1972 senesi pek çok insanın hayatının değiştiği bir sene olmuştu. Türkiye'nin hemen hemen her şehrinden insanlar Almanya'ya işçi olarak gitmek ve oralarda bir ev, bir traktör parası kazanıp memleketine dönmek arzusundaydı. İşte aynı senenin sonbaharında bavulunda memleket kokusu, yüreğinde ise yeni bir hayatın umuduyla Almanya'ya ayak basan bir kadının hissettikleri, kelimelerle ifade edilmesi zor bir karmaşıklıkta idi. Geride bıraktığı topraklar, yavrusu, sevdikleri ve alıştığı düzen, bir yandan özlemi körüklerken, diğer yandan bilinmeyene duyulan merak ve heyecanla harmanlanırdı.
Cemile böyle karmaşık duygular içinde Almanya'nın Bremen şehrinde Nordmende Fabrikasında işe başladı. Fabrikada kendisi gibi onlarca Türk hanımı çalışıyordu. Cemile belki de ilk kez bu kadar yalnız, ama aynı zamanda bu kadar güçlü hissetti kendini. Yabancı bir dilin yankılandığı sokaklarda, tanıdık bir yüz ararken, kendi içindeki gücü keşfetti.
Alışık olmadığı bir tempoda, belki de hiç yapmadığı işlerde çalışırken, hayata tutunmanın, kendi ayakları üzerinde durmanın ne demek olduğunu öğrendi.Geceleri, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde, memleketinden gelen mektupları okurken, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Hasret, yüreğini bir kor gibi yakarken, eşinin ve ailesinin geleceği için katlandığı fedakarlıkların ağırlığı omuzlarına çökerdi. Ama o, güçlü bir kadındı. İçindeki umut ateşi, ne kadar fırtına eserse essin, sönmezdi.
Cemile geldiği bu şehirde adına Heim denilen ve genellikle bekarların oturduğu tek oda halinde kiraya verilen yerde diğer Türk kadınlarıyla beraber kalıyordu. Sabah 7 de işbaşı yapıyor ve akşam 19 a kadar arada yaptıkları 1 saatlik mola hariç, sürekli çalışıyordu.Yine de halinden şikayetçi değildi. Var gücüyle canını dişine takıyor ve bir an önce bir ev ve traktör parası biriktirip memleketine dönmek istiyordu.
Yazdığı son mektupta kocası kayınvalidesinin hastalandığını ve geride bıraktığı çocuğuna artık bakamayacağını söylüyordu.
Belki de bu sebepten son zamanlarda Cemile'nin canı çok sıkkındı. Bütün gücünü toplayarak, hatta gücünün fazlasıyla bile çalışıyor, çalışıyordu. Bundan sonraki gelecek mektubu ve oradaki haberleri merak ediyordu. Yorgun argın yattığı o geceyi kabuslarla geçirdi. Sabahleyin sanki üzerinden tır geçmiş gibi yorgun kalkarak işe gitti. İçinde tarifi imkansız büyük bir sıkıntı vardı.
Akşam eve gelince Hausmeister ona yeni gelen mektubu getirdi. Mektupta kayınvalidesinin vefat ettiği haberini okuyunca dünyalar başına yıkıldı. ‘’ Ne yapacağım ben şimdi? Kınalı kuzuma kim bakacak’’ diye içten içe kendini yedi, bitirdi. acilen memlekete gidip çocuğunu ve eşini buraya getirmeliydi.
Zamanla, Almanya'nın soğuk sokakları, onun için belki bir yuva haline gelirdi. Yeni arkadaşlar edinir, yeni bir dil öğrenir, yeni bir hayata alışırdı. Belki de hiçbir zaman tam olarak kendini buraya ait hissedemezdi ama artık o, iki dünyanın kadınıydı. Hem memleketinin özlemini, hem de yeni hayatının getirdiği umutları aynı anda taşıyan, güçlü bir kadın. Oda arkadaşı Nazlı eve geldiğinde sarılıp ağlaştılar. sonra bir çözüm buldular. Fabrikada usta başı ile konuşup ya izin isteyecek veya eşi ve çocuğunu buraya getirmek için yardım isteyecekti.
