nin tek söylediği şuydu: "Neredesin? Konum at, on dakika içinde oradayım. Sakın korkma. O raporu ancak rüyasında yazdırır. Psikolojik şiddet, en az yumruk kadar güçlü bir delildir. Yalnız değilsin kardeşim."

Telefonu kapattıktan sonra Hatice, annesinin hazırladığı mercimek çorbasının kokusunu içine çekti. Bu, evinin, çocukluğunun kokusuydu. Korku hâlâ oradaydı ama artık yalnız değildi; yanında minik bir umut filizi ve çelikten bir kararlılık vardı. Savaş daha yeni başlıyordu ama Hatice, sığındığı bu limanda, kendi fırtınasını atlatmak için güç toplamaya başlamıştı.

Avukat Ayşe'nin gelişi, Fatma Hanım'ın endişeli evine bir anda strateji ve kararlılık havası getirdi. Ayşe, arkadaşına sarılırken fısıldadı: "Aslan kardeşim benim. En doğrusunu yaptın." Bu iki kelime, Hatice'nin titreyen ruhuna bir zırh gibi giydirildi.

Oturup çorbalarını içerken, Ayşe bir avukatın netliğiyle konuştu, ama bir dostun sıcaklığını hiç bırakmadı. "Bak Hatice," dedi, "Murat'ın en büyük silahı korku ve senin yalnız olduğuna dair yarattığı inanç. Şimdi o silahı elinden alacağız. İlk iş, yarın sabah ilk iş, hakkında uzaklaştırma kararı çıkartmak için başvuracağız. Evine, okuluna, sana ve annene belirli bir metreden fazla yaklaşamayacak. Tehditleri artık sadece boş laf olacak, çünkü en ufak bir ihlalde karşısında polisi değil, hâkimi bulacak."

Fatma Hanım endişeyle atıldı, "Ama kendi de polis, bir şey yapmazlar ona."

Ayşe, Fatma Hanım'a güven veren bir gülümsemeyle döndü. "Fatma Teyze, kanun üniformalı ya da üniformasız herkese aynı işler. Hatta bir kamu görevlisinin gücünü kötüye kullanması, suçu daha da ağırlaştırır. Murat bunu biliyor, o yüzden sadece tehdit ediyor. Blöf yapıyor. Biz onun blöfünü göreceğiz."

Sonra Hatice'ye döndü. "Ve boşanma davası... Dilekçeni hazırladım bile. Psikolojik şiddet, aşağılama, sosyal hayatını kısıtlama, tehdit... Bunların hepsi birer boşanma sebebi. Annen şahidin. Benimle yaptığın bu konuşma bile bir delil. Yalnız değilsin."

Hatice dinlerken, omuzlarındaki görünmez yükün hafiflediğini hissetti. Yıllardır içinde bulunduğu sisli labirentte, Ayşe ona bir pusula uzatmıştı.

"Gönlümdekini yapmak istiyorum, Ayşe," dedi Hatice. "Yarın okuluma gitmek istiyorum. Öğrencilerime."

Bu, odadaki en cesurca cümleyi. Fatma Hanım'ın gözleri büyüdü. "Kızım emin misin? Ya oraya gelirse?"

Ayşe araya girdi. "Harika bir fikir. İşte bu benim tanıdığım Hatice. Korkup saklandığını düşünmesine izin vermeyeceğiz. Okul müdürünle ben konuşurum. Durumu, mahremiyetini koruyarak anlatırım. Okul, senin için güvenli bir alan olmalı ve bunu sağlayacaklar. Sen sadece öğretmenliğini yapacaksın. En iyi yaptığın şeyi."

O gece Hatice, yıllardır ilk defa bir amaçla uyudu. Sabah, annesinin endişeli bakışları ve Ayşe'nin destekleyici gülümsemesi arasında evden çıktı. Okuluna doğru yürürken attığı her adım, bir isyandı. Murat'ın "yapamazsın" dediği her şeye karşı bir meydan okumaydı. Köşe başlarında onun arabasını aradı gözleri, ama korkuyla değil, tetikte olarak. Artık av değil, kendi hayatının devriyesiydi.

Okul kapısından girdiğinde, müdür odasına çağrıldı. Ayşe'nin konuştuğu belliydi. Müdür Bey, babacan bir tavırla, "Hatice Öğretmenim, hoş geldiniz. Okulumuzun ve sizin huzurunuz bizim için esastır. Gözünüz arkada kalmasın. Siz dersinize, çocuklarınıza odaklanın," dedi.

Ve sonra o an geldi. Hatice, sınıfının kapısını açtı. İçeriden gelen o tanıdık uğultu, minik bedenlerin hareketi, tebeşir ve silgi kokusu... Onu bir anda iyileştiren bir iksir gibiydi. Onu gören çocuklar bir ağızdan bağırdı:

"Öğretmenim gelmiiiş!"

Minik ayaklar ona doğru koştu. Bacaklarına sarılan küçük kollar, Murat'ın kurduğu bütün o görünmez duvarları yıktı geçti. Sıraların birinde, geçen gün resmini yaptığı o minik öğrenciyi gördü. Çocuk ona el sallıyordu. Hatice, tüm sınıfı kucaklayan bir gülümsemeyle karşılık verdi.

