Çocuklar Hep Doğruyu Söyler Belgeselinin Galası Yapıldı

Alfa kuşağına dair ülkemizde çekilen ilk belgesel olan “Çocuklar Hep Doğruyu Söyler” 6-13 yaş arası farklı şehirlerde yaşayan çocukların arkadaşlarına, iklim krizine, teknolojiye ve daha birçok güncel konuya dair düşüncelerini ekranlara taşıyor.

Çocuklar Hep Doğruyu Söyler, belgesel,sinema,sanat,axa sigorta

AXA Sigorta, “İnsanlığın gelişimi adına insanlık için değerli olanı korumak” marka amacına yönelik çalışmalarını sanat alanında yeni bir proje ile sürdürüyor. Türkiye’nin öncü sigorta şirketi AXA Sigorta, ödüllü belgeselci Tuluhan Tekelioğlu’nun yeni belgeseli “Çocuklar Hep Doğruyu Söyler”projesinin hayata geçmesine katkıda bulundu. Alfa kuşağından çocukların hayata bakışını ve algılayışını, taleplerini, kaygılarını ve hayallerini ortaya koyan belgesel Türkiye’de alfa kuşağını konu alan ilk çalışma oldu. “Çocuklar Hep Doğruyu Söyler”in 26 Ocak’ta Kanyon’da gerçekleştirilen galasına AXA Sigorta CEO’su Yavuz Ölken, yönetmen Tuluhan Tekelioğlu, şirket yöneticileri, sigorta ve sanat camiasından davetlilerin yanında belgeselde görüşlerini paylaşan çocuklar ve aileleri de katıldı.  “Çocuklar Hep Doğruyu Söyler” belgeselinin yönetmeni Tuluhan Tekelioğlu, şunları söyledi: “Alfa kuşağını kendisinden tanıyacağımız Türkiye’deki ilk belgeseli hayata geçirmiş olmak çok heyecan verici. Antakya’dan Zonguldak’a, Mardin’den İstanbul’a 6-13 yaş arası 20 çocuk, aşk, siyaset, para, iklim krizi, gelecek planları, eğitim, sosyal medya, dijitalleşme ve çözüm önerileri gibi birçok konuda düşüncelerini filtresiz, olanca doğallığında paylaştılar. Çocukların beklentileri yetişkinlerden çok başka çünkü dünyanın geleceği tüm sorumluluklarıyla üzerlerine yığılacak. Bu belgeselle Anadolu’ya, Alfa kuşağı bireylerine doğru bir yolculuğa çıktım. Belgeseldeki çocuklarla aramızda çok kuvvetli bir bağ oldu. Bu akşam da kendilerini sinema perdesinde izlediler, bazıları ilk kez sinema gördü. Bu filmde söylenen her şeyi yetişkinler dikkatle izlesinler, çünkü çocuklar hep doğruyu söyler. Bu yolculukta katkılarından ötürü AXA Sigorta’ya da teşekkür etmek istiyorum.” 

AXA Sigorta CEO’su ve Yönetim Kurulu Başkan Vekili Yavuz Ölken ise şu açıklamalarda bulundu: “AXA Sigorta olarak, insanlığın gelişimi adına insanlık için değerli olanı korumak anlayışıyla hareket ediyor ve bu anlayışla sağlık, spor, gençler, girişimcilik ve sanat gibi birçok farklı alandaki gelişmelere de katkı sağlıyoruz. “Çocuklar Hep Doğruyu Söyler”, henüz çok tanımadığımız bir jenerasyona, Alfa Kuşağı’na dair de bir pencere açıyor. Alfa Kuşağı’yla ilgili gelecekte hem sanat alanında hem de iş dünyasında daha çok konuşacağız. Bu yeni jenerasyona dair bilgimiz ve perspektifimiz her geçen yıl daha da genişleyecek. AXA Sigorta olarak, geleceği şekillendirecek kuşakları daha iyi anlamayı ve onların hayallerine katkıda bulunmayı önemsiyoruz.  Cumhuriyetimizin 100. yılında, bizlere umut ve ilham veren çocuklarımıza daha çok kulak vererek kendimizi geleceğe hazırlayacağız. Bu ülkede yetişen çocuklarımızın geleceğimizin güvencesi olacağından eminiz. Tuluhan Tekelioğlu’nun hayata geçirdiği bu önemli belgeselimizi Cumhuriyetimizin 100. yılının bu ilk günlerinde çocuklarımıza armağan ediyoruz.”

İnsan Nasıl Hayatta Kaldı Beyaz Baykuş Yayınları’ndan Çıktı

İnsan iki ayağı üzerinde doğrulduğu günden itibaren hayatta kalmanın yolları üzerine düşünmeye başladı. Bu yollar asırlar önce bir vahşi hayvan saldırısından kurtulmanın yöntemleri üzerine çeşitlenirken Ortaçağ’da vebadan, kıtlıktan ya da savaştan kaçmak üzerineydi.

Andrew Doig, İnsan Nasıl Hayatta Kaldı, Beyaz Baykuş Yayınları

Günümüzde ise ölüm nedenlerimiz kalp yetmezliği, kanser, felç ve demans gibi farklı hastalıklar yüzünden… Peki, ölüm sebeplerimiz neden bu kadar değişti? “Hastalıktan veya şiddetten ölümün herhangi bir yaşta herkesi vurabileceği ve kıtlığın sadece bir veya iki başarısız hasat uzakta olduğu bir dünyadan, birçok ülkede gıda eksikliğinden ziyade ifratının daha büyük sorun olduğu ve altmış yaşından önce gerçekleşen ölümlerin şok edici derecede genç olarak görüldüğü bir dünyaya ulaştık. Yaşam şeklimiz çok değişti ve bu, nasıl öldüğümüze de yansıdı. Bu kitabın amacı, bunun nasıl olduğunu göstermektir.” Ortalama yaşam süresi arttıkça kalp hastalığı, felç, akciğer hastalığı, diyabet ve kanser daha önemli hale gelirken, değişen yaşam tarzlarımız da onları teşvik etmede önemli bir rol oynadı. Artık çok fazla yemek, özellikle de abur cubur yiyoruz; zararlı maddeler kullanıyoruz, sigara içiyoruz, aşırı alkol tüketiyoruz ve egzersiz yapmaktan kaçınıyoruz. Yine de daha uzun yaşamaya devam ediyoruz ve bu da Parkinson, Alzheimer ve diğer demans türleri gibi yaşlılarda sıklıkla görülen nörodejeneratif hastalıkların yaygınlaşmasına yol açıyor. “Günümüzdeki yaşama ve ölme biçimlerimizi incelemenin yanı sıra geleceğe de bakacağız ve kök hücre, organ nakli ve genetik modifikasyon gibi yeni teknolojileri kullanarak mevcut ölüm nedenlerinin çoğunun ortadan kaldırılacağı bir sonraki sağlık devrimine nasıl girmekte olduğumuzu göreceğiz. Bu nedenle, insanların ölüm nedenlerinin ve bunların birçoğunun üstesinden nasıl geldiğimizin hikâyesi, aynı zamanda artan tıbbi bilginin ve daha iyi hale gelen sosyal organizasyonun, başarının ve geleceğe bakmanın, vaatlerin hikâyesidir.”

Nisan Kumru TDK Yazım Kurallarını Seslendirdi

TDK'nin güncel yazım kurallarını tam metin olarak seslendiren Nisan Kumru, yazar, yazar adayları ve editörlere çok faydalı olacak bu çalışmasını Youtube kanalından paylaştı.

Nisan Kumru, Yazım Kuralları

Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler, Bitişik Yazılan Birleşik Kelimeler, Bağlaç Olan ki’nin Yazılışı, Bulunma Durumu Eki -da / -de’nin Yazılışı  gibi otuz dört seslendirmenin bulunduğu videoları mutlaka dinlemenizi öneriyoruz.

Zeynep Tütüncü Güngör Kitabında Zeki Müren’i Anlatıyor

Yarım asra yakın süre boyunca toplumun göz bebeği olmuş ve her kesimin sevgisini, takdirini kazanmış bir sanatçı olan Zeki Müren’in gözlerimizin önünde alkışlarla, ışıltı içinde yaşadığı hayatının hepimizin merak ettiği diğer yüzü bu kitapta.Nezaketle ve zarafetle yaşanmış bir ömrün bilinmeyen hikâyesinin anlatıldığı Zeki Müren - Eskimeden Yenilenmeyi Bilen Başarır Destek Yayınları’ndan çıktı.

Zeynep Tütüncü Güngör, zeki müren, destek yayınları, kitap

Türkiye’nin en avangart, en iddialı ikonlarından biridir Zeki Müren… Yarım asra yakın süren sanat hayatında pek çok ilki gerçekleştirerek, Türkiye’de gazino ve eğlence anlayışına yepyeni bir boyut kazandırdı. Göz alıcı sahne kostümleriyle, sıra dışı tarzı, taviz vermediği kuralları ve eşsiz icrasıyla 1950’li yıllardan 1990’lı yıllara kadar hep gündemde kalmayı, hayranlık ve saygı uyandırmayı başardı.Türkiye’nin hem Paşa’sı hem Sanat Güneşi oldu Zeki Müren. Sahnede bir kez olsun arkasını dönmediği seyircilerinin gönlünde taht kurdu. Onun çok merak edilen, bilinmeyen, bir yanıyla şatafatlı, diğer yanıyla yapayalnız ve mütevazı yaşamöyküsünü soluksuz okuyacaksınız…

Zekeriya Çakabey: Hayat Çok Kısa Kitaplar Alabildiğine Fazla

Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?

1955’te Kahramanmaraş’ta doğdum. Lise son sınıfa kadar Kahramanmaraş’ta, son sınıfı Gaziantep’te okudum. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nden sonra AÖF. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldum. Çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlük yaptım. İki defa Almanya, bir defa Romanya’ya gittim. Şimdi Kahramanmaraş’ta Mesder (Maraş edebiyat sanat derneği) ikinci başkan, düşeyaz yönetimindeyim. Düşeyaz, Alkış, Yarpuz, Açıkkara, Kırmızı Edebiyat, Dergizân dergilerinde şiir ve hikâyelerim yayınlandı. Manşet gazetesi Fresh radyosunda “Düşeyaz Edebiyat Sohbetleri” programları yaptık. Şu anda ise Tv 46’da MESDER adına “Gül Vakti Edebiyat Sohbetleri” programına başlıyoruz. İki hikâye (Vişne Reçelini Hiç Sevmem ve Yalnızlığa Düşen Cemre) bir şiir kitabım (Uçurtma Yalnızlığı) Kırmızı Leylek Yayınları'ndan çıktı.

Zekeriya Çakabey, Uçurtma Yalnızlığı, Kırmızı Leylek,

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunda kimler destek oldu?

Yazarlık benden başlıyor, toplumun temel yapısı aile, gelecek olan gençlik, bunların üzerinde ikame ettiği toprak ve bütün mazlumların yaşadığı dünya. Ölüm ve sonrası.  Goethe’nin dediği gibi; “Her yaratılmış olanda bir şifre vardır. İnsan bu şifreyi çözmek zorundadır. Şifreyi çözmenin tek yolu Tanrı’nın eliyle yazılmış olan doğayı okumaktır.” Sanatçının görevi budur. Başta daima yazma konusunda beni dik tutan, motive eden Yakup Kaya ve Zekeriya Gül’dü. Ben üşenirken beni denize atansa rahmetlik MESDER Kurucu Başkanı H. Ali Özturan oldu.

Edebiyat yolculuğunuzu ve son kitabınız Uçurtma Yalnızlığının ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?

Liseli yıllar gençlerin genellikle duygusal şiirler yazdığı dönemlerdir. Benimki de böyle başladı. Ama bu duygu yüzde doksan kişide yaz günü yağmuru gibi gelir geçer. Kimileri duygusal şiirlere devam etseler bile onlardaki aşk başka tema ve konulara evrilir. Bu vatan olur, bayrak olur, zulüm olur, işkence olur, doğa olur yani her şey olur. Bende de yaşadığımız çağın gereği gerek ülkemde gerekse dünyada olanlara göz yummam olamazdı. Irak işgaliyle başlayan, “Kurgu,” adlı şiir çalışması yaza boza bugüne kadar geldi. Bunun yanında Asya, Afrika, Orta Doğu kısacası tüm dünyada olan haksızlıklar ve zulüm dizelerde yerini buldu. Benim ilk düşüncem şiirle edebiyat dünyasına girmekti. Ama iyi ki gecikmiş, gecikmese idi erken doğum derdim. Kapak resmi de tesadüflerin tanışmasıyla ortaya çıktı. Yasin Mortaş Bey’e çok teşekkür ediyorum. Hep yanımda oldu. Mutluydum, üçüncü kitabım ama ilk şiirim dünyaya gelmişti.

