Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Pencerenin kenarındaki koltuk, Arzu’nun dünyası olmuştu. Eskiden kilometrelerce koştuğu, dostlarıyla kahkahalarla güldüğü, hayatı dolu dolu...
6

Pencerenin kenarındaki koltuk, Arzu’nun dünyası olmuştu. Eskiden kilometrelerce koştuğu, dostlarıyla kahkahalarla güldüğü, hayatı dolu dolu yaşadığı dünya, şimdi bu solgun renkli koltuk ile camın ardındaki avluya sıkışıp kalmıştı. Güneşin her batışı, takvimden bir yaprağın daha kopması değil, umudundan bir parçanın daha eksilmesi demekti.

Şaziye İnceler Ekici Yazdı: Hastane Bahçesinde

Adı Arzu’ydu ama artık arzulayacak gücü kalmamıştı. Tek arzusu, sabah uyandığında o tanıdık, kemiklerini sızlatan ağrının olmamasıydı. Ya da aynaya baktığında, saçları dökülmüş, gözaltları çökmüş, teni kâğıt gibi incelmiş o yabancıyı görmemekti. O yabancı ona her gün aynı şeyi fısıldıyordu: "Ben kanserim. Sen değilsin." Ama Arzu biliyordu, o yabancı artık kendisiydi.

En zoru sevdiklerinin gözlerindeki acıyı görmekti. Annesinin zoraki gülümsemesinin ardına gizlediği gözyaşları, eşinin "Daha iyi olacaksın, her şey geçecek" derken titreyen sesi... Onlar umut vermeye çalıştıkça, Arzu kendini daha da büyük bir yük gibi hissediyordu. Onların hayatını da kendi hastalığının karanlığına çekmişti. Geceleri, yan odadan gelen boğuk hıçkırıkları duyduğunda, çaresizlik bir pranga gibi ruhuna kilitleniyordu. Elinden bir şey gelmiyordu; ne kendi acısını dindirebiliyor ne de onlarınkini.

Vücudu, artık ona ait olmayan bir savaş alanıydı. Hücreleri ona ihanet etmişti. İlaçlar, damarlarında dolaşan acı birer vaatti; bir günü kurtarıyor ama yarını garanti etmiyordu. Doktorların teskin edici sözleri, anlamını yitirmiş birer uğultuya dönüşmüştü. Rakamlar, raporlar, tahlil sonuçları... Arzu'nun hayatı, başkalarının yorumladığı, üzerinde kararlar aldığı bir dosyadan ibaretti. Kendi bedeni üzerinde söz hakkını kaybetmişti.

Bazen eski fotoğraflara bakıyordu. O gür saçlı, yanakları al al, gözleri hayatla parlayan kadın o muydu gerçekten? O kadının kahkahası şimdi kulaklarında ne kadar da uzak bir yankıydı. O kadın geleceğe dair ne çok hayal kurmuştu. O hayallerin hepsi, şimdi hastane koridorlarının keskin kokusunda boğulup gitmişti.

Çaresizlik, bir fırtına gibi her şeyi bir anda yıkıp geçen bir şey değildi... Arzu için çaresizlik, yavaş yavaş suyunu çeken bir topraktı. Önce umutları çatlamış, sonra hayalleri kurumuş, şimdi ise ruhu toz olup savruluyordu. Pencereden dışarı bakarken, rüzgârda sallanan yaprağı gördü. Bir zamanlar o yaprak gibiydi, hayat dalına sıkı sıkı tutunan. Şimdiyse sonbaharın ayazında titreyen, kopup düşeceği anı bekleyen solgun bir yapraktan farksızdı.

Arzu, artık sadece nefes alıyordu. Yaşamak bu değildi. Bu, her saniyesi acı ve bekleyişle dolu bir arafta kalmaktı. Ve en acısı, bu araftan çıkacak kapının nerede olduğunu bilmemekti.

Arzu ve eşi Ahmet, hastanenin otoparkından ana binaya doğru yavaş adımlarla yürüyorlardı. Her adım, Arzu'nun ruhuna batan bir diken gibiydi. Bu koridorlar, bu koku, bu bekleyiş... Sıradan bir kâbusun tekrarıydı. Ahmet, karısının koluna destek olurken yüzüne cesaret verici bir tebessüm yerleştirmeye çalışıyor, ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu.