Tahtanın başına geçti ve eline tebeşiri aldı. "Günaydın çocuklar," dedi. Sesi, uzun zamandır hiç olmadığı kadar net ve güçlüydü. "Bugün sizlerle en sevdiğim konulardan birini işleyeceğiz: Kendi hikayemizin kahramanı olmak."

O gün ders boyunca Hatice sadece müfredatı anlatmadı. Çocuklara cesareti, iyiliği, bir çiçeğin güneşe dönmesi gibi umuda dönmeyi anlattı. Anlattığı her kelime, aslında kendi kendine verdiği bir sözdü.

Okul çıkışı, artık adımları daha hafifti. Korkusu tamamen yok olmamıştı ama artık ona hükmetmiyordu. Telefonuna Ayşe'den bir mesaj geldi: "Uzaklaştırma kararı için başvuru tamam. Tebligat yakında elinde olur. Akşama kutlama yemeği benden!"

Hatice gülümsedi. Annesinin evine doğru yürürken, hayatında ilk defa anahtarı kendisi çevireceği bir kapıya gidiyordu. O kapının ardında belki hala bir dava, zorlu bir süreç vardı. Ama sınıfının kapısını açtığında bulduğu o saf sevgi ve yeniden kazandığı kimliği, ona tüm bu savaşları kazanacak gücü vermişti. O artık sadece bir mağdur değil, kendi hikayesinin kahramanı olmaya karar vermiş Hatice Öğretmen'di. Ve bu hikaye, mutlu sonla bitmek zorundaydı.

Hatice’nin kendine güveni gelmiş, gerçek kimliğini bulmuştu ama bu kimliği yaşatmak, onu bir zırh gibi kuşanmak, hiç de kolay değildi. Mücadele zordu; çünkü bu, sadece mahkeme salonunda değil, aynı zamanda sokakta, markette, öğretmenler odasında ve en önemlisi kendi zihninde her gün yeniden kazanılması gereken bir savaştı.

2024 yılının yazı, Denizli'nin meşhur sıcaklarından daha yakıcı bir gerilimle geçiyordu. Uzaklaştırma kararı, Murat'ın fiziksel varlığını Hatice'nin hayatından çıkarmıştı, ancak gölgesi hâlâ uzundu ve zehirliydi. Murat, cepheden saldırmak yerine, bir fısıltı ordusu kurarak gerilla taktiği uygulamaya başlamıştı.

İlk salvoyu, ortak arkadaşlarından gelen bir telefonla aldı. "Hatice, Murat perişan haldeymiş," diyordu ses. "Hiçbir şey yemiyormuş, işine konsantre olamıyormuş. Belki bir kez daha konuşsanız? Yuva kolay kurulmuyor." Hatice, bu manipülasyonu artık tanıyordu. "Benim adıma endişelendiğin için teşekkür ederim ama kararım kesin," dedi ve telefonu kapattı. Her kapattığı telefon, kazandığı küçük bir muharebeydi.

Asıl zorlu cephe, sosyal hayattı. Bir gün annesiyle pazara çıktığında, eski bir komşuları yanlarına yaklaştı. Kadın, Hatice'yi görmezden gelip doğrudan Fatma Hanım'a konuştu: "Ah Fatma'cım, duydum olanları. Çok üzüldüm Murat'a. Pırlanta gibi çocuktu. Kadir kıymet bilmek lazım, devir kötü."

O an Hatice'nin yanakları alev alev yandı. Utanç ve öfke birbirine karıştı. Eskiden olsa başını öne eğer, oradan kaçardı. Ama şimdi değil. Sakince kadına döndü. "Merhaba Nermin Teyze," dedi net bir sesle. "Benim hayatım hakkında en doğru bilgiyi, pırlanta gibi bir adamın neden karısını psikolojik şiddetle evden kaçırdığını yine benden öğrenebilirsiniz. Ama zannetmiyorum ki gerçeği merak edesiniz." Kadın afallamış bir halde arkasını dönüp giderken, Fatma Hanım kızının elini sıktı. Gözlerinde korku değil, gurur vardı.

Okulda durum daha karmaşıktı. Müdürün desteği tamdı ama bazı meslektaşlarının meraklı ve yargılayıcı bakışlarından kaçamıyordu. Öğle arasında bir öğretmen, "Boşanma davası zor iş Hatice," diye lafa girdi. "Hele Murat gibi güçlü birine karşı... İyi düşündün mü?" Bu, bir tavsiye değil, bir testti.

Hatice çayından bir yudum aldı. "Hayatımda ilk defa bu kadar iyi düşündüm," dedi, gülümsemeye çalışarak. "Zor olan dava değil, zor olan o hayatı yaşamak." Bu kısa ve net cevaplar, onun yeni kalkanlarıydı. Dedikodulara ve imalara, kendi gerçeğinin duvarını örerek karşılık veriyordu.

Akşamları, Ayşe ile birlikte dava dosyası üzerinde çalışıyorlardı. Murat'ın avukatı, karşı dava olarak "sadakatsizlik" ve "psikolojik dengesizlik" gibi mesnetsiz iddialar sunmuştu. Bu iftiraları okumak Hatice'nin canını yakıyordu. Bir gece, dosyaların arasında ağlamaya başladı. "Belki de haklılar Ayşe," dedi hıçkırıklar arasında. "Belki de ben abartıyorum, belki de sorun bende."

