Tutsak Kalpler Mahzeni

Bazen bazı şeyler bir kez uğrarmış insana. Aşk, acı, ayrılık ve binlercesi. Kendisini sevmeyenler başkasından sevgi bekleyemezmiş uzun süre.
2
Tutsak Kalpler Mahzeni

Bazen bazı şeyler bir kez uğrarmış insana. Aşk, acı, ayrılık ve binlercesi. Kendisini sevmeyenler başkasından sevgi bekleyemezmiş uzun süre. Düşünmekten geceler aymaz gün doğmazmış. Hür fikirler tutsak kalplerin zindanlarıymış. Yolunu, yönünü bilmezken insan; bir uçurumun kenarında ayaklarını sallayabilirmiş. Nefes almak bile zormuş aslında bazen. Ciğerlerini yakarken evren, su tutarmış güneş saçlarına. “Siz delirmişsiniz!” diyenler asıl delirmiş olanlarmış. Her kör satıcının kör alıcısı varmış ama Kaf Dağı’nda da olabilirmiş. Karşına çıkmayan, çıkamayan ihtimaller tenha sokaklarda sıkarmış boğazını. Bir deniz kenarında ağlarken bulurmuşsun kendini. Avucunda bin bir çeşit deniz kabuğu, parmakların kumlu. Gözün açılırmış da kör kalırmışsın. Yakamoz kamaştırırmış bir süre gözlerini. Kalbinin çıkacak gibi atası gelirmiş. Adım sesi duyduğunda da ürkermişsin üstelik. 

Bir ibadethanenin kapısında da ağlarmışsın. O kadar çaresiz bırakmışlar ki seni, insanlar nasıl yaşadığına şaşarmış. Tanrıya yalvarmak kolay değilmiş. Bir dua ya ne de olsa, kaderi değiştireceği ihtimali gezmezmiş zihnin kalın duvarlarında. Uyurken bile rahat bırakmayan düşünceler varmış. Yatağının altına canavarlar gizlenirmiş. En savunmasız anında korkularını sererlermiş önüne de bayılır kalırmışsın. O çok sevdiğin uykuların da mahvolurmuş. Elinde, avucunda artık hiçbir şeyin kalmazmış. Sessizleşmeye başlarmışsın. O şen şakrak cümlelerin toz olup havaya karışır, kahkahaların da sihirli lambaya sıkışır kalırmış. Ölmezmişsin ama yaşadığını da hissetmezmişsin. Mutsuzluk gelmiş bulunurmuş bir kere. Zaten o canavarın girdiği yerde de hiç güzel bir şey kalmazmış. Yok edermiş hepsini zevkle. Sakinleşirmişsin. En hoyrat davranışların bile zarif bir maskenin altına gizlenirmiş. Sonra… Sonra aniden ciğerlerin açılırmış. Adımların hızlanırmış o deniz kenarına. Boğazının sıkıldığı sokağa sihirli lambaya sıkışan kahkahalarınla girermişsin. Bir şiir kitabı karıştırırmışsın rastgele bir kütüphanede. “Özledim, yıllarca daha özlerim.” diyen bir şair girdi miydi zaten hayatına, her şey değişmeye başlarmış. Kitaplarınız bütün ömrünüz haline gelirmiş. Küçük çocukların oyuncaklarını sahiplenişi gibi sahiplenirmişsiniz onları. Paylaşamazmışsınız. Kelimelerle dostluk kurarken bir yandan da kendinizi bulurmuşsunuz. Yazmaya başlarmışsınız. Her nefessiz kalışınızda, her sokak köşesinde boğazınız sıkıldığında yazarmışsınız. Yazarken hem yaşamayı hem yaşatmayı öğrenirmişsiniz. Ve okumayanların haline acırmışsınız…

Bilgisayarı kapattı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Çalan kapının sesiyle irkildi. Aklına gelen ihtimalle bir süre duraksadı. Daha fazla kaçamazdı. Sandalyeden kışkırtıcı bir yavaşlıkla kalkıp kapıya yöneldi. Savsak adımları geri dönmesi için yalvarırken kapının kulpunu sıkıca kavradı. Kapıyı açtığında…

Kan ter içinde uyanmıştı tatlı uykusundan. Bembeyaz çarşaflar serdiği yatağı sırılsıklamdı. Korku böyle bir şeydi işte. Çok sevdiği uykularını bile zehrederdi insana. Komodinin üstündeki bardağı dudaklarına yasladı. Bin asırdır susuzmuşçasına içti suyu. Korkuyordu. Aldığı psikiyatri tedavileri hiçbir işe yaramamıştı. Kullandığı ilaçların onu daha beter bir kör kuyuya attığını fark ettiğinde hepsini çöpe atmıştı. Hastanede yattığı zamanlar zorla verdikleri ilacın kanında dolanmasındandı tüm bunlar. Elindeki bardağı komodinin üstüne bırakmak isterken düşürdü. Paramparça olmuştu bardak. En sevdiği bardaktı niye kırılmıştı durduk yere? Günah aynası mıydı yoksa bu bardak? Kötülük yapınca kırılıyor muydu hemen? Düşündü. Kime ne yapmıştı ki bu zamana kadar? Herkese iyi davranmaya çalışan, her çocuğun başını okşayan o kadına ne yapmışlardı?

TUTSAK KALPLER MAHZENİ

Yatağının sağındaki boy aynasına çevirdi bakışlarını. Önce üstündeki kırmızı pijamayı inceledi. Sonra saçlarını, yüzünü… Uzun uzun kendini izledi. Gözleri gözlerine kavuştu sonra kirli aynada. Ne kadar da yıpranmıştı. Hiç istemeden üstelik. Beyni karıncalanmaya başlamıştı, bir şeyler yapması lazımdı. Aniden gelen mide bulantısıyla lavaboya koştu. Klozetin önüne diz çöküp kusmaya başladı. Sabah rutini haline gelmişti bu onun için. İlaçların yan etkileri diye düşünmeye çalıştı ama bilinci gitgide kapanıyordu. Bayılmak gibi değildi bu. Beyni kendini belki birkaç saat belki birkaç gün tamamen kapatıyordu. Düşünemiyor, konuşamıyor, hatta bazen hiçbir uzvunu oynatamıyordu. Sifona basıp dizlerini yerden kaldırdı. Ellerini yıkamak için musluğa yönelmişti. Yine karşısında kocaman bir ayna her şeyi yüzüne vuruyordu. Bakışlarını kaçırdı. Yüzleşmek istemiyordu henüz. Daha çok yeniydi onun için her şey. Odasına döndüğünde yatağın oturdu, dizlerini karnına çekip kollarını bacaklarına doladı. Sallanmaya başladı. Çocukken ağladığı zamanlarda da hep bunu yapardı. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Her zaman olduğu gibi ağlarken direnemedi uykusuna. Kendini uzun ve derin bir uykunun kollarına bıraktı. Zihni karanlıktı. Kimse görmemeliydi.