Kitabınızı okuyacak okurları neler bekliyor? Okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Haksızlık, zulüm, sömürü, katliam, sevgi vb. benzer temalardan yola çıkarak din, dil, ırk ayrımı yapmadan yeraltı zenginliklerinin olduğu mazlum milletlerin emperyalizm sömürüsü ve oyunlarına karşı dizelerdeki başkaldırış ve haykırışları. Demokrasi, insan hakları gibi göstermelik kalan ve çifte standart uygulayan emperyalist devletlerin gerçek yüzünün görmelerini.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazar ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben okumaya AŞJŞ Cronin’in “Üzüntülü Yıllar” adlı romanıyla başlayabilirim. Türkçe öğretmenimiz rahmetlik Şevket Yücel Bey’di bize okuma ve yazma aşkını veren. Başucu kitaplarımdan hangi birisini sayayım. İlk ezberlediğimiz şiirler Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Ahmet Nihat Asya, Necip Fazıl, İsmet Özel, Sezai Karakoç, Ahmet Haşim ve Yunus Emre, Fuzuli. Karacoğlan şiirleri köy kültürüne çocuklukta başlar. Batı klasik şair ve yazarları okumaya erken başladım. Sefiller’en tutunda Harp ve Sulh, Delikanlı, Yüzbaşının Kızı, Bu Ülke. Kaplan’ın Şiir Tahlilleri, Alim Kahraman Modern Türk Hikâyesi, Murat Belge Şairanedden Şirsele, Edebiyat Ortamı şiir ve hikâye yıllıkları. İsim çok.

Son kitabınıza dair okur ve eleştirmenlerden nasıl bir dönüş bekliyorsunuz?

Son kitabım Uçurtma Yalnızlığının dönütlerinin olumlu olacağını düşünüyorum. Çünkü bu şiirlerin ortaya çıkışı bir günde olmuş hadiseler değil. Yıllardan beri yaşanmışlıkların yazarın kendi gerçekliğinde mayalandıktan sonra ortaya çıkış. Ayrıca başlangıcından bugüne defalarca değişime ve yapıcı eleştirilerle Yeni şeklini almış çalışmalar. Eğer okur okuduğu zaman kendi algısı ve zihinsel değerlendirmesiyle değişik kişilerde değişik yorumlara uğrayacak kısmen kapalı bir çalışması. Karacaoğlan Kütüphanesindeki analiz çalışmasından geçer not aldı ve beğenildi. Bu bizi memnun etti.

Üzerinde çalıştığınız bir kitabınız var mı?

Evet. Eğitim hikâyelerim bitmek üzere. Burada yalnız eğitimde görülen eksiklikler verilmeye çalışılmaktaır. Ve çok istediğim ve karalamasını yaptığım küçürek hikâyelerin bir denemesi MESDER çalışmamız olan Gül Vaktinin ilk sayısında yerini alıyor. Bu da benim ayrı bir mutluluğum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Bol okuyun diyorum. Siz farkında olmasanız bile özümsediğiniz her eser davranış ve ilişkilerinizde kendini gösterecektir. Bakış açınıza ve düşüncelerinize yön verecektir. Sizin bu değişimi gözlemlemeniz belki de mümkün değildir. Bunu değişen zamana ve yaşa bağlarsınız. Bir de her kitabı değil gerek gördüğünüz, beğenilen kitapları seçin. Hayat çok kısa, kitaplar alabildiğine fazla. Okumak yalnız kitapları değil, kitaplar size bakış açısını ve yorumlamayı getirir. Neden sonuç ilişkisini getirir. O zaman etrafınızda okunacak ne kadar kitap oluğunu anlarsınız. Selamlar.

Tüylü Bir Uzaylı Macerası Halfeti Çıktı

Dört arkadaş ve uzaylı kedi Felis’in yolu bu kez, Şanlıurfa’nın siyah gülüyle ünlü Halfeti’sine düşüyor. Kötülere karşı birlik olmanın önemine, gizemli yöresel değerlere odaklanan roman, sıradışı karakterleri ve sürükleyici anlatımıyla her yaştan okuru unutulmaz bir serüvene davet ediyor. 

Tüylü Bir Uzaylı Macerası, Halfeti, Sabri Safiye

Uzayda iletişim, arkeolojik kazılar, kültürel miras ve efsaneler gibi merak uyandıran konuların yanı sıra arkadaşlığın, eşitliğin ve iyiliğin gücünü duyumsatıyor. Kışın yaşadıkları maceranın ardından yaz tatilinin tadını çıkaran Dilek, Rıza, Mert ve Belma, uzaylı kedi Felis’in hediyesi Jelibüs’le dünyayı gezmektedir. Ancak tehlike geçmemiştir. Motosikletli dostları Işık ortadan kaybolunca, araştırmaya koyulurlar. Ulaştıkları Halfeti’nin, sulardan ağaçlara yürüyen sırlarından ve yeni dostluklardan habersiz, boylarından büyük işlere kalkışırlar. Uzayın derinliklerindeki Felis’se dünyalı dostlarının başına gelenlerden habersizdir… 

Sabri Safiye: 1961’de Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra uzun yıllar film sektöründe yönetmen yardımcısı, yönetmen ve yapımcı olarak çalıştı. Bir dönem özellikle animasyon konusuna yoğunlaştı. 2010’da bu çalışmalarını sonlandırarak deneyimlerini üniversite öğrencileriyle paylaşmaya başladı. Sonraki on yıl boyunca aşçılık yapan Sabri Safiye, 2009’dan başlayarak göçmenler, özellikle kadın ve çocuklar için yürütülen projelerde aktif olarak yer aldı. Saha çalışmalarında kullanılmak üzere yazdığı çocuk kitabı Aydaki Tavşanlar, Claude Léon’un desenleriyle Türkçe ve Arapça olarak ikidilli yayımlandı (2021). Kayıp bir kedinin peşine düşen dört arkadaşın hikâyesini anlatan Tüylü Bir Uzaylı Macerası’nı (2022), ikinci kitabında (2023) bambaşka bir coğrafyada, Şanlıurfa’nın Halfeti’sinde, Fırat’ın gizemli sularında sürdüren yazar, İstanbul’da yaşıyor; bir oğlu var.

Heidegger Ben Fırlatılmış Olanaktır Okuyucuyla Buluştu

Destek Yayınları Felsefe Serisi’nin yeni kitabında Beril Şen varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Martin Heidegger’i anlatıyor. “Heidegger, hayatı boyunca ‘Varlık nedir?’ sorusunun peşinden gitmiş ve bu soruya adadığı ömründe sanat, dil, metafizik, tarih, teknoloji gibi konularda, yüz yıl sonra bile hâlâ tartışmaya değer güncel fikirler bırakmıştır.”

Beril Şen, Heidegger Ben Fırlatılmış Olanaktır, Destek Yayınları, kitap

Felsefe düşünme ile değil ruh haliyle başlar. “Varlık nedir?” diye soran Heidegger ardından kendisini hiçbir kelimenin giremeyeceği en karanlık noktaya fırlatır, sorusunun cevabını orada bekler. Hiçliğe çakıldığında var olmaktan duyduğu kaygı öyle güçlü bir ışığa dönüşür ki tüm saklı kalanları aydınlatır. Modern insanın problemlerine antikçağın zihniyle yaklaşan Heidegger, kutsalların, emin olunanların aslında en az bilinenler olduğunu ortaya serer. Ne yapsak içinden çıkamadığımız problemleri, hayata dair büyük soruları kendi kendilerini çözümlemeleri ve açığa çıkarmaları için serbest bırakmayı öğretir. Kelimelerle oyun oynar gibi yazdığı eserleriyle sanki açıklamak değil de hatırlatmak isteyen Heidegger, başta insan olarak kendimizle ardından ilişki kurduğumuz her şeyle olan bağımızı biz farkına varmadan geri dönülemez biçimde sarsar.

Bir Osmanlı Şehri Manastır Çıktı

Selenge Yayınları'ndan çıkan kitabın editörlüğünü Bilal Yakup yaptı. Çok değerli bilgilerin yer aldığı eser okuyucuları şu satırlarla selamlıyor: Manastır kadim bir şehir. Türklerin 14. yüzyılda bölgeye gelişi ve fetihleri sonrasında şehrin Osmanlı medeniyetinin bir parçası haline gelmesi kolay olmayacaktır.

Galip Çağ, Bir Osmanlı Şehri, kitap

Ancak 15. yüzyıl sonlarına dair erken dönem kayıtlarında bu dönüşümün oldukça güçlü bir şekilde gerçekleştiği görülür. Balkan Araştırmaları dizisinin ikinci kitabı, Galip Çağ’ın Bir Osmanlı Şehri Manastır adlı eseri uzun yıllara dayanan bir şehir tarihi çalışması. Alanında önemli bir boşluğu dolduracak olan bu eser 16. ve 17. yüzyıl Manastırı’nın tahrir defterleri ve şeriyye sicilleri incelenerek dönemin idari, iktisadî ve sosyal yapısını ele alır.

Mesut Varlık Nuri Bilge Ceylan'ın Davasında Sessizliğini Bozdu

Yazar Polat Onat'ın, Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı filminde “Su Katılmamış Taşralı” metninin izinsiz kullanılması gerekçesiyle açtığı davayı kazanmasıyla yaptığı açıklamanın ardından Mesut Varlık sessizliğini bozdu.

Mesut Varlık, Polat Onat, Nuri Bilge Ceylan

Yazar Polat Onat tarafından, Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı filminde “Su Katılmamış Taşralı” metninin izinsiz kullanılması gerekçesiyle açılan dava sonuçlanmıştı. Yönetmen ve senarist Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı filminde yer verdiği mektupta Polat Onat’a ait metni izinsiz kullandığı gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Medyada geniş yer bulan konuyla ilgili konunun uzaktan muhataplarından Mesut Varlık'tan da açıklama geldi.

Mesut Varlık K24'ten yayınladığı yazısında şu ifadelere yer verdi:"... Nihayet, önceleri tehdit olarak masaya konan, hikâyenin en başından beri sahnede tutulan dava, “amacı her ne ise ona beni alet etmeden” NBC’ye ve Zeyno Film’e yönelik açıldı.Avukat Betal Özay’la görüştük, zaten yazışmalar, yazılar, yayınlar ikimizin de elindeydi, konuyu fazla uzatmadan durumu değerlendirdik ve olaysız dağıldık. Bir daha da görüşme ihtiyacı duyulmadı.Zaten davanın açılmasıyla birlikte ortalık dindi, tweet’lerin, haberlerin arkası kesildi, hukuki süreç işlemeye başladı.Dava açıldıktan üç yıl sonra Polat Onat’ın yeni bir kitabı daha yayımlandı: Taşra Mektubu Olayı ve Yazarın Yayımlanmamış Tüm Yazıları kitabı, “yazarın” bloğunda yayınladığı yazıları, yayımlanmamış diğer yazılarıyla birlikte, Ağustos 2021’de, “yazarın” önsözünde söylediği gibi, Kırmızı Leylek Yayınları’nın editörünün ısrarıyla. 

Neredeyse beş yıllık dava süreci boyunca NBC ile görüşmelerimizde, “Nasıl gidiyor dava-Devam ediyor, bakalım”dan öte bir yer edinmedi.Çünkü en başından beri bu talebin mesnetsiz olduğunu düşünüyordum. Ortada istinaf kapısı açık olsa da sonuçlanmış bir dava olduğu için kelimeleri seçerek kullanmaya çalışıyorum ama bence konumuz hâlâ mesnetsiz bir talepten öte değil. Aşağıda açıklamasına gireceğim, şimdi konuyu dağıtmadan hikâyemize devam edelim.

İstanbul 1. Fikrî ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesi’nin 2022/210 Karar No’lu, 15/11/2018’de açılan ve 13/12/2022’de karara bağlanan “Esere tecavüz” ve “maddi ve manevi tazminat” davası, istinaf kapısı açık olmak kaydıyla 16/12/2022’de yazılan Gerekçeli Karar ile sonuçlandı.Ve evet, vaat edilen sıfırlar eklenmiş, 30.000 TL maddi, 10.000 TL manevi tazminat talep edilmiş.Dava sürecinde, beklendiği gibi, bilirkişi raporları alınmış. Üçer kişiden oluşan üç heyetten alınan üç rapor da benzer sonuçlara varmış. (Her üç raporun da ödenmesini uygun gördüğü rakamların, talep edilen toplamın çok daha düşük bir seviyesinde olduğunu not düşeyim, telif konusunun Türkiye’deki düzeyini siz anlayın ama bu, konumuzun çok dışında olsa da.) Bilirkişi raporlarının hepsinde benzer sonuçlar gelince, mahkeme de hepimizin bildiği karara hükmetmiş.Gerekçeli karar metninden birkaç cümleyi işaret etmekle yetinmek isterim. Örneğin; “Bu mektubun senaryoda zikredilmesi esnasında davacı isminin zikredilmemesi sebebiyle eser sahibinin manevi haklarından ‘adın belirtilmesi yetkisi’nin ihlal edilmiş olduğu sonuç ve kanaatine varıldığı”... Oysa “adın belirtilmesi”nin, filmin “alıntılar” ve/ya “teşekkürler” kısmında adın belirtilmesiyle karşılandığı değerlendirilebilir. Yoksa her “olmak ya da olmamak” dendiğinde “Shakespeare” de denmesi gerekecektir “X’in dediği gibi” demeden hiçbir yazarın, düşünürün, sanatçının sözü alıntılanamayacaktır.