Ayşe, dosyaları kenara itti. "Sakın! Sakın o tuzağa düşme. Bu, istismarcının son ve en kirli oyunudur: Kurbanı, kendi akıl sağlığından şüphe etmeye zorlamak. Sen delil topla, o iftira atsın. Bakalım hâkim kime inanacak? Senin elinde tehdit mesajları, tanık olarak annen ve ben varız. Onun elinde ne var? Sadece kendi kibri."

Hatice, bu destekle yeniden ayağa kalktı. Mücadele sadece yasal yollarla olmuyordu. Kendini yeniden inşa etmesi gerekiyordu. Yıllardır Murat'ın "ne gereği var" dediği için bıraktığı halk oyunları kursuna yeniden yazıldı. Zeybek figürlerini öğrenirken, attığı her adımda toprağa daha sağlam bastığını hissediyordu. Ayakları yere vurdukça, içindeki öfke ve kederin ritimle birlikte dağıldığını fark etti.

Bir Cumartesi günü, ilk duruşmaya sadece haftalar kala, tek başına teleferiğe binip Bağbaşı Yaylası'na çıktı. Serin havayı ciğerlerine doldururken aşağıda kalan şehre baktı. O şehirde bir yerlerde, onu yok etmeye çalışan bir adam vardı. O şehirde onu yargılayan insanlar vardı. O şehirde zorlu bir gelecek onu bekliyordu.

Ama o an, o yükseklikte, hepsi küçücük görünüyordu. Gözlerini kapattı ve öğrencisinin çizdiği resmi, annesinin gururlu bakışını, Ayşe'nin dostluğunu ve halk oyunları kursundaki müziğin ritmini düşündü. Bunlar, onun yeni gerçekliğiydi.

Mücadele zordu, evet. Yıpratıcıydı, bazen umut kırıcıydı. Ama Hatice de artık zordu. Kırılgan bir cam fanusun içindeki kadın gitmiş, yerine köklerini toprağın derinliklerine salan, fırtınada esneyen ama asla devrilmeyen sağlam bir çınar ağacı gelmişti. Ve o çınar, en sert rüzgârlara bile dayanmaya kararlıydı.

Teleferikten indiğinde hissettiği o dinginlik ve güç, saniyeler içinde tuzla buz oldu. Aşağıya doğru, ağaçların gölgesindeki patikada yürürken yan tarafındaki yolda duran siyah araba dikkatini çekti. Önemsemedi, ta ki arabanın arka kapısı açılıp içinden Murat fırlayana kadar. Hatice'nin beyninde tehlike sinyalleri çakarken, bedeni donup kalmıştı. Bir çığlık atmaya bile fırsat bulamadan Murat'ın demir gibi parmakları kolunu kavradı.

"Gezintin bitti mi, Hatice Hanım?" dedi Murat, sesinde korkutucu bir sakinlik vardı. Bu, fırtına öncesi sessizlikti.

Hatice'yi bir bez bebek gibi arabanın arka koltuğuna çekti. O çırpınmaya çalışırken, arabanın merkezi kilidinin çıkardığı o tok ses, bir mezar kapağının kapanması gibiydi. Şoför koltuğunda oturan adama gözü ilişti. Yabancı değildi; Murat'ın devresi, karakoldan arkadaşı Kenan'dı. Kenan, dikiz aynasından bir anlığına Hatice'ye baktı, gözlerinde acıma ve suçluluk vardı ama anında bakışlarını kaçırdı. O da bu suçun bir parçasıydı.

"Murat, ne yapıyorsun sen? Delirdin mi?" diye bağırdı Hatice, sesindeki titremeye engel olamayarak. "Uzaklaştırma kararı var! Bu yaptığın suç!"

Murat, yanına oturmuş, alaycı bir gülümsemeyle onu izliyordu. "Suç mu? Ben sadece karımla konuşmak istiyorum. O avukat karının dolduruşuna gelip evi terk eden karımla... Aramıza giren bütün o kanunları, kâğıt parçalarını bir kenara bırakıp, eskisi gibi konuşacağız."

Araba hareket etmeye başladı. Şehrin içinden geçip, kimsenin bilmediği bir yöne doğru hızlanıyorlardı. Hatice'nin kalbi, göğüs kafesini delip çıkacak gibi atıyordu. Ayşe'nin sözleri aklında çınladı: “Panik yapma. Gözlemle. Detayları hatırla.”

"Beni ne hale getirdiğinin farkında mısın?" diye devam etti Murat. "Beni, kendi karımı kaçırmak zorunda bıraktın. Onurumla, şerefimle oynadın. Herkes bana acıyarak bakıyor. Bütün bunları düzelteceğiz. Gideceğimiz yerde bizi kimse rahatsız edemeyecek. Baş başa kalacağız ve sen aklını başına toplayacaksın."

Bu bir barışma teklifi değil, bir tehdit beyanıydı. Hatice, yalvarmanın işe yaramayacağını anladı. Sessizliğe büründü. Gözleriyle dışarıyı tarıyor, geçtikleri yolları, tabelaları hafızasına kazımaya çalışıyordu. Çameli yoluna doğru saptıklarını fark etti. Dağlara gidiyorlardı. Issızlığa...

