Uysal Bir Bakış: Sinema, Roman Karakterini Susturduğunda

Bazı kitaplar vardır, okuduğunuz anda insan ruhunun karanlık bir köşesine bir mum gibi düşer. Sönmez ama tam da aydınlatmaz.
0

Bazı kitaplar vardır, okuduğunuz anda insan ruhunun karanlık bir köşesine bir mum gibi düşer. Sönmez ama tam da aydınlatmaz. Dostoyevski’nin “Uysal Bir Kız” (Krotkaya) adlı kısa romanı da o mumlardan biridir. İnsanın içini oyup geçen, titrek bir sesle anlatılan bir çöküş hikâyesi… Sadece bir kadının değil, bir toplumun, bir adamın, bir evin, bir sessizliğin çöküşü. Ve bu kırılgan, neredeyse görünmez iç sesi, sinemanın o büyük, görsel diliyle anlatmak istersek ne olur?

Uysal Bir Bakış: Sinema, Roman Karakterini Susturduğunda

Fransız yönetmen Robert Bresson’un 1969 yapımı Une femme douce filmi, işte bu sorunun cevabıdır. Edebiyatla sinema arasında kurulan köprülerin en tehlikelisi belki de buradadır: Ruhun kelimelerini görüntülere tercüme etmek. Bresson bu tehlikeyi göze alır ve “uysal” bir kızı beyaz perdeye taşır. Ama bu taşınma bir şehri başka bir ülkeye nakletmek gibi değildir; bu, bir iç sesi dışarıda yankılatmaya çalışmak gibidir. Ve her yankı biraz eksilirken başka bir anlam kazanır.

İç Sesin Susturulduğu Yer

Dostoyevski’nin metninde anlatıcı, ölen karısının tabutu başında oturan bir adamdır. Konuşur, durmadan konuşur. Suçludur belki, pişman, belki sadece çaresiz. Ama ne olursa olsun, bu öykü bir iç sesin öyküsüdür. İç hesaplaşmanın, geç kalmış anlam arayışının, duyulmayan bir çığlığın. Oysa sinemada iç sesin yerini görüntü alır. Bakışlar, boşluklar, sessizlikler…

Bresson’un filminde o çok konuşan adam artık suskundur. Kelimelerin yerini kadrajlar alır. Kadının sessizliği, adamın suskunluğu içinde büyür. Dostoyevski’de adam anlatır da anlatır; Bresson’da ise kadın sadece bakar. Ve bu bakış bir taş kadar ağır, bir perde kadar incedir. Uysal olan artık yalnızca kadın değil, anlatının kendisidir. Sinema, burada sözü edebiyatın elinden almaz, sadece onu farklı bir dile çevirir — ve belki biraz da sansürler.

Sinema Kitabı Yutarsa

Bir roman filme uyarlandığında yalnızca hikâye biçim değiştirmez. Zaman, mekân, karakterler ve özellikle “ses” farklılaşır. Uyarlama, bir anlamda edebiyatın iç organlarını sinemanın dış yüzüne taşımaktır. Bazı romanlar bu dönüşüme dirençlidir. Çünkü onların gücü olayda değil, o olayın nasıl anlatıldığındadır. Uysal Bir Kız, tam da böyle bir metindir. Filmde olaylar belki aynıdır, ama romanın diliyle örülen “ruh iklimi” eksilir. Sessizliğin anlamı değişir. Bresson’un sinemasal sadeliği, Dostoyevski’nin felsefi karmaşasını taşıyamaz belki ama başka bir şiir doğurur: Görüntünün melankolisi, durağanlığın anlatısı. Bu noktada, sadakatten çok çeviri meselesi gündeme gelir. Uyarlama, romana sadık mı kalmalı, yoksa onun özünü başka bir biçimde mi ifade etmeli?

Saramago’nun Körlük’ü filme uyarlandığında da benzer bir mesele doğmuştu. Alegorik, yoğun, içe dönük bir anlatının görselleşmesi kaçınılmaz olarak kayıplar içerdi. Zira roman okurun zihninde bir dünya kurar; sinema ise izleyicinin gözünün önüne bir dünya koyar. Biri içten dışa akar, diğeri dıştan içe.

Kadının Sessizliği: Temsil mi Yokluk mu?

Dostoyevski’nin metninde “uysal” olan kız, yalnızca karakter değil, temsilin kendisidir. Konuşmaz, karşılık vermez, hatta direnişi bile sessizliktir. Filmde ise bu sessizlik bir oyuncunun yüzünde, bir pencere önünde, bir aynadaki yansımada büyür. Sessizlik, burada anlamdan çok biçim olur. Peki, bu suskunluk neyi gösterir? Kadının iç dünyasına bir saygı mı, yoksa onun yok sayılması mı? Uyarlama, romanın kadını “temsil” edişini sinemada yeniden üretebilir mi? Yoksa sinema, o kadını sadece bir görüntüye mi indirger? Bu sorular, sinemayla edebiyatın kesiştiği yerde durur. Biri zamana, diğeri mekâna yaslanır. Biri suskunluğu doldurur, diğeri boşluğu izletir. Ve ikisi de, kendi sınırlarında o “uysal” bakışı arar.

Sonuç Yerine: Romanı Görmek, Sessizliği Dinlemek

Bazı romanlar görülmez; duyulur. Bazı filmler okunmaz; hissedilir. Uysal Bir Kız, okurun içinden geçerek konuşan bir metinken, Bresson’un filmi seyircinin içine çöken bir görüntüdür. Aralarındaki fark, edebiyatla sinema arasındaki farktan değil, insanla insan arasındaki farktan gelir belki de: Biri konuşarak anlatır, diğeri susarak. Dostoyevski’nin sesiyle Bresson’un sessizliği arasında, bir kadının yüzü durur. O yüz hem romanda hem filmde sorulmamış sorularla doludur. Belki de o yüzden hâlâ bakmaya, düşünmeye, yazmaya devam ederiz: Çünkü bazı yüzler, sustukça daha çok şey söyler.

Edebiyatla hayat arasında, bazen bir bakışın, bazen bir cümlenin peşinden yürüyen bir kalem…

Her ay bu köşede, sözcüklerin sustuğu yerden yeniden konuşmak için.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447