Ustabaşı Cemileye izin vermek yerine eşinin ve çocuğunun buraya gelmesi için yardım edeceğini söyledi. gerçekten söz verdiği gibi Aile Birleşimi için gerekli evrakları hazırlamaya başladı. bu haberden sonra Cemile hemen eşine bir mektup yazarak kendisini ve çocuğunu Almanya'ya getirmek için Yabancılar Dairesine başvurduğunu ve olan biteni uzun uzun yazdı. Yeni bir ev bulma imkanı olmadığı için önceleri burada oturmaları gerekiyordu. Bir oda bile olsa başlarını sokacakları bir evleri vardı. Odaya yan odada kalan komşusundan bir koltuk daha getirince her şey tamam oldu. Koltukta biricik kuzusu Meleği yatacaktı.
Nasıl da özlemişti yavrusunu? Henüz 4 yaşında kıvır kıvır siyah saçlarıyla hep gülümseyen, uzun kirpikleri ve boncuk boncuk kara gözleriyle meraklı etrafı izleyen bir kızı vardı. Yavrusu ona Melek gibi göründüğü için ona Melek İsmini vermişti. Hele annesi! Cemile kendi annesini de çok özlemişti. Herkesin annesi kendine değerlidir. Ondaki Anne özlemi, bir boşluk, bir sessizlik, bir eksikliktir. Sanki dünyanın tüm renkleri solmuş, tüm sesleri susmuş gibiydi. Bazen Annesinin sesi kulaklarında çınlar, gülüşü gözlerinin önüne gelirdi. O sıcak dokunuşu, o şefkatli bakışı, o mis kokusu... Hepsi birer hayal gibi, ulaşılmaz birer anı gibiydi.
Cemile bu düşüncelerle bezenmişken dilinden şu mısralar döküldü,
‘’Benim Seslenişi mi duyuyor musun annem?
Bensiz sen üzgün oluyor musun Annem?
Seni çok özledim, biliyor musun Annem?
Rahatlık duyuyorum seni düşününce ben.
Benim gözyaşlarım sana ulaşıyor mu Annem?
Bensiz elin ayağın dolaşıyor mu Annem?
Aklın benden daha çok karışıyor mu annem?
Huzurla doluyorum, seni düşününce ben.’’
Yine 12 saat çalıştıktan sonra nihayet işten çıktı ve komşusu Necla ile eve geldiler. Bastıkça gıcırdıyan merdivenleri zorlukla çıkıp odasına girdi. Üstündeki mantosunu hızlıca üzerinden sıyırdı ve başörtüsünü bile çıkartmadan yorgunluktan bitkin bir halde kendini koltuğa bıraktı. Hayallere daldı. Kocası ve Meleği gelince onları nasıl karşılayacağını, onlara hangi yemekleri yapacağını düşünmeye başladı. Sonra aklına o gün kazaya bıraktığı namazları geldi ve hızlıca lavaboya giderek abdest alıp namazlarını kıldı. Namazdan sonra odayı toplarken teybe bir kaset koydu ve hayal kurmaya devam etti.
Yüksel Özkasap güzel ve içli sesiyle sanki sadece onun için söylüyordu o türküyü.
‘’ Ayrı Düştüm vatanımdan yurdumdan
Sermayem yok servetim yok elimden.
Bilinmiyor yoksulların dilinden
Almanya'ya mecbur ettin yoksulluk beni beni fakirlik beni beni ‘’
Kocasının ve evladının yanına gelmesini beklerken bir umut ve özlem girdabında çalkalandı, durdu. Her geçen gün, hasretin ateşiyle daha da kavruldu, yüreği. "İnşallah yakında gelirler," diye fısıldadı kendi kendine. Onlara kavuşacağı anın hayaliyle, sabırla bekledi. Kocasının sıcak gülümsemesini, evladının cıvıl cıvıl sesini özledi. Onların kokusu, dokunuşu, varlığı, hayatının en değerli parçalarıydı. Geçmişteki mutlu anılar, hasretini daha da alevlendirdi.
Pencerenin önünde, ufka dikilmiş gözleriyle, gelecek olanları hayal ederdi. Onların gelemeyeceğini düşününce ise kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. "Ya gelmezlerse?" diye bir korku kemirdi içini. Yolda başlarına bir şey gelmiş olmasından endişe duydu. "Acaba iyiler mi?" soruları beyninde yankılandı durdu. Onlara duyduğu sevgi, her türlü engeli aşacak kadar güçlüydü. Onların varlığı, hayatının anlamıydı.