Çantası, Murat'la arasına sıkışmıştı. Telefonu içindeydi. Ona uzanması imkânsızdı. Aklına halk oyunları kursu geldi. Hocanın sözleri: “Zeybekte en önemli şey dengedir. Yere sağlam basacaksın, dizlerinle yaylanacaksın ki en güçlü tekmeyi vurabilesin.”

Bir an için bu düşünce ona saçma geldi. Ne işe yarardı ki? Ama sonra, Ayşe’nin bir başka sözü aklına düştü: “Beklenmeyeni yap. Onu şaşırt. Kontrolü elinden al.”

Araba, şehir merkezinden çıkmış ama hâlâ trafiğin aktığı bir kavşağa yaklaşırken yavaşladı. Kırmızı ışık yanıyordu. Etrafta başka arabalar, otobüs bekleyen insanlar vardı. Bu onun tek şansı olabilirdi.

Derin bir nefes aldı. Aniden öne doğru eğilip midesini tutarak öksürmeye, öğürür gibi sesler çıkarmaya başladı. "Dur... durdur arabayı, midem bulanıyor!"

Murat bir anlığına şaşırdı. "Saçmalama, numara yapma!" dedi ama Hatice rolünü o kadar inandırıcı oynuyordu ki, şoför Kenan istemsizce frene biraz daha bastı. İşte o an, o küçücük tereddüt anı, Hatice'nin aradığı fırsattı.

Tüm gücünü bacaklarında toplayarak, halk oyunlarında öğrendiği o yaylanma tekniğiyle, yanındaki kapıya değil, doğrudan şoför koltuğundaki Kenan’ın koltuğunun arkasına doğru olanca gücüyle bir tekme savurdu. Kenan'ın başı öne savrulurken, araba hafifçe sarsıldı. Hatice, bu saliselik şoku fırsat bilerek, ciğerlerindeki bütün havayla bağırdı:

"İMDAT! YARDIM EDİN! KAÇIRIYORLAR BENİ!"

Çığlığı, arabanın içindeki boğucu sessizliği bir cam gibi kırdı. Yan arabadaki sürücü, ön koltuktaki yolcu, otobüs durağındaki insanlar... herkesin başı onların arabasına döndü. Muratın yüzündeki o sahte sakinlik bir anda yok oldu, yerine saf bir panik oturdu. "Kes sesini!" diye bağırarak Hatice'nin ağzını kapatmaya çalıştı.

Ama artık çok geçti. Kenan, "Murat, sıçtık! Bırak kızı, herkes bize bakıyor!" diye bağırıyordu. Yeşil ışık yanmıştı ama arkadaki arabalar kornaya basıyordu. Kaosun ortasındaydılar. Muratın kontrolü kaybolmuştu.

Hatice, Murat'ın bir anlık boşluğundan yararlanıp kapının kilidini açtı ve kendini dışarı attı. Yere düşerken dizi acıdı ama umursamadı. Ayağa kalkıp en yakın kalabalığa, otobüs durağına doğru koşmaya başladı. Arkasından Murat'ın küfürlerini ve hızla uzaklaşan arabanın lastik seslerini duyuyordu.

Durağa vardığında, nefes nefese, insanların şaşkın ve korkmuş bakışları arasında yere yığıldı. Bir kadın yanına gelip, "İyi misiniz hanımefendi?" diye sordu. Hatice, titreyen elleriyle çantasından telefonunu çıkardı. Ekranda Ayşe'nin adı parlıyordu. Aramayı cevapladı.

"Hatice, neredesin? Sesin..."

"Ayşe," dedi Hatice, hıçkırıklarla gülmek arasında gidip gelen bir sesle. "Ayşe, o beni kaçırdı... Ama ben de arabadan inip kaçtım."

O an, dizindeki sıyrığın acısını hissetmiyordu. Sadece damarlarında dolaşan vahşi bir adrenalin ve her şeye rağmen kazanılmış bir zaferin sarsıcı gücü vardı. Murat, onu kırmak için son kozunu oynamış ve kaybetmişti. Bu bir uzaklaştırma kararının ihlali değildi artık; bu, aleni bir suçtu. Savaşın seyri, o kavşakta, bir çığlıkla tamamen değişmişti.

Dizindeki acıya ve yaşadıklarına daha fazla dayanamayan Hatice insanların arasında bayıldı. Orada bulunanlar Avukat Ayşe hanımla konuşmaya devam ederek bulundukları yeri tarif ettiler. Ayşe Hanım hemen savcılığa, uzaklaştırma cezasını ihlal etme, adam kaçırma ve tehdit suçlamalarıyla bir dilekçe verdi. Yanına güvenlik güçlerini de alarak Hatice'nin olduğu durağa geldiler.  

Durakta bulunanlar çoktan ambulans çağırmışlardı. Hatice'ye olay yerinde ilk müdahale yapıldı. Fakat yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Olan bitenden ve korkudan Hatice'nin sinirleri tamamen yıpranmıştı. Bütün bedeni titriyordu.