Davanın sonuçlanmasının ardından sosyal medyada yapılan yorumlarda da karşımıza çıktığı gibi, ortada bir sözleşme bulunmuyor – çünkü bunu gerektirecek bir durum söz konusu değil. Yine de karar metninde “Davalı yan mali hakları izinle kullandığına dair belge sunamamıştır” diye ifade edilmiş.Bu olay bazında baktığımızda, daha en başından sözleşme yapılmış olsaydı sonucu ne kadar değiştirirdi, emin değilim. Zira bu eksiklik de gerekçeli kararda maddi karşılığın tespitinde yaşanan zorluk bağlamında dile getiriliyor, buna gerek olup olmadığı açısından değil. Tespit için sorulan meslek birliklerinden de dişe dokunur bir yanıt alınamamış: “Davacı ile davalı taraf arasında imzalanmış bir sözleşme dosya kapsamında bulunmadığı gibi, emsal telif bedelinin sorulduğu meslek birliklerinden de olumlu bir yanıt verilmemiştir.” “[E]serlerin film içinde kullanımında nasıl fiyatlandırılacağı konusunda herhangi bir somut ölçü ve maktu bir bedel biçme yöntemi bulunmamaktadır. Bu durumda her eserin popülarite, kullanım alanı, konusunda uzman bilirkişi heyetince incelenip rayiç belirlenmiştir.”

Üçüncü bilirkişi raporunda, diğerlerinde yer almayan bir ayrıntı var: “Davacının dava dışı Mesut Varlık’a hitaben yazdığı mektubun...” Yayıncılığın en karmaşık, bitmeyen tartışmalı konularından biridir; mektup. Hukuki çerçevede, “eser niteliğindeki mektup” diye anılan ama eser niteliğinde olmanın veya olmamanın sınırının çizilemediği bir durum. Konunun dehlizlerinde kaybolmadan, odağımız olan olay bağlamında konuşayım: Ben eğer Polat Onat’ın sadece bana gönderdiği mektubu “ona haber etmeden” birine verseydim ve o kişi de o mektuptan sözleri bir mecrada “kendi malı gibi” kullansaydı, Polat Onat yerden göğe kadar haklı olurdu. Önceki cümlede tırnak içine aldığım iki şeyden biri dahi olsaydı: Özel alanda gönderilen bir mesaj, izinsiz yollarla, kamusal alana taşınmış olurdu ve bu bir suçtur. Oysa yayımlanması için yazılı izin alınmış bir metinden hiçbir şekilde izin gerektirmeyecek bir boyutta alıntı yapılmıştır. Yapılma şeklini, üslubunu beğenirsin beğenmezsin, hoşuna gider gitmez ama telefonla, e-postayla, yazıyla, kitapla... dilediğin iletişim alanı neyse onunla tepkini gösterirsin. Şahsen bunun da yapılmaması gerektiği, eserin kamusal alana ulaşmasıyla birlikte kamusal etkileşime açıldığının anlaşılması gerektiği kanaatindeyim ama verilmek istenen bir tepki varsa, buna da kimse engel olamaz. Ancak dava açmak, konuyu hukuk alanına taşımak, benim metnimi kimin nasıl değerlendireceğine de ben karar veririm, deme iddiasını taşır, ki...

Yine bağlantılı olarak, bir tartışmalı kısım da şurası aslında: Dava, yönetmene ve yapımcıya açılıyor. Anlaşılır. Ortada bir film var ve o filmin de hukuken tüm sorumluluğunu üstlenen iki isim var. Oysa bir adım daha içeri girelim; söz konusu alıntıların yapıldığı yer senaryo metni ve onu kaleme alan üç kişi var: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan ve Akın Aksu. Yapılan alıntı haricinde filmde söylenen sözlerin mahiyeti de davaya konu olduğuna göre, NBC ve yapımcı haricindeki isimlerin de davaya dahil edilmesi gerekmez mi? Hayır, gerekmez. Kendi aralarında konuşacaklardır, esprisini mi yaparlar kavga mı ederler bilinmez ama senaryonun hakları, yönetmen ve yapımcı tarafından alınmış, üstlenilmiştir. (Oysa söz konusu davanın gerekçeli kararında, hükmedilecek telif için hesaplama yapılırken filmin bütçesi içerisinde senaryoya ayrıldığı öngörülen kısım üzerinden hesaplama yapılıyor. Garip değil mi?)

Disiplin farklarından kaynaklanan, sinema ile yayıncılık açısından bazı nüanslar var elbette ama o ayrıntılara burada girmeyeceğim. Çünkü konumuz temelde şu: Bu iki disiplinin hak alanları, hak alan tanımları çarpıştığında neye göre, nasıl karar vereceğiz? Sinema sektöründe olduğunun aksine, maalesef Türkiye’deki yayıncılık piyasasında üretim zincirinin halkaları arasında sözleşme zinciri “henüz” böyle işlemiyor. Yıllardır, söylediğim için işitmediğim söz kalmayan, “Türkiye’de henüz yayıncılık bir sektör haline gelmedi” cümlesinin kaynaklarından biri de tam burası işte. Hiç kimseyle ve hiçbir kurumla ilgili bir şey ima dahi etmek için değil; lütfen sadece birer saptama olarak dile getirebilmek istiyorum bütün bu sözlerimi. Sosyal medya hesabından sessizliği bozan Mesut Varlık, ilgililerin bilgisine sunarım diyerek Yazar Polat Onat ile aralarındaki yazışmayı tekrar paylaştı. Mesut Varlık yaptığı açıklamada "Türkiye'nin yazarları ve yönetmenleri için emsal olacak bu dava ve sonucu baştan sona cevaplanmamış sorunlarla dolu. NBC dedikodusu yapmak keyifli olabilir ama olay bundan çok daha fazlası. Yakında ayrıntıları yazacağım." ifadelerine yer verdi. Tüm edebiyat ve sinemaseverler Mesut Varlık'ın yapacağı açıklamayı merakla bekliyor..."

Açıklamanın tamamına linki tıklayarak okuyabilirsiniz.

Wächtersbach DİTİB Camii’nin Tarihi Kitaplaştı

“Sıladan Gurbete” isimli kitapta, 1976 yılında kuruluşu gerçekleştirilen Wächtersbach DİTİB Merkez Camii’nin restorasyon çalışmalarından temel atmaya kadar aşamaları, gerçekleştirilen faaliyetler, geçmişten günümüze dernek yöneticileri, din görevlileri ile cami cemaatinin Almanya’daki 61 yıllık hayat serüveni yer alıyor. 

Wächtersbach DİTİB Camii, kitap

2007 yılında ikinci başkan ve 2011 yılından 2022 yılına kadar da başkanlık görevini yürüten Hakan Akbulut tarafından kaleme alınan kitap 180 sayfadan oluşuyor. Tarihe ışık tutacak kitabın yazarı ve editörü Akbulut, “1962 yılında Wächtersbach beldesine gelen büyüklerimiz her türlü zorluklara ve sıkıntılara rağmen cemiyetimizi inşa ettiler. İçinde benim de bulunduğum 2., 3. ve 4. nesil tarafından unutulmaması ve minnet duygularının gelişmesi amacıyla emeği geçenlerden ve vefat etmiş olanların arkasından hayır duada bulunmak adına kuruluşunun destansı hikayesini yazmayı boynumuzun borcu olarak görüyoruz” dedi.

Kitabının en duygulu bölümü birinci nesil büyüklerle yaptığı hasbihallerin olduğunu söyleyen Akbulut, “Caminin kuruluşundan bugüne gelinceye kadar, hem caminin inşasının aşamaları hem de bu külliyenin ana unsuru yardımsever birinci nesil büyüklerimizin hayat hikayelerini kitabımıza nakşettik. Deyim yerindeyse, 61 yıllık büyük bir medeniyetin özetini sunduk. Bu tarihin kaybolup gitmesine müsaade etmeyerek, Wächtersbach kayıtlarına geçmesini sağladık” diye konuştu. Almanya’da her türlü fedakarlıklarla inşa edilen camilerin geçmişinde unutulmayacak hikayelerin olduğunu söyleyen din görevlisi Mücahit Asıltürk’te kitapla ilgili şunları söyledi: “Bu hikayeler gelecek nesillere adeta ışık tutan birer fenerdir. Cemiyetimize birçok hizmet kazandıran çok değerli başkanlarımızdan Hakan Akbulut'un kaleme aldığı bu eseri çok değerli buluyorum. Böyle bir eseri cemiyetimize kazandırdığı için Rabbim kendisinden razı olsun.”

Dernek başkanı Ufuk Değirmenci de, “Hakan başkanın yazmış olduğu bu eserin herkesin kütüphanesinde olmasını tavsiye ediyorum” diye konuştu. Camisinin ve cemaatinin tanıtıldığı Almanya’da bir ilki olan “Sıladan Gurbete” isimli kitabın yazarı Hakan Akbulut, eseri imzalayarak cemaate takdim etti.

Tamer Uysal Yazdı: Şehir'den Devlet'e Ütopya Yazını

Yani bilinmeyen yerler. “16.Yy’ın terra incognitası Amerika olmuştur, tıpkı önceki yüzyıllarınkilerin bilinmeyen Asya olduğu gibi”… O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Neil McWilliam ise “Marx ile Engels, 1848’de ütopyacılık üzerine yaptıkları yorumlarda bu tür özlemleri küçümserler. 

Tamer Uysal Yazdı: Şehir'den Devlet'e Ütopya Yazını

Saint-Simon ve Fourier’yi proletaryayı ‘tarihte hiçbir inisiyatif üstlenmemiş ya da bağımsız hiçbir siyasi hareket yürütmemiş bir sınıf’ olarak görmekle suçlarlar.” diye ifade etmektedir (Sanat Ütopya: Mutluluk Hayalleri, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2011, s. 29) Ama bunlardan en çok tasavvur edileni ada ütopyaları.  Keşif bekleyen daha öteki topraklar bilhassa adalar Avrupalı yazarların birer ütopya konusu idi. Robinson Crusoe’yu çocukluğumda okumuştum. O romanın bir adada geçen hikâyesi bir ütopyadan çok bir hakikate dayanıyordu ve ilk İngiliz realist romanı (1719) kabul edilmekteydi. Issız bir adaya düşen uygar bir insanın, gemici Alexander Selkirk’in 25 yıl birkaç araçla doğayla mücadelesini anlatıyordu. Sonra J.Swift’in bir başka ünlü ada hikâyesi de Güliver’in Gezileri idi: Cüceler Adası (Lilliput) ve devler ülkesi (Brobdingnag)  maceraları… Jules Verne’in Esrarlı Ada’sı, R.Louis Stevenson’un Define Adası gibi fantastik öyküler de ütopik yazın içinde kısmen yer bulmuşlardı.

En bilinen iki ada hikâyesi Platon’un aktardığı Atlantis ve F.Bacon’un yazdığı Yeni Atlantis’ti. Antikçağ ütopyaları arasında Phales, Hippodamos, Aristophanes, Euhemeros ve Lukianos yer alır. Bunların arasında yine bir ada ütopyası olarak Euhemeros’un Hiera Adası da dikkat çekmektedir. Kralsız,  eşitlikçi ve emekçi bir toplumsal düzen (Panchaea) önerilmektedir. Platon efsanesinde bir tepeyi karadan ayırıp büyük bir ada meydana getirmiş onu da çemberler şeklinde 5 parçaya ayırarak Atlantis’i tasarlamıştı.  Ancak bolluk ve zenginleşme ile giderek yozlaşan ada halkı iktidar hırsı ile beraber bilgeliğin dışına çıkarak yok olup gitmiştir.Platon Atlantis’ten sonra önerdiği ikinci devlet modelini Sparta ve Atina’nın dağılmasına karşılık Yunanistan için bir siyasal öneri olarak yazmıştır: Devlet... Platon Devlet (Politeia) adlı eserde filozofların yönetimindeki bir devlet şekli önermiştir.