Randevularına daha yarım saat vardı. Ahmet bir banka oturmalarını teklif ettiğinde, Arzu'nun gözü bahçenin ücra bir köşesine takıldı. Orada, dizlerinin üzerine çökmüş yaşlı bir adam, küçük bir el çapasıyla toprağı eşeliyor, özenle bir şeyler ekiyordu. Sanki ufak bir çiçek bahçesi oluşturmuş, hala ekmeye devam ediyordu. Hastanenin bakımsız bahçesinde, hayatla dolu bir vaha gibiydi bu görüntü. Adamın sırtı onlara dönüktü ama hareketlerindeki şefkat ve adanmışlık uzaktan bile hissediliyordu.

Arzu, ne olduğunu anlamadığı bir dürtüyle o yöne doğru yürüdü. Ahmet şaşkınlıkla "Arzu, nereye?" dese de onu takip etti.

Yaklaştıklarında adamın, etrafını minik çitlerle çevirdiği küçük bir alana kadife çiçekleri diktiğini gördüler. Adamın yüzündeki derin çizgiler, bir ömrün haritası gibiydi ama gözleri, toprağa her dokunuşunda bir çocuğunki gibi parlıyordu.

Arzu, fısıltıyla "Kolay gelsin amca," dedi.

Adam başını kaldırdı. Yorgun ama inanılmaz derecede huzurlu bir yüzü vardı. Gülümsedi. "Sağ ol kızım, hoş geldiniz."

Ahmet, "Burada ne yapıyorsunuz böyle?" diye sordu merakla. "Belediyeden falan mı?"

Yaşlı adam güldü. Toprakla kirlenmiş ellerini eski pantolonuna sildi. "Yok evlat, belediyeden değilim. Gönüldenim ben."

Arzu, çiçeklere bakarak, "Çok güzeller," dedi. "Neden buraya ekiyorsunuz?"

Adam, doğrulup belini tutarak Arzu'nun gözlerinin içine baktı. O bakışta ne acıma vardı ne de merak; sadece derin bir anlayış vardı.

"Hanım yatıyor yukarıda," dedi sakin bir sesle. "Bir senedir... Gelip giderken bu bahçenin cansızlığı içimi yakıyordu. Buraya gelen herkesin ruhu zaten yorgun. Bari dedim, gözleri bir renge, bir canlılığa değsin. Pencereden bakan bir hastanın, tahlil sonucunu bekleyen bir yakının içine bir anlık da olsa bir ferahlık dolsun."

Arzu donakaldı. Kendi acısına o kadar gömülmüştü ki, başkalarının da benzer yollardan geçtiğini unutmuş gibiydi.

Yaşlı adam devam etti: "Kontrol edemediğim o kadar çok şey var ki kızım... Ne doktorların diyeceğini kontrol edebilirim, ne de hanımın ağrılarını... Ama şu toprağa bir tohum ekmek, onun sulamak, büyümesini beklemek... İşte bu benim elimde. İnsanın elinde bir şeylerin olması, en büyük ilaçmış meğer."

O an, Arzu için bir kırılma anıydı. Aylar süren tedavilerin, bitmek bilmeyen tahlillerin yapamadığını, toprakla uğraşan bu yaşlı adamın birkaç cümlesi yapmıştı. Çaresizlik hissi, ilk defa o demir parmaklıklarını gevşetti. Evet, kanseri kontrol edemiyordu. Ama hayatı, sadece kanserden ibaret değildi.

Yaşlı adam, avucunda tuttuğu birkaç tohumdan birini Arzu'ya uzattı. "Al kızım," dedi. "Bu da senin çiçeğin olsun. Bir saksıya ekiver. Her sabah ona bir damla su ver. Bak gör, bir şeyi yaşatmaya çalışmak, insanın kendi yaşama arzusunu nasıl kamçılıyor."

Arzu, o küçük, kuru tohuma bakarken gözleri doldu. Bu, bir tohumdan çok daha fazlasıydı; bu, kaybolan umudun bir sembolüydü.

Kontrole girdiklerinde, Arzu artık aynı kadın değildi. Doktoru, sonuçların stabil olduğunu, hatta bazı değerlerde ufak bir iyileşme görüldüğünü söylediğinde, ilk defa yürekten gülümsedi. Bu haber artık bir sonraki kontrole kadar kazanılmış pamuk ipliğine bağlı bir zaman değil, yeni bir başlangıç için verilmiş bir işaretti.

Hastaneden ayrılırken Ahmet, karısının yüzündeki değişimi fark etmişti. Sessizdi ama bu, umutsuzluğun değil, kararlılığın sessizliğiydi. Arzu, avucunda sımsıkı tuttuğu tohuma bakıyordu.