Hastaneye götürüldüğünde hala elleri, ayakları ve başı titriyordu. Yapılan tahlil ve tetkikler sonucunda Hastaneye Nöroloji servisine yatırılmasına karar verildi.

Sakinleşici ilaçlar verildiğinden Hatice sürekli uyuyordu. Rüyasında nurdan, pırıl pırıl bir elin kendisine uzandığını ve elini tuttuğunu gördü. “Hoş geldiniz Peygamberim. Hoş geldiniz ya Rasulallah! Siz beni ziyarete mi geldiniz? “ dedi. Karşısında gördüğü sadece gülümsedi ve elinden tutarak Hatice'yi ayağa kaldırdı.

Tam o sırada Avukat Ayşe odaya girdi ve “ Canım, kendine geldin demek! Sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum fakat bilmen gereken bir şey var. Murat ve arkadaşı, Çamelinde dağlarında aşırı hızla viraja girdikleri için uçuruma yuvarlanmışlar. Kurtarma çalışmaları devam ediyor fakat ikisi de ölmüş” dedi.

Hatice iyi niyetini bir daha göstererek” Allah rahmet eylesin” diyebildi.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Edebi Metinlerde Doğu Batı Çatışması

Türkiye’nin jeopolitik konumu, Doğu ile Batı kültürleri arasında bir köprü olduğunu göstermektedir. Sınır komşularımızdan biri Yunanistan biri İran, biri Bulgaristan biri Suriye.Batı kültürüyle Doğu kültürü arasında ortada kalmış durumdayız. Avrupa, orta çağ kültürünü aştıktan sonra Reform ve Rönesans hareketleriyle çağı yakaladığında kültürünün temeline Yunan kültürünü oturttu. Unutulmuş olan Yunan felsefesi, tiyatrosu, edebiyatı yeniden araştırılmaya başladı. Yunan kentleri incelendiğinde bu kentlerden çoğunun bugünkü Anadolu topraklarında olduğu görülmektedir. Anadolu’daki antik kentler arkeologlar tarafından kazıldığında bölgenin binlerce yıllık uygarlıklara ev sahipliği yaptığı anlaşılıyor. Lidyalılar, Frigler, Hititler, Urartular, Romalılar; hanlar, hamamlar, köprüler, su kemerleri, ticaret yolları yaparak bu topraklardan gelip geçtiler. Bugün Avrupalılar Yunan kültürünü kendi kültürlerinin temeli görüyorlarsa, bu diğer kültürleri yok sayıyorlar anlamına gelmez.

Edebi Metinlerde Doğu Batı Çatışması

Alparslan Anadolu’ya geldiğinde Bizanslılarla karşı karşıya geldi.Aslında karşılarında sadece Roma kültürü değil birçok kültürün sentezi vardı.Bizans kültürü sentez de Selçuklu kültürü sentez değil mi?Selçuklular da Anadolu’ya gelene kadar birçok kültürden beslendiler.Hunlar komşu oldukları Çinlilerden etkilendiler.Uzun savaşlardan sonra göç ettiklerinde Araplarla,İranlılarla ve diğer kavimlerle alışverişte bulundular.Müslüman olana kadar Gök Tanrı inancı, Şamanizm, Maniheizm ve daha birçok dine inandılar.Birçok inanış ve kültürün etkisi altında Müslüman ve Türk kimlikleriyle Malazgirt’e gelip Bizans ordusunu yendiler ve Anadolu’yu hakimiyetleri altına aldılar.Bin yıldan fazla zamandır bu toprakların hakimi bizleriz.Bütün bu bilgilerin ışığı altında soru şu? Biz doğulu muyuz, batılı mıyız?

Edebiyatın bu soruya kesin bir cevabı yok.İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı,Divan Edebiyatı ,Halk Edebiyatı eserlerine bakarsak bizler doğuluyuz.Sanatçılarımız daha çok Arap,Fars ve Hint Edebiyatından etkileniyorlar.Tanzimat’a kadar edebiyatta yönümüz hep doğuya dönük.Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte sorunlara çözüm olarak Batı kültürü örnek alınmaya başlanıyor.Batı kültürünün tanınması ile birlikte kültürel farklar ortaya çıkıyor.Tanzimat dönemi eserlerinde Batı Doğu kültürleri arasındaki farklar ortaya konmaktadır.Batılılaşmanın yanlış anlaşılmasından kaynaklanan sorunlar eserlere yansıyor. Araba Sevdası, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Taaşşuk ı Talat ve Fitnat gibi eserler, Batı kültürünü sadece eğlence kültürü olarak gören yaklaşımı eleştiren eserlerdir. Çalışmayı, üretmeyi yok sayan bu kültürün gerçek Batı kültürüyle bir ilgisi olmadığı eserlerimizde dile getirilmektedir.

