Yazar Güz: Nar

Edebiyat Gazetesi'nin on üçüncü sayısında yayımlanan Yazar Güz'ün Nar başlıklı yazısını paylaşıyoruz.

Bu sabah saat 7:30'da, karlı bir Kopenhag sabahına uyandım heyecanla, içim kıpır kıpır. Bugün, Avrupa Çevre Ajansı'nda iklim değişikliğini önlemek amaçlı ulaşım ve enerji konularında ortak yapılabilecek bilimsel çalışmalarla ilgili önemli bir toplantım var. Oldum olası, dünyaya katkıda bulunmak istedim.  Sağlığına kavuşturmak istedim insanları; doğayı ve ekosistemi. Biz insanoğlunun acımasızca, bencilce ve düşüncesizce kaynaklarını tükettiğimiz dünyaya verdiğimiz zararı bilimsel yöntemleri kullanarak elimden geldiğince bertaraf ederek yeni nesillere yaşanabilir ve sürdürülebilir bir ekosistem bırakmak idi yaşam amaçlarımın en baskın geleni. Bu nedenle, her yeni güne farklı bir umutla, heyecanla ve coşkuyla uyanıyorum. 

Güz Yazdı: Nar

Bu sabah da kaldığım otelin uzun turkuaz mavisi ağır kadife perdesini aralarken, gözüme vuran ışığın izin verdiği ölçüde görebildiğim karlı Nyhavn manzarasının güzelliğine bakarak, "İçinde yaşamakta olduğumuz dünya ne kadar güzel, pamuklanıp sarmalanarak korunmayı fazlasıyla hak ediyor.  Bizden sonraki nesillere mümkün olduğunca muhafaza ederek, hatta daha da güzelleştirerek devretmemiz gereken nice yeraltı ve yerüstü güzellikler, kaynaklar, kültürel ve doğal zenginlikler var. İyi ki profesyonel hayatımda da bu yolda adımlar atıyorum." dedim içimden. Ardından, şükran dolu bir ruh hâliyle gökten yere dans edercesine süzülen kar tanelerini izledim birkaç dakika sükûnetle... 

Tam bu şekilde huşu içindeyken, saatime baktım, bir saat kadar vaktim kalmıştı, hazırlanıp, otelin restoranında kahvaltımı edip yola koyulmam için. Bir yandan hızlıca giyinirken, bir yandan da toplantı programını ve gündem dışı toplantıda konuşulabilecek konuları aklımdan geçirdim. Tam odamdan çıkmak üzereyken, telefonum çaldı. Yarım saat kadar vaktim kalmıştı kahvaltı için, acele etmeliydim. İsteksizce telefonumu sessize almak üzere çantamdan çıkardım, fakat arayan çocukluk arkadaşım Betül'dü. Vaktimin dar olmasına rağmen, gönlüm Betül'ün aramasını cevapsız bırakmaya razı olmadı. Telefonu açar açmaz Betül, hızlıca hatırımı sorduktan sonra soluk almaksızın, titrek, yorgun, öfkeli, üzgün bir ses tonuyla, "Dayanamıyorum ben bu iş yerine, yıllardır yaptığım bu işe ve iş yoğunluğuna. Esir gibi, köle gibi çalışıyorum. Tamam, gayet yüksek bir maaş alıyorum ama çok mutsuzum ve bu iş beni tüketiyor. İşe başladığım ilk günden beri yüklü maddi kazançlar dışında beni motive eden bir şey olmadı işe dair. Bu esaret beni tüketiyor ama bu işyerinden ayrılsam bile aynı sektörde başka bir firmada yine aynı işi yapıyor olacağım ve üç aşağı beş yukarı her şey yine aynı olacak. Emekli olana kadar bu esaret böyle sürecek ki o güne kadar daha en az 20 uzun katlanmam gereken yıl var önümde." dedi.    

Bir an duraksadım, yıllardır tanıdığım, yaşamına yakından şahitlik ettiğim, her hâlini, çocukluk hayallerini, yeteneklerini bildiğim Betül'ün bu sözlerinin karşılığı sadece 3-5 dakikalık bir telefon görüşmesi değildi benim nazarımda.