Devlet ile beraber başka bir antikçağ ütopyası olan Jambulos’un Güneş Adaları da yine yüzyıllar boyu ütopyacılara esin kaynağı olmuştur. Tomasso Campanella ise Güneş Ülkesi’inde, “İnsanları doğru ve yüksek düşünceler yönetmiyor. Dünyaya felaketleri bile mutluluk diye adlandıran kötüler hâkimdir.” diyordu (Güneş Ülkesi, Kaynak yayınları, 2.Baskı, s.87). İlkel insanlar öldürmeyi savaşı bilmiyorlar, adalarında sakin ve doğayla barışık olarak yaşıyorlardı. Daha birçok ada ütopyası daha vardı elbette fakat en çok bilinen ya da benim adlarına en sık rastladığım ütopyalardı bunlar. Teorik olarak anlatı (metin) özelliği taşıyan ütopyaların uygulama alanı ise mimarlık tasarımlarıdır yani kentsel uygulamalar. Bu alandaki önemli kaynaklardan bir tanesi de 2001 yılında yayınlanan “20.Yy Kenti” dir. Bu kitap Wright, Howard ve Cobusier’in 20.Yy kent ütopyalarına yer verilir (s. 107-126) Kooperatif-sosyalist, decentrist ve sendikalist yönelimli olarak ifade ettiği bu üç plancının tasarımlarının sonuçlarına dayalı olarak Robert Fishman, “Üçü de kentsel tasarıma devrimci bir coşku getirdi” demektedir. Aynı kitapta Avrupa dışında kalan kentleri sınıflandıran Gideon Sjoberg’in feodal yani aristokratik kentlerle ilgili tanımlamalarına yer veriliyor. Sjoberg’e göre Asya ve Afrika’daki örneklere bakıldığında bu kentler belirli nitelikler gösteriyor: Tutucu, yeniliğe direnen,  dinci ve gelenekçi değerlere göre örgütlenmiş durağan bir katı sınıf yapısıdır…

Max Weber, Şehir (Die Stadt)’de aristokratik şehirlerin yani kral ve soylu çevresinin mülkiyetindeki kentlerden sonraki kentsel yapının,  burjuvazinin mesleki işbölümü ve örgütlenmeyle ticari ve hukuki haklar (siyasal ve sosyal) kazanmasının sonucu ortaya çıktığını ifade eder. Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum) kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını sağlamıştı. Günümüz hukuk sisteminin temellerinin atıldığı tarih 1215’tir.  Akın Sevinç ise ayrı türler olarak ele alınan sosyal ve mimari ütopya alanlarını mimarlık alanındaki mesleki bilgisini de katarak farklı disiplindeki örnekleriyle bir bütün olarak ele almaya çalışıyordu (Ütopya: Hayali Ahali Projesi, Okuyan Us Yayın, 2004).

Annalee Newitz ve Emily Stamm,19.Yy ve 20.Yy’da tasarlanmış belli başlı ideal şehir örneklerini  “Gerçekleşememiş 10 Ütopya Şehir”  başlığı altında ele almışlardı. Bunlar, vegeteryan aktivist Henry Clubb tarafından 1856’da tasarlanan konutlara en fazla ışığın girmesini sağlayan “Sekizgen Kent”, Fransız Mimar Le Corbusier’in çatılarında bahçelerin olduğu gökdelenlerden oluşan Makine Şehri “Villa Radiuse”, 1902’de toplumsal reformcu Ebenezer Howard’ın tasarısı “Bahçe Şehir”, 1932’de Frank Lloyd Wright’ın tasarladığı kır kentler “Broadacre Şehir”, Albert Speer’in Berlin için tasarlanan dev bina ve geniş bulvarlardan oluşan “Germanya Anıtsal Kenti”, Henry Ford’un 1930’larda Amazon’da denediği “Fordistan”, Buckminster Fuller’in Tokyo için tasarlanan  gökyüzünde yüzen şehirleri “Stars”, 1947’de Life Dergisi’nde yayınlanan nükleer geçirmez ulusal arazi kullanım planı “Atomurbia”,  Alaska için tasarlanan tamamı kapalı şehir “Seward’ın Başarısı” ve G.Koreli mimarlarca tasarlanan  iklimden iletişime her şeyin bilgisayarlarla kontrol edileceği  “Akıllı Şehir Songdo”dur (Çeviren Özlem Katısöz, Yeşil Gazete, 8 Ocak 2014). Sonraki yıllarda ütopya yazını üzerine oldukça fazla sayıda yapıt dilimize kazandırıldı. Say Yayıncılık ve Kaynak Yayınları 7’şer kitaplık bir ütopya kitapları dizisi yayınlamıştır.

Say Yayınları’nın ütopya dizisi için kaleme aldığı “Ütopya ya da Başka Bir Dünyanın Olabilirliği Üzerine” başlıklı  giriş yazısında Mustafa Hazım Bayka, ütopyalardan genel olarak söz ederken, “Evrensel mutluluk, eşitlik ve özgürlük idealleri, sınıfsal baskılar ve sömürü altında yaşayan toplumların düşlerini süslemiş ve giderek insanlığın bir Altın Çağ dönemi yaşadığı üzerine bir kanının doğmasına yol açmıştır” diyordu. Kaynak Yayınları ayrıca bilhassa Tanzimat sonrası dönemde kaleme alınmış ütopik yazıları biraraya toplayarak Türk Ütopyaları adıyla yayınladı. Kitapta yer alan Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayat-ı Muhayyel’i (Hayal Edilmiş Hayat) ondan önceki ütopyaların birçoğunda görüldüğü gibi uzak diyara, korunaklı bir adaya yerleştirilmişti.  Yeşil bir yurt olarak tasavvur edilen adada özgürlük kanaatkârlık ve demokratik kurallar (müşterek yaşam ve kardeşlik) geçerli idi. Yalçın’ın, kitabında aktardıklarıyla sosyalist düşüncelerden, Jambulos’un Güneş Adaları ve J.J.Rousseau’nun ilkel yaşama ilişkin fikirlerinden etkilendiği görülmektedir. Platon, T.More, Campanella, R.Owen, Fourrier, S.Simon, Louis Blanc, Proudhon, Marx ve Engels gibi isimler sosyalizmin yani kollektif mülkiyetin, üretim araçlarının müşterek paylaşımının, toplumculuk ve eşitlikçilik fikrinin savunucusu oldular. Fransa’da Fourrier ve S.Simon’un devrimci görüşlerini öncü ütopyacı sosyalist Robert Owen, 1816'da İngiltere’deki New-Lanark fabrikasında J.Locke’un insan-çevre ve J.J.Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorilerini geliştirerek çalışanlarına uygulamak istedi. Robert Owen’a göre din, burjuva aile yapısı ile özel mülkiyet krizin ana nedeni idi. Farabi 872-950 yılları arasında yaşamış bir Türk-İslâm filozofuydu. El-Medinetü'l-Fazıla (İdeal Devlet Yurttaşlarının Görüşlerinin Ana İlkeleri)’da bir başkanın erdemlerini sayar. Kitap İslâm ve Yunan felsefesini (Platon ve Aristo) uzlaştırmaya çalışmıştır. Kısaltılmış adıyla “Arâ” diye nitelendirilen kitabın 910-912 yılları arasında yazıldığı belirtilmektedir (Çeviri Prof. Dr. Ahmet Arslan, Divan Kitap, 2013, 5.Baskı).  

François Rabelais, 1532‘den itibaren “Gargantua” karakteriyle tanınan ortaçağ skolastik düşüncesini batıl inançlarını eleştiren önemli bir klasik ütopik yapıt serisi ortaya koydu.Thomas Hobbes 1651’de Ütopyacılar Çağı olarak tanımlanan bir dönemde ona benzeyen başka bir yapıt ortaya koymuştur. Hobbes de kilise ve ortaçağ fikrini eleştiriyor, İngiltere’de cumhuriyete geçilmesinden hemen sonra kaleme aldığı Leviathan adlı yapıtta bir kralda cisimleşen kılıçlı ve meşaleli bir gücü (Commonwealth) ulus-devleti, kutsal kent-devletin yerine koyuyordu. Geleceğe ilişkin ütopyalardan biri de Edward Bellamy’nin Geçmişe Bakış adlı ütopyasıdır. Roman kahramanı Julian West 1887’de hipnozla uykuya dalar 13 yıl sonra 2000’de Boston kentinde uyanır. Ordusu bulunmayan,  eşit ve ortak bir düzen içinde bulur kendisini. Çalışma saatleri kısa olan bu zamanda artık para yerine kartlar kullanılmaktadır. Bu kartlarla ortak alışveriş edilen merkezlerden alınan her şey evlere pnömatik tüneller vasıtasıyla ulaştırılmaktadır. Bellamy, 1888’de kaleme aldığı romanda aristokrasiyi ve sınıfları eleştirmektedir. Makineleşme ve kentleşmeyle çalışmak da mutluluk olmaktan çıkmış, her şey denetim altına alınmıştı.

William Morris’in Gelecekten Anılar romanında (1890) ise bu defa William Guest isimli bir kahraman kendini 2012’de bulur.  Devrim olmuş Londra değişmiştir. Taşraya dönüşmüş kentte Dick adında devrime ilgi duyan yaşlı bir tarihçiyle gezerler. Karl Marx ve John Ruskin'in eserlerinden bolca etkilenen bu eşitlikçi toplum ütopyasında, ulusa paraya yer yoktur. Herkes dilediği bir işte çalışır, üretilen her şeyi eşit biçimde paylaşır; özel mülkiyet yoktur, herkes için yeteri kadar yiyecek ve giyecek vardır; kişisel özgürlük ile huzur bu ütopyanın temelini oluşturur.

Morris, devletin yok olup gittiği ve her topluluğun kendi işlerini özgürce yürüttüğü bir ülke tasvir etmektedir. Clive Wilmer, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan baskıda yer verilen “Bibliyografik Not” başlıklı yazısında William Morris’in bu kitabı üzerine  “Gelecekten Anılar öncelikle bir memnuniyetsizliğin ifadesidir. Hikâye daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu vurgular.” der. (Ayrıntı Yayınları, S.256)Ayrıntı Yayınları’nın 2002’de Gelecekten Anılar olarak yayınladığı kitap Say Yayınları tarafından da 2011’de orijinal isminin çevirisiyle Hiçbir Yerden Haberler (News From Nowhere) olarak yayınlanmıştır. Egemenliğin üç temel unsuru coercion denen emretme gücü (hukuksal), zor kullanma gücü (polis ve asker) ve parasal güçtü (maliye, vergi, kamusal harcamalar). Ursula K.Le Guin romanlarında hiçbir otorite ve hiyerarşiye yer verilmeyen bir toplumsal düzen (anarşist ütopya) işler. Başyapıtı sayılan Mülksüzler için, "Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor. Odoculuk anarşizmdir. Eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin'in, Goldmann ve Goodman'ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlakî ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır." demiştir. Le Guin, amacını  “Anarşizmi daha önce yapılmamış bir şekilde romanda somutlaştırmak” olduğunu ifade ederek Mülksüzler’i yazarken etkilendiği Amerika’da anarşizmin öncüsü saydığı yazar Paul Goodman’a ithaf ediyordu…

“Sanayi Sonrası Ütopyalar” (1987) adı altında ele alınan kuramcılar da yeni bir toplumsal düzen için pratik uygulanabilir (protopya) önermiyorlar. Çoğu gelecek için hala umutlu ama ciddi bir ütopyaları yok. Bahro, Gorz, Jones ve Toffler, bu dört sanayi sonrası ütopist kuramcı en azından anti kapitalist yeni toplumsal ilişkileri üstü kapalı biçimde savunuyorlar (Sanayi Sonrası Ütopyalar, Boris Frankel, 1991, Ayrıntı Yayınları). Ernest Callanbach’ın 1975’te yazdığı Ekotopya adlı roman tüm sistemleri ekoloji üzerine kurulmuş bir toplumun 1999’daki yaşamlarının anlatıldığı ilk çevreci ütopya örneği oldu.  Mazdek (6. Yüzyıl ortaları) reformları da birçok yönüyle bir sosyal devrim olarak nitelendirilebilir ve erken komünizm örnekleri arasında verilebilir. Babek Hürremi İsyanıyla (816-838) gelişen hareket aynı zamanda sembolik olarak kızıl elbiseler giymelerinden ötürü "Kızıllar - Kızıl giyinenler" adını taşımaktadır. Onedio Kolonisi 1848-1880 de komünist ilkelere dayalı dinsel ve sosyal bir topluluk  (New York) olarak yaşamlarını sürdürdüler. Ann Lee’nin 1736’da İngiltere’de kurup New York’a taşıdığı “Shaker” adlı mezhep de komünal bir yaşam tarzıyla bilinmekte idi. Thomas Münzer’in hazırladığı 12 maddelik bildiri de (1525) ütopya tarihi açısından önemli bir köylü komün hareketi olarak dikkat çekmektedir. Dinsel kaynaklı görünse de devrimci bir hareket olarak gelişmiştir. Tanrı ve İncil buyruklarının hasebiyle eşitlikçi, özgür ve adaletli bir toplumsal düzenin kurulmasını öngörmüştü...

Göksel ütopyalar bilim kurgu türünde romanlar olarak tanımlanıyor. Bunlar arasında   Savinien Cyrano de Bergerac’ın Öteki Dünya (1657), Aleksandr Bogdanov'un Kızıl Yıldız (1908), Robert Heinlein’in Yaban Diyarlardaki Yabancı (1961), John Scalzi’nin Yaşlı Adamın Savaşı (2005) dilimize çevrilen yapıtlar arasında sayılabilir. Le Corbusier bazı yerleşim projelerine “İçinde yaşanacak makineler” adını vermişti. Etkili bir devletle endüstriyel bir girişimi benzeş saymıştı. Samuel Butler’in 1872’de yazdığı distopya roman Erewhon, makinelerin insan üzerinde egemen konuma geçeceğinden söz eden ilk kitap olma özelliği taşımaktadır. Butler, İngiliz Viktorya dönemini suç, ceza ve din yönünden eleştirir. Bizde ilk çocuk bilim kurgu romanı sayılan Selma Mine’nin  “Uzay Yolu” 1973 yılında basılmıştır.Yakın gelecekteki ütopyaların birçoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu.  H.Wells’in Zaman Makinası, Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya, George Orwell’in 1984,  Edward Morgan Forster’in bilim-kurgu öyküsü The Machine Stops bunlar arasında sayılabilir. Dünya’nın geleceği ile ilgili distopyalar arasında  Lois Lowry’nin Seçilmiş Kişi (1993), Philip Reeve’in Yürüyen Kentler (2001) serisi Cormac McCarthy'nin Yol (2006) adlı kitapları da sayılabilir.