Zaman, sanki bir salyangoz gibi ağır ağır ilerledi. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Nihayet bütün işlemler tamamlandı ve Almanya gelmeleri kesinleşti. Biletler alındı ve Mehmet ve Melek Almanya'ya doğru yola çıktılar. Sonunda uzun uğraşlar ve meşakkatli bir yolculuk sonrası beklenen gün geldi ve yolcularını karşılamak için istasyona gittiler. Yanında kapı komşusu Necla vardı.
Cemile'nin kalbi, bir kuşun kanat çırpışları gibi hızla atıyordu. Günlerdir, hatta aylardır beklediği an gelmişti. İstasyonun önünde, minik yüreği heyecanla çarparken, gözleri uzaklara dalmış, sevdiklerinin siluetini arıyordu. Ve işte, o an! Uzaklardan tren belirdi ve yavaş yavaş perona geldi. Cemile'nin nefesi kesildi, gözleri doldu. Tren durduğunda, heyecanla hangi kapıdan çıkacaklarını gözledi. Onlara yakın olan bir kapı açıldı ve ilk önce kocası indi. Yorgun ama gülümseyen gözleriyle Cemile'ye baktı, kollarını açtı. Cemile, bir çocuk gibi koştu, kocasına sımsıkı sarıldı. Hasretle dolu öpücükler, fısıldanan sevgi sözcükleri…
Sonra, arabadan minik bir figür indi. Cemile'nin yavrusu, annesine doğru koştu. Cemile, dizlerinin üzerine çöktü, kollarını açtı. Yavrusu, annesinin kollarına atladı, minik elleriyle annesinin yanaklarını okşadı. Cemile'nin gözyaşları, yanaklarından süzüldü. Bu, bir kavuşma anıydı, bir mucizeydi. Cemile, kocasının ve yavrusunun yüzünü avuçlarının içine aldı. Onların sıcaklığını, kokusunu içine çekti. Bu an, onun için bir rüya gibiydi. Yılların hasreti, bir anda dinmişti. Artık, ailesi yanındaydı.
O an, sadece bir kavuşma değildi. Aynı zamanda, bir yeniden doğuştu. Cemile, ailesine kavuştuğunda, sanki yeniden hayata dönmüştü. Onların varlığı, ona güç vermiş, umut vermişti. Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Onlar, birlikte, yeni bir hayata başlayacaklardı. Sevinçle hep beraber eve geldiler ve gülüş oynaş neşe içinde yemeklerini yediler. Artık bu küçük aile nihayet bir araya gelmişti.
En kısa zamanda eşinin de bir iş bulması ve onun da çalışması gerekiyordu. Almanya iş memleketiydi. Para kazanmak, tutumlu olmak ve bir an önce vatana dönüş planlarını bütün gece konuştular. Ertesi gün Cemile iş yerinde Ustabaşı ile konuştu ve kocasına da çalıştığı fabrikada iş buldular. fakat bir problem vardı yavrularına kim bakacaktı?
Alman komşuları bayan Ursula çok iyi niyetli bir insandı. Her fırsatta Heim’daki kadınlara yardım eder, onlara ve çocuklara çikolatalar ve ufak hediyeler alırdı. Ursula Heim’a yeni bir çocuk geldiğini hemen fark etti. Cemileyle konuştuktan sonra bu beni kız çocuğuna gündüzleri bakmayı kabul etti.
Almanya'nın soğuk, gri sabahlarında, özlemini çektiği minicik yavrusunu yabancı bir ele emanet ederek işe gitmek Cemileye çok zor geliyordu. Yavrusu annesinin şefkatli kolları yerine, yabancı ellerde büyüyor, yabancı bir dille sevincini annesiyle paylaşıyordu. Sevgini, üzüntüsünü hatta şarkıları bile Türkçenin sevgi dolu fısıltıları yerine, yabancı bir dilin melodisiyle söylüyordu.
