Yazarlık Sorumluluk Demektir

Merhaba Murat Ali Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1972 doğumluyum. İlik, orta ve liseyi Trabzon’da okudum. Üniversiteyi ön lisans olarak KTÜ Rize MYO Muhasebe olarak okudum. Sonrasında Serbest Muhasebecilik için staj yaparak Serbest Muhasebeci oldum. Serbest Muhasebecilik yaparken, yaşadığım ölümcül bir rahatsızlıkla adeta hayatımı sıfırladım ve yepyeni bir hayata yelken açtım. Avrupa’ya taşındım ve Bağımsız Objektif ismi kurduğum online haber sitesi ile serbest gazetecilik yapmaya başladım. Halen daha Avrupa’da yaşıyorum ve gazetecilik mesleğime devam ediyorum. Evliyim ve iki çocuk babasıyım. 

Yazar Murat Ali Davulcu Blach

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Klasik olacak ama ilk okul yıllarında başladım yazmaya. İlk olarak şiir denemeleri ile başladım. Sonra denemeler yazdım. Küçük hikayeler ile devam etti. Yazdıklarım bazen yazdığım defterin arasında kaldı gün yüzü görmedi bazen de çeşitli edebiyat platformlarında yayımlandı. Bu dönemde hiçbir kitap yazmayı düşünmedim ta ki 2014 ‘de sevgili yazar Esma Ala Türkmen’in “artık senin bir kitap yazman gerek” demesine kadar ve ilk göz nurum Bir Bedende İki Ruh – Körükçü Ali’yi yazmaya başladım.  Aralarda şiirlerim ve denemelerim oldu. Onları arşivliyorum ve ilerleyen zaman içinde belki bir şiir, bir hikâye belki de bir roman yazacağım. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık için birden çok ifade kullanabilirim ama benim için en güzeli yazarlık sorumluluk demek. İçinde bulunduğunuz topluma bir şeyler verebilmenin, bireyleri öğretebilmenin ve en önemlisi siz vefat etseniz de bıraktığınız eser ile gelecek nesillere rehber olabilmenizin sorumluluğu demek. 

Bir Bedende İki Ruh Körükçü Ali isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitap başından sonuna hep sürprizlerle dolu diyebilirim. Okurlar kitabı okurken “Nasıl olur?” “Hadi be” diyebilecekleri anlar olacak. Özelikle romanımın baş karakteri olan Körükçü Ali’nin kim olduğunu öğrenecekler ve O’nu hem sevecekler hem de eleştirecekler. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Baş ucumda şu kitap var desem hatalı olur ama kütüphanemde epeyce kitap var. Bunların hepsinden keseme koyduğum birikintilerim var. Örnek vermek gerekir ise yukarıda da belirttiğim gibi Esma Ala Türkmen özellikle bu kitaba başlamama vesile oldu. Sevgili Kahraman Tazeoğlu, Talha Bora Öge radyoculukla hayatıma girdiyseler de şiir ve deneme yazmamda etkili oldular. Son alarak daha yeni benim gibi Alaska Yayınları’ndan çıkan Üç Devir, Tek Görev isimli kitabı ile özellikle Avrupa’da isminden söz ettiren İlhan Kılıç arkadaşımız yazdığım bu romanı basılı olarak çıkarmamın nedeni olmuştur. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aslında bir ip ucu vermeme gerek yok. Kitabımı okuduklarında bunu görecekler. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Gittikçe içinde kaybolduğumuz, kimin ne olduğu belirsiz olan sanal dünyaya aldanmasınlar. Elle tutulabilir, hissedilebilir kitapları tercih etsinler. Çünkü bir kitabın asla bir telefon gibi şarjı bitmez. Tekrar sizler aracılığı ile tüm okurlarımıza ilgileri için teşekkür ediyor; sağlık, mutluluk ve esenlikler diliyorum.  Sevgi ve saygılarımla, eyvallah. 

Uçaktaki Son Yolculuk

1972 senesi pek çok insanın hayatının değiştiği bir sene olmuştu. Türkiye'nin hemen hemen her şehrinden insanlar Almanya'ya işçi olarak gitmek ve oralarda bir ev, bir traktör parası kazanıp memleketine dönmek arzusundaydı. İşte aynı senenin sonbaharında  bavulunda memleket kokusu, yüreğinde ise yeni bir hayatın umuduyla Almanya'ya ayak basan bir kadının hissettikleri, kelimelerle ifade edilmesi zor bir karmaşıklıkta idi. Geride bıraktığı topraklar, yavrusu, sevdikleri ve alıştığı düzen, bir yandan özlemi körüklerken, diğer yandan bilinmeyene duyulan merak ve heyecanla harmanlanırdı.

Uçaktaki Son Yolculuk

Cemile böyle karmaşık duygular içinde Almanya'nın Bremen şehrinde Nordmende Fabrikasında işe başladı. Fabrikada kendisi gibi onlarca Türk hanımı çalışıyordu. Cemile belki de ilk kez bu kadar yalnız, ama aynı zamanda bu kadar güçlü hissetti kendini. Yabancı bir dilin yankılandığı sokaklarda, tanıdık bir yüz ararken, kendi içindeki gücü keşfetti. 

Alışık olmadığı bir tempoda, belki de hiç yapmadığı işlerde çalışırken, hayata tutunmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın ne demek olduğunu öğrendi.Geceleri, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde, memleketinden gelen mektupları okurken, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Hasret, yüreğini bir kor gibi yakarken, eşinin ve ailesinin geleceği için katlandığı fedakarlıkların ağırlığı omuzlarına çökerdi. Ama o, güçlü bir kadındı. İçindeki umut ateşi, ne kadar fırtına eserse essin, sönmezdi.

Cemile geldiği bu şehirde adına Heim denilen ve genellikle bekarların oturduğu tek oda halinde kiraya verilen yerde diğer Türk kadınlarıyla beraber kalıyordu. Sabah 7 de işbaşı yapıyor ve akşam 19 a kadar arada yaptıkları 1 saatlik mola hariç, sürekli çalışıyordu.Yine de halinden şikayetçi değildi. Var gücüyle canını dişine takıyor ve bir an önce bir ev ve traktör parası biriktirip memleketine dönmek istiyordu.

Yazdığı son mektupta kocası kayınvalidesinin hastalandığını ve geride bıraktığı çocuğuna artık bakamayacağını söylüyordu.

Belki de bu sebepten son zamanlarda  Cemile'nin canı çok sıkkındı. Bütün gücünü toplayarak, hatta gücünün fazlasıyla bile çalışıyor, çalışıyordu. Bundan sonraki gelecek mektubu ve oradaki haberleri merak ediyordu. Yorgun argın yattığı o geceyi kabuslarla geçirdi. Sabahleyin sanki üzerinden tır geçmiş gibi yorgun kalkarak işe gitti. İçinde tarifi imkansız büyük bir sıkıntı vardı.