Yazar Gülin Yücel Sürdürülebilirlikle Tanışma Hikayesini Anlatıyor

Disiplinlerarası üretim ve buluşmalara alan açmaya devam eden Kale Tasarım ve Sanat Merkezi, başlattığı yeni projesinde bütüncül bakış açısıyla sürdürülebilirliğin tüm boyutlarını kitaplar aracılığıyla aktarıyor. Sürdürülebilirlik Adımları Derneği (SADE) iş birliğiyle hayata geçirdiği ‘Bir Dünya Okumak’ Söyleşileri projesi kapsamında ezber bozan yazarlar sürdürülebilirliğe farklı perspektiften bakıyor.

Yazar Gülin Yücel

Bilginin gücüne, yazının kalıcılığına ve kitap kokusunun zamansızlığına inanarak oluşturulan ve içinde tasarım-sanat-sürdürülebilir mimari ağırlıklı özel bir koleksiyondan oluşan Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nin kütüphanesindeki kitaplardan ilhamla hayata geçirilen ‘Bir Dünya Okumak’ projesi kapsamında alanında yetkin ve dünyayı farklı gözlerle yorumlayan anlatıcılarla bir dizi söyleşi düzenleniyor. Serinin üçüncü söyleşine konuk olan yazar Gülin Yücel, sürdürülebilirlikle tanışma hikayesini anlatıyor. Uzun yıllar kurumsal hayatta farklı görevlerde bulunduktan sonra sürdürülebilirlik kavramına gönül veren Yücel, bu alanda yaptığı faaliyetleri sade bir dille aktarıyor. Prof. Dr. Levent Kurnaz ile birlikte yazdıkları ‘Yeni Gerçeğimiz Sürdürülebilirlik’ kitabının ortaya çıkış hikayesi ve amacını da anlatan Yücel, sistem düşüncesi, kadın istihdamı ve fırsat eşitliği konularının da altını çiziyor.

‘Bir Dünya Okumak’ Söyleşileri’nin KTSM’nin sorumlu üretim ve tüketim çağrısını desteklediğini belirten Kale Grubu Kurumsal İletişim Müdürü Zeynep Özler; ‘Kale Tasarım ve Sanat Merkezi olarak her zaman sürdürülebilirliği odağına alan projeleri hayata geçiriyoruz. SADE ile birlikte hayata geçirdiğimiz ‘Bir Dünya Okumak’ Söyleşileri’ de bizlere sürdürülebilirliği kapsamlı bir şekilde keşfetme, yazarların sürdürülebilirlik yolculuğuna ortak olma ve hikayelerden ilham alarak sorgulama ve harekete geçme olanağı tanıyor.’ diye konuştu. Sürdürülebilirlik Adımları Derneği (SADE) Başkanı Emrah Kurum ise; ‘Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları odağında güncel konuları farklı disiplinlerden kişilerle derinlemesine irdeleyen ‘Bir Dünya Okumak’ Söyleşileri, bizlere kitaplar aracılığıyla sürdürülebilirliğe farklı pencerelerden bakabilmeyi öğretiyor.’ dedi.

İlkay Coşkun Zamanı Aşan Şehirler Kitabını Değerlendirdi

Yaklaşık iki yüz sayfa hacmindeki eser, beş bölümden ve yirmi beş konu başlığından oluşmaktadır. Kitap; "Bakü, Şeki, Taşkent, Semerkant, Buhara" bölümlerinden müteşekkildir. Daha çok şehir, medeniyet, gezi ve fikir yazılarından tanıdığımız yazarın bu alanlarda birçok kitabının olduğunu biliyoruz. 

Zamanı Aşan Şehirler, Yazar Ersin Nazif Gürdoğan

İslam dünyası başşehirleri ve diğer bazı şehirlerinin tarihini de içine alacak şekilde, İslam düşünce ve eylem dünyasının en öncelikli görünür alanları olan şehirler özelinden konu etraflıca ele alınmaktadır. Bu miras ve bu etki gücünün kattığı değer bir bir kritik edilmektedir. İslam coğrafyasının bu zirve şehirlerinin kültür, din, dil ve ekonomi olgularının hepsi de İslam inancı çerçevesinde ele alınmaktadır. Biz Türklerin, Samanoğullarıyla birlikte İslamlaşmamızın devamında Karahanlılar, Gazneliler, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlılarla devam eden süreçte geniş bir perspektif çizilir ve konu etraflıca ele alınır.

Kadim şehirlerden olan “Bakü, Şeki, Taşkent, Semerkant, Buhara” dışında başka hangi şehirlerle bir duygudaşlık sağlanmış bir bakalım. Mekke, Medine, Kahire, Şam, Bağdat, Basra, Kurtuba, Grozni, Kırım, Saraybosna, Gence, Tiflis, Gümrü, Kars, Kaşgar, Kazan, Bişkek, Almatı, Ankara, İstanbul, Bursa, Erzurum, Sivas, Belh, Merv, Nişabur, Herat, Tebriz gibi şehir isimlerini ilk aklıma gelenler olarak sıralayabilirim. Her ne kadar bu örneklerle, Müslüman şehirlerine yönelik ekonomik ve üretime dair bir başlık atılsa da ekonomiden daha çok özne olarak kültür görülmektedir. Entelektüel sermaye en temel zenginlik kaynaklarından birisi olarak görülmektedir. "Ülkeler zengin ekonomileriyle değil, derin kültürleriyle güçlü ve uzun ömürlü olurlar" (sayfa 17) Tespitinde bulunan yazar, çerçeveyi daha da netleştirir adeta. İslam medeniyetinde zirve yapmış bu şehirleri Mekke ve Medine kutsal şehirlerimizle bağ kurar ve Mekke'yi dünya şehirlerine, Medine’yi kutlu şehirlere analık yaptığı vurgulanır. İslam coğrafyasında kimi şehirler birbirine benzetilir. Örneğin, Yazar Mehmet Turgut "Taşkent'e Doğru" kitabında, Bakü'yü Hazar kıyısında bir İzmir'e benzetir. Başka bir yer de Azerbaycan "Ateşler Ülkesi", Bakü, "Fırtınalar Şehiri" olarak tanımlanır. Bakü ayrıca Kafkasların Kerkük'ü olarak bilinir. Türkiye'de Bursa, Azerbaycan'da Şeki, ipekçiliğin öncülüğünü yapar. Semerkant'ı Anadolu'nun Konya'sı, İspanya'nın Kurtuba'sı gibi görür. Buhara, Osmanlı Devleti'nin kültürel temellerinin atıldığı ve Horasan erenlerinin yetiştiği bir merkez olarak görülür. İspanya'da Kurtuba, Ankara'da Hacı Bayram, Şam'da Büyük Cami benzer görünür. Özbekistan, Taşkent ve Semerkant hakkında; Satuk Buğra’nın siyasal, Maturidî’nin inanç, Yesevi’nin kültürel temellerini attığı bir minvalde görülür. Ali Şir Nevai’nin Çağatay Türkçesiyle yazmış olduğu, Muhâkemetü'l-Lugateyn eseri, bütün Türklere ve insanlığa güzel bir hediye olarak yerini alır.

Yazar, bu kadim şehirleri anlatırken hep manevi önderler ve değerlerle birlikte ele alır ve bu şekilde mevzular işlenir. Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, Rabbani, İmam Buhari, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Farabi, Ali Şir Nevai, Uluğ Bey, Biruni, İbn Sina, Cüneyd Bağdadi, Beyazıt Bestami, Halife Hazreti Ebu Bekir, Halife Hazreti Ali, İmam Maturidi, Bahaddin Nakşibend, Şeyh Şamil, Eyüp Sultan, Kasım Bin Abbas, Satuk Buğra Han, Süleyman çelebi gibi birçok ismi burada sıralayabilirim.

Müslüman dünyasını, şehirlerini ele alırken mevcut durumda ecnebilerle kıyaslamalarda da bulunulur. "Dünyada kominizmi ve kapitalizmi doğuran sekülerleşme dalgası, büyüsünü bütünüyle yitiriyor" (sayfa 23) İfadesiyle tezini destekler. Yazar, ilgili şehirleri ele alırken tarihi bir süzgeçten de geçirir. Biz Müslüman Türkleri, ilgili bölgelerde komşuluklarımız olan Slavlar, Ruslar, Çinliler ve hatta Hintliler üzerinden ele alır ve karşılaştırır. Mesela Kafkaslar özelinden Türklerle Slavların, yüzyıllarca süren hesaplaşmalarında yeni sayfalar açıldığı öngörüsünde bulunulur. Bu tezlerini batılı kaynaklar üzerinden de destekler. Harvard Üniversitesi, Bilim Tarihçisi George Sarton, milattan önce 450-300 yılları arasını Eflatun, Aristo ve Öklid yüzyılı derken, Milattan sonra 750-1100 yılları arasını Müslüman bilim insanlarından Cabir, Harezmî, Razi, Birunî, İbn Sina, Heytem ve Ömer Hayyam yüzyılları olarak görmektedir. Mesela Farabî’nin adı Aristo’dan önce gelir demektedir. Şöyle ki; “Aristo’yu eleştirel gözle derinlemesine inceleyen, düşüncelerini enine boyuna tartışan Farabî, Aristo’nun en büyük yorumcusu ve en büyük geliştiricisi olarak bilinir ve bütün dünya da Aristo ile birlikte anılır” (sayfa 164)

Ticaret hayatı ve ekonomi, ilgili şehirlerle beraber, İpek Yolu şehirleri ile dini ve sosyal hayat üzerinden de değerlendirilir. İslam felsefesinde, insanların üretici olmalarına büyük destek verilir. Müslümanların ekonomik ve kültürel dünyasında, hiç ölmeyecek gibi bin lokma bin hırka üretme, hemen ölecek gibi bir lokma bir hırka tüketme anlayışını hayatımıza daha etkin kılmamız gerektiğine vurgu yapılır. İslam beldelerinde kervansaraylar, barış dönemlerinde pazar yeri görevi, savaş zamanlarında kale işlevi görmektedirler. “Ekonomi altyapıdır, altyapı her şeyi belirler” tespitindeki önem birçok şeyi anlatıyor olmalı. Şehirlerin şehirle özdeşleşmiş camileri, hanları, medreseleri, çarşıları, kütüphaneleri ve meydanları gibi özellikleriyle anlatımını genişletir. Yazar Suud Kemal Yetkin, Türk ve İslam sanatlarına ilişkin çalışmasında “Selçuklu kervansaraylarının aralarındaki uzaklıkların deve yürüyüşüyle günde dokuz saat, yani kırk kilometre esas tutularak” belirlendiğini anlatmaktadır. Başka bir boyutta “Silahsız akıncılar” benzetmesi üzerinden de, geleceği inşa edecek aklın, forma giyen, barış isteyen yeni nesillerle şekilleneceğini görmektedir. “Kılıç tutanlar kılıçla yok olurlar” (sayfa 37) anlayışıyla, günümüzün ve geleceğin savaşlarının başka alanlarda olacağı öngörüsünde bulunulur. Bu konuyu daha da açar yazar ve “yararlı savaşın, zararlı barışın olmadığı duvarsız dünyada, bütün sorunları çatışarak değil uzlaşarak çözmek Farslardan önce, “Ben gelmedim kavga için” diyen Yunus yolundaki Türklere düşüyor” (sayfa 66) tespitleriyle bakış açısını başka boyutlarıyla da serimler.