Nihayet aylar yılları kovaladı. Bu arada Cemile'nin bir de oğlu dünyaya geldi. Oğlana Mehmet'in babasının adı olan Ali ismini koydular. Ali’ye de gönüllü olarak Ursula Hanım bakıcı oldu. Aradan yıllar geçti. Bu arada Melek 9 yaşına, Ali de 5 yaşında girmişti. Fakat çocuklar memleketlerini ve köylerini hiç görmemişlerdi. Çocukların memleket özlemi, minik yüreklerinde kocaman bir boşluktu. Sanki renkli bir rüyanın solması, neşeli bir melodinin susması gibiydi. Hele Melek için bu özlem, uzaklarda kalan o tanıdık sokaklar, o mis kokulu bahçeler, o sıcacık gülüşlerdi.
Her gece, yastığa başlarını koyduklarında, annesinden dinledikleri memleketin masalsı hikayeleri canlanır zihinlerinde. Babasının Anlattığı efsaneler, Cemilenin söylediği türküler, arkadaşlarla oynadıkları oyunlar... Hepsi birer özlem çiçeği gibi büyür içlerinde.
Cemile bazen Sabahleyin, pencereden dışarı baktığında tanıdık manzaraları arardı. O yemyeşil yaylalar, o heybetli dağlar, sokaklarında araba olmayan meydanlar , hepsi birer hasret türküsü olurdu dudaklarında. Hele bayramlarda, memleketteki bayram coşkusunu, o kalabalık sofraları, o neşeli kahkahaları özlerdi.. Annesinin yaptığı o lezzetli yemekleri, börekleri, tatlıları hatırlardı. Hepsi birer özlem yumağı olurdu yüreklerinde.
Memleket, onlar için sadece bir coğrafya değildi. Aynı zamanda, bir hatıralar diyarıydı. Orada, çocukluklarının en güzel anıları saklıydı. Orada, sevdiklerinin sıcaklığı vardı. Orada, kendilerinin bir parçası vardı. Çocukların memleket özlemi ise bir umut ışığıydı. Bir gün, o topraklara geri döneceklerine, o tanıdık kokuları yeniden içlerine çekeceklerine, o sıcak gülüşlere yeniden kavuşacaklarına dair bir inançtı.
Çocuklar sadece anne ve babasının anlattıklarıyla oraları tanıdılar. Memlekete gitmek için özlemle yandıkları halde bu olmadı. Çünkü Cemile ve Mehmet sadece çalışmışlar para biriktirmişlerdi. Birikimlerini de Mehmet'in abisine yolluyorlardı. O da Seydişehir'de onlar için bir ev almış ve evin resimlerini kendilerine yollamıştı.
Artık hiçbirinin Vatan hasretine dayanacak gücü kalmamıştı. Memleketlerini, köylerini çok özlemişlerdi. Melek okula gittiği için ancak yaz tatilinde memleketlerine gidebileceklerdi. Mayıs ayının başlarıydı. Almanya kasvetli, gri ve soğuk günlerini yavaş yavaş geride bırakıyordu. Kışın ardından gelen bahar, sanki yeni başlangıçların ve umudun simgesiydi.
Fakat bir sabah Cemile yataktan kalkamadı. Mehmet karısının yanına gelerek
‘’Hadi Cemile saat 6.00 oldu. Kalk ve hazırlan, işe geç kalacağız’’ diye seslendi. Cemile sadece inleyerek cevap verebildi, konuşamıyordu. Mehmet karısının alnına elini koyduğunda ateşler içinde yandığını hissetti. Cemile epeydir halsizdi. Hep başı, kemikleri ve eklem yerleri ağrıyordu. Fakat onlar bunun sebebini Cemilenin durmak bilmeden çok çalışmasına ve kendisini çok yormasına bağlamışlardı. KomşularI Necla hanımla işyerine haber göndererek o gün işe gelemeyeceklerini söylediler. Çocuklarını okula gönderdikten sonra Mehmet eşini doktora götürdü. Hemşireler hemen eşini alarak sedyeye yatırdılar. Muayene ve tahliller için koşuşturmalar başladı.
Mehmet hissetmişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sanki. Fakat hiç kimse ona bir şey söylemiyordu. Doktorun kapısının önünde, eşinin sağlığı için endişeyle bekleyen bir kalbin derinlerinde fırtınalar koptu. Her saniye, bir ömür gibi uzadı. Doktorun kapısından gelecek her haber, bir umut ışığı ile karanlık bir uçurum arasında gidip gelmesine sebep oldu.
Kalbi, eşinin sağlığı için dualarla doldu.