Akşam eve gelince Hausmeister ona yeni gelen mektubu getirdi. Mektupta kayınvalidesinin vefat ettiği haberini okuyunca dünyalar başına yıkıldı. ‘’ Ne yapacağım ben şimdi? Kınalı kuzuma kim bakacak’’ diye içten içe kendini yedi, bitirdi. acilen memlekete gidip çocuğunu ve eşini buraya getirmeliydi.

Zamanla, Almanya'nın soğuk sokakları, onun için belki bir yuva haline gelirdi. Yeni arkadaşlar edinir, yeni bir dil öğrenir, yeni bir hayata alışırdı. Belki de hiçbir zaman tam olarak kendini buraya ait hissedemezdi ama artık o, iki dünyanın kadınıydı. Hem memleketinin özlemini, hem de yeni hayatının getirdiği umutları aynı anda taşıyan, güçlü bir kadın. Oda arkadaşı Nazlı eve geldiğinde sarılıp ağlaştılar. sonra bir çözüm buldular. Fabrikada usta başı ile konuşup ya izin isteyecek veya eşi ve çocuğunu buraya getirmek için yardım isteyecekti.

Ustabaşı Cemileye izin vermek yerine eşinin ve çocuğunun buraya gelmesi için yardım edeceğini söyledi. gerçekten söz verdiği gibi Aile Birleşimi için gerekli evrakları hazırlamaya başladı. bu haberden sonra Cemile hemen eşine bir mektup yazarak kendisini ve çocuğunu Almanya'ya getirmek için Yabancılar Dairesine başvurduğunu ve olan biteni uzun uzun yazdı. Yeni bir ev bulma imkanı olmadığı için önceleri burada oturmaları gerekiyordu. Bir oda bile olsa başlarını sokacakları bir evleri vardı. Odaya yan odada kalan komşusundan bir koltuk daha getirince her şey tamam oldu. Koltukta biricik kuzusu Meleği yatacaktı. 

Nasıl da özlemişti yavrusunu? Henüz 4 yaşında kıvır kıvır siyah saçlarıyla hep gülümseyen, uzun kirpikleri ve boncuk boncuk kara gözleriyle meraklı etrafı izleyen bir kızı vardı. Yavrusu ona Melek gibi göründüğü için ona Melek İsmini vermişti.  Hele annesi! Cemile kendi annesini de çok özlemişti. Herkesin annesi kendine değerlidir. Ondaki Anne özlemi, bir boşluk, bir sessizlik, bir eksikliktir. Sanki dünyanın tüm renkleri solmuş, tüm sesleri susmuş gibiydi. Bazen Annesinin sesi kulaklarında çınlar, gülüşü gözlerinin önüne gelirdi. O sıcak dokunuşu, o şefkatli bakışı, o mis kokusu... Hepsi birer hayal gibi, ulaşılmaz birer anı gibiydi.

Cemile bu düşüncelerle bezenmişken dilinden şu mısralar döküldü,

‘’Benim Seslenişi mi duyuyor musun annem?

Bensiz sen üzgün oluyor musun Annem? 

Seni çok özledim, biliyor musun Annem?

Rahatlık duyuyorum seni düşününce ben.

Benim gözyaşlarım sana ulaşıyor mu Annem?

Bensiz elin ayağın dolaşıyor mu Annem?

Aklın benden daha çok karışıyor mu annem?

Huzurla doluyorum, seni düşününce ben.’’

Yine 12 saat çalıştıktan sonra nihayet işten çıktı ve komşusu Necla ile eve geldiler. Bastıkça gıcırdıyan merdivenleri zorlukla çıkıp odasına girdi. Üstündeki mantosunu hızlıca üzerinden sıyırdı ve başörtüsünü bile çıkartmadan yorgunluktan bitkin bir halde kendini koltuğa bıraktı. Hayallere daldı. Kocası ve Meleği gelince onları nasıl karşılayacağını, onlara hangi yemekleri yapacağını düşünmeye başladı. Sonra aklına o gün kazaya bıraktığı namazları geldi ve hızlıca lavaboya giderek abdest alıp namazlarını kıldı. Namazdan sonra odayı toplarken teybe bir kaset koydu ve hayal kurmaya devam etti.

 Yüksel Özkasap güzel ve içli sesiyle sanki sadece onun için söylüyordu o türküyü.

‘’ Ayrı Düştüm vatanımdan yurdumdan

 Sermayem yok servetim yok elimden.

 Bilinmiyor yoksulların dilinden

 Almanya'ya mecbur ettin yoksulluk beni beni fakirlik beni beni ‘’

Kocasının ve evladının yanına gelmesini beklerken bir umut ve özlem girdabında çalkalandı, durdu. Her geçen gün, hasretin ateşiyle daha da kavruldu, yüreği. "İnşallah yakında gelirler," diye fısıldadı kendi kendine. Onlara kavuşacağı anın hayaliyle, sabırla bekledi. Kocasının sıcak gülümsemesini, evladının cıvıl cıvıl sesini özledi.  Onların kokusu, dokunuşu, varlığı, hayatının en değerli parçalarıydı. Geçmişteki mutlu anılar, hasretini daha da alevlendirdi.

Pencerenin önünde, ufka dikilmiş gözleriyle, gelecek olanları hayal ederdi. Onların gelemeyeceğini düşününce ise kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. "Ya gelmezlerse?" diye bir korku kemirdi içini. Yolda başlarına bir şey gelmiş olmasından endişe duydu. "Acaba iyiler mi?" soruları beyninde yankılandı durdu. Onlara duyduğu sevgi, her türlü engeli aşacak kadar güçlüydü. Onların varlığı, hayatının anlamıydı.

Zaman, sanki bir salyangoz gibi ağır ağır ilerledi. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Nihayet  bütün işlemler tamamlandı ve Almanya gelmeleri kesinleşti. Biletler alındı ve Mehmet ve Melek Almanya'ya doğru yola çıktılar. Sonunda uzun uğraşlar ve meşakkatli bir yolculuk sonrası beklenen gün geldi ve yolcularını karşılamak için istasyona gittiler. Yanında kapı komşusu Necla vardı.

