Hüseyin Avni Cengiz Yazdı: Gemi

Edebiyat Gazetesi'nin onuncu sayısında yayımlanan Yazar Hüseyin Avni Cengiz'in Gemi başlıklı öyküsünü sizlerle paylaşıyoruz.

Okulun kütüphanesine geçtim. Kütüphanede, şu bizim sendikacı öğretmen arkadaşı bir takım dövizler hazırlarken buldum. Eylem mi var yine, diye sordum. Güldü. Ben salak mıyım, dedi. Ben ondan daha fazla güldüm. Bu bir deyimdi bu okulda. “Ben salak mıyım?” Tabii her deyim gibi bu deyimin de bir hikâyesi var. Ama şimdi zamanı değil bunun.  Bir kitap aldım elime. Pencere kenarına oturdum. Okulumuz Boğaz’a sıfır. Pencereyi açtım. Boğazın sularını yalayan rüzgâr yüklendiği soğuk su buharı baloncuklarını yüzümde patlattı. Boğaz’da uzun bir gemi sireni öttü. Rahatsız oldum. Camı kapattım.

Gemi

Kitabı açtım. Okuyacağım; vazgeçtim. Camı açtım yine. Bir motor yat geçti önümden. “Ben salak mıyım?” dedim kendi kendime ve kendi kendime güldüm. Duyurmadım döviz hazırlayan o arkadaşa gülüşümü. E tabii cılkını çıkarmamak lazım.  Boğaz’ın suları bugün daha mavi galiba. Yok, yok daha gri. Kurşunî. Sarayburnu tarafından bir demet ışık düşmüş sulara ta buralara kadar yayılmış. Sanki bir ressam, karanlık ve ışığı, beyaz ve koyu lacivert boyayı harmanlıyor tam önümüzde. Sürülmüş tarla gibi köpükler… Muhtemelen bir deniz taşıtı suları yara yara henüz geçmiş bizim okulumuzun önünden de fark etmemişim. Suları sert akıyor galiba bugün Boğaz’ın. Aslında henüz boyası kurumamış bir sulu boya tablo karşısındayım. Fakat rüzgârı rahatsız ediyor Boğaz’ın.  Okulun bahçesindeki ağaçlar sonbaharı iliklerine kadar hissediyor olmalı. Koca koca yapraklarını döküyor artık. Bahçeyle deniz arasında yürüyüş yolu var. Yaprakların yarısı okulun bahçesinin dışına dökülüyor.  Balık tutanların başına düşüyor bazıları. Hele biri var ki balık tutanların, her yaprak düştüğünde önce bahçedeki ağaçlara bakıyor sonra okula; sonra heyecanla oltasını toplamaya çalışıyor. Totem falan yapmış olmalı. Yaprak, ağaç, okul ve balık. Bahçenin beton duvarında saysam en az beş kedi vardır. Şimdi aptal gibi sayacak değilim a kedileri. Vardır işte. Bazısı bahçenin duvarından atlıyor; balık tutanların kovasındaki balıklarına kuruluyor. Balık tutanlardan bazısı pist, diye kovuyor kediyi. Bazısı küçük balıklardan atıyor kediye. Balık. Denizden yeni çıkmış balık, kolbastı oynuyor. Sonra balıkçının avucuna… Kolay teslim olur mu balık! Bazen birkaç kez avcının avucundan kurtuluyor ama kovaya girmekten kurtulamıyor. Kimi beton zeminde sürdürüyor dansını. Kimi kedilerin beş çayına meze oluyor. Kediler İngiliz mi ki balıklar, kedilerin beş çayına katık olsun! Boğaz’ın rüzgârı sert esiyor bugün. Yüzümü yakacak. Sular da çimentosu fazla katılmış cıvık bir kaba sıva kıvamında. Ne kasvetli böyle. Camı kapar gibi yaptım. 

Camı kapamaya gönlüm razı olmadı işte. Birazdan zil çalacak, bir 10 dakika teneffüs... Ondan sonra zaten derse gireceğim. En haylaz sınıfımda dersim var bugün. Perşembeleri hiç sevmiyorum bu yüzden. Yoruyorlar beni bu sınıftaki öğrencilerim. Uzaktan uzun bir  sireni geldi. Hay mübarek derdi nedir bu geminin? 