Öte yandan, daha fazla konuşmak için de o an vaktim yoktu. Ona, sadece, "Betül lütfen sakin ol, seni yakından tanıyan biri olarak nasıl hissettiğini gayet iyi anlıyorum, fakat şu anda toplantım nedeniyle çok acelem var. Bu konu derin ve detaylı konuşulması gereken bir konu, akşam seni arayacağım. Şimdilik sana sadece, yaşam amacınla paralel bir iş yapıp yapmadığını sorgula ya yaptığın işi sev ya da sevdiğin ve yeteneklerinle örtüşen işi yap, bence mutluluğun ve huzurun sırrı burada diyebilirim ancak." dedim, Betül'ün sözümü defalarca sabırsızca kesip, veryansın ederek araya girişlerine rağmen. Tam telefonu kapatmak üzereyken, "Ben esir gibi, köle gibi çalışıyorum diyorum, sen ise yaşam amacı, sevdiğin iş diyorsun. Bence benim uzun bir dertleşmeye ihtiyacım var. Sonrasında rahatlar ve günlük sevimsiz rutinime devam ederim. Sevdiğim şeyler bana bu prestiji ve maddi imkânları sunmayacak bunu ikimiz de biliyoruz. Tozpembe hayaller satmak yerine, kim sevdiği işi yapıp istediklerine sahip olmuş bu dünyada diye düşünseydin keşke." diyerek sitem etti Betül bana. O an gözüm saatte, sadece, "Tamam bunu da konuşalım, dertleşelim. Sen yine de yaşam amacın ve hayallerinle ilgili düşün bir süre sakince ve not al bunları bir kenara önümüzdeki günlerde, aylarda. Her konuda yanındayım biliyorsun, biz bu konuyu hallederiz, belki de bazı değişiklikler yapıp, değişip, dönüşmenin zamanı gelmiştir eski alıştığın düzeni bırakarak. Şimdi bana müsaade et lütfen. Toplantım var, akşam seni arayacağım, söz." diyebildim Betül'ün iç çekişlerinin, oflayıp puflamalarının eşliğinde. Nihayet, o biraz sakinleşmiş, ben de derin bir oh çekerek telefonu kapatabilmiştim. 

Telefonu kapatır kapatmaz otelin restoranına inip, hızlıca bir kahve ve küçük bir peynirli sandviç aldım kahvaltı olarak. Belki de bana anlaması çok zor geliyor hayallerinin peşinden gitmemiş olmak. Yaşam amacının üzerinde kafa yormamış olmak, o doğrultuda severek yapacağın işlerle ilgili kendini geliştirmek yerine sırf para ve prestij sağlıyor diye günden güne yaşam enerjini tüketen, içindeki özü, cevheri bereketlendirmeyen işlerle, meşgalelerle nefesi tüketmek... Evet, anlıyorum, ocaktaki kazan hayallerle kaynamıyor, sofraya ekmek sadece hayal kurarak gelmiyor. Herkes yaşam amacını bilmek, bulmak ya da o doğrultuda bir şeyler yapabilmek şansına, farkındalığına da sahip değil, bunu da biliyorum. Fakat her insanın bu dünyaya belli bir yaşam amacı ve ona uygun donanımla geldiğine inanıyorum ben. Yaşam amacını bulmak ve onunla ilgili işlerle meşgul olmak varoluşun esasıdır bence. Her birimizin içinde varlık amacımızı ve bununla ilintili olarak hangi yeteneklerimizi kullanmamız gerektiğine dair duyulmayı bekleyen bir fısıltı olduğuna inanıyorum ben.  