Cemile'nin kalbi, bir kuşun kanat çırpışları gibi hızla atıyordu. Günlerdir, hatta aylardır beklediği an gelmişti. İstasyonun önünde, minik yüreği heyecanla çarparken, gözleri uzaklara dalmış, sevdiklerinin siluetini arıyordu. Ve işte, o an! Uzaklardan tren belirdi ve yavaş yavaş perona geldi. Cemile'nin nefesi kesildi, gözleri doldu. Tren durduğunda, heyecanla hangi kapıdan çıkacaklarını gözledi. Onlara yakın olan bir kapı açıldı ve ilk önce kocası indi. Yorgun ama gülümseyen gözleriyle Cemile'ye baktı, kollarını açtı. Cemile, bir çocuk gibi koştu, kocasına sımsıkı sarıldı. Hasretle dolu öpücükler, fısıldanan sevgi sözcükleri…

Sonra, arabadan minik bir figür indi. Cemile'nin yavrusu, annesine doğru koştu. Cemile, dizlerinin üzerine çöktü, kollarını açtı. Yavrusu, annesinin kollarına atladı, minik elleriyle annesinin yanaklarını okşadı. Cemile'nin gözyaşları, yanaklarından süzüldü. Bu, bir kavuşma anıydı, bir mucizeydi. Cemile, kocasının ve yavrusunun yüzünü avuçlarının içine aldı. Onların sıcaklığını, kokusunu içine çekti. Bu an, onun için bir rüya gibiydi. Yılların hasreti, bir anda dinmişti. Artık, ailesi yanındaydı.

O an, sadece bir kavuşma değildi. Aynı zamanda, bir yeniden doğuştu. Cemile, ailesine kavuştuğunda, sanki yeniden hayata dönmüştü. Onların varlığı, ona güç vermiş, umut vermişti. Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Onlar, birlikte, yeni bir hayata başlayacaklardı. Sevinçle hep beraber eve geldiler ve gülüş oynaş neşe içinde yemeklerini yediler. Artık bu küçük aile nihayet bir araya gelmişti.

 En kısa zamanda eşinin de bir iş bulması ve onun da çalışması gerekiyordu. Almanya iş memleketiydi. Para kazanmak, tutumlu olmak ve bir an önce vatana dönüş planlarını bütün gece konuştular. Ertesi gün Cemile iş yerinde Ustabaşı ile konuştu ve kocasına da çalıştığı fabrikada iş buldular. fakat bir problem vardı yavrularına kim bakacaktı?

Alman komşuları bayan Ursula çok iyi niyetli bir insandı. Her fırsatta Heim’daki kadınlara  yardım eder, onlara ve çocuklara çikolatalar ve ufak hediyeler alırdı. Ursula Heim’a yeni bir çocuk geldiğini hemen fark etti. Cemileyle konuştuktan sonra  bu beni kız çocuğuna gündüzleri bakmayı kabul etti.

Almanya'nın soğuk, gri sabahlarında, özlemini çektiği minicik yavrusunu  yabancı bir ele emanet ederek işe gitmek Cemileye çok zor geliyordu. Yavrusu annesinin şefkatli kolları yerine, yabancı ellerde büyüyor, yabancı bir dille sevincini annesiyle paylaşıyordu. Sevgini, üzüntüsünü hatta şarkıları bile Türkçenin sevgi dolu fısıltıları yerine, yabancı bir dilin melodisiyle söylüyordu. 

 Nihayet aylar yılları kovaladı. Bu arada Cemile'nin bir de oğlu dünyaya geldi. Oğlana Mehmet'in babasının adı olan Ali ismini koydular. Ali’ye de gönüllü olarak Ursula Hanım bakıcı oldu. Aradan yıllar geçti. Bu arada Melek 9 yaşına, Ali de 5 yaşında girmişti. Fakat çocuklar memleketlerini ve köylerini hiç görmemişlerdi. Çocukların memleket özlemi, minik yüreklerinde kocaman bir boşluktu. Sanki renkli bir rüyanın solması, neşeli bir melodinin susması gibiydi. Hele Melek için bu özlem, uzaklarda kalan o tanıdık sokaklar, o mis kokulu bahçeler, o sıcacık gülüşlerdi.

Her gece, yastığa başlarını koyduklarında, annesinden dinledikleri memleketin masalsı hikayeleri canlanır zihinlerinde. Babasının Anlattığı efsaneler, Cemilenin söylediği türküler, arkadaşlarla oynadıkları oyunlar... Hepsi birer özlem çiçeği gibi büyür içlerinde.

Cemile bazen Sabahleyin, pencereden dışarı baktığında tanıdık manzaraları arardı. O yemyeşil yaylalar,  o heybetli dağlar, sokaklarında araba olmayan meydanlar , hepsi birer hasret türküsü olurdu dudaklarında. Hele bayramlarda, memleketteki bayram coşkusunu, o kalabalık sofraları, o neşeli kahkahaları özlerdi.. Annesinin yaptığı o lezzetli yemekleri, börekleri, tatlıları hatırlardı. Hepsi birer özlem yumağı olurdu yüreklerinde.

Memleket, onlar için sadece bir coğrafya değildi. Aynı zamanda, bir hatıralar diyarıydı. Orada, çocukluklarının en güzel anıları saklıydı. Orada, sevdiklerinin sıcaklığı vardı. Orada, kendilerinin bir parçası vardı. Çocukların memleket özlemi ise bir umut ışığıydı. Bir gün, o topraklara geri döneceklerine, o tanıdık kokuları yeniden içlerine çekeceklerine, o sıcak gülüşlere yeniden kavuşacaklarına dair bir inançtı.

Çocuklar sadece anne ve babasının anlattıklarıyla oraları tanıdılar. Memlekete gitmek için özlemle yandıkları halde bu olmadı. Çünkü Cemile ve Mehmet sadece çalışmışlar para biriktirmişlerdi. Birikimlerini de Mehmet'in abisine yolluyorlardı. O da Seydişehir'de onlar için bir ev almış ve evin resimlerini kendilerine yollamıştı.

Artık hiçbirinin Vatan hasretine dayanacak gücü kalmamıştı.  Memleketlerini, köylerini çok özlemişlerdi. Melek okula gittiği için ancak yaz tatilinde memleketlerine gidebileceklerdi. Mayıs ayının başlarıydı. Almanya kasvetli, gri ve soğuk günlerini yavaş yavaş geride bırakıyordu. Kışın ardından gelen bahar, sanki yeni başlangıçların ve umudun simgesiydi. 

Fakat  bir sabah Cemile yataktan kalkamadı. Mehmet karısının yanına gelerek 

‘’Hadi Cemile saat 6.00 oldu. Kalk ve hazırlan, işe geç kalacağız’’ diye seslendi. Cemile sadece inleyerek cevap verebildi, konuşamıyordu. Mehmet karısının alnına elini koyduğunda ateşler içinde yandığını hissetti. Cemile epeydir halsizdi. Hep başı, kemikleri ve eklem yerleri ağrıyordu. Fakat onlar bunun sebebini Cemilenin durmak bilmeden çok çalışmasına ve kendisini çok yormasına bağlamışlardı. KomşularI Necla hanımla işyerine haber göndererek o gün işe gelemeyeceklerini söylediler. Çocuklarını okula gönderdikten sonra Mehmet eşini doktora götürdü. Hemşireler hemen eşini alarak sedyeye yatırdılar. Muayene ve tahliller için koşuşturmalar başladı.

