Yoğun geçen günün akşamında, bisikletle Amsterdam Ormanı’na gittim bugün. Yemyeşil ağaçların gölgesinde pedallarken, önüme düşen sincapta, uçan kuşta, yeşilin onlarca tonunda, rüzgârla birlikte burnuma gelen petrikor kokusunda aşkı buldum her zamanki gibi. Bir saat kadar bisiklete bindikten sonra, gölün kenarında, hafif nemli çimenin üzerine kırmızı ekoseli örtümü sererek oturdum. Rengini güneşten alan termosumu, kiraz kabartmalı hasır sepetimden çıkararak, badem aromalı sıcacık kahvemden bir yudum aldım.
O sırada, yandaki patikada yürümekte olan atların ayak seslerini gözlerimi kapatarak dinledim, ıslak çimen kokusunu da içime çekerek. Kalbim yine aşkla doldu. Atlara âşık olan biri olarak, günün en mutlu anları idi bu anlar benim için. Yazmakta olduğum bilimsel yayın için notlar almaya başladım, Mevlâna’nın Şems için yazmış olduğu, Nu’nun seslendirdiği “Mon O To” isimli şiirini dinlerken.
“Şems’i bularak Mevlâna, ne büyük şans yakalamış” diye düşünürdüm on yedi, on sekiz yaşlarımda iken. Gıpta ederdim ona. Bilirdim, ayna rehberliğinin kıymetli olduğunu tekâmül yolculuğunda. Aynalar, çeşit çeşit. Gönül, hakikate açılan aynayı, aynaların pirini ister. Ancak, doğru aynayı bulmak ve onu kabul edebilmek de derin mevzu. Üzerine ne kitaplar yazılır bunun…Aynada gördüğümüzü kabul etmeye hazır olmak ise bedeller ödeyerek edindiğimiz hayat deneyimiyle mümkün oluyor çoğunlukla.
Şems ve Mevlana’nın ilk karşılaşmasında, Mevlâna aslında pek de prim vermiyor bu karşılaşmaya. Iskalıyor o ilk şansı. Yıllar sonra gelen ikinci karşılaşmada ise; Şems’in nev-i şahsına münhasır sert üslubu karşısında, hiddetlenmeden, direnç göstermeden, reddetmeden, merakla, aşkla, heyecanla cevap vermeyi biliyor Mevlâna. Bu sayede, günlerce, gecelerce süren, Mevlâna’yı Mevlâna yapan, onu dönüştüren muhabbete, dostluğa, yolculuğa açılıyor kapı. Herkes bir Şems arar kendisine, ama Şems’i bulma derdine düşmeden önce, aradığımız şeye ne kadar benziyoruz, o karşılaşmaya ne kadar hazırız, bizim eksiğimiz, hatalarımız, zaaflarımız neler, bunların üzerinde çalışmak gerek. Bunu yapabilmek için de bazen inzivaya çekilmeye, bazen de ilişkilere ihtiyacımız var. İnsanı kendisiyle en çok buluşturan, gölge yanlarını tetikleyerek, gün ışığına çıkaran da ilişkiler değil mi?
Ancak, ilişkilerde o ideal yoldaş arayışı, o ideal yoldaşa hasreti bitmez kimilerinin. Bazıları, idealize edilen hayali yoldaşla yaşanacak aşka güzellemeler yapıp, yılları ve emek verseler yeşerme, derinleşme potansiyeli yüksek olan mevcut ilişkilerini, kendi üzerlerinde hiç çalışmadan, dönüşmeden, gelişmeden israf ederler, tüketirler. O partnerden, bu partnere dolaşırlar. Böylece, çok kişinin hayatına uğrayıp, kimsenin yüreğine dokunamazlar. Bu şekilde, kendileri de gitgide çoraklaşıp, içten içe kururlar maalesef. En çok buna üzülürüm, insanın israf edilmesine, bağların yıpratılmasına, emek vermeyerek kalplerin kırılmasına, başkasının zamanının çalınmasına, yılların ziyan olmasına. Oysa, aşkı aramak kolay olan! Aşkın kendisi olmak ise insana en yakışan. Mevlana’nın dediği gibi “Bizim görevimiz aşkı aramak değil, aşkla aramızdaki engelleri kaldırmak”. Aşkın tam kendisi olmak dileğiyle…
Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Temmuz 2025 / Sayı 30
Hiç yorum yok
Yorum Gönder