Bu fısıltı öyle ürkek, kısık bir sestir ki içten, derinlerden gelir ancak pür dikkat ona kulak verince duyulabilir. Bu da ekstra çaba sarf ederek mümkün hâle geliyor. Çabaların en büyüğü de binlerce kanaldan maruz kaldığımız baştan çıkarıcı, ikna edici, kafa karıştırıcı, koşullandırıcı tüm dış sesleri kısabilmekle mümkün. Bu yolda bize başkaları tarafından dayatılan tüm davranış kalıplarına, yaşam şekillerine, toplum tarafından şartlandırılmalar sonucu oluşan tüm beklentilere kulağımızı, gözlerimizi ve ruhumuzu kapatmamız gerekiyor. Dış ses yüksek volümlü, çeldirici ve huzursuzdur, iç sesin aksine. Dışarıdan gelen tüm sesler kısılıp zamanla üzerimizdeki etkisini yitirdikçe, içimize, özümüze döneriz. Sonrasında ise çocuksu bir neşeyle dolarken, zihnimiz berraklaşır ve yaşam amacımızın ne olduğunu düşünmeye bile gerek kalmadan dönüşüp, yaşam amacımızın yolunda hareket eder oluruz. Dış ses yapma hâlini emredip, dayatırken, içses olma hâlidir, sükûnettir, huzurdur. Dış ses ne kadar dışlayıcıysa ne kadar maddi değerlerden besleniyorsa, içses o kadar kapsayıcıdır; sevgi ve şefkatten beslenir. Şefkat demişken de en çok öz şefkatten... İçsesimizi duyup, hayatımızı anlamlı kılacak şekilde yaşamadıkça; paranın, unvanların, eşyanın, şirketlerin esiri, kölesi gibi hissetmemiz kaçınılmaz... İçimizdeki sevginin, tüm yeteneklerimizin, bu dünyaya geliş amacımızın hepsinin toplu bir şekilde sanki kişiye özgü, özel yapım kocaman bir narın içindeki her nar tanesine tek tek enjekte edildiğini düşünmüşümdür çocukluğumdan beri.  Her birimizin kalbinde görünmez kocaman, biricik bir nar olduğunu hayal etmişimdir hep. Benim için nar içimizdeki cevheri sembolize eder. Sadece bize has, eşsiz, bereketli narımızı fark etmek, muhafaza etmek ve ondan beslenmek; esaretten kurtulup özgürleşmenin yegâne yolu bana göre, diye düşündüm sıcacık, beni kendime getiren badem aromalı kahvemden aldığım her yudumla. Artık, içinde bulunduğumuz bu nadide ekosistem için yeni adımlar atmak üzere toplantıya gitmeye hazırdım. 

Oldukça yoğun ve bir o kadar da verimli geçen toplantımın akabinde Kopenhag sokaklarını, yağan kara ve soğuğa aldırmaksızın bir kâşif edasıyla adımlarken, bir yandan da akşam Betül'le konuşacaklarımı tartıyordum.

Bu sırada methini çok duyduğum, rengarenk, çeşit çeşit, kalori bombası pastalarıyla meşhur gösterişli kafenin tam yanı başında tam tezat oluşturacak derecede küçük, mütevazı, kenarları varaklı bordo ahşap kapılı küçük bir antika dükkânı dikkatimi çekti. Soğuğa ve pastanenin vitrinindeki cazibeye rağmen, bu antika dükkânına girmekten alıkoyamadım kendimi. Dükkâna girer girmez, ortasındaki yarıktan yakut rengi kristal nar taneleri ışıl ışıl parlayan pirinçten yapılma bir nar çarptı gözüme. Hayatta hiçbir karşılaşma sadece tesadüfi değildir bana göre. Olan her şeyin bir sebebi ve hizmet ettiği bir sonuç vardır. Bu nar da kim bilir belki de Betül' için yeni başlangıçların zamanının geldiğinin habercisiydi. Narı satın alıp, "özündeki yegâne narı, cevherini fark et, hayallerini takip et, onlar sana asla ihanet etmezler" notu ile uluslararası kargo ile Betül'e, İstanbul'a yollamaya karar verdim. Betül'ün yaşam yolculuğunda destekçisi ve yoldaşı olarak her zamanki gibi yanında yürürken, bu sefer içine düştüğü, esaret diye tanımladığı durum yerine, içindeki sesi dinleyerek özgürleşmesini dileyerek soğuktan buz kesmiş ellerimle hediye paketini çantama usulca yerleştirirken, içimdeki kendi narım için bir kez daha minnet duydum.

Peki ya siz, kendi biricik narınızın farkında mısınız? En son ne zaman onu elinize alıp, onunla gurur duydunuz, ona yakından baktınız?  Esaret hâlinde mi yoksa coşkulu bir özgürlük hâlinde mi hissediyorsunuz kendinizi? Sözleriniz değil, hâliniz ne söylüyor size bu konuda? İçinizdeki narı, içinizdeki cevheri korumanız dileğiyle... Soğuk ve huzurlu bir Kopenhag akşamından sevgilerimle…

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447