Mehmet hissetmişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sanki. Fakat hiç kimse ona bir şey söylemiyordu. Doktorun kapısının önünde, eşinin sağlığı için endişeyle bekleyen bir kalbin derinlerinde fırtınalar koptu. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Doktorun kapısından gelecek her haber, bir umut ışığı ile karanlık bir uçurum arasında gidip gelmesine sebep oldu.

Kalbi, eşinin sağlığı için dualarla doldu.

‘’’ Böyle çaresizce beklemek ne zor bir şeymiş’’ diye koridorda Bir aşağı bir yukarıya geziniyordu. saatler sonra nihayet bir doktor yanlarına gelerek Mehmet'i odasına çağırdı. Tahlil neticelerini yavaş yavaş anlatıyor, arada bir "Anlıyor musun,  dediklerimi anlıyor musun’’ diye soruyordu. Evet, anlamıştı. Eşi Lösemi Yani kan kanseriydi ve hastalık çok ilerlemişti.  Fakat doktora, "Anlamıyorum, Anlamıyorum. Bana bir tercüman bulun.’’ dedi.

Acilen bir tercüman bulunmuştu. Fakat o da farklı bir şey söylemedi. Karısı son evrede bir kanser hastasıydı ve çok az bir zamanı kalmıştı. Her şeye rağmen Mehmet güçlü görünmeli ve çocuklara hiçbir şey belli etmemeliydi. Hemen gözyaşlarını silip bütün gücünü toparladı. ‘’Eşimi görebilir miyim?’’dedi. Cemilesinin yanına geldiğinde ona hiçbir şey belli etmeden hemen iyileşeceğini hep beraber memlekete gitmek için hazırlık yaptığını söyledi.

Cemile halsiz bir sesle, ‘’İnşallah canım’’ dedi. ‘’ Fakat bana bir şey olursa çocuklarıma iyi bak. Bir de ben ölürsem Cenazemi Lütfen Türkiye'ye Seydişehir'e götürün. Hasret kaldığım memleketimin sokaklarında tabutumu gezdirin. Canımı heba ettiğim, uğruna hayatımı harcadığım evimizin içinde cenazemi bir kere dolaştır. Bu sana vasiyetimdir’’ dedi.

Cemile son gayretle kısa aralıklarla duraklayarak sözlerini bitirdiğinde Mehmet gözyaşlarına hakim olamadı. Gözyaşlarını Karısına göstermemek için kafasını yana çevirdi. Sonra ayağa kalktı. Pencereden Mayıs güneşinin aydınlattığı yemyeşil bahçeye, uçup giden kuşlara baktı. Heyecanla dönüp

‘’ Cemilem, sen iyileşince hemen memlekete gidelim. Melek için okuldan bir iki hafta izin alırız’’ dedi.

Cemileden ses çıkmadı. Dönüp baktığında eşinin elinin yana düştüğünü ve artık ebediyyen kendine veda ettiğini anladı.

Bir taraftan sessizce ağlarken kulaklarında Cem Karaca'nın şu dizeleri çınladı.

‘’Çok uzaktan bakmak ile bilinmez 

Alamanya Gurbeti'nin halleri 

İşten eve evden işe çözülmez

 Almanya milletinin dilleri 

15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat

 Alamanya yıllarımı Bana geri ver

 15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat 

Almanya Cemile mi bana geri ver’’

Bütün resmi işlemler bitirilip Cemile'nin vasiyeti gereği Türkiye'nin yolunu tuttular. Cenaze şirketi  Cenazenin birkaç gün gecikme ile geleceğini söylediği için Mehmet'i bir düşünce sardı. Seydişehir'e geldiklerinde Cemilenin ana babasına ne diyeceğini kara kara düşünürken köyün  minarelerden sela sesini duyan Mehmet şaşırdı. Ne çabuk duyulmuştu Cemilenin öldüğü. Sela bitince arkasından İmam, Cemilenin annesinin ismini söyleyerek o gün vefat ettiğini duyurdu.  Ana kız birbirine hasret yaşamış, hasret ölmüşlerdi. Fakat hasret bitmiş, Ebedi mekanlarında kavuşmuşlardı. Yan yana iki mezar kazıldı.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28 

Sophia Jamali Yazdı: Gece Yarısı

Sophia Jamali Yazdı: Gece Yarısı

Gece yarısı

Şaşırmış 

Gözlerini arıyorum

Sar beni

Beni kucağının ipeğine sar

Belki de bütün karanlıklardan ve yalanlardan arınıp temizlenirim

Binlerce kuşun sesidir kucaklayışın

Senin kucaklaman sonsuzluğun bir dalıdır

Senin kucaklaşman, yarımkürelerin göçü

Nefesinin izi

Masum yanaklarda

Ve gece

Senin ellerin arasında uykuya dalar

Düşmüş kestane dallarının arasında ne işim var?!


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Nicola Mastroserio Yazdı: Ölümsüzlüğün Perdesi

Nicola Mastroserio Yazdı: Ölümsüzlüğün Perdesi

Bir ölümsüzlük örtüsü 

Bizim aşkımızı tasarladı... 

Ruhun çiçekleri... 

Varoluşun genişlikleri... 

Ebediyeti inşa ettiler...


Nicola Mastroserio / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Türk Futbolunda Edebi Dilin Kullanımı

Konu futbol olunca sağlıklı bir ortamdan bahsetmemiz mümkün değil. İçinde haksızlıkların, adaletsizliklerin bolca olduğu yozlaşmış bir ortamdan bahsediyoruz. Türkiye’de futbolun geliştiği yıllarda Türk toplumu sanatla, edebiyatla, kültürle iç içe geçmiş bir toplumdu. Maç yayını yapan spikerler, kullandıkları dilin edebi bir dil olmasına dikkat ederlerdi. Halit Kıvanç’ın konuşmaları herkesin kulağına hoş gelirdi. TRT’de dikkat edilen İstanbul Türkçesine spor spikerleri de dikkat ederlerdi.

Edebiyatın ve Futbolun Birleştirici Gücü

Dilin kullanımında Cumhuriyet döneminde ortaya konan kazanımları spor yazarlarında ve sunucularda görebiliriz.Televizyonun yeni ortaya çıktığı dönemde maçların çoğu radyodan anlatılıyordu.Görüntünün olmadığı durumda radyo spikeri maçtaki ortamı dinleyicilerin hayalinde canlandırabilmek için betimleme cümleleri kullanmak zorundadır.Sadece gol oldu demesi yetmez,bu golü kim attı,gol pasını kim verdi,gol vuruşu nerede yapıldı vb birçok ayrıntıyı en hızlı biçimde aktarmak durumundadır.Türkiye’nin her bölgesinden insanın rahatça anlayabileceği ,zorlanmayacağı ulusal bir dil kullanmalıdır.Çocukluğumda dil gelişimimi en çok etkileyen konuşmalardan biri radyoda dinlediğim maçlardır.