Şehrin gürültüsü her sesi bastırıyordu. Korna sesleri, insan fısıltıları, yaprak hışırtıları, simitçinin bağırışı… Köhneyen İzmir bütün yüküyle ayakta duruyordu. Kulaklığından çalan şarkının sesi şehrin gürültüsünü bastırıyordu. Sevmezdi zaten İzmir’i, duymasa da olurdu. Bir de insanlar akın akın ziyarete gelirdi buraya. Hiç anlamazdı o insanları. Berbat anılarla süslü bu şehrin nesini seviyor olabilirlerdi? İş yerine az kalmıştı. Düşüncelerine ket vurmak için biraz daha yükseltti kulaklığındaki sesi. Ne dinlediğini algılayamayacak kadar bulanıktı kafası. Nefes al, nefes ver. Adımlarını daha da hızlandırdı. Bu yol bir an önce bitmeliydi. Bitti de. Şirketin kapısına geldiğinde kimliğini gösterip içeriye süzüldü. Buradaki odasını belki de her şeyden çok seviyordu. Odasının kapısını açıp masasına oturdu. Şeffaf bir kutu gibi duran masanın altındaki fotoğraflara kaydı gözü. Bütün çocukluğu gözler önündeydi sanki. Belli belirsiz bir gülümseme peyda oldu yüzünde. Küçük Ahu’yu seviyordu. Keşke hep öyle kalabilseydi. Başka bir fotoğrafa kaydı sonra dikkati. Kaşları çatıldı, nefesi daraldı. Canını çok yakardı o fotoğraf ama atmaya kıyamazdı. Ölen insanlardan da nefret ediyordu zaten. Bilgisayarını tam üstüne koyup fotoğrafı gizledi. Biraz daha rahatlamıştı.

Yaklaşık iki saat kadar posta kutusuna konan gizli mektupları okudu. Gazeteciydi. Bu tarz mektuplar haber yazarken fazlasıyla işini görüyordu. Son mektubu eline aldığında üstünde harfler fark etti. Şaşırmıştı. Genellikle herkes kendini gizlemek için ne bir harf ne de bir sembol bırakırdı. A.A. Tuhaftı, gerçekten tuhaftı. Çok da tanıdık gelmişti ama zihnini ne kadar zorlarsa zorlasın çıkaramamıştı. Hızlıca zarfı yırttı. Elleri titremeye başlamıştı ama korkudan mı heyecandan mı emin değildi. İlk cümleyle beraber gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı:

Ahu’m,

Ahu’m,

Bu satırları büyük bir utanç içinde yazıyorum.

Bu satırları büyük bir utanç içinde yazıyorum. Sana yaptıklarımın hiçbir mantıklı açıklaması yok Sana yaptıklarımın hiçbir mantıklı açıklaması yok biliyorum. Af dilemeye hakkım yok. Sadece güzel günlerin hatırına beni mazur gör. Her ayın biliyorum. Af dilemeye hakkım yok. Sadece güzel günlerin hatırına beni mazur gör. Her ayın yedinci günü orada seni beklemeyedinci günü orada seni beklemeye söz veriyorum. ye söz veriyorum. SevgilerimleSevgilerimle…… A.AA.A

Başından aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki. Neydi şimdi bu? Kafasının karışıklığı kalbinin ağrısını bastıramıyordu. Hak etmemişti. Evet, evet kesinlikle hak etmemişti. Mektubu yırtıp attı. Geçmişine bağlı yaşayamayacağı hem hastanedeki doktorlar hem de etrafındaki insanlar tarafından çokça söylenmişti. Söz de dinlemezdi ama dinlemek mecburiyetindeydi artık. Ayın kaçıydı sahi bugün? Zaman algısını yitireli bir hayli olmuştu. Telefonunun ekranını açıp tarihe baktı. 17 Mart. Ayın yedinci günü çoktan geçmişti ve diğer ayın yedinci gününe çok vardı. Endişe etmesini gerektiren bir şey olmadığını düşündü kapısı çalana kadar. Gel, diye seslendiğinde içeri bir çiçekçi süzüldü. Başıyla selam verip saksıdaki kamelyaları masaya bıraktı. Pembe kamelyalar… Teşekkür ettiğinde çiçekçi yine hiç konuşmadan başıyla rica edip odadan ayrıldı. Ahu, bir hışımla ayağa kalkıp saksının üstünde not aramaya başladı. Kamelyalardan birinin dalına asılan siyah kağıdı gördü. Siyah kağıt… Kamelyalara zarar gelmesin diye narince aldı siyah kağıdı, çok severdi kamelyaları zarar görsün istemezdi. Beyaz kalemle inci gibi yazılan yazılara çevirdi bakışlarını, bunu bile unutmamış olamazdı. Ahu günlüklerini hep siyah yapraklı defterlere tutardı, beyaz kalemiyle. Notu okumaya başladı:

Bahçendekiler solgun gözüküyordu. Bunları dik, sen seversin. Özenle

Bahçendekiler solgun gözüküyordu. Bunları dik, sen seversin. Özenle büyüt onları. büyüt onları. Saygılarımla…Saygılarımla…