Eve geldiklerinde yaptığı ilk iş, balkondaki eski bir saksıyı bulup toprakla doldurmak oldu. İsmail Amca'dan (adını sonradan öğrenmişti) aldığı o tek tohumu, dualarla toprağın kalbine yerleştirdi.

O günden sonra Arzu için her şey değişti. Artık sabahları pencerenin kenarındaki o koltuğa çöküp çaresizce dışarıyı izlemiyordu. Uyanır uyanmaz balkona koşuyor, toprağı kontrol ediyor, o minicik tohuma "Günaydın" diyordu.

Arzu, artık sadece hastalığının bitmesini beklemiyordu.

O, ektiği tohumun yeşermesini bekliyordu. Ve bu, her şeyi değiştirmişti.

Balkonda, saksıdaki toprağın nemini parmağının ucuyla kontrol ettiği bir öğleden sonraydı. Telefonun zil sesi, evin içindeki sessizliği bir bıçak gibi kesti. Arayan, lise yıllarından kalma, uzun zamandır sadece özel günlerde mesajlaştığı arkadaşı Figen'di.

"Arzucum, canım, nasılsın? Duydum durumu, o kadar üzüldüm ki..."

Figen'in sesi her zamanki gibi telaşlı ve enerjikti. Arzu, alışkın olduğu "Geçmiş olsun" telefonlarından biri olduğunu düşünerek yorgun bir tebessümle teşekkür etti. Ancak Figen'in bambaşka bir gündemi vardı.

"Bak canım, şimdi beni iyi dinle. Sakın bu modern tıbbın kölesi olma. Bedenin kendi kendini iyileştirme gücü var, anlıyor musun? Enerjini yükseltmen lazım. Ben geçenlerde bir seminere katıldım, mucize gibi bir şey! Alternatif tedaviler, şifalı bitkiler ve en önemlisi... Doğru nefes!"

Arzu, içinden bir bıkkınlık dalgasının geçtiğini hissetti. Bu süreçte ne çok "mucizevi" tavsiye duymuştu... Amazon ormanlarından gelen bir bitki,

alkali su diyetleri, asla ulaşılamayan şifacılar... Hepsi iyi niyetli ama yorucu önerilerdi. Figen'i kırmadan telefonu kapatmanın yollarını düşünürken, Figen'in bir cümlesi dikkatini çekti.

"Her şey nefeste gizli Arzu! Bedenine yanlış komutlar veriyorsun. Korkuyla, sığ nefesler alarak hastalığı besliyorsun. Ama derin ve doğru nefeslerle hücrelerine yaşam enerjisi yollayabilirsin. Oksijen, en büyük şifacıdır!"

"Doğru nefes..."

Bu iki kelime, Arzu'nun zihninde farklı bir kapıyı araladı. Bu, Figen'in bahsettiği şifalı otlardan ya da pahalı seminerlerden farklıydı. Bu, yine İsmail Amca'nın felsefesine çıkıyordu: Kontrol edebileceği bir şey! Kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Nefesi, kendisinindi. Tıpkı toprağa bir tohum ekmek gibi, bu da kendi elindeydi.

Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece durdu. Ahmet, karısının dalgın halini görünce yanına geldi. "İyi misin hayatım? Kimdi arayan?"

"Figen," dedi Arzu. "Liseden..." Sonra tereddütle ekledi: "Alternatif tedavilerden bahsediyordu... Nefes terapisinden."

Ahmet'in kaşları hemen çatıldı. Koruyucu bir tavırla, "Arzu, doktorumuz ne diyorsa o. Lütfen böyle şeylerle umutlanıp sonra hayal kırıklığı yaşama. Biz bilimsel yoldan ilerliyoruz," dedi.

Arzu, eşinin elini tuttu. Bu kez sesinde o eski çaresizlik yoktu, aksine sakin bir güç vardı.

"Biliyorum Ahmet. Tedavimi bırakacak değilim. Bu bir mucize aramak gibi değil... Bu, İsmail Amca'nın dediği gibi... Kontrol edebileceğim bir şey daha bulmakla ilgili. Sadece bu."

O akşam, güneş batarken Arzu yine balkonuna çıktı. Saksısının yanına bir minder koyup oturdu. Gözlerini kapattı ve sadece nefesine odaklandı. Önce zordu; aklına binbir türlü düşünce üşüşüyordu. Ama sonra, Figen'in dediği gibi derin bir nefes aldı. Havanın ciğerlerini dolduruşunu, her bir hücresine ulaştığını hayal etti. Nefesini verirken de sadece

karbondioksiti değil, içindeki korkuyu, yorgunluğu ve acıyı da dışarı üflediğini düşündü.