Zamanın gazetelerine baktığımızda spor yorumcularını okuduğumuzda sanatsal bir dil kullandıklarını görüyoruz. Yazım kurallarına, noktalama işaretlerine diğer köşe yazarları ne kadar dikkat etmişlerse spor yazarları da dikkat etmişler. İslam Çupi, Necmi Tanyolaç, Doğan Koloğlu, Hıncal Uluç ve adını unuttuğumuz yazarlar futbol anlatmakla yetinmiyorlar, futbolun sanatla, siyasetle, ekonomiyle ilişkisini kurarak yorum yapıyorlar.

Atatürk, "Ben sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim’’ demiş. 

Spor yorumcuları futbolcuları Atatürk’ün sporcu anlayışına çekmeye çalıştılar fakat zamanın ruhu ters yönde ilerledi. Futbolcular, zeki, çevik, ahlaklı olmak yerine şike yapan, özel hayatına dikkat etmeyen, kumar oynayan insanlar oldular. Ünlü bir futbolcumuz at yarışı oynamakla meşhur oldu. Günümüz spor yorumcuları ise konuşurken sözlerine dikkat etmeyen, ağızları küfürlü insanlar oldular. Bir buçuk saat süren maçın sonunda tartışması 3 saat sürüyor.Eskiler çok mal haramsız çok laf yalansız olmaz demişler.Futbol yorumlarında yalan dolandan,küfürden geçilmiyor.Gazetelerdeki futbol yorumlarında ise her yorumcunun tuttuğu takıma göre yorum yaptığını görüyoruz.Özellikle üç büyük kulübün taraftarı olan yorumcular birbirlerine olmadık hakaretler ediyorlar.Spor yazarlarının kullandığı dil edebi bir dil değil.Gazetelerin satışlarındaki tiraj düşüklüğünde gazetelerdeki düzey düşüklünün etkisi büyük.Teknolojinin gelişmesi,spor teknolojisindeki gelişmeler, futbolun her eve girmesi bizim bir futbol ülkesi olduğumuzu göstermiyor.Biz bir futbol ülkesi değiliz. Futbolda kaliteyi yükseltemiyoruz, futbolda şiddetin, şikenin, kumarın, adam kayırmanın önüne geçemiyoruz. Gençleri futbola teşvik ettiğimizde onları kötü alışkanlıklardan uzak tuttuğumuzu düşünürdük, futbol oynayan gençler kötü alışkanlıklardan uzak durur sanırdık. Bugün ise durum değişti, kötü alışkanlıklar futbolun içine girdi.

 Avrupa’da futbol ve diğer spor dalları eğlence kültürüyle birlikte var olur.Stada gelen izleyiciler aynı zamanda yiyip içerler,müzik dinlerler.Günlerini mutlu bir şekilde geçirip dost geldikleri rakiplerinden dost olarak ayrılırlar.Sporda yenmek de yenilmek de vardır.Günün sonunda yenenle yenilen birlikte stadı terk ederler.Önlerindeki maça bakarlar.Bizde ise futbol ayrıştırmanın,kutuplaştırmanın,ötekileştirmenin,mafyayı meşrulaştırmanın,kara para aklamanın aracı haline geldi.Sonucu önceden belli olan maçlar, birilerini zenginleştirmenin yolu oldu.Taraftar dediğimiz kişiler rakip taraftarlarıyla aynı dinden aynı milletten değillermiş gibi kanlı bıçaklı oluyorlar.Bu düşmanlıktan taraftarların hiçbir maddi kazancı yok fakat bu düşmanlıktan birileri kesesini dolduruyor.Fanatik taraftarlara Devlet ne önlem almaya çalışırsa çalışsın bir işe yaramıyor.

Edebiyatçılar her zaman futbolla ilgilendiler. Aziz Nesin Gol kralı isimli eserini, futboldaki yozlaşmaları göstermek için yazdı. Semih Gümüş Futbol ve Biz isimli kitabında futbolun sorunlarından bahsetti. Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Osman Kısakürek profesyonel futbolcudur. Tiyatro oyuncusu Metin Serezli eski futbolculardandır. Sanatçılar futbolun bir araya getirdiği kitleleri eserlerinde tanıtmaya çalıştılar.

Edebiyatın birleştirici, sevgi dolu diline futbolda da ihtiyacımız var. Balık baştan kokar demişler. Bu konuda siyasetçilere, devlet büyüklerine, kulüp yöneticilerine, aydınlara, sanatçılara çok iş düşüyor. Futbolun bir eğlence olduğunu, sporda rekabetin sahada başlayıp bitmesi gerektiğini, saha dışında şiddetin anlamsız olduğunu taraftar gruplarının anlaması gerekiyor. Futbolun güzelliklerini şair Ülkü Tamer’in anısıyla aktarmak isterim.

 ‘’Keşanlı Ali Destanı’nın ilk oynanışıydı. Oyunun sanatçılarıyla edebiyatçılar arasında bir futbol maçı yapalım dedik. Memet Fuat, Altunizade sahasını verdi. Biz edebiyatçılar toplanıp takımımızı kurduk. Kaptanımız Orhan Kemal olacaktı elbette. Keşanlıların kaptanı, oyunun yazarı Haldun Taner’di. Takıma bir de konuk oyuncu almışlardı. Bedri Koraman.

Maçın hakemi kimdi dersiniz? Halit Kıvanç!

 Maç günü Altunizade’de bayağı seyirci toplanmıştı. Semt sakinlerinin yanı sıra, medya da tam kadro oradaydı. (Maç ertesi gün bütün gazetelerde geniş yer alacak, haftalık Ses dergisi ise bu olaya iki sayfa ayıracaktı.) Bizi destekleyenlerin ellerinde koca bir pankart vardı: ’’Yürüyün, Fazıl’ın aslanları!’’ Fazıl’ın yani Dağlarca’nın.

 …

Sabah gazetesi yazarı Hıncal Uluç yıllarca spor yazarlarına ustalık yaptı. Entelektüel yönüyle spor dışındaki konularda da yazdı. Yazımızı usta yazardan bir alıntıyla bitirelim.