A.A

A.A

Gerçekten anlam veremiyordu. Neydi bu romantizm durduk yere. Birbirlerinin hayatından çıkalı yıllar olmuştu. Nereden biliyordu şimdi bahçesinde solmaya yüz tutan çiçekleri? Notu çöpe atmaya kıyamadı. Kilitli çekmecesini açtı, içinde duran fotoğrafları acı çekmemek için incelememeye dikkat ederek notu bırakıp çekmeceyi kapattı. Bu çekmecedeki her şey A.A A.A ile ilgiliydi zaten. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Her şeye rağmen ona olan sevgisi ve saygısı hiç azalmamıştı. Bazı insanlar böyleydi işte. Hayatımızdaki kredileri tükenmek bilmiyordu. Ne yaparsa yapsın kıyamıyordu insan bazen. Nefesinin seyri değişse saniyelik, nefes vermeye hazır olurdu insan. Bazen de kader sadece bu kadarına izin verirdi işte. Kavuşmalar anca mahşerdeydi zaten. Çok yalnız bırakmıştı Ahu’yu çok. Nasıl affedebilirdi bunca yalnızlıktan sonra?

İzmir’in kalabalık sokaklarına karıştı adımları yeniden. Beraber yürüdükleri yolları tek başına adımlamak ağır gelirdi her zaman. İzmir’den nefret etmesinin en büyük sebebi buydu işte. O kadar çok yalnız bırakmıştı ki bu şehir onu, o kadar çok yalnız bırakılmıştı ki burada, hatta her köşe başında nefessiz kalana dek ağlamıştı ya sürekli; nefret etmeye başlamıştı bir zamanlar canını istese vereceği şehirden. Kayalıklara doğru yöneldi. Deniz ona her daim iyi gelirdi, gelmeliydi. Deniz de olmasa ne işi vardı burada canım? Dizlerini kırdı, dikkatlice kayalardan birinin üstüne oturdu. Dizlerini karnına çekti, derin bir nefes aldı. Her şeyini bu deniz almıştı ondan. Kardeşi de burada boğulup gitmişti, ailesi de. Denize hayranlığı da bu yüzdendi işte. Sevdiği her şeyi ondan alınca tek sevdiği, en sevdiği haline gelivermişti. Gözlerinden usulca yaşlar süzülmeye başladı. Kardeşini o kadar çok özlemişti ki bir an önce yanına gitmek istiyordu. Doğum günüydü bugün biriciğinin. Beş senedir deniz kıyısında ağlayarak doğum günü kutluyordu. Keşke ben ölseydim onun yerine, diye düşündü her sene

olduğu gibi. Bade… Doğduğundan beri en kıymetlisiydi onun. İkisinin de birbirinden başka kimseleri yoktu çünkü. Keşke o gün de anne ve babasının yanına bırakmasaydı onu. Bencil ebeveynler, birbirlerine olan öfkelerinden çocuklarını bile görmüyordu gözleri. Bade ilk çocuk değildi ebeveyn kavgasına kurban giden. Korkarım ki son da olmayacaktı. Yanında getirdiği dilek balonunu havaya bıraktı. Her sene olduğu gibi bu sene de Bade’nin huzur bulmuş olmasını umdu. Hayat bu kadardı işte. Ya bir mezar başında ağlatırdı sizi ya da mezarı bile olamayacak kadar canlı insanları gözünüze sokarak.

Saat gece yarısına geldiğinde artık gitmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu şehrin sokakları belli bir saatten sonra güven vermiyordu insana. Oturduğu kayalıklara sessiz bir veda bırakıp oradan uzaklaştı. Evi pek uzak sayılmazdı bu yüzden arabasını getirmemişti. İzmir’in tenhalaşmaktan ziyade daha çok dolan sokaklarında adımladı. Sarhoş adamların, hiçbir çıkış yolu bulamadığı için yol kenarlarında duran kadınların arasından hayalet gibi süzüldü. İçinde bir sıkıntı vardı ama henüz anlamlandıramamıştı. Derin bir nefes alıp düşünmemeye çalıştı. Tam o esnada karşısında duran adamda durdu bakışları. Geri mi dönmüştü? Ne işi vardı ki burada? Karşılaşmaya hazır mıydı? Hızlı bir kararla oradan uzaklaşmakta buldu çareyi. Hayır şu an olmazdı, buna hazır değildi. Tam kaçmaya yeltenmişken kolunu saran elle duraksadı. Gözleri gözlerine mi değecekti bunca zamandan sonra? Kafasını kaldırdığında tonu hiç değişmeyen ela gözler buldu acı kahve gözlerini. Kendi yüzünde ne vardı bilmiyordu ama yıllardır özlediği o yüz, gülümsüyordu. Öyle bir gülümsemekti ki bu, yıllardır çölde su arayan bir bedevinin suya kavuşma sevinci gibiydi. Yıllardır kendini ülke ülke aratmıştı zaten niye şaşırıyordu ki? Bu pek tanıdık yabancı konuşacak mıydı onla acaba? Dudaklarından dökülen bir kelimeye bir hayat verecekti sanki. O kadar özlemişti ki onunla bir şeyler konuşmayı, kendini konuşsun diye dualar ederken bulmuştu. AhuAhu, dedi yabancı. Asırlardır ismini bu kadar güzel söyleyen yoktu. İlaç gibi gelmişti bu ses, bu tını. AteşAteş, diye karşılık verdi Ahu.

Dakikalarca birbirlerini seyrettiler. Öyle bir seyretmekti ki bu cümleler yetmezdi anlatmaya. Konuşmadılar, öylece sustular. Aradan geçen on yılın belki telafisi yoktu ama her şeye sıfırdan başlanabilirdi. Ahu’nun gözlerinden süzülen yaşları parmaklarıyla öldürdü Ateş. Canından çok sevdiği kadına istemeden çektirdiği acıların asıl sebebini belki de hiç anlatamayacaktı ona. Zaman Ahu’ya hiç iyi davranmamıştı. Verdiği kilosu, eskisi gibi parlamayan soluk saçları, solgun teni, umutsuz göz bebekleri, mor göz altları ne kadar yıprandığının bir kanıtı gibiydi. Oysa Ateş’in aşık olduğu kadın rengarenkti. Saçları altın sarısı, gözleri umudun mavisi kadar parlaktı. Uyumayı çok severdi ama gözlerini morartacak kadar uyumamaya dikkat ederdi. Ne çok şey değişmişti böyle. Gökten su damlaları düşmeye başladı usulca. İkisi de gülümsedi. Ahu en çok yağmuru severdi. Ateş’in evinin bahçesinde yağmur yağdığı gün koşarak çıkmıştı bahçeye. Ateş ne yaptıysa da tutamamıştı. Yağmur dinene kadar saatlerce ıslanmıştı. Sonrasında hasta olduğu bir hafta boyunca Ateş bakmıştı ona. Ateş’ten başka nazlanacak kimsesi yoktu. Olsa bile en çok ona nazlanmayı seveceğine emindi.

