Öğrencilere Edebiyatı Sevdirmenin Yolları

Mezun olduğunda iyi bir okur olarak üniversiteye gitmiyorsa bütün suç öğrencide mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet ya da hayır diyemeyiz. Öğrencide okuma kültürü oluşturmak sadece öğrencinin sorumluluğunda değil. Aileye ve öğretmenlere çok iş düşüyor. Ders kitaplarında  öğrencinin okuma anlama kavrama düzeyine uygun metinler seçmek Talim Terbiye Kurulu’nun görevi. Konu okuma kitabı seçmeye gelince  rehberlik aileye ve öğretmenlere düşüyor. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in toplumsal gerçekleri anlatan metinleri yetişkin okurlar için nitelikli metinlerdir. Fakat bu metinleri 5.sınıf öğrencisine verirsek ondan bu metinleri zevkle okumasını bekleyemeyiz. 

Öğrencilere Edebiyatı Sevdirmenin Yolları

Onun yaşına uygun kitaplar bulup tavsiye etmek, satın almak  ailenin bu konuda bilinçli olmasını gerektiriyor. Hadi kızım, hadi oğlum, bak bu kadar para verdim, kitap aldım, oku bakalım deyip televizyonun karşısına geçmek çocuğu cezalandırmak anlamına geliyor. Çocuktan istediğin davranışı sen yapıyor musun? Yapmıyorsan çocuk niye yapsın? Marketten alışveriş yaparken aldığımız ürünün markasına bakıyoruz, son kullanım tarihini kontrol ediyoruz, ürünle ilgili yakın çevremizle fikir alışverişinde bulunuyoruz. Halbuki aynı duyarlılığı kitaplara göstermiyoruz. Çocuğumuza aldığımız kitabın içeriği nedir, dil özenli kullanılmış mı, yazarı hakkında ne biliyoruz, bu konulara dikkat etmiyoruz. Yabancı bir eserse çeviriye önem verilmiş mi, bu kitabı okumasının çocuğumuza faydası ne olacak? İşin bir de maddi yönü var. Kitaplar eskisi kadar ucuz değil. Yüksek ücretler verilip içeriği yararsız kitaplar alınacağına çocuğun daha önemli ihtiyaçlarının giderilmesi sağlanabilir.

İyi bir kitap çocuğumuza birçok özellik  katar. Kelime dağarcığı gelişir, düşünce ufku genişler, insanları, çevresini, doğayı daha iyi tanır. Beden eğitimi de meslek seçimi de daha sağlıklı olur. Çocuğa okumayı sevdireceksek bunu zorla, not kaygısıyla değil ikna edici yöntemlerle yapmak zorundayız. Çocuk Edebiyatı konusunda Türkiye’de çok yol kat ettik. İlköğretimde önlerine koyabileceğimiz nitelikli kitaplar var. Gülten Dayıoğlu, Behiç Ak, Sevim Ak, Koray Avcı Çakman, Buket Çetin gibi başarılı yazarlarımız var. Küçük Prens, Küçük Kara Balık gibi çocuklarımızın sevebileceği metinler var. Bu kitaplara ulaşmak o kadar da zor değil.

Yetişkin okurların sürekli bahsettikleri kitap okurken kağıdın kokusunu hissetmeliyim gibi söylemlerin öğrencilerde herhangi bir karşılığı yok. Onlar metinleri cep telefonu, tablet gibi olanaklardan takip etmeyi tercih ediyorlar. Edebiyatı, teknolojiyi yasaklayarak değil kullanarak sevdirmek mümkün.

Edebiyat geleneğimizde çocuklara, gençlere edebiyatı sevdirecek güzel örnekler var. Bu örnekleri onlara aktararak dillerini, kültürlerini sevdirmemiz gerekiyor. Öğrencilere edebiyatı sevdirecek birkaç örneği sizlerle paylaşmak istiyorum:

Ağaca bir taş attım

Düşmedi taşım

Düşmedi taşım

Taşımı ağaç yedi

Taşımı isterim

Taşımı isterim

Orhan Veli Kanık


Affan Dedeye para saydım

O da sattı bana çocukluğumu

Ne ismim var artık ne yurdum

Bilmiyorum kim olduğumu

Cahit Sıtkı Tarancı


OH  yavrular

Seyrederken sizi her gün penceremden

Hatırıma neler gelir

Mazi o bir definedir

Vaktiyle biz

Ne sıkıntılar çekmişiz

Okumak öğrenmek için

Düşündüm de güldüm demin

Size ne mutlu çocuklar

Güzel kitaplarınız var

Öğretmenleriniz de iyi

Öğretiyorlar her şeyi

Tahta sıra hep mükemmel

Hiçbirisi yoktu evvel

Hasırlarda sürünürdük

Evlere hep cahil döndük

Okuyunuz

Okuyanlar çok şey bilir

Çok şey yapar

Muradına onlar erer

Okumalı oynamalı

Hiç işsiz oturmamalı

Bize göre bugün birer

Küçük bilginsiniz sizler

Tevfik Fikret

Yazar Güz: Matruşka

Erkek “anlattıklarını anlıyorum” dedi sarılarak kadına. Kadın düşündü “hayır anlamıyor, anlayamıyor, anlaşılmak bu kadar zor mu? Üstelik anlamadığını kabul etmek yerine, hala ısrarla reddediyor beni anlamadığını…” 