‘’Efendim, daha medyamız VAR’ı bilmiyor. Dünya Kupası seyrettiniz. Hadi diyelim anlamadınız. Kitap dağıtıldı herkese. En basitinden bir örnek vereyim.’’VAR’a baktı, hatayı düzeltti’’ denilen pozisyonda penaltıyı gösterdi. VAR’a baktılar,ofsayt. VAR uygulamasıysa diyor ki,’’ Şüphe ettiğin pozisyonda bayrak kaldırma.Pozisyon devam etsin,olası bir golü kesmiş olabilirsin hatanla. Ofsaytsa zaten VAR’la ortaya çıkar, sen kesme, oynat, ben düzeltirim.’’ Pozisyon gol olsaydı yine VAR’ a bakacaklardı,yine ofsayt verilecekti.Bu kadar basit bir şeyi benim medyam hala öğrenememiş.


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Türkiye Siyaseti Ekseninde Savaş ve Barış Romanı İncelemesi

Özellikle son yıllarda yeniden gündeme gelen Kürt sorunu ve barış tartışmaları ekseninde bu eseri okumak, bize derin ve evrensel perspektifler sunabilir diye düşünüyorum. Romanın Yayın Yılı: 1865–1869 Roman yayınlandığı dönemde büyük ilgi gördü. Tolstoy’un epik anlatımı, tarihsel gerçekçiliği ve karakter derinliği  oldukça övgü topladı. “Rus halkının ruhunu ve tarihini yansıtan  başyapıt” olarak kabul edildi.

Türkiye Siyaseti Ekseninde Savaş ve Barış Romanı İncelemesi

Eleştirmenlerin ve Akademinin  Yorumları çok yönlü oldu; Rus eleştirmenler, özellikle Belinski’nin takipçileri, eseri halkın ruhunu yansıttığı için övdüler. Ama bazı eleştirmenler, felsefi bölümleri “ağır ve didaktik” buldu. Uluslararası arenada, Tolstoy eseriyle  “yeni Homeros” olarak tanımlandı. 20. yüzyıldan itibaren eser, tarih, felsefe, psikoloji, etik gibi disiplinlerde çok katmanlı bir metin olarak ele alındı. Eserin aynı zamanda Kültürel Etkisi oldukça fazlaydı. Roman, birçok film, dizi, tiyatro, hatta bale uyarlamasına konu oldu. Pierre, Andrey, Nataşa gibi karakterler edebiyatın evrensel değerleri haline geldi. Eserin Tematik Derinliği oldukça  büyüleyici diyebiliriz Eserde Tarih ve Birey: Tolstoy’a göre tarihi yalnızca liderler değil, milyonlarca sıradan insanın eylemleri şekillendirir. Savaşın Anlamsızlığı: Tolstoy eserinde savaşın kahramanlıktan ziyade yıkım, kaos ve insanlık kaybı olduğunu vurgular. 

Barışın Anlamı: Barış sadece çatışmasızlık değil, karakterlerin içsel yolculuğu ve manevi dönüşümüdür. Aile ve Değerler: Sadakat, sevgi, ihanet, bağışlama gibi insani duygular karakterler aracılığıyla işlenir. Kader ve Özgürlük  Roman, bireyin kader üzerindeki etkisini sorgular; özgür irade mi, yoksa tarihin akışı mı belirleyicidir sorusunu akıllara getirir. Eserde beni etkileyen karakter, Andrey Bolkonsky’nin ölüm süreci, Savaş ve Barış romanının en dokunaklı ve felsefi bölümlerindendir. Prens Andrey, savaşta ağır yaralandıktan sonra uzun bir içsel yolculuğa girer. Ölümle yüzleşirken düşündüğü ve hissettiği şeyler Tolstoy’un hayat, ölüm ve anlam üzerine görüşlerini yansıtır. Ve  Andrey’nin ölüm sırasındaki düşüncelerinin ana hatları: Hayatın Anlamı ve Ölümün Kaçınılmazlığı Andrey, savaş alanında yaralandıktan sonra ilk kez ölümün gerçekliğini tam anlamıyla fark eder. Başta korku ve belirsizlik yaşasa da zamanla ölümün doğal bir süreç olduğunu kabullenmeye başlar. "Ölümün korkunç olmadığını anlıyorum artık  . O kadar da kötü değilmiş." Ölüm döşeğindeyken geçmişte yaşadığı kırgınlıkları, öfkeleri bir kenara bırakır. Eski nişanlısı Nataşa’yı affeder ve onu hâlâ sevdiğini fark eder. Bu, Tolstoy’un sevgiyi kurtuluş olarak görmesinin güçlü bir yansımasıdır. "Affetmek sevgiyle bakmak hepsi boşuna değilmiş." Andrey, kendi arzularının, kariyer hedeflerinin, gururunun ve dünyaya dair beklentilerinin aslında ne kadar önemsiz olduğunu anlar. Bu farkındalık, onun ruhsal bir arınmaya ulaşmasını sağlar. Bunların hiçbiri önemli değilmiş sadece içimizdeki huzur önemliymiş .

Son anlarında Tanrı’yla barışır. Maddi dünyadan uzaklaştıkça maneviyata yönelir. Ölümü bir son değil, başka bir gerçekliğe geçiş olarak görmeye başlar. Sonsuzluğun içindeyim  artık hiçbir şey acıtmıyor.