3 Yıl Önce (Ahu Kamer)

Soğuk bir eylül akşamı göz kırpmıştı bize. Yorgunduk ama beraberdik. İkimizin de en sevdiği günler tatil günlerimizin denk gelmesiydi. Bazen Ateş’in acil ameliyatları çıksa da bugün çıkmamıştı. Sadece ufak bir zaman diliminde dışarıdaydı. Doktor olmak için çalıştığım günleri hatırlardım hep onunlayken. Hiç aklımda olmayan bir alan olmasına rağmen dereceyle mezun olmuştum fakülteden. Ateş ile tanıştıktan sonra hiç alakam olmayan bu fakülteye neden geldiğimi anlamıştım. Aşk. Stajda onu gördüğüm gün yuvam olduğunu anlamıştım. Hayatım boyunca hep duygusal düşünen biriydim zaten. Onu ilk gördüğümde de öyle yapmıştım. Bütün kötü tecrübeler silinmişti sanki onunla. Hastane koridorunda bağıra çağıra kavga ettiğimizde yirmi beş yaşındaydık. Şimdiyse yirmi sekiz yaşında iki doktoruz. O yemekleri hazırlarken ben camdan dışarıyı izliyordum. Evleneli henüz üç ay olmuştu. Mutfakla ilgilenmeyi sevdiği için genelde o yapardı yemekleri. Onu izlemeyi bile çok seviyordum. İşte aşk tam olarak da buydu. Konuşmadan da anlatabilmekti. Dokunmadan sadece gözlerinle sevebilmekti. Aranıza dağlar da girse vazgeçememekti. Aramıza giren dağlar, ovalar yoktu şükür ki. Böyle şeylerin olma ihtimali bile aklımı kaçırmam için yeterli oluyordu. Adımı seslendiğinde sofranın hazır olduğunu anlamıştım. Acıkmıştım, heyecanla yanına koştum. Alnımdan öptü ve oturmam için sandalyemi çekti. Her zamankinden daha tuhaf bakıyorduk birbirimize, ilginçti. Bolca gülmüştük. İçimdeki kız çocuğu bir tek onun yanında bu denli içten gülüyordu.

Salonumuza geçtiğimizde şarap doldurmak için hareketlendi. Kolundan kavrayıp onu engellediğimde şaşırmıştı. Bugün hayatı boyunca almak istediği bir haberi ona veriyordum. Hamileydim. Bu berbat dünyaya yeni bir birey kazandırmayı korkunç bulurken onun bana muhteşem bir anne olacağımı hissettirmesi bütün duvarlarımı yıkmıştı. Hâlâ çok korkuyordum ama yanımda o varken beni hiçbir şeyin yıkamayacağını çok iyi biliyordum. Hevesle konuşmaya başladım; “Bu haberi sana nasıl vermem gerektiğini çok düşündüm. En sonunda sakin sakin konuşup açıklamaya karar verdim. Biz her konuyu bu şekilde hallediyoruz çünkü. Gerçi bilmiyorum tartışacak mıyız bugün ama olsun. Öncelikle sana teşekkür ederim. Hayatımın en değerli hazinesine ulaşmam için beni ikna ettin. Ay sayıyorum şimdi o hazineyi sana göstermek için, o hazinenin kokusunu içime çekmek için. Baba oluyorsun Ateş Alaca.”

Cümlelerim bittiğinde gözlerinden ilk defa yaşlar süzüldüğünü gördüm. Hiç konuşmadı, sadece ağladı. İstemiyor muydu acaba? Sevinip havalara uçması gerekmiyor muydu? Aman bu hormonlar beni ne kadar duygusal yapmıştı hemencecik. Gözlerimden düşündüklerimi okumuş olacak ki bana sıkıca sarıldı. Eli karnıma gitti sonra. Çok değerli bir şeye sanki bir daha dokunamayacakmış gibi dokunuyordu. Onun da mı hormonları bozulmuştu acaba? Bütün gece bebeğimiz hakkında konuştuk. Bebeğimiz… Hayat ne garip kelimeler kullandırıyordu insana. Saat erken olmasına rağmen uyku bastırmıştı. Ateş gülerek beni kucağına aldı ve yatağımıza götürdü. Elalarında bugün çok garip bir ifade vardı. O kadar garipti ki bir an söylediklerime üzüldüğünü bile düşündürmüştü bana. Kuruntu yaptığımı düşünerek anın büyüsüne bıraktım kendimi. Bedenim yatağa kavuştuğunda çok geçmeden tatlı bir kâbusun kollarına bıraktım kendimi.