“Dıııııııııııt”… Vallahi nefesi kesilmiyor bu geminin. Kocaman bir askeri gemi. Rus gemisi olmalı. Uzaktan göründü. Etrafında kılavuz gemicikleri.  Kılavuz gemicikler, köpek balığının etrafında yaşamını sürdüren asalak balıklar gibi. Evet, bir ‘alamet’ geliyor. Boğaz karışacak birazdan. Daha doğrusu Boğaz’daki bu kargaşa bizim okulun önüne gelecek. Amatör balıkçıların hiç işine gelmemiştir herhalde; ya da alışmışlardır bu tür gemilere. Dııııııııııt, geliyor. Ne demişti büyük komutan: “Geldikleri gibi giderler.“ Şair ne demişti: “Kadınlar taş heykeller gibi gelip geçer sarı kayalardan…” Bir de derviş vardı, onun sözü neydi: “Bu da geçer ya hu.” Sahi o hikâyeyi bilir misiniz? Her şey gelir geçer. Zenginlik gelir geçer. Fakirlik gelir geçer. Keder, neşe, gemiler; gelir geçer. Hayat gelir geçer. Daha ne olsun. Ana düşüncesi buydu o derviş hikâyesinin.

Dıııııııt. Evet geliyor.

Zaman zaman İstanbul’a gezmeye getirirlerdi beni çocukken. İstanbul, bizi dünyaya ve hatta öte dünyaya bağlayan şehirdi. Yanlışın ve doğrunun, ışığın ve gölgenin aynı anda sel gibi aktığı şehir... Bilmezdik Ege’yi. Bilmezdik Kars’ı. Ani Harabeleri’ni. Diyarbakır’ı bilmezdik. Mardin’i duymamıştım mesela. Konya’yı, -Mevlana’yı-  ağabeyimin askerliğinden duymuşluğum vardı sadece. Bir de Ankara’da Hacı Bayram Camii’ni bilirdim İstanbul dışında. İstanbul bizim dünyamızın merkeziydi adeta. Kasımpaşa motorlarını anımsarım soğuk İstanbul sabahlarında. Haliç, balçıkları fokurdayan bir bataklık gibi kokardı. Bölüm bölüm petrol yağ karışımı kir öbekleri bir yükselir bir alçalırdı da akamazdı sular sanki. Motorlar, ahşap deniz taksileri gibiydi. Korkardım binerken, çok sallanırdı. Sonra soğuk ve pis suları yara yara giderdi. Başım dönerdi. Suyun rengine karar veremezdim: Siyah, beyaz, koyu lacivert… Çok sürmezdi yolculuğumuz. Bilmiyorum, nereden nereye giderdik. Ama çok bindim o motorlara. Sonra Yeşilköy’den geçerken uçakları gördüğümde elimi uzatıp, uçaklara bak, dedim de beni gezdiren büyüğüm elime vurmuştu: ”Ne o, görgüsüz gibi elini uzatıyorsun milletin içinde.” demişti. Görgüsüz olmak ayıp mı? Her şeyin bir ilki var. İlki geçtikten sonra o hareketi yapmış olsam ”görgüsüz” sıfatını hak ederdim elbet. Şimdi şu gelmekte olan devasa gemiyi elimle gösterip “Aaaa ne büyük bir gemi geliyor, bakın!” desem ne derler bana acaba?

Bir de o iki merdiven fotoğrafı hiç silinmedi zihnimden. Biri, Harem Otogarı’ndan Karacaahmet Mezarlığı’na çıkan o merdiven. Dinlene dinlene çıkardık oradan. Ümraniye’ye oradan giderdik. Diğer merdivenin yerini anımsamıyorum maalesef. Ahmet Haşim’in ‘Merdiven’ şiirini her okuyuşta bu merdivenler canlandı yıllar yılı zihnimde. Sonra ilk gençlik yılları. Sık gelirdik İstanbul’a. Eğer Ümraniye’ye gitmeyeceksek vapura biner karşıya geçerdik. Başka bir dünyaydı orası. Başka bir rüya. Eminönü, Mısır çarşısı, Sirkeci, Topkapı, Beyazıt Meydanı… Kitapçılar olurdu meydanda. Kitap alırdık oradan. Örneğin Topkapı’daki o eski garajları unutamam. Her taraf çamurdu. Ortalık seyyar kasetçi tezgâhlarıyla dolu olurdu. Aynı anda birçok tezgâhtan yükselen arabesk şarkılar otobüslerin egzoz dumanlarına karışırdı. Bir tek güfte anımsıyorum o manzaradan. Neden bu parçayı anımsıyorum? Çünkü bu arabesk şarkı değil aykırı bir ses olarak türküydü. O mekân için çok eğreti kalıyordu: “Sen gül dalında gonca/Ben dağ yolunda yonca/Sen açılıp gülersin/Ben sararıp solunca”  Sonra öğrendim ki Orhan Seyfi Orhon’un ‘Mani’ adıyla yayımladığı bir şiirmiş bu. Lise yıllarımda İzmit’ten trenle gelirdik. Haydarpaşa Garı… Ne muhteşem mimariydi o.  Devletin iyi, sıcak yönünü Adapazarı-İzmit-Haydarpaşa tren hattından bilirdik. Ucuzdu. Ulaşımı kolaydı. İnsanlar hep bizden, içimizden gibiydiler.