Andey'nin ölümü trajik değil, dingin ve bilgedir. Direniş göstermeden, içsel olarak barış içinde bu dünyadan ayrılır. "Ölüm sadece uyanmak gibi bir şeymiş belki de." Bu düşüncelerle Tolstoy, Andrey üzerinden ölümün korkulacak bir şey olmadığını; aksine, içsel barışa ulaşan biri için bir tür arınma ve özgürleşme olduğunu anlatır. Günümüzde Kürt Sorunu Bağlamında “Savaş ve Barış” ele alacak olursak . Tolstoy’un bu eserini Kürt meselesiyle birlikte düşündüğümüzde, önemli benzerlikler ve dersler ortaya çıkıyor: Savaşın Kaotik ve Anlamsız Doğası 40 yılı aşkın süredir süren çatışmalar binlerce cana ve büyük toplumsal travmalara yol açtı. Tolstoy’un savaşa dair bakışı, bu çatışmanın da uzun vadede bir çözüm üretmeyeceğini, sadece acıları büyüteceğini gösteriyor. Çözüm askeri değil, insani ve politik yollarla mümkündür. Burada Birey ve Toplumun Rolü büyüktür. Barış, sadece siyasi liderlerin değil, halkların da çabasıyla gerçekleşebilir. Kürt meselesinde halkın empati, eşitlik ve diyalog temelinde bir araya gelmesi esastır. Bu noktada, halkından aldığı destekle meseleye çözüm vizyonu sunan liderliğin tarihsel rolü oldukça önemlidir. Barışın Bir Süreç Olduğu Gerçeği kaçınılmazdır. Barış, sadece silahların susması değil; adalet, eşit yurttaşlık, kültürel tanınma gibi temel değerlerin hayata geçirilmesidir. Tıpkı Tolstoy’un karakterlerinin içsel barışı bulma çabası gibi, toplumların da derin bir vicdani ve ahlaki dönüşüm yaşaması gerekir. Burada Özgürlük ve Kimlik Arayışı anlamlıdır. Romanda Pierre’in içsel yolculuğu, bireyin anlam ve kimlik arayışını simgeler. Kürt halkının talepleri de siyasal olduğu kadar, kültürel ve kimliksel düzeydedir. Kimliklerin bastırılması değil, tanınması ve yaşatılması barışın temelidir. Affetme ve Yeniden Başlama elzemdir. Romanın sonunda birçok karakter affetmeyi ve geçmişi aşarak geleceğe yönelmeyi başarır. Barış da geçmişin korkularından arınıp umutla geleceği kurmak demektir. Sonuç olarak “Savaş ve Barış”, sadece tarihi bir roman değil; savaşın anlamsızlığına, barışın ruhsal ve toplumsal boyutuna dair evrensel bir metindir. Tolstoy’un bu eseri, Kürt sorunu gibi derin ve tarihsel köklere sahip çatışmalara şu mesajı verir: Gerçek barış topyekûn bir zihinsel, vicdani ve politik dönüşümle mümkündür. Savaş yıkım getirir, barış ise birlikte yaşamanın yollarını aramayı gerektirir. Tüm bu bağlamda, Tolstoy’un Savaş ve Barış eserinde altını çizdiği içsel barış arayışı, affetme, yüzleşme ve dönüşüm temaları; Kürt sorununun çözümünde de yalnızca siyasal değil, toplumsal ve bireysel düzeyde bir farkındalık ve değişimi gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede, 27 yılı aşkın süredir devam eden İmralı merkezli mücadelenin tarihsel ve felsefi derinliğini yeni yeni kavramaya başlayan toplumsal ve siyasal çevrelerin, bu çok yönlü barış çabasını daha bütünlüklü biçimde anlayarak sürecin heba edilmesine mahal vermemeleri hayati bir önem arz etmektedir."


Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Saklambaç

Çocukluğumuzda, “1,2,3,4,5,6,7,8,9,10, önüm, arkam, sağım, solum sobe, saklanmayan ebe” diyerek başlardık saklambaç oynamaya. Sevdiğim oyunlardandı. Aradan yıllar geçti, bu kez yeğenimle saklambaç oynar olduk. Hiç unutmam o sahneleri, yeğenim üç yaşında iken bazen perdenin arkasına saklanır, minicik ayakları gözükürdü perdenin altından. Kıyamazdım “Seni buldum, sobe” demeye. Tüm evi arar, tarar bulamazdım güya onu, “Bulamadım, bulamadım boncuğum seni” diye seslenirdim bir yandan da.  Kahkahalar atarak çıkardı saklandığı yerden, “Buyadayım buyadayım Güz” diye karşılık verirdi bana. 

Saklambaç

Sanki bulunmayacak şekilde saklanabilmenin verdiği gururla, sobelenip ebe olmamanın verdiği zafer duygusuyla, sakladı herkes küçükken bir parçasını kendisinin dahi bulamayacağı bir yere, bazen bir travma ya da toplumsal bir öğreti nedeni ile.  Bizi, bizden görünmez bir el alıp sakladı bu şekilde, saklanan parçamızdan habersiz geçti yıllar. Kimimiz kendisine ait olmayan istekleri, inançları, kariyer planlarını, hayalleri kendisine aitmiş gibi sahiplenip, gerçeklemek için peşine düştü. 

Nice insan, bazen o kadar habersizdir ki kendi özgün hayal ve isteklerinden, toplumun dayattığı istekleri yerine getirerek ömrünü heba eder. 

Tüm bunları yaparken de mutsuzluğunu bastırmak için kendisinden de saklanır olur, gerçek duyguları yüzeye çıkmasın diye. Çünkü onlarla nasıl baş edeceğini dahi bilemez. Ne yaparsa yapsın, yine de içinde dolmayan bir boşluk kalır. 

Kimisi ise şanslıdır, bir şarkı, bir kitap, bir cümle, bir deneyim ile hatırlar kendi özgün parçasını. Neydi kendinden sakladığı hayali, öz parçası bulur, doldurur boşluğunu, büyütür kendisini, güneş doğar hayatına, Aydınlık tarafı ile kucaklaşır. Ancak öncesinde, herkes saklambaç oynar kendi gölgesi ile. Gölge ile tanışmaya ise bir öteki ile temas götürür insanı. O nedenle, ilişkiler çok kıymetlidir. Saklambaç oyununda bir saklanan, bir de sobeleyen vardır ne de olsa. Aşkla, sevgiyle sobelenmek dileğiyle…Saklanan ve ebe olma yolculuğumuz keyifli olsun.


Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28

Yeni Sezon Dosya Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Kemal Taşdemir Yazdı: Bağlanmamak

Kadir Taşdemir Yazdı: Bağlanmamak

Bağlanmamak gerek dostlar, 

Şu hayata bağlanmamak;  

Bir insana mesela 

Ya da bir sevgiliye. 


Sevdiğin sokak manzarasına, 

Sahil kenarına, 

Geceleri uyumamaya, 

Bağlanmamak gerek. 


Kardeşlere, eşlere, dostlara; 

Bağlanmamak belki de. 

Bu kadar kalabalığın içinde, 

Bağımsız kalmak herkesten. 


Bağlanmamak işte; 

Bir mısraya veya şiire, 

Aldığın nefese bile... 

En iyisi bağlamamak gerek. 


Kemal Taşdemir / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28 

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

gözü ela 

kaşı kara 

bukle bukle 

lepiska saçlı kızlar


buğday benizli 

süt tenli

kiraz dudaklı 

allı pullu kızlar


gül yaprağından zarif

çiçeklerden narinsiniz 

ülkenin rengarenk geleceği

gökkuşağından daha güzelsiniz


bir de

alçak kıyımlara

gencecik ölümlere gelmeseniz


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Ödediğim Paranın Karşılığı

Benim talebim çok basit. Sadece ödediğim paranın karşılığı. Nasıl yani diye soracağınızı bildiğim için hazırlıklı geldim. Elimde örnekler var. Mesela ben Roman yazarım. Romanlarımdan birinde bahsi geçen GERÇEK bir olayı burada size yineleyeyim. Hani bazı filmlerde yazar ya “Gerçek bir olaydan uyarlanmıştır. Onun gibi. Yıllar önce Londra’da bir operaya gittim. İsmi “Operadaki Hayalet”. Opera binası bile uzun uzun anlatılır ama ben kısaca iki yüz yıllık harika bir bina olduğunu, gösterinin yapıldığı yerin beş kat localarla çevrili, seyirci koltuklarının herkesin rahatça sahneyi görebileceği eğim ve düzende yerleştirildiğini, tavanlarının dev kristal avizelerle süslü olduğunu söyleyeceğim.