Gecenin bir yarısı göğsümün ağrısıyla uyandım. Berbat bir ağrıydı. Kalp krizi geçirdiğimden endişelenerek yataktan kalktım. Ateş uyuyordu. Onu yanımda uyurken görmek

içimi az da olsa huzurla doldurmuştu. Yüzümdeki buruk gülümsemeyle beraber mutfağa ilerledim. Bir bardak su doldurup balkon kapısının oradaki sandalyeye bıraktım kendimi. Ağrım dayanılmaz derecede şiddetlenmişti. Sanırım korktuğum için boş olan elim istemsizce karnımı buldu. “Geçecek bebeğim.” Derken buldum kendimi. Tuhaftı, hem de çok tuhaftı. Suyum bittiğinde sandalyeden kalkmak için hareketlendim. Tam o esnada büyük bir gürültüyle elimdeki bardak darmadağın oldu. Kurşun… Mutfak dolapları tek tek patlamaya başladığında korkuyla yere bıraktım kendimi. Bu bir kabus olmalıydı, bu kesinlikle bir kabustu. Sanki koruyabilecekmişim gibi ellerimi karnıma siper ettim. Kurşunlar bir an bile durmuyordu. Bütün mutfak tuzla buz olmuştu birkaç dakika içinde. “Ateş” diye çığlık atmamla sırtıma gelen kurşunun acısı karıştı sesime. Vurulmuştum. Bugüne kadar bir sürü kurşun çıkarmıştım onlarca bedenden. Şimdi o çıkardığım kurşunlar benim bedenime saplanmıştı. Çaresizlik en korkunç duyguydu. Ateş neredeydi? Bunca sese ve çığlıklarıma rağmen uyanmamış mıydı? Bir kurşun daha hissettim bedenimde. Acıdan bilincim kapanmak üzereydi. Olmazdı, eğer bayılırsam bebeğimi koruyamazdım. Kapanan gözlerime direndim. Kanayan yaralarıma direndim. Ateş şimdiye kadar çoktan gelmeliydi. O da mı vurulmuştu yoksa? Silah sesleri susmuyordu. Bu kargaşanın içinde ölmesem bile delirecektim. Daha fazla direncim kalmamıştı. Son hatırladığım şey Ateş’in ellerinde silah olan adamlara yalvararak beni kucağına almasıydı.

İşler hiçbir zaman istediğimiz gibi gitmezdi. Her ne olursa olsun illa bir yerlerde pürüz çıkardı. Hayatımızı hayat yapan, anlamlandıran da bu pürüzlerdi. Onları kabullenmediğimiz sürece ne yaşayabilirdik ne de mutluluğu bulabilirdik. İnsanlara inanmak fikirlere inanmaktan hep daha kolaydı. Bu yüzden de insanları kabullenmemiz hep daha erken olurdu. Tüm bunlar birleşince de ortaya hayal kırıklığından başka bir şey çıkmazdı. Kesiklerine hiçbir deva bulunamayan hayal kırıklıkları…

Ateş Alaca korkak bir adam değildi. Sevdiği kadını yalnız ve çaresiz bırakacak kadar kalpsiz de değildi. Ateş Alaca mecburdu, tutsaktı. O gece eve giren adamlara yalvarırken bile kendine küfürler ediyordu. Hem eve düzenlenecek suikastten haberi vardı hem de bebeği olacağından. Ahu’ya, ruh--u revanına haftalarca yalan söylemenin ne kadar zor olduğunu kendisinden başka kimse anlayamazdı. Yıllar geçecekti, Ahu ölümden dönecekti ama Ateş Alaca kendisini hiçbir zaman diliminde affedemeyecekti.

Yağmur bastırınca Ateş, Ahu’yu arabaya çekti. Ahu kaskatı kesilmişti. Bir kukla gibiydi. Bu durumu fark eden Ateş, kendine hakaretler yağdırarak onu ön koltuğa yerleştirdi dikkatlice. Ahu sadece ağlıyordu. Arada buruk bir gülümseme beliriyordu suratında ama göz yaşları hiç dinmiyordu. “Madem yanımda durmayacaktın neden sevdirdin kendini?” Ahu’nun kurduğu cümle Ateş’i bir kez daha darmadağın etmişti. Bir bilseydi onu korumak için gittiğini. Ateş hiç konuşmadı. Yol boyunca sustuğu her bir kelime onu boğdu. Bundan sonrasını değiştirme şansı vardı ama geçmişe eli uzanmıyordu. Çaresizlik hissinden nefret eden Ateş Alaca’yı baştan ayağa çaresiz kılmışlardı. Ahu’nun evine gitmek yerine evli oldukları zamanki evlerinin kapısının önünde durdurdu arabayı. Eve hiç dokunulmamıştı o günden beri. Duvarlardaki kurşun izleri hala çok tazeydi. Ahu kafasını kaldırıp evi gördüğünde büyük bir sinir krizi geçirmeye başladı. Arabanın kapısını açıp kaldırıma attı

kendini. O ufacık kaldırımda öyle bir küçüldü ki kaldırım dev halini aldı. İzmir’de yağmur Ahu Kamer için yağıyordu. İzmir, yıkılıp giden Alaca ailesi için ağlıyordu.

Apar topar arabadan inen Ateş, bir hışımla Ahu’yu kucağına alıp hızla eve koşturdu. Anahtarı cebinden çıkarıp kapıyı açmak bile saatler sürmüş gibi gelmişti. Ahu’yu yatağa bırakıp yanında getirdiği iğnelerden birini zor da olsa yapabilmişti Ahu’ya. İtalya’da olduğu süre boyunca mesleğini kullanarak Ahu’nun aldığı bütün ilaçları takip etmişti. Viraneye çevirdiği kadının çok yüksek dozlarda sakinleştiricilere bağımlı hale gelmeye başladığını fark etmişti. Ama unuttuğu bir şey vardı: Ahu ilaçlardan nefret ederdi ve o kadar zehri asla vücuduna almazdı. Hiçbir zaman verilen ilaçları kullanmamıştı çünkü asıl ilacın ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Ahu sakinleştiricinin etkisiyle uyuyakaldığında Ateş mutfağa ilerledi. Kaç yıl olmuştu burayı görmeyeli? Yüzündeki buruk gülümsemeyle o sandalyeye oturdu. Gözlerinden yaşlar damlarken yeniden o güne döndü.