İstanbul bir başka dünyaydı benim için. Belki de Yahya Kemal’in bahsettiği İstanbul, o İstanbul’du işte. Bugün ne oldu o büyüye? İnsan yaşlandıkça, bir bocurgatla kuyudan su çeker gibi insanın içinden sevinçlerini çekiyorlar, demişti bir şair ağabeyim. Emekliliğime çok az kalan bu dönemimde yeniden o büyülü evreni bulurum diye geldim bu şehre. Şehrin ruhu mu söndü; ben mi değiştim? O büyülü âlem nerede? Bak karşımda dünyanın en güzel boğazı; hemen solumda yalılar… Ahşap yalılarda tadilat, yenileme hiç bitmez. Biri bitse diğeri başlar. Yalıların bazısı yıkık dökük, aile içi miras kavgalarının bitmesini ve ardından yalıda oturmayı düşleyen bir para babasını bekler. Kimi geçmiş ihtişamlı günlerin düşündedir hâlâ. Sağımda Küçüksu Kasrı… Son rötuşlar 1870’de atılmış bu binaya; ama çağını aşmış bir bina bu. Hâlâ heybet ve nezaketini aynı anda üstünde taşıyor.  Diğer tarafta modern dünyanın en güzel örnekleri kafe ve restoranlar ve fakat hemen arkada gecekondu semtleri. Bu gecekondu semtleri ne Orta Çağ ne İlk Çağ ne Yakın Çağ ruhunu taşır. Bir bozulmayı ifade eder bu mahalleler. Bir kırılmayı… Bize özgü, Şark’a özgü bir salaş kültür. Eminim Orta Çağ’da dahi görmezdik böyle bir semti. Atalarımız, doğanın ruhuna hiç müdahale etmemiş. Sarp arazilerde katırın geçtiği yoldan geçmiş ve gördüğü düzlüğe en güzel binayı kondurmuş. Ağaçlar, evler, hayvanlar, insanlar ve bulutlar öyle sarmaş dolaş olmuş ki… Öyle mutluymuşlar ki…  İşte okulumuzun hemen arkası gecekondu semti ama biraz daha ötede devasa gökdelenler. Modern bir hapishane ağırlığı bırakıyor bu muhteşem şehre. Evet, Boğaz’ın en güzel noktalarından birindeyiz ama hemen arkamızda güzel sayılabilecek tek mekân Kandilli Mezarlığı. Çok ironik.

Kandilli Mezarlığı. Kandilli ile Küçüksu arasında, Küçüksu'ya bakan yamaçtan bize bakıyor mezar taşları. Şiirde romantik; romanda realist: Recaizade Mahmut Ekrem. Ne lirik şiirler yazmıştı oğlu Nijad’a. Baba oğul onlar da bu mezarlıkta. Karşıda Aşiyan. Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı. Kırık dökük çok hatıram var bu şehirde. Büyük bir yazarın eski İstanbul’u değil elbette. Yahut bir aristokratın çocukluk anıları hiç değil. Kırık dökük, asla bir bütünlük arz etmeyen, yırtık İstanbul fotoğrafları kaldı belleğimde. Ama o zamanlar emindim ki İstanbul başka bir dünyaydı. Bir masal evrenine geçmek gibi bir şeydi İstanbul’a gelmek. Boğaz, asla bugünkü Boğaz değildi. Vapurdaki ben, şimdiki ben değildim. Havaya fırlattığımız simit parçalarını havada kapan martılar şimdiki martılar değildi. O simit, bugünkü simit değil, o simidin unu bugünkü un değildi. Unun buğdayı dahi şimdiki buğday değildi. Eminim değildi. Dedim ya başka bir âlemdi o. Çocukluğumdaki o heyecanı vermiyor maalesef bu şehir bana. Sanki şehrin büyüsü, Tevfik Fikret’in Sis’iyle örtülmüş, kaybolmuş. Evet, gemi geliyor.  Askeri bir gemi bu. Güvertede nöbet tutan askerler var. Topların başında. Ellerinde piyade tüfekleri. Put gibi duruyorlar. Deniz sarsmıyor mu onları? Güvertenin bir köşesinde bir öbek asker ‘Hazır ol! ‘da bekliyor; komutanları nutuk çekiyor olmalı onlara. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyor. Ağır ağır ilerliyor gemi. Gemi de çok heybetliymiş. Çok heybetli çok. Neredeyse yirmi otuz metre önümüzden geçiyor. Çok güçlü, üç boyutlu sinema etkisi yaratıyor bende. Balıkçılar oltalarını topladılar, geminin geçmesini bekliyorlar. Geminin alt katlarında ek güverteler var. Balkonlar gibi…  İnsanlar telaşlı. Yine aşçı kıyafetli gemiciler de asker gibi toplanmış, şefleri direktifler veriyor onlara.  Geminin mutfağının terası olmalı orası. Bunlar asker kökenli mi yoksa sivil mi? Aşçılar sivilse maaşları nasıldır acaba? Ne bileyim ben. Bu gemide çarşı pazar dahi vardır. Orta Çağ kalelerinden neyi eksik geminin? Korkan kediler, okulun bahçesine atlıyor teker teker. Bir iki tanesi Atatürk büstünün altına sığındı. Okulun duvarına bakıyorlar ürkek ürkek. Sular köpüklendi. Dalgalar küçük gemicikleri yutuverecek. Kütüphanenin kapısı açıldı. Sendikacı öğretmen arkadaş geldi. Eee, demiştim, o zaten buradaydı, ne zaman çıktı da şimdi tekrar girdi kütüphaneye? Ben salak mıyım? 