Türk-İslam âleminden bazı geleneklere uygulamalara, bir fiil şahidi olarak değinir yazar. Bu geleneklerden ikisini buraya taşıyacak olursam; Türkiye’de pek yaygın olmayan “Altmış üçüncü yaş” kutlamaları Orta Asya’daki ve Kafkaslardaki Türklerin, kültürel hayatlarında ayrı bir yer tutmaktadır. Peygamber Efendimizin dünya hayatına hürmeten, altmış üç yaşına ulaşmış her insan için özel toplantılar düzenlenmektedir. Büyükler için yapılan toplantılarda Kur’an okunuyor, dualar yapılıyor, yemekler veriliyor, hediyeler dağıtılıyor. Başka bir uygulamada da; Taşkent’te Cuma namazlarına hocalar minbere, bir ellerine Kur’an, bir ellerine mızrak alarak çıkıyorlar. Kur’an hukukun üstünlüğünün, mızrak güvenliğin simgesi olmaktadır. Bunlar gibi Müslüman Türk coğrafyasında güzel uygulamalar, gelenekler süregelmektedir. Okuduğum bu tarz kitaplarında kazandığım, bilgi dağarcığımı besleyen bölümlerine göz atacak olursak. Türkçemizin, dünyada en çok konuşulan ilk beş dilin arasında olması ve yalınlığının zirvesi, kulaklarımızı, zihinlerimizi mest etmektedir. Bakü'deki Gök Mescit ve Taze Pir Camisinden haberdar oluyoruz. Azerbaycan'ın ilk devlet başkanının Mehmet Emin Resulzade olduğunu öğreniyoruz. Azerbaycan'ın Şeki, Şamahı şehirlerine bir yolculuğa çıkıyoruz. Azerbaycan'ın Şamahı şehrinde doğan hiciv şairi Sabit bizleri selamlıyor. Ayrıca Özbekistan’da “Bir kedi damdan dama atlayarak, yere düşmeden Semerkant’tan Buhara’ya kadar gider” denilmektedir. (sayfa 155) Sözüyle bağlarımızı, yakınlığımızı görüyoruz. Son olarak, Bahaddin Nakşibend’in, Buhara’nın yirmi kilometre dışında Kasrı Arifan’daki Camisi ve yalın türbesi, Özbekistan’da en çok ziyaret edilen yerlerden biri olduğunu, bilgilerimize dâhil ediyoruz.

Müslüman Türk coğrafyası çok geniş bir alanda Batı'da Baltık Denizi'nden Doğu'da Japon Denizi'ne kadar uzanan uçsuz bucaksız toprakları kapsamaktadır ve Türklerin, Müslüman âlemine kattığı değer, itici gücü ele alınıp işlenmektedir. Türklerin büyüme yıllarında, Gırnata’nın ve Kazan’ın düşüşünü önleyemediği ancak üç kıtaya ve iki denize açılmasıyla büyük bir etki ve büyümeye yol açtığından bahisler vardır. İpekyolu güzergâhı ve Turan dünyasına apayrı bir önem atfedilir. Bu dünyadan doğan, geleceğin dünyasını aydınlatacak olan sanat ve güzellikler daha da bir anlam kazanacaktır. Bu bağlamda Gaspıralı’nın amaç olarak sunduğu din birliği, dil birliği ve iş birliği anlayışının meyvelerini yakın gelecekte görmeyi umut ediyoruz. Müslümanların, kapitalist, komünist bakış açılarının karşısında söyleyecekleri hep olmuştur ve olacaktır. Müslümanca bakış, görünen dünyayı görünmeyen dünyanın, tarlası olarak gören duyarlı bir Müslümanlıktır bu. Allah’ın sanatının üstüne sanatın olamayacağına inanmaktır. “İnsan, Allah’tan koptukça pas yoğunlaşır” diyen Nuri Pakdil sözündeki felsefedir bu. Yahya Kemal’in “Türkler yeraltında ölmeyen, ölüleriyle birlikte yaşarlar” sözündeki köklerine bağlılıktır bu. “Cami, mihrabıyla bir tapınak, minberiyle bir toplum ve bir devlet, kürsüsüyle bir okuldur” diyen Sezai Karakoç’un ifade ettiği gibi bir inanç bağıdır bu. Maalesef ki, günümüzün yirmi dört saatlik bir sürecinde, şehirlerdeki saat kuleleri bir bir kaldırılıyor. Alışveriş merkezleri şehirlerin, şehirler ülkelerin simgesi haline böylelikle geliyor. Biz Müslümanların, bu kötü gidişatın karşısında tezlerimiz vardır ve olacaktır muhakkak.

Son tahlilde yazar, şehirlerin ömürlerini devletlerin ömürlerinden hep daha fazla görür. Devletler yıkılsa da şehirler bir şekilde hayatiyetini sürdürürler ve bu şekilde ömürlerini daha uzun yaşarlar. Bahsi geçen bu kadim şehirlerin, yüzyıllar içinde zenginleşen bilgili ve bilgelik birikimleri, birlik içinde çokluk, çokluk içinde birlik anlayışıyla, benzerleri bütün şehirlere ışık olmaya devam edecektir. Kadim kültürümüzün ve değerlerimizin ışığında, Kızılelma'ya giden yolu Üstad Sezai Karakoç, tekraren göstermiştir adeta. “Dirilmiş bir geçmiş, aydınlık bir gelecek, altın bir şimdiki zaman” Bu güzergâh, bizlerin önünde güzel bir yol olacaktır. Son sözü, Kırım Tatar Türkü, Yazar Cengiz Dağcı’ya bırakalım. “Bize Tatar diyorlar, Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azeri diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabardı, Başkurt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz” İyi okumalar.

İlkay Coşkun

III. Richard Niçin Yaptım Bursa ve Mersin’de Seyirciyle Buluşacak

26 Ocak Perşembe Adana Seyhan Yaşar Kemal Kültür Merkezi, 27 Ocak Cuma günü ise Mersin Mezitli Kültür Merkezi’nde seyircisi ile buluşacak oyunun biletleri kültür, sanat, eğlence ve spor alanındaki tüm etkinliklere tek platformdan ulaşılabilmesini sağlayan Biletinial üzerinden satışa sunuldu.

III. Richard-Niçin Yaptım, tiyatro,gosteri,sanat

Kerem Kurdoğlu’nun yazdığı Mehmet Birkiye’nin yönettiği Hakan Gerçek’in başarılı performansıyla dikkat çeken III. Richard- Niçin Yaptım tiyatro oyunu, 26 Ocak Perşembe Adana Seyhan Yaşar Kemal Kültür Merkezi, 27 Ocak Cuma günü ise Mersin Mezitli Kültür Merkezi’nde seyircisiyle buluşacak. Muhteşem oyunun biletleri Biletinial üzerinden satışa sunuldu. Türkiye tiyatrosunun önde gelen isimlerinden Mehmet Birkiye’nin yönetmenliğindeki III. Richard-Niçin Yaptım’da başarılı oyuncu Hakan Gerçek, tarihin en çok tartışılan karakterlerinden İngiliz kralı III. Richard’a hayat veriyor. Oyun, hikâyesini 2012 yılında tüm dünyayı heyecanlandıran İngiltere’nin Leicester şehrinde bir otoparkın altında kralın kemiklerinin bulunması haberi üzerine kurguluyor.

“Amaca giden yolda her şey mübahtır” düşüncesiyle kral olmak için her türlü yola başvuran III. Richard, taht ile arasında kim varsa birer birer yok etmeye niyetlidir. Eğer tutkuyla bağlı olunan bir hedef varsa, uğrunda kötülüğe başvurmanın sorun olmadığını savunan Shakespeare’in ünlü karakteri, aslında herkesin de içten içe böyle olduğunu iddia eder. Mehmet Birkiye, çağdaş bir yaklaşımla sahneye koyduğu bu oyunda izleyicileri hedef ve tutku ikilisini bir daha gözden geçirmeye davet ediyor. Hakan Gerçek’in 25 yıllık Kent Oyuncuları geçmişinin ardından 2008 yılında kurduğu Tiyatro Gerçek, bugüne kadar pek çok başarılı oyunu Türkiye tiyatrosuna kazandırdı. Topluluk, 2009’dan beri kesintisiz sahnelediği Van Gogh’un yanı sıra repertuvarındaki Annem Yokken Çok Güleriz, Üstü Kalsın, Sanat, Savunma gibi oyunlarla da birçok ödüle layık görüldü.

Hüseyin Yıldız: Farklı Düşünmekten Korkmayın Akıl Sizi Yanlışa Götürmez

Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?

1975 yılında Sivas Divriği ilçesinde doğdum. 1994 yılından bu yana, iyi bir okuyucu, okuduklarımı, gördüklerimi ve yaşadıklarım üzerine  güçlü gözlemler yapmaya çalıştım. Otuz yıldır Kahramanmaraş'ta ticaretle uğraşıyorum. Dört yüzden fazla hece şiirim var. Birçok konuda uzun yıllar köşe yazıları yazdım.

yazar hüseyin yıldız, aforizmalar,

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuza kimler destek oldu?

Yazarlığı yaşamı  gözlemlemek, kaleme dökmek olarak görüyorum. Aslında siz yazmaya başladığınızda hayat adeta tüm imkanları karşınıza çıkarıveriyor. Yazmaya niyetlendiğinizde, gözlem yapmaya başlıyorsunuz. Bir lokantaya oturduğunuzda, bir saatlik bir zaman diliminde bir roman yazacak kadar malzeme çıkıyor adeta. Bu gözlemleme süreci, bir zaman sonra hayatınızın bir parçası oluveriyor.

Edebiyat yolculuğunuzu ve son kitabınızın ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?

Başta eşim çok destek oldu. O, edebiyat mezunu ve iyi bir şair. Aslında bu kısa yazıları, son dört beş yıldır sosyal medyada  paylaşıyordum. Dahası, bu düşündüğüm konuların özetiydi. Bunların bir araya gelip düzenlenmesi aşamasında eşimin büyük katkıları oldu. Ama ben bu soruya daha ziyade, "Kimler engel oldu?" kısmını anlatmak istiyorum. Bu toplumda, siz bir kitap yazmak istediğinizde, şayet akademisyen değilseniz, etrafta bir çok insanın manalı bakışları üzerinize çöküveriyor. "Hayırdır?", "Nereden çıktı?" ya da "Yazabilecek misin?" gibi  bir çok manalı bakışların muhatabı oluyorsunuz. Okumayı sevmeyen bir toplumuz, bu yüzden de yazılmasını da sevmiyoruz. Aslında, son on beş yıldır yazmaya gayret ediyorum, daha önce yazıp ama baskıya vermediğim bir kitabım, sayısızca hece şiiri ve  bir çok internet gazetesine yazdığım sayısızca köşe yazılarım var. Fakat dediğim gibi  okuyan bir toplum değiliz, yazdığım köşe yazılarının okununca çok beğenildiğini ama asıl sorun, bunu okuyucuya okutmak olduğunu gördüm. Bir zaman sonra, bu yazılarımı okuyucu sıkılmasın diye kısalttım, fakat yine yeterli bir kitleye ulaşamayınca bunları aforizma tarzında sunmak istedim. Bunda eşimin beni yönlendirmesi etkili oldu.

Kitabınızı okuyacak okurları neler bekliyor? Okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Kitabımda kısa ve öz olarak ele aldığım her bir konu üzerinde saatlerce düşünüp  kafa yorduğum aforizmalar yer alıyor. Okuyucu bu kitabın ilk birkaç sayfasını okuduğunda bunu başucu kitabı yapacağını düşünüyorum. Kitaptaki konular birbirinden bağımsız. Uzun bir makalenin konusu olacak konuları uzun bir yazıyla okuyucuya sunmak yerine beş on kelimeye sıkıştırdım. Okuyucunun hem sıkılmamasını, hem de zamanını verimli kullanmasını için böyle bir yöntem denedim. 

Başucu yazar ve kitaplarınız kimlerdir/nelerdir? Yazar ve kitapların hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Bir çok farklı düşüncedeki yazarlardan etkilendiğimi söyleyebilirim ama Ahmet Altan, Prof. Doğan Cüceloğlu ve Prof. Üstün Dökmen beni en çok etkileyen yazarlardı. İlahiyatçı yazar olarak, Mustafa İslamoğlu'nun kitaplarından çok etkilendiğimi söyleyebilirim.

İlk kitabınıza dair okur ve eleştirmenlerden nasıl dönüşler bekliyorsunuz?

Bugüne kadar okurlardan gelen dönüşler çok olumlu ve umut verici. Bir çok okuyucu, bu fikirlerin bazıları benim de aklıma geldi ama ne kendime ne de bir başkasına aktarmaya cüret edemedim şeklinde dönüşler yaptı. Okuyucuya şunları söylemek istiyorum: "Farklı düşünmekten, ezber dışı düşüncelerden korkmayın, akıl  sizi asla yanlışa götürmez. Okuduklarınız ya da aklınıza gelenler mantığınızla çelişmiyorsa yazmaktan korkmayın".

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı?

İki kitap çıkacak kadar hece  şiiri var ama okuyucunun karşısına daha seçici şiirlerimle çıkmak istiyorum.  Bunun dışında,  kafamda bir çok proje var ama bunlar henüz netleşmiş değil, fakat devamı gelecek inşallah. 

Son olarak okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Okuyucuya şunları söylemek istiyorum: "Kitaba vereceğiniz bir para, ona harcayacağınız her an, sizin için büyük bir kazanç olacaktır".

Yazar Polat Onat Ahlat Ağacı Davası Hakkında Konuştu

Yazar Polat Onat tarafından, Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı filminde “Su Katılmamış Taşralı” metninin izinsiz kullanılması gerekçesiyle açılan dava sonuçlanmıştı. Yönetmen ve senarist Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı filminde yer verdiği mektupta Polat Onat’a ait metni izinsiz kullandığı gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum edildi.