3 Yıl Önce (Ateş Alaca)

Sinirden gözüm dönmüştü. Bakışlarımdan ve sözlerimden ateşler çıkma olasılığı bile vardı. Kemal Kamer. Ahu’nun her şeyi mahveden babası, şimdi de her şeye rağmen temiz kalan Ahu’yu tehdit ediyordu. Ölüp gitmişti ama ölü hali bile birçok insana zarar ziyandı. Uzun zamandır tehdit mesajları alıyordum. Başlarda ameliyat masasında kalan yakınlarını kabullenmeyen, suçu biz doktorlarda bulan psikopatlardan biri olduğunu düşünmüştüm. Keşke öyle olsaydı. En azından çözümü vardı. Bu sabah mesajları atan kişinin Elena Vasilyev isimli Rus bir kadın olduğunu öğrenmiştim. Kemal Kamer ile olan ilişkisini ise dakikalar içinde çözmüştüm. Kemal Kamer’in bu kadınla olan ilişkisinin ortaya çıkması Kamer ailesini pek tabi parçalamıştı. Hatta Ahu Bade’yi anne ve babasının bu konuda tartışmaları sonucu kaybetmişti. Ahu’yu çok iyi tanıyordum. Bu olaylar patlak verdiği sıralar artık anne ya da baba sevgisine ihtiyaç duyduğu yaşları çoktan geçmişti. Bade’nin ölümünden sonra hiç toparlanamamıştı ama bir şekilde hayatına devam edebilmişti. Bu kadını tanıyıp tanımadığını bile bilmiyordum. Tahminimce sadece isim olarak biliyordu. Ben tüm bu düşünceler içinde kaybolurken kadının adresini bulmasını rica ettiğim arkadaşımdan, telefon ekranıma bildirim düştü. Hızla ayağa kalktım, önlüğümü çıkarıp montumu üstüme geçirdim. Bu sinirle araba kullanmak mantıklı bir fikir olmasa da başka çarem yoktu. Sürücü koltuğuna yerleşip hızla adrese doğru sürmeye başladım.

Evin önüne geldiğimde kocaman bir villa görmek beni şaşırtmamıştı. Zile basıp kapının açılmasını bekledim bir süre. Türkçe bildiğinden emin olmadığım bir hizmetli kapıyı açtığında kadının ismini verip görüşmek istediğimi söyledim. Birkaç dakika gözden kaybolup tekrar geldiğinde nihayet içeri girebilmiştim. Salona girdiğimde tekli koltukta arkası dönen kadını inceledim kısa bir süre. Kırklı yaşlarının başında, sarı saçları düz bir kadındı. Bozuk aksanıyla ismimi söyleyip oturduğu yerden kalktığında göz göze geldik. Gözlerimle şaşkınlıkla açılmıştı çünkü Rusya’nın en ünlü kadın doğum uzmanını karşımda beklemiyordum. Kemal Kamer nereden bulmuştu bu kadını? Düşüncelerimi dağıtmak ve sakin olmak için derin derin nefesler aldım. “Ne istiyorsun Ahu’dan?” dememle birlikte gözlerini büyük bir kin kapladı. “Senin o sevgili karın hayatımı çaldı benden!” kurduğu cümle

karşısında kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım. “Evli bir adamla birliktelik yaşayan bir kadın için fazla iddialı cümleler. Sonunu böyle olacağı en başından belliymiş. Karımdan uzak dur yoksa mahvederim seni!” Konuşmanın seyri o kadar ilginçti ki bu sefer o sözlerime kahkahayla karşılık vermişti. “Bir bebeğin olacağını bilsen yine aynı şekilde konuşur muydun acaba sayın Alaca? Arkadaşlarımdan aldığım habere göre iki gün önce bebeğiniz olacağını öğrenmiş sevgili karıcığın.” Bakışlarım dondu, dünyam durdu o an. Bizim bebeğimiz mi olacaktı? Ahu istemiyordu anne olmayı, nasıl olabilirdi böyle bir şey? Ben duyduklarımı sindiremezken o konuşmasını sürdürdü. “Gideceksin sayın Alaca. Senin karın benden en değerlimi, Kemal’imi aldı. Benden ondan seni alacağım. Geri döndüğün gün zaten birbirinizi bulamayacak hale geleceksiniz. Sevgili karıcığınız delirmeye yer arıyor zaten, kendi kendini öldürür.” Öfkeli bakışlarım cümleyi kuran kadına kaydı. Söyledikleri tamamen deliceydi. Ben Ahu’yu bıraksam da Ahu beni bırakmazdı. “Küçük oyunlarınıza başkasını dahil edin Vasilyev. Karımdan da çocuğumdan da vazgeçmeyeceğim.” Yüzünde oluşan sinsi gülümsemeden sonra hayatımın değişeceğini anlamıştım. “Karının ve çocuğunun ölmesini istemiyorsan dediklerimi yapacaksın Alaca. Aksi taktirde sen de kimsesiz kalacaksın. Bu gece son gecenizi geçirin. Güzelce veda et sevgili karıcığına ve tabii bebeğine de.” Son tehdidi üzerine öfkeyle evi terk ettim. Şuh kahkahası ve bozuk aksanına kulaklarımı tıkamak istedim ama yapamadım. Ne yapacaktım ben şimdi? Ahu’nun başka kimsesi yoktu, ben gidersem ne yapardı? Kısa bir an düşündüm. Hayatımdaki en mutlu anlarda hep Ahu’yu gördüm. Her ne olacaksa ölmesinden, ona zarar gelmesinden iyidir diye düşündüm. Gidecektim ve geri gelme şansım olan ilk an onu bulacaktım. O beni hep affetti. Şimdi de affederdi.

Evimizin yolunu tuttum. En azından bu geceyi de onun kokusuyla geçirecektim. Hava kararmaya başladığında kapının önünde durdum. Belki de yıllarca bu kapıya bile hasret kalacaktım. Biraz arabada oturup evi izledim, evimizi izledim. Tek katlı, küçük de olsa bahçesi olan bu evdeki anılarını düşündüm. Çok değil 3 ay olmuştu Ahu’yla hayatlarımız birleşeli. Buna rağmen her köşede onun parmak izlerini görmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bir anlığına bahçeye açılan cam kapıda Ahu’yu gördüm. Heyecandan yerinde duramayan, elini sürekli karnına götürüp bebeğinin gerçekliğini sorgulayan Ahu’mu. Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Sevdanın gizli ahitlerinden biri de buydu. Bazen onu, onun için bırakmak zorunda kalıyordun. Onun iyiliği her şeyden ve herkesten önemli oluveriyordu. Aşkın hürriyet değil tutsaklık getirdiğini Ahu’ya aşık olduktan sonra fark etmiştim. O günden sonra da herhangi bir hürriyet beklentim olmamıştı.