Avrupalı toplumların Doğu’ya merakı Marco Polo’nun gezi yazılarına kadar dayanmaktadır.Okuduklarından hayallerinde gizemli bir Doğu figürü oluşturdular.Saraylarda şaşaalı bir yaşam,aşk hikayeleri,akıldan çok duyguya önem veren insanlar.Kendilerine oranla teknolojide geri kalmış topluluklar.Bilimden çok dine önem verme kültürü.Doğu toplumlarına Batı kültürünün bakış açısıyla yaklaşma durumuna Oryantalizm adı verilmektedir.Batıyı gelişmiş,doğuyu geri kalmış gören bu zihniyet günümüz yazarlarında sıklıkla görülmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde İstanbul’a gelen Fransız subayı Pierre Loti, bir ağanın dördüncü karısı olan Aziyade’ye aşık olur. Belli bir zaman sonra subay ülkesine döner. Aziyade’nin ölüm haberini alınca İstanbul’a dönüp sevdiğinin mezarını arar. Son dönüşünde yazdığı kitabı Doğudaki Hayalet adını taşır. Yazdığı kitaplarda İstanbul’daki yaşama Fransız gözlerle yaklaştığı için Pierre Loti’ye ilk oryantalistlerden diyebiliriz. Bir başka Oryantalist ise Amin Malouf’tur.Lübnan’da doğmuş. Fransa’da yaşayan bir aydındır. O da Doğu toplumlarına Batılı gibi bakar. Doğu’nun Limanları’nda yaşlılığı gören insanların ne zorluklarla karşılaştıklarını anlatır. Amin Malouf’un en tanınmış eseri Semerkant’tır.Semerkant’ta roman kahramanları tarihte yaşamış kahramanlardır. Ömer Hayyam, Vezir Nizamülmülk, Hasan Sabbah romanda birbirleriyle değişik ilişkiler içinde kah işbirliği kah çatışma halinde bulunurlar.İktidar hırsının insanları çok farklı noktalara götürdüğü romanın izleklerinden biridir.Yazarımız doğulu insanları duygularıyla hareket eden ,akla,bilime önem vermeyen,kendi çıkarını herkesin çıkarının önünde gören insanlar olarak tanıtmaktadır.Batı’dan bakınca Doğu böyle görünmektedir.

Cumhuriyet Dönemi’nde Doğu Batı çatışmasını roman kahramanları arasında görüyoruz.Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye romanında genç öğretmenin yobazların elinden neler çektiğini görüyoruz.Sinekli Bakkal ‘da Zekiye ile dedesinde Doğu Batı çatışması,kuşak çatışması şeklinde ortaya çıkıyor.Yakup Kadri’nin Nur Baba romanında Bektaşi tekkesinin nasıl yozlaştığını görüyoruz.Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanı, Kuvay ı Milliyecilerle düşmanlarının mücadelesini anlatırken aslında gördüğümüz Doğu Batı çatışmasıdır.

Kimi yazarlarımız da Doğu Batı kültürlerinin sentezini yapmaya çalışmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı bu senteze güzel bir örnektir. Yazar burada kahramanlarını tartıştırarak bir ortak noktaya ulaşmaya çalışır. İnsanın huzura ancak bu iki kültürün senteziyle ulaşabileceğini anlatmak ister.

Dünyanın küresel bir köy olduğu görüşünün yaygın olduğu bir dönemdeyiz. Artık doğu mu batı mı daha değerli diye sormak yerine biz insanlığa ne verebiliriz diye düşünmek daha faydalı olacaktır.

Yazımızı iki farklı kültürden iki şairin dizeleriyle bitirelim.

Dünyayı süslediler, bir şey kalmadan

Bu süslere inanma, akıl olmadan

Giden de çok dünyadan, gelen de ama

Sen payını al ondan, o seni almadan

Ömer Hayyam


Kendine Yeterlik

Sırtına aldı güneşi bu sabah

Akordeonu omzunda bir delikanlı gibi

Atina tepelerine tırmanan


Geride kaldı geçirdiğimiz gece, zevkleri

Ve o zevklerin korkusu. O bitmek umudu olmayan

Hüzün de geride kaldı.

Çamlar, güneş, pencereler-işte oradalar.

Ağaçların altında iki iskemle. Niçin iki?

Haa evet, biri oturmak, biri de bacaklarını uzatmak için.

Yannis Ritsos


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Seyahat Anılarından: Hindistan

Yıllar önce Çin’den Türkiye’ye uçakla dönerken bir sürpriz yaşadık. Uçağın her zamanki rotadan değil daha yukarılardan uçacağı söylendi. Sebep olarak da o günlerde başlamış olan İran ile Irak arasındaki savaş nedeniyle o ülkelere yakın hava sahalarının emniyetli olmadığı söylendi. Zaten çok uzun süren yolculuğumuz daha da uzun sürecekti ama tabii ki emniyet daha önemliydi. Hindistan üzerinden aktarmalı olarak gideceğimiz bilgisi verildi. Hindistan’ı görmeyi tabii ki çok isterdim ama maalesef aktarmalı olduğu için sadece birkaç saat havaalanında kalabilecek, gümrüğü geçip şehre girmeyecektik. Yine de havaalanında da olsa Hint kültürü ile alakalı bazı şeyler görebileceğimiz için mutluyduk. 