Bu, on dakikalık bir eylemdi. Ama bittiğinde, Arzu kendini aylardır hissetmediği kadar hafif ve dingin hissediyordu. Ağrıları sihirli bir şekilde yok olmamıştı ama zihnindeki o ağır, karanlık bulut biraz olsun dağılmıştı.

Artık Arzu'nun yeni bir rutini vardı.

Her sabah ve her akşam, saksısındaki tohuma su verdikten sonra, yanına oturup nefes egzersizi yapıyordu. Her nefes alış, saksıdaki o tohuma verdiği bir damla su gibiydi. Biri topraktaki canı, diğeri kendi içindeki canı besliyordu. Bu, onun sessiz isyanı, en kişisel ilacıydı.

Tıbbi tedavisi, topraktaki tohumu ve kendi nefesi...

Arzu, çaresizliğe karşı kendi kalesini tuğla tuğla örüyordu. Artık o, rüzgârda savrulan bir yaprak değil, köklerini toprağın ve kendi ruhunun derinliklerine salan bir fidandı. Ve en önemlisi, büyümeye kararlıydı.

Kontrol günü yine gelip çatmıştı. Ama bu kez Arzu ve Ahmet hastaneye giderken içlerinde o eski, boğucu endişe yoktu. Elbette bir gerginlik vardı ama bu, fırtına öncesi bir sessizlik değil, toprağa düşen tohumun yeşermesini bekleyen bir çiftçinin sabırlı sükûnetiydi. Sonuç ne olursa olsun, Arzu artık hayatının kontrolünü rakamlara ve raporlara teslim etmeyecekti.

Doktorun odasına girdiler. Doktor Hakan, her zamanki gibi dosyaları inceliyor, bilgisayar ekranındaki görüntüler arasında geçiş yapıyordu. Fakat bu kez yüzünde her zamanki profesyonel ifadesi yoktu; yerini şaşkınlık ve neredeyse inanamayan bir hayret almıştı. Gözlüğünü çıkarıp masaya bıraktı, arkasına yaslandı ve uzun bir süre sessizce Arzu'ya baktı.

Bu sessizlik, Arzu ve Ahmet'in kalbinin daha hızlı çarpmasına neden oldu. Kötü bir haber mi vardı?

Sonunda Doktor Hakan konuştu. Sesi, sanki ilk defa karşılaştığı bir durumu anlatır gibiydi.

"Arzu Hanım... Ahmet Bey..." dedi yavaşça. "Ben yirmi beş yıllık hekimim. Binlerce vaka gördüm. Ama bu... Bu başka bir şey."

Tekrar önündeki raporlara baktı, sanki gözlerinin onu yanılttığından emin olmak ister gibiydi.

"Bu bir mucize," dedi net bir sesle. "Kanserli hücreler... Neredeyse tamamen yok olmuşlar. Vücut, inanılmaz bir şekilde kendini temizlemiş. Tıbbın açıklayabileceği bir hızın çok ötesinde bu. Lütfen söyleyin bana, ne yaptınız Arzu Hanım? Farklı bir tedavi mi uyguladınız? Bize söylemediğiniz bir şey mi var?"

Odanın içinde zaman durdu. Ahmet, elleriyle yüzünü kapattı, omuzları sarsılarak sessizce ağlamaya başladı. Bu, aylardır tuttukları acının, korkunun ve kederin boşaldığı bir sevinç seliydi.

Arzu'nun gözlerinden de yaşlar süzülüyordu ama yüzünde tarifsiz bir sükûnet vardı. Doktora baktı ve usulca gülümsedi.

"Sizin tedavinizden hiç şaşmadım, doktor bey," dedi yumuşak bir sesle. "İlaçlarımı harfiyen aldım, tavsiyelerinize uydum." Bir an duraksadı, doğru kelimeleri aradı.

"Ama... Sanırım başka bir şey daha yaptım. Ben... Ölmeyi beklemekten vazgeçtim. Rabbimden aldığım güçle yaşamayı seçtim.”

Doktor merakla dinliyordu.

"Eskiden her günüm, hastalığımın bir sonraki hamlesini beklemekle geçiyordu. Vücudumu bir savaş alanı, kendimi de o savaşın çaresiz bir esiri gibi görüyordum."

Gözü, pencereden görünen gökyüzüne daldı.