Eve girdiğimde Ahu hemen boynuma atlamıştı. Eve ondan geç geldiğim zamanlar bunu hep yapardı. Gözleri öyle bir ışıldıyordu ki bir şeyler söylemek için yerinde duramadığı belliydi. Ben de ona sarıldıktan sonra yemek yapmak için mutfağa yöneldim. Mutfakla ilgilenmeyi hep sevsem de bugün sadece zihnimden kaçmak için mutfağa girecektim. Ahu her zamanki gibi salondaki koltuğa kurulup beni izlemeye başlamıştı. Yemek yaparken ya da herhangi bir şey yaparken beni izlemeyi seviyordu. Gülümseyerek bakışlarına karşılık verdiğimde kalbim acımaya başlamıştı. Bana böyle bakan bir kadını nasıl bırakacaktım? İyiliği için, diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Harla yanan ateşe karıncanın su taşıması gibiydi bu ama o karıncanın neleri değiştirebileceğini bilemezdim. Arada bir atışırken zaman çok çabuk geçmiş, yemekleri hazırlamıştım. Sofraya gelmesi için Ahu’ya seslendiğimde hızla yanımageldi, karşıma oturdu. Konuşarak yemeklerimizi yemeğe daldık. Bazen gülüyor, bazen düşüncelere dalıyor ama birbirimize hep aşkla bakıyorduk. Tekrar salona döndüğümüzde şarap koymak için hareketlendim. Her akşam olmasa da bazı akşamlar tadında içmeyi severdik. Bardağını aldığımda kolumu tutup beni engelledi. Şaşırmıştım çünkü bir anlığına unutmuştum. Onunla vakit geçirmenin kötü düşünceleri anında silen bir etkisi vardı. Ahu Alaca bugün bebeğimiz için içmeyi reddetmişti. Şaşkın bakışlarımı yakalamış olacak ki bütün dişlerini gösterip gülümsedi, konuşmaya başladı. Hep bir bebeğimiz olursa nasıl söyleyeceğinden bahsederdi. Bu an, hayalini kurduğumuz hiçbir ana benzemiyordu çünkü Ahu Alaca anne olmaktan fazlasıyla korkuyordu. Sesinin titremesinden bile hala korktuğunu anlayabiliyordum ama o mutlu ve heyecanlı olduğunu söylüyordu, kabullenmişti. Gözlerimden usulca yaşlar düşmeye başladı. Ahu mutluluktan ağladığımı düşünse de ben içimin yangınını biraz olsun dindirmek için ağlıyordum. İkisinin de iyiliği için onları bırakacak olmak çok kötü bir fikirdi ama zorundaydım. Bebeğimizin hiçbir anında yanında olamayacağım zihnimde yankılandığında daha fazla ağladım. Büyüyüp beni gördüğünde tanımayacaktı bile. Bize bunları yaşatacak olanların yaşamaya hakkı var mıydı gerçekten? Ahu’ya, hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca sarıldım. Elim karnına gitti sonra. Çok değerli bir hazineye bir daha hiç dokunamayacakmış gibi dokundum. Hissediyor muydu acaba tüm bu düşüncelerimi? Ahu beni hep hissederdi. Bugün ben de bir gariplik olduğunu hissettiğini adım gibi biliyordum. Bütün gece hayaller kurduk bebeğimizle ilgili. Daha bir bedene bile sahip olmayan bu ruh, şimdiden evimizin maskotu oluvermişti. Hayat çok garipti. İlerleyen saatlerde uykusunun geldiğini söyleyen Ahu’yu kucağıma aldım. Yatağımıza giderken yine yaramaz bir çocuk gibi kıkırdıyordu. Çocukluk yaşama fırsatı vermemişlerdi ona. Benim yanımda her fırsatta ufak bir kız çocuğuna dönüşmesi bundandı. Hoşuma gidiyordu bu halleri, her hali hoşuma gittiği gibi.

Onu yavaşça yatağa yerleştirdim. Odaya giderken mayışmaya başladığı için yatakla buluştuğunda gözleri kapanıvermişti. Kokusunu uzun uzun içime çektim. Vedalar hep zor gelirdi ama sessizce veda etmenin zorluğunu o gece anladım. Cümleler içimizdeki zehri akıtırdı, susmaksa zehirlenmemizi hızlandırırdı. Yanına uzandım, uyuyup hiç uyanmamayı diledim o gece. Uyanmazsam onları terk etmek zorunda kalmayacaktım, umarım uyanmazdım. Tüm bu düşüncelerin arasında uykuya dalmıştım.

Gözlerimi açtığımda saat kaçtı bilmiyordum. Odadaki duman ciğerlerimi yakmıştı. Her yerden silah sesi yankılanıyordu. Bunca gürültüye niye uyanmamıştım? Öksürmeye başlamamla soruma cevap almıştım. Odada uyuşturucu bir gaz vardı. Hani zarar vermeyecekti aileme? Hani gidersem Ahu güvende kalacaktı? O an büyük bir oyunun içine çekildiğimi anladım. Kendime lanetler okuyarak endişeyle yatakta Ahu’yu aradım. Yoktu. Neredeydi bu saatte? Aklımı kaçırmak üzereydim. Yataktan doğruldum, hızla çıktım odadan. Mutfağın yanan ışığı gözümü aldığında Ahu’nun orada olduğunu anladım. Koşarak mutfağa girdiğimde hayatım boyunca görmekten en çok korktuğum o görüntüyle karşılaştım. Ahu’nun sırtına giren kurşun, her yeri kan gölüne çevirmişti. İçimden kabus olmasını dilerken Ahu, diye bağırarak yanına çöktüm. Hareket etmiyordu, eğilip nefesini kontrol ettim. Çiçekler açtıran, acıları dindiren nefesi duyulmayacak kadar yavaştı. Acıyla inledim. Hani bir şey olmayacaktı? Beynime kan gitmiyordu, düşünemiyordum. Bir anda mutfağa doluşan adamlar beni