Yazar Polat Onat, Türkiye gündemine oturan konuyla ilgili yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi: "Nuri Bilge Ceylan'ın yönettiği "Ahlat Ağacı" filminde, yazdığım "Taşra Mektubu"nun bana haber verilmeden, iznim alınmadan ve telif ödemesi yapılmadan kullanılması hakkında 2018 yılında bir dava açtım. Davayı kazandım. Avukatım Yasemin Arpa'yla birlikte yürüttüğümüz dört buçuk yıllık zorlu hukuki mücadelemizin başarıyla neticelenmesinden sevinç duyuyorum. Ama buruk bir sevinç... Nedeniyse şu: Gönül isterdi ki bu somut telif hakkı ihlali sorunu, dava sürecine gerek kalmadan, karşılıklı iyi niyetle, hakkaniyetli bir şekilde çözülebilseydi. Çünkü "Taşralı genç bir yazarın yaşadığı sıkıntı ve çıkışsızlıkları" anlatan önemli bir filmde, "Taşralı bir yazarın eserini izinsiz kullanarak hak ihlali yapıldığının" mahkeme kararıyla ispatlanması, acı bir çelişkiyi ve dahası tuhaf bir ironiyi barındırıyor. Mahkemenin vermiş olduğu bu adil karar, ünlü metropol yazarlarının eserlerini kullanırken telif hususunda gösterilen titizlik ve hassasiyetin, ünsüz taşra yazarları için de aynen geçerli olması gerektiğini fiilen kanıtladı. Bu dava sonucu, dünyaca meşhur ve çok başarılı bir sanatçıyla, kendi taşrasında bile tanınmayan benim gibi başarısızlığa mahkûm bir yazarın, hukuk önünde eşit olduğu gibi oldukça ütopik bir idealin kimi zaman gerçekleşebileceğini ispatlaması yönünden ilginçti.

Etik değerleri ve dürüstlüğü sadece üretilen sanat eserlerindeki içeriklerde sergilemekle kalmayıp, günlük hayatımızın içine de yerleştirip, bireysel davranışlarımızda yansıtmamız gerektiğinin çarpıcı bir örneğiyle karşılaştığımız kanaatindeyim. Bariz bir biçimde, eseri izinsiz biçimde kullanılmış benim gibi bir kişinin, hukuk önünde hak arayışına girmesini öfkeyle kınayan, yadırgayan, yönetmenin hayranı olan yüzlerce insanın önyargılı tutumlarına muhatap olmak benim için şaşırtıcı fakat öğretici bir deneyim oldu. Netice itibariyle böylesi tatsız bir olayın öznelerinden birisi olmaktan hoşnut değilim. Süreç dâhilinde böyle bir konumda bulunmaya mecbur kaldım. Fakat en azından Ahlat Ağacı filminde hakkımda iddia edildiği gibi "Toplum önünde konuşmaktan korkan toy bir genç" olmadığımı ortaya koymaktan memnunum. Haklı olduğum bir konuyu, herkes karşı olsa da ısrarla savunmayı, en az, edebiyat alanındaki mutlak sessizlik prensibim kadar değerli kabul ederim. Edebiyat hususunda münzevi bir anlayışı savunan taşralı bir yazarın, telif konusunda mevcut kanuni hakkını aramaktan kaçınacağı ön kabulünün yanlışlığını ispatlayabildiysem ne mutlu bana."

Kibrit'te Anadolu İnsanının Samimi Öyküleri Yer Alıyor

Eylül 2021 tarihinde, Pruva Yayınları aracılığıyla okurla buluşturulmuş eser, "umut", ve "dağ" isimlerinde iki bölümden oluşmaktadır. Yazar, öykülerin ilk bölümünü annesine, ikinci bölümünü de babasına atfetmiştir. 

Kuddusi Demir, Kibrit, Pruva Yayınları

On dokuz öyküden oluşan kitap yüz yirmi üç sayfa hacmindedir. Ayrıca yazarın öyküleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Öykülerde birinci tekil şahıs ve daha çokta dış anlatım yönteminin uygulandığı görülmektedir. Öykülerin, günümüzden otuz kırk yıl öncesi zamanı işaret ettiği hissini okura vermektedir. Bu da yazarın çocukluk dönemi ve öncesi dönemlere tekabül etmektedir. Yetmişli seksenli hatta altmışlı yılların zor ve ağır zamanlarından günümüze bir yolculuk yapılmakta adeta. Ruh ve mana mefhumuyla birlikte halk irfanı inceliklerinin daha çok görüldüğü yıllar diyebiliriz. Bu anlatımlar; didaktik, öğütveren bir hüviyetten uzakta daha çok o dönemin gerçekliklerine yönelik anlatımları ihtiva etmektedir. Öykü kahramanları harbi ve hasbidir. Öykülerde anlaşılır bir dil, edebi bir üslup ve ses ritmi kendini göstermektedir. Bir başka ifadeyle içten, samimi Anadolu insanının duygu dünyasından süzülen öyküler desek en iyi tanımlamayı yapmış oluruz.

Öykü başlangıçlarında alıntı sözlerle öyküler ilintileyerek duygudaşlık sağlandığını da görmekteyiz. Bu alıntılamaların iki örneğini buraya taşıyalım. İlki “Yakasız Gömlek” öyküsünde; "Ben Melâmet hırkasını/ Kendim giydim eğnime/ Ar ü namus şişesini/ Taşa çaldım kime ne! (Âşık Nesimi, sayfa 49) ve “İplik Kesiği” öyküsünde; "Benim kavgamdır o, aşk diye tanınan" (İsmet Özel, sayfa 55)

Öykülerde neler ve hangi karakterler var bir bakalım. Esnaf, memur, çırak usta olgusu, cezaevi, gardiyan, askerlik, köy, varoşlar, kenar mahalle, şehir, terzilik, iplikçilik, esrar çekenler, kuşlar, eskilerde kalmış, erenlerin ve abdalların yazgısı ile bir Oğuz geleneği olan kalaycılık mesleği, abdallık gibi hayatın içinden birçok olgu, öykülere konu edildiği görülmektedir. Hikâye karakterlerine bir göz atacak olursak; Harun, Samet, Rıza, Leyla, Faytoncu Kâmil, Pupuş, Selim, Derviş, Rehim, Neriman, Âdem, Recep Abi, Zuhal, Şükrü Usta, Kezban Hanım, Bekir Usta, Köfteci Esat Abi, Kalıpçı Şeref Usta, Halis Efendi, Sevilay Abla, Halit, Emre, Muharrem, Dursun, Zühre, Abdal Dedesi Allahverdi gibi birçok hatırımda kalan isimleri sıralayabilirim. Altını çizdiğim, etkileyici bulduğum bazı bölümleri izninizle buraya taşımak istiyorum.

"Kişiyi en çok sevdiği acı öldürür" (sayfa 15)

"Alışmamış kafada kep durmaz oğlum" (sayfa 61)

"Ay tek heceydi; kız, upuzun bir gece" (sayfa 68)

"Gamzesi susuz bir kuyuya döndü annem" (sayfa 82)

"Hayat lekedir; doğumla başlar" (sayfa 87)

"Başkasının yarasını taşıyorken kolay geçmiyor" (sayfa 88)

"Siz, hiç ekinlerin kar altında kalmasının mahcubiyetini hissettiniz mi?" (sayfa 95)

"Oğul demenin bu topraklarda umut demeyle eşdeğer olmasından bahsederdi" (sayfa 98)

"Eke kadın gibidir kırsak, inadıyla ölür" (sayfa 100)

Öykülerde ayrıca, yeşil yayın dedikleri yasaklı kitaplar, yaşanılan şehrin mecburi caddesi, poşet olarak nitelendirilen kısa dönem askerlik, seçilmiş yalnızlıklar, çıraklığıyla demlenenler, tütüne ciğeri yetmeyenler, sabahçı kahvehaneleri, sımsıocaklar, harap ömürler, eyyamcı takımları, bandrolsüz sarma tütünlüler, iplik kesiği eller, uduyla inleyenler, pirifâniler, eke kadınlar, ayağına taş değmeyenler gibi başkaca birçok olgu, öyküler de içerik olarak yer almaktadır. Namıyla maruf öykü kahramanları bu özge zamanların köşebent karakterleri olarak içeriğe dâhil edilmişlerdir. Öykülerde yaşanan koyulukların yanında yüreğe yürüyen ezgilere de şahit olmaktayız. Kimsesizler mezarlığına defnedilmiş bir adamın yalnızlığı gibi olsa da sahipsiz kalplerin sığındığı bir arşta görülür ayrıca bütün yaşananlar. Kimi öykülerde humar bakışlılar olsa da ekmek davasının kirlenmediği zamanları daha çok önde görmekteyiz. Kibrit’teki öyküler duygulu, samimi, sahici, hüzünlü ve hatta acıklıdır. Köpüklü cümleler kurmaz yazar. Yüreğe dokunan öyküler desek daha yerinde olur. Öykülerin finalleri keskin, bitirilmiştir. Hemen hemen hiç muamma içermez. Laf kalabalığı içermez. Ama betimlemeler, tasvirler okuru cezbeder. Anlatımdaki bağlantılar da ve iç seste de bir ahenk kendisini göstermektedir. Her ne kadar hayat zuhurata tabi olsa da coğrafya kaderinde ve şartlar dâhilinde öykülerdeki hayatların şekillendiğini görmekteyiz. Ayrıca öykülerde bir dinginlik var. Son tahlilde; öykülerdeki birçok karakter Anadolu insanının arifane yönlerini taşımaktadır, sözümüzü yineleyelim. Kadim Anadolu insanının derununa bir yol almışlık, yaşananlarda hüzünlü bir koyuluk ve bu hayatlardan köz alınıp paylaşımlar görmekteyiz. Öykülerde anlatılan bütün bu yaşananlar bizim müktesebatımızın özünü teşkil etmektedir. En saf haliyle milletimizin özeti gibidir. Steril olmayan zamanlardan, sakinleştirici gür bir sesle...

İlkay Coşkun

Rahmi M. Koç Müzesi’nden Yeni Kitap

Müzenin büyüleyici atmosferi ve koleksiyonundaki binlerce objenin çeşitliliğine kapsamlı bir bakış sunan “Rahmi M. Koç Müzeleri – İstanbul” isimli kitap, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’tan çıktı. Müzenin kurucusu Rahmi M. Koç ile yapılan bir röportajın da yer aldığı kitap üç bölümden oluşuyor.

Rahmi M. Koç Müzesi, Kitap

Dünya endüstriyel mirasına ilişkin bilgi ve görsellerle zenginleşen kitap, kıymetli isimlerin kaleme aldığı yazılar ile tarihsel bir kaynak niteliği de taşıyor. Türkiye’nin ulaşım, endüstri ve iletişim tarihindeki gelişmeleri yansıtan ilk ve tek sanayi müzesi Rahmi M. Koç Müzesi, külliyatını yeni bir kitapla genişletti. “Rahmi M. Koç Müzeleri - İstanbul” isimli üçüncü kitapta, İstanbul Rahmi M. Koç Müzesi’nin ana koleksiyonunun çeşitliliği ve niteliği hakkında bilgilerin yanı sıra ikinci kitaptan bu yana koleksiyona eklenen objelere yer veriliyor. Müzenin büyüleyici atmosferini yansıtan fotoğraflar, Ali Konyalı ve Tarkan Kutlu imzası taşıyor. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’tan çıkan kitabın, tasarımını Nahide Zarifoğlu, editörlüğünü ise Begüm Kovulmaz üstlendi.

Rahmi M. Koç ile söyleşi

Önsöz’ün ardından okuru karşılayan ilk yazı, müzenin kurucusu Rahmi M. Koç ile yapılan röportajı içeriyor. Koç, çocuklukta başlayan koleksiyon merakını, Haliç’in değişen ve gelişen yüzünü, Rahmi M. Koç Müzeleri’ni bugünlere nasıl taşıdığını ve Türkiye’de müzeciliğe dair görüşlerini paylaşıyor. Koç, her yaştan ziyaretçiye hitap eden müzeyle ilgili şunları söylüyor: “Siz hiç müzeden ayrılmamak için ağlayan çocuklar gördünüz mü? Bizde sıkça oluyor. Özünde bir sanayi müzesi olan burasını çocuğa da sevdirdiysek, galiba pek güzel bir iş başarmış oluyoruz. Benim koleksiyon merakımla başlayan ve bir ömür verdiğim çabalarım, şimdi şehrin önemli müzelerinden birisi haline geldi. Bunu görmekten hakikaten mutluyum.”

27 bin metrekare alana yayılan Rahmi M. Koç Müzesi, üç ana bölümden oluşuyor: Lengerhane Mustafa V. Koç Binası, Hasköy Tersanesi ve Açık Hava Sergileme Alanı. Kitap ikinci sınıf tarih eser kapsamındaki Lengerhane Mustafa V. Koç Binası ile başlıyor. Binanın kısa tarihçesinin ardından bu bölümde sergilenen buharlı makinelerden raylı ulaşım modellerine, bilimsel aletlerden mekanik oyuncaklara kadar pek çok obje hakkında detaylı bilgi sunuluyor. Ayrıca Prof. Dr. Cyril Mango’nun “Bizans Döneminde Haliç”, Ara Güler’in “Benim Leica’m”, Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un “Minyatürlerde Haliç Bahçeleri” ve Dr. J. Patrick Greene’in “Kültür Mirası Mekanları Olarak Müzeler” başlıklı yazıları okuru hem bilgilendirici hem de keyif veren bir okuma deneyimine ortak ediyor.