Şu deyim de neyin nesi: Aslında ben de yeni öğrendim bu deyimin hikâyesini. Bu sendikacı öğretmenin yaşadığı bir olaydan doğmuş bu deyim. Geçen yaz tatilinde bir maceracı yakını motor yatıyla tatile götürmüş bizim sendikacıyı. Hatta Okyanusu mu aşmışlar ne!  Giderken iyiymiş de dönüşleri çok sıkıntılı olmuş bu iki kafadarın. Motor yatın tahliye pompaları bozulmuş. Bir de uzun süren bir fırtınaya yakalanınca bunlar başlamışlar yata dolan suları elle boşaltmaya. Tabii sadece yata dolan su değil ki mesele. Neredeyse üç gün çalışmaktan canları çıkmış. Bizimki ara sıra kestirmiş ama diğeri hiç durmadan çalışmış. Fırtına biraz sakinleşince demiş ki bizimkine, benim biraz uyumam lazım. Sen duruma göre tahliyeye devam et. Neyse adam uyumuş ama o kadar bitkinmiş ki uyurken bile sürekli sayıklamış. Ama nereden baksan yedi-sekiz saattir de uyumaktaymış. Bu arada fırtına yine ağırlaşmış. Gemiciklerini sular basmış yine. Bakmış bizimki dayanamayacak uyandırayım bari şu bizim kaptanı yoksa batacağız, demiş. Uyandır uyandır adam uyanmaz. O kadar yorgun ki. Hafif elle şamarlamış uyuyan kaptanı uyandırmak için. Kaptan gözlerini açmış. Öfkeli öfkeli söylenmeye başlamış:  “Böyle kişileri misafir alıyoruz gemiye sonra her seferinde dayak yiyoruz bunlardan. Bu nedir be!”, demiş. Bizimki de şaşkın, ne dayağı yahu gemi batıyor; uyan yardım et bana, deyince: Adam delirmiş. Gemi batıyor da ben uyuyorum öyle mi? Sabaha kadar benim ne yaptığımı sanıyorsun sen? Ben salak mıyım! Ben salak mıyım! Salak mıyım ben! Gemi batıyor da ben uyuyorum he! Salak mıyım!... Zavallı fakir, uyurken dahi rüyasında gemiyi kurtarmaya devam etmiş meğerse. Hikâyenin gerisini bilmiyorum. Bu hikâyedeki kaptan bana, geçen günü kıyıdaki banketlere teker teker uğrayıp orada oturanlara ” Deli var, deli var deli, deli geldi…” diye söylenen adamı anımsatıyor nedense.

Şimdilik sadece bu okulda kullanılıyor bu deyim ama olsun... Her neyse, başımla selam verip bu arkadaşa tekrar Boğaz’a dönmeden elimdeki kitabı raftaki kitapların yanına fırlattım, durduğum yerden. Ben salak mıyım, dedim muzip bir gülümsemeyle.

Dıııııııııt.

Merakla dışarıyı seyrediyor oluşuma anlam veremeyen sendikacı öğretmen arkadaş, pencereye yanıma geldi. Hayırdır bir durum mu var Boğaz’da, dedi. Yok, dedim; baksana ne büyük gemi geçiyor. Burun kıvırdı. Alışmış tabii. Ee okyanusta ne gemiler görmüştür bu! Ayrıca benden çok daha önce bu okulda göreve başlamış. Benim gibi görmemiş değil ya. Neresi büyük bu geminin, dedi. Bir lokma bir şey… Peh.

-Evet, dedim; bir lokma geçiyor Boğaz’dan.

-Bütün mesele bu değil mi zaten, dedi.

Nedir, dedim.

-Boğaz’dan geçen bir lokma.

Bu sefer “Ben salak mıyım!” deyimi yerine “Sen salak mısın!” diyesim geldi bu deyimci arkadaşa; ama soramadım. Eee, bu sefer de efendilik bizde kalsın, değil mi ya!

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447