kollarımdan bağladı. Bağırdım. Sesim kısılana kadar bağırdım. Yalvardım. Sevdiğim kadının canı için yalvardım. En azından bir ambulans çağırsalardı olmaz mıydı? Kollarımı tutan adamları ittirdim. Ahu’yu kucağıma alıp kapıya doğru koşmaya başladım. Dayan çiçeğim, diye fısıldadım kulağına. Dudaklarını zoraki şekilde hareket ettirmeye çalıştı, beni duyuyordu. Peşimden gelen adamlar halime acımış olacak ki hastaneye bırakma konusunda ikna oldular. Onun yanında olamayacaktım ama en azından yaşama şansı olacaktı. Kucağımda Ahu, yüreğimde kaybetmenin korkusu; hiç tanımadığım adamların arabasına bindim. Mecburiyet iğrenç bir histi. En yakın hastanenin önünde durduğumuzda vedalaşma vaktinin geldiğini anlamıştım. Önce saçlarından öptüm onu, sonra alnından. Kokusunu içime çeke çeke öptüm. Adamlardan biri onu kucağına alıp hastaneye götürmek için arabadan indi. Beni arabadan indirmiyorlardı. Muhtemelen Ahu’yu hastaneye bırakan adam da hemen ortadan kaybolacaktı. O gece canımı bıraktım İzmir’de. Ben o gece ömrümü gömdüm İzmir’e. Ben o gece öldüm ama Ahu hiç bilmedi.

Günler çok hızlı geçiyordu ama ben hep aynı günde kalmıştım. O geceden sonra apar topar İtalya’ya gönderildim arabadaki adını bile bilmediğim adamlar tarafından. Tam yedi ay olmuştu ben buraya geleli. Ahu’dan hiçbir haber alamamıştım. Hastane kayıtları bile henüz sisteme işlenmemişti. Ne yapmışlardı benim can parçama? Ölse ölüm raporu geçerdi sisteme ama hiçbir şeyi geçirmemişlerdi yedi aydır. Uyanmış mıydı acaba? Beni sormuş muydu uyandıysa? Sistem önümde açıkken tekrar tekrar yenilemeye devam ediyordum. Aniden yeni bir bilgi düştüğünde bilgisayara eğildim iyice. Psikiyatri kliniğinden çıkış raporlarını inceledim dikkatle. Uyanalı henüz bir ay olduğunu gördüm. Uykulara doyamayan Ahu, altı ay boyunca uyumuştu. Yüzümdeki buruk gülümsemeye engel olamadım. Deli kız, uyanınca ne yaptıysa direkt kliniğe gönderilmişti. İçimden beni beklemesini diledim. Buradan çıktığım ilk an onu bulacaktım çünkü. Acaba o beni unutur muydu? Yıllar geçse bile beni sevmeye devam eder miydi? Bunca soruyla yaşamak hiç kolay değildi. Zaman geçtikçe yükümün ağırlaşacağını biliyordum. Sükunetle beklemekten başka çarem yoktu. Her şey düzelecekti ve ben vatanıma, Ahu’ma, kavuşacaktım.

Aşk, zamandan bağımsız hareket ederdi. Zamanla azalması ya da artması tamamen kişinin hislerine olan bağlılığıyla alakalıydı. Sevmek ise tamamen farklı bir duyguydu. Her zaman aşık olabilirdiniz --aşık olduğunuzu düşünebilirdiniz-- ama her zaman sevemezdiniz. Sevgi bir kalbe bir kez uğrar çünkü. Aşkın kestirilemez sonuçları yoktur. Sevgininse insana yaptıramayacağı şey yoktur. İnsanlar tarafından hep kıyaslanan bu iki duygu bugüne kadar hep tartışmalara sebep olmuştur. Sevginin aşktan üstün olduğunu bilen kişi sayısı ise bir hayli azdır.

Ateş, mutfakta oturduğu sırada içeriden bir hareketlilik işitti. Ahu’nun uyandığını düşünerek heyecanla yerinden kalkıp yatak odasına doğru ilerledi. Yatak odasının kapısını açtığında irkildi. Ahu elindeki küçük tabancayla, dizlerini karnına çekmiş oturur bir vaziyette yatakta ileri geri sallanıyordu. Kapıdan giren Ateş’e çevirdi ruhsuz bakışlarını. Ahu kaldıramamıştı, Ahu artık tamamen aklını yitirmek üzereydi. Ateş ne yapacağını bilemez bir halde odaya girdi. Ahu’nun elindeki silahı almaya çalıştığında Ahu aniden ayağa kalkıp silahı Ateş’e doğrulttu. Elleri fazlasıyla titrerken bile Ateş’in tam kalbine doğrultmuştu silahı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama silahı biraz olsun kıpırdatmıyordu. Sen gerçek değilsin, dedi Ahu umutsuzca. “Hayallerinle yaşamaktan da senden de bıktım. Her gece rüyalarımı istila eden o bebekten bile bıktım artık. Seni aradım ben yıllarca. Her köşeden sen çıkacakmışsın gibi yaşadım ben üç sene. Üç sene! Ben hastanede yatarken neredeydin? Ben her gece kriz geçirirken neredeydin Ateş! Gerçekliğine inanmamı bekleme benden. Ben bugün kendimden de senin hayallerinden de kurtulacağım.” Ahu konuşurken Ateş’in de gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Çok sevdiği kadını elinde olmadan bu hale getirdiği için nefret etti kendinden. Ateş konuşmak için ağzını açtığında bir silah sesi duyuldu. Ahu, Ateş’i vurmuştu. Ahu, aşık olduğu adamı kalbinden vurmuştu. Ateş kanlar içinde yere yığılırken Ahu aynaya döndü. Bu evde yaşarken oturup uzun uzun makyaj yaptığı aynaya baktı. Masanın üstündeki eşyalar bile ona mutlu olduğu zamanları hatırlatmaya yetmedi. Bu sefer kendi kalbine doğrulttu silahı. Aynadaki kendisine gülümsedi ve sakince tetiği çekti. Hikaye bitmişti. Acılar dinmişti. Bu evin en son gördüğü manzaraysa polisler, telsiz sesleri ve kapıya asılan mühürdü…

Ceren Güncan / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

( Hide )

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447