Seyahat Anılarından: Hindistan

Havaalanı yeterince büyük ve temizdi. Bazı dükkanlardan hediyelik eşya bakınırken karşımdaki aynadan arkamdaki garip görüntüyü fark ettim. Kocaman bir inek o güzelim kapkara gözleri ile bana bakıyordu. Arkamı döndüm bu güzel görüntünün tadını çıkarmaya çalıştım çünkü Hintlilerin dini inanış ve gelenekleri nedeniyle ineğe büyük saygı gösterdiklerini bildiğim için bu olay bana pek garip gelmemişti. Çantamdaki eski model fotoğraf makinemi çıkartıp bu ilginç görüntüyü ölümsüzleştirdim. Birazdan yanıma bir Hintli yanaştı. Üzerinde uzun turuncu renkli etekvari bir giysi vardı. Oldukça esmer tenliydi. Kaşının kenarında iki çizgi halinde yara izi vardı. İyice yanıma geldiğinde bir elini açıp benden biraz para istedi. Şaşırdım. Bir dilenci. Her ülkede dilenci vardır ama havaalanında bu olmamalıydı diye düşündüm. Üzüldüm.

Bir müddet sonra anons yapıldı ve tekrar uçağımıza döndük. Bir de ne göreyim, biraz önceki dilenci de elinde bir giriş kartıyla benim önümde bizim uçağa biniyor. Benzettim mi diye düşündüm ama kaşı üzerindeki iki çizgi halindeki yara izi yanılmadığımı gösteriyordu. Uçağın içine girdiğimizde adam elindeki bilet ile yürümeye devam etti ve şans işte, yanlışlıkla benim koltuğuma oturdu. Yanındaki koltuk boştu, onun için olay çıkarmayayım dedim, o koltuğa oturdum. Birazdan uçak İstanbul için havalandı. Bir saat kadar sonra yemek dağıtımı başladı. Genelde Türk Hava Yollarında yemek her zaman çok iyidir. Ama bu kez nedense çok garipti. Yediğim şeyin hiç tadı tuzu yoktu. Bu biraz neşemi kaçırdıysa da bir miktar sırf yemiş olmak için bir kısmını atıştırıp tepsiyi geri verdim.

Biraz sonra yanımdaki Hintli’nin yemeği de geldi. Adam itinayla yemeğe başladı ama biraz sonra kıyameti kopardı. Yarım yamalak İngilizcesi ile hosteslere bağırmaya başladı.  Bir telaş ve koşuşturma başladı. Adamı sakinleştirmek hiç kolay olmadı. Ne olduğunu merak ettim, birazdan yerimden kalkıp hosteslerin yanına gittim. Hostes şaşkın ve sinirliydi. Bana yaptığı açıklama ise beni daha çok şaşırttı. Şöyle söyledi, “Vejetaryenler uçağa binmeden önce kendilerine özel yemek isterler ve koltuk numaralarını bildirirler, onlara herkesinkinden değişik özel vejetaryen yemek veririz. O adamın oturduğu koltuk için böyle bir talep yoktu. Ben vejetaryen yemek istemiştim diye olay çıkarıyor, anlamadım bir şey.”

Gözümün önünde adamın benim koltuğuma, benim de onun koltuğuna oturduğum an canlandı. Hostes bir şey anlamamıştı ama ben anlamıştım. “Olur böyle şeyler kafanızı takmayın,” diyerek koltuğuma geri döndüm. Ağzımda hâlâ o garip yemeğin tadı vardı.


Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Karşılaşma

Yoğun geçen günün akşamında, bisikletle Amsterdam Ormanı’na gittim bugün. Yemyeşil ağaçların gölgesinde pedallarken, önüme düşen sincapta, uçan kuşta, yeşilin onlarca tonunda, rüzgârla birlikte burnuma gelen petrikor kokusunda aşkı buldum her zamanki gibi. Bir saat kadar bisiklete bindikten sonra, gölün kenarında, hafif nemli çimenin üzerine kırmızı ekoseli örtümü sererek oturdum. Rengini güneşten alan termosumu, kiraz kabartmalı hasır sepetimden çıkararak, badem aromalı sıcacık kahvemden bir yudum aldım.  

Karşılaşma

O sırada, yandaki patikada yürümekte olan atların ayak seslerini gözlerimi kapatarak dinledim, ıslak çimen kokusunu da içime çekerek. Kalbim yine aşkla doldu. Atlara âşık olan biri olarak, günün en mutlu anları idi bu anlar benim için. Yazmakta olduğum bilimsel yayın için notlar almaya başladım, Mevlâna’nın Şems için yazmış olduğu, Nu’nun seslendirdiği “Mon O To” isimli şiirini dinlerken. 

“Şems’i bularak Mevlâna, ne büyük şans yakalamış” diye düşünürdüm on yedi, on sekiz yaşlarımda iken. Gıpta ederdim ona. Bilirdim, ayna rehberliğinin kıymetli olduğunu tekâmül yolculuğunda. Aynalar, çeşit çeşit. Gönül, hakikate açılan aynayı, aynaların pirini ister. Ancak, doğru aynayı bulmak ve onu kabul edebilmek de derin mevzu. Üzerine ne kitaplar yazılır bunun…Aynada gördüğümüzü kabul etmeye hazır olmak ise bedeller ödeyerek edindiğimiz hayat deneyimiyle mümkün oluyor çoğunlukla.  