İkinci bölümde, Atatürk Bölümü’nden klasik otomobillere, denizcilik objelerinden vagonlara, minyatür objelere, buharlı ve dizel motorlara uzanan geniş bir sergilemenin bulunduğu Hasköy Tersanesi yer alıyor. Yine bu bölümde, tersanenin tarihçesi ve sergilenen objeler hakkındaki bilgilerin yanı sıra Prof. Dr. Norman Stone’un “İlerlemenin Çarkı?”, Patricia E. Mooradian’ın “Teknolojik Yenileşim Kültürüne Doğru” ve Prof. Önder Küçükerman’ın kaleme aldığı “Rahmi M. Koç Müzesi’nde Anadolu Arabalarından Türk Otomotiv Sanayiine Geçişin Öyküsü” başlıklı yazılarını okumak mümkün.

Üçüncü ve son bölümde ise Açık Hava’da sergilenen Fenerbahçe Vapuru, Turgut Alp Vinci, B-24 Liberator, raylı ulaşıma dair vagonlardan oluşan büyük objelere yer veriliyor. Dr. Murat Koraltürk’ün “Haliç Vapurları Şirketi”, Yalvaç Ural’ın halihazırda Fenerbahçe Vapuru’nda sergilenen oyuncak koleksiyonuna dair yazısı ile William Clay Ford’un “Geçmişe Yönelik Bir Bakış” başlıklı yazısı ise bu bölümde okuyucuya sunuluyor.

Sofuoğlu: Serinin ilk cildinde İstanbul Müzemizden bir seçki hazırladık

Rahmi M. Koç Müzesi Genel Müdürü Mine Sofuoğlu, 30’uncu yılına yaklaşan Rahmi M. Koç Müzeleri’nin her yaştan kültür sanat tutkunu tarafından gördüğü ilginin kendilerini memnun ettiğini söyledi. Sofuoğlu, “İlkin 1994 yılında İstanbul’da kapısını ziyaretçilerine açan Rahmi M. Koç Müzesi, üç ayrı ilde birer müze ve bir de kitaplığı bünyesine katarak, her yıl 1 milyonu aşkın ziyaretçi ağırlayan önemli bir kültür kurumu haline gelmiştir. Müzelerimizi ve koleksiyonumuzu tanıtmayı amaçlayan üçüncü kitabımızı hazırlarken her geçen yıl zenginleşen koleksiyonumuz ve genişleyen müzelerimiz sebebiyle tek bir cilde sığamadığımızı fark ettik. Böylelikle serimizin ilk cildini teşkil edecek bu kitabımızda yalnızca İstanbul müzemizden bir seçki hazırladık. Koleksiyonumuzdan ancak başlıca örneklere yer verebildiğimiz kitabımızda sunulandan daha fazlasını görmek veya müzemizi yeniden deneyimlemek isteyenleri her zaman ziyarete bekleriz” dedi.

Zeliha Sunal Sev Dünyayı Şarkısını Yorumladı

3 yıldır peşinden koştuğu “Sev Dünyayı’ adlı şarkıyı yeniden seslendirirken, klip çekimleri için sanata destek olan çevre ve geri dönüşüm firması Exitcom Recycling ile işbirliği yaptı. “Sev Dünyayı” adlı şarkıyı farklı yorumlayan Sunal, doğaya, hayvanlara ve çevresine olan duyarlılığını bir kez daha gösterdi.Zeliha Sunal, Sev Dünyayı

“Hepimiz çevre kirliliği, iklim değişikliği gibi konularda konuşuyoruz. Önemli olan bunun hayatımızın içinde gerçekten var olması ve özellikle öğrendiklerimizi hayata geçirmemiz. Yoksa boşa kürek çekmiş oluruz” diyen sanatçı ve aktivist Zeliha Sunal, bu konuda farkındalığa dikkat çekecek projelerde yer almaya devam ediyor.

ELİMİZDEKİLERİN KIYMETİNİ BİLELİM

Şarkıcılığının yanı sıra tasarımcı kimliğiyle de dikkatleri üzerine çeken ünlü şarkıcı, Atıksız Yaşam Platformu’nun da içinde yer aldığı organizasyonun kapanış defilesini gerçekleştirdi. Defilede günlük hayatta kullandığı alışveriş poşetlerinden, gazete kağıtlarına, torbalardan pet şişe kapaklarına kadar kullanılan malzemelerden kıyafet ve aksesuar tasarlayan Zeliha Sunal, “14 kıyafet tasarladım ve bunlar için okunmuş 2,5 kilo gazete, 8 kilo kullanılmış plastik atık, 350 adet pet şişe kapağı, 100 adet kaset, 2 kilo tekstil atığı kullandım. Kullandığımız her eşyanın geri dönüşüm için iyi bir malzeme olduğunu unutmayalım. Artık elimizdekilerin de kıymetini bilme zamanı geldi. Devir ekonomi devri. Atmadan önce düşünelim.” mesajını verdi.

Memduh Şevket Esendal'ın Ayaşlı ile Kiracılarını Ücretsiz Oku

Erken Cumhuriyet dönemi yazarları arasında önemli bir yere sahip olan Memduh Şevket Esendal’ın “Ayaşlı ile Kiracıları” romanı, önce Vakit gazetesinde tefrika edilir ardından da 1934’te kitap olarak yayımlanır. 

Memduh Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları, Kitap Cumhuriyeti,

1942 CHP Roman Yarışması’nda ise beşincilik ödülünü alır. Ayaşlı ile Kiracıları romanı, Ayaşlı İbrahim Efendi’nin tek tek odalarını kiraya verdiği bir apartmanda geçer. Romandaki tarih ve yer; edebiyat otoritelerince, bürokratik kurumların varlığı nedeniyle otuzlu yılların Ankara’sı olarak kabul görür.  Ayaşlı ile Kiracıları, kapalı bir toplumdan çağdaş cumhuriyete geçişin ilk sancılarına odaklanır daha çok. Roman anlatıcısının yaşamına değen her birey/kiracı bu hızlı değişimin karakteristik öğeleri konumundadır. Başta sevgisizlik olmak üzere; çıkarcılık, dedikoduculuk, bencillik ve samimiyetsizlikler, toplumsal dönüşümdeki yer yer çürümelerin apaçık göstergesidir. Öyle ki, parasal dürtüler, ahlaki bütün değerlerin önüne geçmekte hatta ikili ilişkilerdeki aşırı ilgisizliği de beslemektedir. Romanda, genç cumhuriyetin hedeflediği çağdaş toplumsal yapıyı birey olarak bir kişi temsil etmektedir: Romanın anlatıcısı… Adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz bu anlatıcı; adil, çalışkan, samimi ve aydın bir insan. Bütün bu olumsuzlukları sorgulayan ve sürekli sorularıyla çıkış arayan… Yazar da, çağdaşlaşma yolculuğundaki bu tür sancıların “gelip geçici” olduğunu “kiracılar” imgesiyle hissettiriyor aslında…

Kitabı indirmek için tıklayınız.

Ressam Aydemir Ökmen'in Resim Sergisi Galeri Selvin'de

Sanatçı, soyut figüratif resimlerinde, gündelik hayata ve güzelliğe özgün bir yaklaşım getiriyor. Sergide, kaynağını Anadolu’nun zengin mitolojisinden alan ana tanrıça ve kadın figürleri, günlük yaşamdan figürler ile iç içe işleniyor. 

Ressam Aydemir Ökmen, Resim Sergisi, Galeri Selvin

Bu figürleri, değişebilen geometrik yapıları parçalayarak resmine aktarmaktadır ve bu özelliği ile dış ve iç görünüşü iç içe geçmiş şekilde yansıtmaktadır. Akademik eğitimine 1969 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisinde başladı ve 1974 yılında Devrim Erbil atölyesinden mezun oldu. Fazla kişisel sergi açmamasına karşın yaşadığı çağ ve ülkenin çalkantılı süreci ile birebir örtüşen üretken bir sanat hayatı olmuştur. Resimde iki boyutlu anlayışı prensip edinen sanatçının çarpıcı renk kullanımı ile beslenen figürlerinde çağdaş bir yorum içermektedir. Sergide yüzyıllardır içinde yaşayıp soluduğumuz kültürün Aydemir Ökmen’in renkleri ile çağdaş formlarda buluşmasına tanıklık edeceksiniz. 17 Ocak – 10 Şubat tarihleri arasında Aydemir Ökmen’in "Uzam Şiirler" isimli resim sergisini Galeri Selvin’de görebilirsiniz.

Galeri Selvin Arnavutköy Dere Sok. No:3 Arnavutköy, Beşiktaş/İstanbul Tel: 0212 263 74 81

Mert Başaran'ın Küçük İşler Büyük Özgürlükler Kitabı Değerlendirmesi

Arsa, konut, borsa, bitcoin gibi konularda yatırım araçlarına bilinçli şekilde bir bakış açısı kazandırıyor. Mert Başaran’ı ilk 88 bin liraya ev videosuyla tanıdım. 

Mert Başaran, Küçük İşler Büyük Özgürlükler Kitabı

Samimi sohbetinden, dar gelirli insanlarında küçük küçük yatırımlar yapabileceği konusunda iyi niyetli tavsiyeleri çalışmaları beni kendisine hayran bıraktı. Kendisi çok alt gelir grupları için yatırım tavsiyeleri veriyor. Şimdiye kadar hiçbir yatırımcının bu grup için emek verdiğini görmemiştim. Bu sebeplerden kendisinin müdavimi oldum. Yakın zamanda “Küçük İşler Büyük Özgürlükler” isimli kitabının çıktığını görünce hemen satın aldım.

Çoğu kişi Mert Abi’ye "bu kitap tutmaz.” diyerek vazgeçirmeye çalışsa da ben “İyi ki yazmış.” diyorum. Mert Başaran bu kitapta elinize sihirli bir değnek verip sizi bir anda zenginliğe ulaştıracağını iddia etmiyor. Arsa, konut, borsa, bitcoin gibi konularda yatırım araçlarına bilinçli şekilde bir bakış açısı kazandırıyor. Ne alırsanız alın düşük fiyattan alın ve onu unutun. Uzun yıllar sonra kartopu gibi o size bereketli bir şekilde dönecektir fikri veriyor. Ayrıca borsa tüyolarıyla ilgili de sizi uyarıyor. Her an “keriz silkeleme” denilen döneme denk gelip tüm paranızdan olabilirsiniz. Mert Başaran’ın hayatında yaşadığı kısa anekdotlarla konuyu daha iyi kavrıyorsunuz. 

Mert Abi’nin Küçük İşler Büyük Özgürlükler kitabındaki tasarruflu dede ve dedesinin birikimini tüketen baba metaforu ve kitap içindeki konu başlıklarının ele alınış şekli bana Robert T. Kiyosaki’nin Zengin Baba Yoksul Baba kitabındaki metaforları hatırlattı. Bu benzerlikleri nedeniyle Mert Abi’ye yerli Robert T. Kiyosaki diyebilirim.

Bu kitabı okuduğunuzda mevcut yaşam standartlarınızı çok artırmadan nasıl ekonomik özgürlüğe kavuşacağınızı teknik detaylarıyla öğreneceksiniz. Bu kitabı şahsıma uyarlardım ve aldığım kararları size iletiyorum. Bir buçuk, iki milyon liralık yeni bir ev satın almaktansa kendime ait 3+1 Toki evinde oturmaya devam ediyorum. Fakirler için üretilmiş taşıtıma bir 8 yıl daha binip bu bütçemi pasif gelir getirebilecek yatırım araçlarına yatırdım. Mert Abi’nin gazına gelerek Anadolu’nun küçük bir şehrinde üniversite mahallesinde birisi 170 bin lira diğer 225 bin liradan iki adet öğrenci apartı aldım ve çok kısa bir sürede apart fiyatları 600 bin lirayı aştı. Mert Abi’nin önerileri sayesinde artık bir asgari ücret kadar pasif gelire sahibim. Bu pasif gelirleri de temettü veren hisse senetlerine aktarıyorum. Her yıl gelen temettü ile de lot almaya devam edeceğim ve on yıl sonra ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş bir insan olacağım. Bu kitabın ve Mert Abi’nin bana kazandırdıklarını somut örnekleriyle aktarmak istedim. Bu kitap yatırım kitabı olduğu için bu şekilde bir kitap yorumunun daha yerinde olacağını düşündüm.

Mert Abi’nin oldukça akıcı ve Anadolu diliyle kaleme aldığı bu kitabı, yatırım araçlarıyla ilgili hiçbir fikri olmayan fakat yatırım yapmaya niyeti olanların başucu kitabı olarak görüyor, mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Böyle güzel rehber bir kitabı bizlere kazandıran Mert Abi’ye ve Butik Yayıncılık’a tekrar tekrar teşekkür ediyorum.

İsrafil Baran

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447