"Sonra bir gün... Bir şeyi yaşatmaya karar verdim. Küçücük bir tohum ektim. Her gün ona su verdim, onunla konuştum. O benim sorumluluğum oldu. O tohumu yaşatmak, kendi hayatıma sahip çıkmak gibiydi. Sonra nefesimi fark ettim. Vücudumun bir savaş alanı değil, benim evim olduğunu anladım. Ve evime iyi bakmaya başladım. Her nefesimde hücrelerime korku değil, yaşam gönderdiğimi hayal ettim."

Arzu, şimdi doğrudan doktorun şaşkın gözlerinin içine bakıyordu.

"Galiba... Ben kanserle savaşmayı bıraktım, doktor bey. Ben yaşamayı seçtim. Bütün mesele buymuş."

Doktor Hakan, duydukları karşısında bir süre sessiz kaldı. Elindeki kalemi yavaşça masaya bıraktı. Bu, tıp kitaplarında yazan bir formül değildi. Bu, hayatın en temel kanunuydu. Gülümsedi.

"Tıp kitaplarında bunun adı 'spontane gerileme' olarak geçer, Arzu Hanım," dedi. "Ama ben bugün buna başka bir isim vereceğim. Galiba en güçlü ilacı siz kendiniz bulmuşsunuz."

Hastaneden çıktıklarında dünya daha parlak, hava daha temizdi. Ahmet, karısına sarılıp dakikalarca öylece kaldı. Yürüdükleri o yol, artık kâbuslarının değil, mucizelerinin yolu olmuştu.

Arzu'nun eve gitmeden önce yapmak istediği tek bir şey vardı. Ahmet'in elini tuttu ve onu hastane bahçesine, o küçük, bakımlı çiçekli alana götürdü. İsmail Amca yine oradaydı, bu sefer kurumuş yaprakları temizliyordu.

Arzu'yu ve Ahmet'i görünce yüzü aydınlandı. "Hoş geldiniz evlatlar," dedi.

Arzu bir şey söyleyemedi. Sadece İsmail Amca'ya yaklaştı ve ona sımsıkı sarıldı. Yaşlı adam şaşırdı ama sonra Arzu'nun sırtını bir babanın şefkatiyle sıvazladı. Arzu geri çekildiğinde, İsmail Amca onun gözlerine baktı. Soru sormasına gerek kalmamıştı. Arzu'nun yüzündeki aydınlık, en güzel cevaptı.

"Tohum," dedi İsmail Amca gülümseyerek. "Yeşerdi mi kızım?"

Arzu, gözyaşları içinde başını salladı. "Yeşerdi İsmail Amca," diye fısıldadı. "Hem de nasıl..."

O günden sonra Arzu'nun balkonu, tek bir saksının olduğu bir yer olmaktan çıkıp renk renk çiçeklerle dolu küçük bir cennet bahçesine dönüştü.

Arzu, artık kanseri yenen bir hasta değildi. O, hayatı yeniden eken bir bahçıvandı.

Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Ağustos 2025 / Sayı 31

( Hide )
  1. İnsanın ruhuna dokunan, umudunu diri tutacak her zaman bir sebebin olduğunu hatırlatan çok güzel bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil
  2. Yazarın içtenliği, abartıdan uzak yorumları ve umudun daima var olduğuna dair verdiği his, satırlara derin bir anlam katıyor. Pek çok insanın yaşadığı bu hastalığı sade ve samimi bir dille anlatması; onu bedeninde geçici bir misafir gibi kabul edişi ve özellikle nefesin şifasına dikkat çekerek insanları doğru nefese yönlendirmesi, metni çok kıymetli kılıyor. Kelimelerin mütevazı ve içten hali, yazıya ayrı bir derinlik katmış. Yazarı gönülden tebrik ediyorum.


    YanıtlaSil
  3. Her ay hikayelerinizi heyecan ile bekliyorum.

    YanıtlaSil
  4. İnsanın ruhunu dokunan herzaman bir sebebin olduğunu hatırlatan içtenliğiğle abartısız sade ve samimi bir anlatım her hastalığın bir misafir olarak kabul edişi hayatımızın her anında başımıza gelebilecek bir olay karşısında nasıl davranmamız gerektiğini öğreten bir yazı teprik ederim yazılarınızın devamını dilerim

    YanıtlaSil
  5. Kaleminize sağlık. Kelimeleriniz doğrudan yüreğe dokunuyor, duyguları harekete geçiriyor. Tebrikler.

    YanıtlaSil
  6. Ölümü beklerken melul mahzun; yeşertenin, yaşatanın bir anda hayata dönmesi…👏

    YanıtlaSil

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447