Şems ve Mevlana’nın ilk karşılaşmasında, Mevlâna aslında pek de prim vermiyor bu karşılaşmaya. Iskalıyor o ilk şansı. Yıllar sonra gelen ikinci karşılaşmada ise; Şems’in nev-i şahsına münhasır sert üslubu karşısında, hiddetlenmeden, direnç göstermeden, reddetmeden, merakla, aşkla, heyecanla cevap vermeyi biliyor Mevlâna. Bu sayede, günlerce, gecelerce süren, Mevlâna’yı Mevlâna yapan, onu dönüştüren muhabbete, dostluğa, yolculuğa açılıyor kapı. Herkes bir Şems arar kendisine, ama Şems’i bulma derdine düşmeden önce, aradığımız şeye ne kadar benziyoruz, o karşılaşmaya ne kadar hazırız, bizim eksiğimiz, hatalarımız, zaaflarımız neler, bunların üzerinde çalışmak gerek. Bunu yapabilmek için de bazen inzivaya çekilmeye, bazen de ilişkilere ihtiyacımız var. İnsanı kendisiyle en çok buluşturan, gölge yanlarını tetikleyerek, gün ışığına çıkaran da ilişkiler değil mi?

Ancak, ilişkilerde o ideal yoldaş arayışı, o ideal yoldaşa hasreti bitmez kimilerinin. Bazıları, idealize edilen hayali yoldaşla yaşanacak aşka güzellemeler yapıp, yılları ve emek verseler yeşerme, derinleşme potansiyeli yüksek olan mevcut ilişkilerini, kendi üzerlerinde hiç çalışmadan, dönüşmeden, gelişmeden israf ederler, tüketirler. O partnerden, bu partnere dolaşırlar. Böylece, çok kişinin hayatına uğrayıp, kimsenin yüreğine dokunamazlar. Bu şekilde, kendileri de gitgide çoraklaşıp, içten içe kururlar maalesef. En çok buna üzülürüm, insanın israf edilmesine, bağların yıpratılmasına, emek vermeyerek kalplerin kırılmasına, başkasının zamanının çalınmasına, yılların ziyan olmasına. Oysa, aşkı aramak kolay olan! Aşkın kendisi olmak ise insana en yakışan. Mevlana’nın dediği gibi “Bizim görevimiz aşkı aramak değil, aşkla aramızdaki engelleri kaldırmak”. Aşkın tam kendisi olmak dileğiyle… 

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Yeni Sezon Kitap Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Peder Parkus'a Mektup

Tekrar ve tekrar geri döndüm, kendimi gömdüm sandım, öldüm öldüm dirilmeyi unuttum. Sayın Peder Parkus izole bir hayat felsefesi içinde boğulan bir inanca mı sahiplik ediyorsunuz? Yani İsa Mesih neden çarmıha gerdiniz ki? Uzun bir yol boyunca adalar geçip, dalgalar aşıp kendi dikenli telleri kafama dolayıp kendimi çarmıha germek için okyanus kıyısında, ormanın derinliklerinde bir kulübede yaşamımı sürdürdüm ta ki cehennemi satın alan Aziz Luther hazretlerine kadar. 

Peder Parkus'a Mektup

Şimdi ise cehenneme bilet almak için dünyaya, toplumun göbeğine Petersburg'a geldim. Bilinmezlik içinde kırılan inançları, yolsuzluk yapan şehir haydutlarını, anlamsız bir şekilde bakan sefil hayatları görüyorum. Papa hazretleri kendi rahibeleriyle sıcak şarabını yudumlarken, ben yani anlamsızlık dünyasına yani insanların beynine sızan bir parazit gibi dünyaya iniyorum, halbuki daha çok asır geçmemiş İsa Mesih'i çarmıha geren toplumlar şimdi onu bekler olmuş, yüce Tanrım Mesih adına, dua eden dillerde hep bu sözcük olan, sefil halkların çocuklarına, tecavüz eden haydutlar mı aşmıştı sizin İsa Mesih'nizi?

Anlayamıyorum sizi! önemli olan dünya da mı kalmak yoksa, dünyanın içinde kendi huzurunuzu mu yakalamak. Anlayamıyorum sizi. Şimdi gemideyim. Bir filozofla tanıştım ve ben kendi ormanıma, okyanus kıyısında ki evime gittiğimde. Bir filozof on yıllık bir çöküş dönemine girecek ne kadar acı değil mi? Yanımda Afyon -uyuşturucu- içen adam, üç saat sonra bir ata sarılıp beynini yetirecek. Kime ne anlatıyorum ki. Sayın Peder, rahibelerle sıcak şarabınızı içiniz sevgililerle...

Berat Efe Çokcanoğlu / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

Yaşların Sesi

Ağlayan sesler duyacaksın kulaklarınla,

Can vermek için koşacaksın mezarlıklara.


Anlayacaksın ki ağlayan ses, sesindir;

Görmek istediğin, can verdiğindir.


Ne garipti ki aynı gün gülen, ağlayan…

Belki de hayat için kalmış bir yalan.


Yaşamın sanatı ifade eden kitaplar,

Kitaplar içinde yalnız kalan insanlar.


Duyulmaz sesler içinde göz kapakları,

Eski defterde saklı kalan hatıraları…


Üzülmenin adı, yaşamaktır duyguyla;

Hissettiğin sürece insansın hayatta.


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447