‘’’ Böyle çaresizce beklemek ne zor bir şeymiş’’ diye koridorda Bir aşağı bir yukarıya geziniyordu. saatler sonra nihayet bir doktor yanlarına gelerek Mehmet'i odasına çağırdı. Tahlil neticelerini yavaş yavaş anlatıyor, arada bir "Anlıyor musun, dediklerimi anlıyor musun’’ diye soruyordu. Evet, anlamıştı. Eşi Lösemi Yani kan kanseriydi ve hastalık çok ilerlemişti. Fakat doktora, "Anlamıyorum, Anlamıyorum. Bana bir tercüman bulun.’’ dedi.
Acilen bir tercüman bulunmuştu. Fakat o da farklı bir şey söylemedi. Karısı son evrede bir kanser hastasıydı ve çok az bir zamanı kalmıştı. Her şeye rağmen Mehmet güçlü görünmeli ve çocuklara hiçbir şey belli etmemeliydi. Hemen gözyaşlarını silip bütün gücünü toparladı. ‘’Eşimi görebilir miyim?’’dedi. Cemilesinin yanına geldiğinde ona hiçbir şey belli etmeden hemen iyileşeceğini hep beraber memlekete gitmek için hazırlık yaptığını söyledi.
Cemile halsiz bir sesle, ‘’İnşallah canım’’ dedi. ‘’ Fakat bana bir şey olursa çocuklarıma iyi bak. Bir de ben ölürsem Cenazemi Lütfen Türkiye'ye Seydişehir'e götürün. Hasret kaldığım memleketimin sokaklarında tabutumu gezdirin. Canımı heba ettiğim, uğruna hayatımı harcadığım evimizin içinde cenazemi bir kere dolaştır. Bu sana vasiyetimdir’’ dedi.
Cemile son gayretle kısa aralıklarla duraklayarak sözlerini bitirdiğinde Mehmet gözyaşlarına hakim olamadı. Gözyaşlarını Karısına göstermemek için kafasını yana çevirdi. Sonra ayağa kalktı. Pencereden Mayıs güneşinin aydınlattığı yemyeşil bahçeye, uçup giden kuşlara baktı. Heyecanla dönüp
‘’ Cemilem, sen iyileşince hemen memlekete gidelim. Melek için okuldan bir iki hafta izin alırız’’ dedi.
Cemileden ses çıkmadı. Dönüp baktığında eşinin elinin yana düştüğünü ve artık ebediyyen kendine veda ettiğini anladı.
Bir taraftan sessizce ağlarken kulaklarında Cem Karaca'nın şu dizeleri çınladı.
‘’Çok uzaktan bakmak ile bilinmez
Alamanya Gurbeti'nin halleri
İşten eve evden işe çözülmez
Almanya milletinin dilleri
15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat
Alamanya yıllarımı Bana geri ver
15 yıldır Gurbet Elde Mark ile ırgat
Almanya Cemile mi bana geri ver’’
Bütün resmi işlemler bitirilip Cemile'nin vasiyeti gereği Türkiye'nin yolunu tuttular. Cenaze şirketi Cenazenin birkaç gün gecikme ile geleceğini söylediği için Mehmet'i bir düşünce sardı. Seydişehir'e geldiklerinde Cemilenin ana babasına ne diyeceğini kara kara düşünürken köyün minarelerden sela sesini duyan Mehmet şaşırdı. Ne çabuk duyulmuştu Cemilenin öldüğü. Sela bitince arkasından İmam, Cemilenin annesinin ismini söyleyerek o gün vefat ettiğini duyurdu. Ana kız birbirine hasret yaşamış, hasret ölmüşlerdi. Fakat hasret bitmiş, Ebedi mekanlarında kavuşmuşlardı. Yan yana iki mezar kazıldı.
Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Mayıs 2025 / Sayı 28
Gurbette bunun gibi binlerce sonu hasret ve özlemle biten kavuşamama hikayesi var. Gurbeti çeken bilir. Sevdiklerinize sımsıkı sarılın a dostlar.
YanıtlaSilGurbet Vatandan ayrılınca da gurbet, köyünden ayrılınca da gurbet..Geride bıraktıklarının özlemi ve hasreti hiç bitmez. Vakit varken sevenlerimizin ve sevdiklerimizin kiymetini bilelim.
YanıtlaSil