Ödediğim Paranın Karşılığı

Sahnedeki dekor ve ışık düzeni zaten ayrı bir şaheser. Her neyse, operanın bir sahnesinde, ki gerilim dolu bir sahne, oyuncu öyle bir gür sesle bağırdı ki, kendimizi elinde cetvelle bizi cezalandırmaya gelen öğretmen karşısındaki yaramaz öğrenciler gibi hissedip koltuklarımıza yapıştık. Titrememiz henüz geçmemişken tavanda bir çatırtı koptu. İster istemez herkes başını yukarı çevirdi. O da ne! Eşine ancak Dolmabahçe Sarayımızda rastlayabileceğimiz dev bir avize tavandaki yerinde bir iki sallandı, sonra yerinden çıktı ve hızla bağlı olduğu kablo üzerinde kayarak aşağı doğru düşmeye başladı. Kafamıza çarpacak diye bizim koltuklarımıza yakın seyirciler hepimiz yerlere eğildik. Avize süratle başımızın üzerinden geçti ve sahneye doğru uçtu. Arkasından büyük bir şangırtı ve kırılma sesleri duyduk. Sahne dağıldı sandık. Korku içinde kazayı izliyorduk. Ama garip bir şey vardı. Sahnedeki soprano ve diğer oyuncular hiç istifini bozmadan oyuna devam ediyorlardı. Biraz sonra dev avize yavaş yavaş bağlı olduğu kablo üzerinde geri geri tekrar yukarı doğru süzülüp kendiliğinden eski yerine yerleşti. Avizede ne bir kırık ne de çatlak vardı. Ancak o zaman bunun sadece oyunun bir parçası olduğunu, o kulaklarımızı yırtan şangırtı şungurtuların ise sadece ses efektleri olduklarını anladık. Avize aslında en az üç metre kadar başımızın üstünden geçmişti ama biz o korkuyla kafamıza çarpacak sanmıştık. Adamlar resmen bizi oyunun geriliminin içine sokmuşlardı. Daha sonra sahneye sular doldu, sis bastı, o sisin içinde sandalla gezen hayaletler geçti ki, hepsi gerçek gibiydi, onlardan  bahsetmeyeceğim bile. Tabii perde kapandığında dakikalarca ayakta alkış. Neden anlattım bunu? Çünkü Operadan çıktığımda içimde tatlı bir huzur vardı. Bileti hiç ucuz değildi. Ama karşılığını almıştım. 

Şimdiki maçlar ülkeler arası savaşlar gibi. Estetikten yoksun. Oyuncular Arena’da birbirlerini öldürmeye çalışan gladyatörler gibiler. Abartmayalım, öldürmeseler de meslektaş falan demeden sakatlamaya çalışıyorlar. Onun için ben bir futbol maçını bu gladyatörlerden uzak sanatkarları seyretmek için izlerim. Yani Messi, Maradona gibi attığı çalımları ağzım açık seyrettiğim kişiler nedeniyle izlerim. Bize o çalımlar doğaçlama gibi gelir ama o iki saniyelik doğaçlamayı bize yaşatmak için antrenmanlarda yüzlerce kere çalışmışlardır. Çünkü onlar gerçek profesyoneldirler. 

Boşuna mı gerçek İskender yemek için Bursa’da o küçücük dükkânın önünde sıraya girip saatlerce bekleriz? İstanbul’da yüzlerce restoranın üzerinde Sarıyer Börekçisi diye yazar. 

Hatta, komiktir, aynı sokakta karşılıklı üç tane Sarıyer Börekçisine bile rastlarsınız. Ama ben gerçek Sarıyer böreğini yemek için o ilk yapıldığı yere, Sarıyer’e giderim. Yeni bir moda çıktı. Ekonomiyle ilgili falan diyorlar, boş baklava, boş lahmacun. Sebebi fiatı ucuz olsun ki garibanlar da baklava yedim diyebilsinlermiş. İçi boş olan baklava baklava mıdır? Oldu olacak içine hiç bir şey katmadan bir kase hafif tatlı su verelim, ismini de boş Aşure koyalım. Gözlerini kapayarak ye ki sanal olarak da olsa Aşure yediğini zannedesin. 

Eski konser veya şovlar hoşuma giderdi. Mantıklı bir sahne dekorunda sanatçı harika sesiyle ve şarkıya uygun hareketlerle bizi anılarımıza uçururdu. Şimdilerde bir konsere gitsem hoparlörün gürültüsünden kulaklarım patlıyor, sahnedeki müzikle hiç alakası olmayan, devamlı bir şekilde anlamsız yanıp sönen ışıklar, yerden fışkıran meşaleler gözümü alıyor. Sahnede taklalar atan sürüyle kişi arasında Sanatı asıl icra eden şarkıcı hangisi diye kısılmış gözlerle arıyorum. Neden koltuklarında oturmak varken herkesin saatlerce ayakta seyrettiğine de hiç akıl erdiremiyorum. Biz müzik öğretmenlerimizden yedi nota var diye öğrenmiştik. Bazı şarkıcıların sesi üç notayla sınırlı, dördüncüsüne bile yetmiyor. 

Hep eskilerde diye lafa giriyorum ama maalesef yenilerde izlenecek kalitede bir film hatırlamıyorum. Buna karşılık örneğin Casablanca adlı eski bir filmi sekiz kere seyrettiğimi hatırlıyorum. Neredeyse tüm repriklerini ezberledim ama aynı zevkle dokuzuncu kez seyretmeye hazırım. Hadi bir film sevildi diyelim. Hemen devamı mahiyetinde ikincisi çekiliyor, birincisini aratır bir şekilde. Daha sonra üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi. Sakın ha! Hiç tavsiye etmem. Bunları izlerseniz birincisine çok büyük saygısızlık yapmış olursunuz. Bu yüzden uzun süredir sanat alanlarından, maçlardan, sinemalardan, şovlardan uzaktayım. 

Mozart çoktan ölmüş. Ama bir türlü ölmüyor be kardeşim. Halâ aynı zevkle dinliyoruz. “Yine bir Gül Nihal aldı bu gönlümü” şarkısını biz de yeni nesil de, değişik yorumlamayla da olsa, bir yerde duyduk mu, keyifle eşlik ediyoruz. Haydi be yeni nesil! Ne olur şaşırt beni! Hangi sektörde olursa olsun, üzerinde titizlikle çalışılmış öyle şeyler yarat ki sen veya eserin klasikleşsin. Ne olur beni tekrar sahnelere, sinemalara, konserlere götür. Ödediğim paranın karşılığını alma huzurunu tattır bana!

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447