Yazar Güz: Matruşka

Hepimiz zaman zaman bu gibi diyalogları eşimizle, sevgilimizle, ebeveynlerimizle, çocuklarımızla yaşamışızdır. Anlaşılmak, fark edilmek, yürekten duyulmak bu kadar mı zor? Ne kadar kolay gibi geliyor oysaki! Anlat kendini karşı taraf dinlesin, o da anlatsın kendisini, bizde onu dinleyelim. Mis gibi bütün problemler çözülür gibi geliyor dışardan bakan gözle, öyle değil mi?  Gel gör ki, günlük hayatta işler hiç de öyle işlemiyor. 

Anlaşılmak, kendini anlatmak maalesef bazen kolay olmuyor.  Kendimize bile saklı kalan, farklı koşul ve dinamiklerde ortaya çıkmak üzere tetikte bekleyen matruşka misali açıldıkça içimizden çıkan hepsi birbirinden apayrı, fakat aynı bütünün bir parçası olan kimi karanlık, kimi aydınlık yanlarımızı kendimiz fark edip, anlayıp, kabule geçiyor muyuz?  Dışladığımız gölge yanlarımızı, kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz taraflarımızı bir başkası nasıl anlayıp, kapsayıp hoş görsün! 

Kimi zaman, farklı deneyim ve koşulda kendi kendimizi bile şaşırtırken, alamam sandığımız riskleri alır bulurken birden kendimizi, asla bırakamam sandıklarımızdan vazgeçerken, korktuğumuz zorlu durumlar başımıza geldiğinde bir kaplan edasında güçlenerek çıkarken içinden, “ben” diye tanımladığımız şeyin ne kadar değişken ne kadar dinamik ve esnek bir tanıma oturduğunu gerçekte fark etmemek mümkün mü?  Kendini tanıma yolculuğu öyle bir yolculuktur ki hayatın ilk nefesinde başlar, ömür boyu sürer; bazen incindiğimiz duraklarda, bazen kendimizi zirvede hissettiğimiz mevkilerde, bazen en sevdiğimizin cenaze töreninde, bazen çok sevilenden vazgeçilen anda, bazen en büyük hayalimiz gerçekleştiğinde, bazen en sırtımızdan hançerlendiğimizi hissettiğimiz anda… Öğrenerek, dönüşerek, değişerek, esneyerek, kapsayarak, azaldığımızı sandığımız anlarda ironik bir şekilde çoğalarak… İnsan kendisini tanıdıkça tüm diğer insan olma hallerini, başkalarının yaşam  yolculuklarını daha anlar tanır,  kapsar kıvama geliyor.  İşte, o noktada başlar tanış olma halleri. 

Bana sorarlarsa, biz bu hayata kendimizi tanımaya, kendi insan olma hallerimize şahitlik etmeye geldik. Ancak,  günlük hayatın koşuşturması içinde, illüzyonist uyaranlara kapılıp, ego, hırs, çocukluk şemalarımızın, alışkanlıklarımızın ve toplumsal yönlendirmelerin etkisiyle ihtiyaç, öncelik, zorunluluk sandıklarımızla oyalanarak, yaşam mücadelesi ve koşuşturması olarak tanımladığımız şeylerle ömrü tüketmekle meşgulken, en çok uzaklaştığımız kendi özümüz değil mi? Biz kendimize bu kadar uzak düşmüşken, âşık olduğumuz o kişi bize ne kadar yakın olabilir? Bu mümkün mü? 

İnsan olma hallerimize farkındalıkla daha yakından bakıp, her halimizi sevgiyle kucaklayıp, kendi içimizde tam ve bütün olmanın doyumuyla, özümüzü gerçekten gördüğümüz günlere, hallere neşe, sevgi, coşku ve aşkla varmak üzere…

Yazar Güz


Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler 1

"Bir ömür yeter mi ki bir ömrü yaşamaya.” demiştim tek mısralık bir şiirimde. Rahmetli annem, ölüm komasına girmeden birkaç gün önce sayıklamaya başlamıştı. Kendi kendine konuşuyordu. Kardeşim, annem ne konuşuyor diye farkına varmadan dinlemiş onu. Sadece bir cümlesini anlayabilmiş: “Ben bu ömür macerasından hiçbir şey anlamadım.”

Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler 1

Evet, hangimiz bir şey anlıyoruz ki bu maceradan! Geleneksel anlamıyla “dar vakit”, Güneş batmadan yaklaşık yarım saat önce başlayan ve güneş batana kadar geçen süredir. Hepimiz dar vakitlerdeyiz galiba. Elbette zaman göreceli bir kavram. Fakat edebiyatta, ömrümüzün gereğinden uzun olduğu hatta gereği kadar uzun olduğu hiç söylenmez. Daima ömrün kısalığına vurgu yapılır. Kimi bir nefese indirmiş hayatı kimi göz açıp kapamak kadar kısa olduğunu söylemiş ömrümüzün. Hiç düşünmüş müyüzdür acaba masallar neden “Bir var bir yokmuş.”la başlar. Evvel zaman içinde; kalbur saman içinde… 

”Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi/Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi.” Yûnus, ömrümüzün bir rüzgârın esip geçmesi kadar kısa olduğunu söyler birinci dizede. Bu süreyi de uzun bulmuş olacak ki sevgili Yunus, göz açıp kapamak kadar kısadır, der sonraki mısraında.  Can Yücel bir şiirinde: ”Ömür dediğimiz nedir ki ?/Çay bardakta/Soğuyana dek geçen zaman/ Çayınız bardakta soğumadan/Tadıyla için hayatı” der. Şüphesiz Yunus’tan daha uzun bulur ömrümüzü. Düşünün çayın bardakta soğuması göz açıp kapama süresinden daha uzun değil midir?  “Siz geniş zamanlar umuyordunuz/Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek./Yılların telâşlarda bu kadar çabuk/Geçeceği aklınıza gelmezdi.” der Behçet Necatigil.  Konumuz bağlamında bu dizelere yer vermeseydim olmazdı elbette. “Ömür, temmuz güneşi karşısında kardır.” diyor Şeyh Sadi. Bu da ilginç bir benzetme. 

Ve “Ben bir günün, bir saniyenin bir ömür olduğunu öğrendim.” diyerek Yaşar Kemal konuya biraz farklı bir yaklaşım getirmiş oluyor. Yani ömrün kısalığına değil de her anın bir ömür kadar uzun ve önemli olduğuna vurgu yapmış gibi görünüyor. En güzel benzetmeyi galiba İranlı büyük şair Hafız yapmış. Eski zamanlarda kervanlar günlerce yolculuk yaptıktan sonra konaklama yerlerinde dinlenirmiş. Kervan tekrar yola çıkacağı zaman bir kervan görevlisi, “Haydi haydi haydi, kervan yola çıkıyor, yüklerinizi bağlayın develere!” diye bağırarak çan çalarmış.  E tabii insanlar da 5-10 dakika olsun dinlenmeye devam ederlermiş tembelliklerinden veya yorgunluklarından. İşte Hafız, ömrü, sevgiliye (yani en sevgili’ye) giden yolun konaklarında birazcık eğleşmeye benzetiyor. Ama ne diyor sonra:  Dinlenme bitti, yani ömür bitti; kervan tekrar yola düzüldü, sizse tembellik ediyorsunuz. Oysa bakın çanlar feryat edip duruyor. Biraz da Fars dilinin edebî gücünden olmalı; “Ceres feryâd” şeklinde öyle etkili söylüyor ki bunu adeta kalbimizi titretiyor Hafız.  Yani ömrün hangi çağında olursak olalım aslında mola bitti, kervan da yola düzüldü, bizse hemen kervana katılabilecek bir mesafede eğleşiyoruz. Lakin öyle pek de huzurla, keyifle, güvenle oyalanıyor değiliz burada. Çünkü çanlar feryat edip duruyor: Hemen katılmak zorundayız o kervana. İşte ömrün süresi… 

E öyleyse? 

* “Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sefaya dalabilirim? Çan, yükleri bağlayın diye feryat edip durmakta.” Abdülbaki Gölpınarlı çevirisinden… 

Kadir Ersoy: Mikro Minyatür Müzesi

Yakınına kadar gidip seyredilmesi tavsiye olunur. Çünkü ne heybetli bir heykel olduğunu yakınına gittiğinizde daha iyi anlarsınız. Gözünüzde canlandırabilmeniz için bizim Galata Kulesi yüksekliğini düşünün derim. Dev yapıta ulaşıncaya kadar çeşitli ilginç heykellerden ve gayet güzel panaromaya sahip meydanlardan geçersiniz. Heykel bu ülkenin kurtuluşunda kadınlarının büyük rolünü simgeliyor. Alt katı ise savaş müzesi. Bu heykeli ziyaret ettikten sonra hemen yakınındaki “Lavrskaya caddesinden kıvrılırsanız yine dev gibi bir kiliseye rastlarsınız. Bu kilisenin içindeki bir odanın ismi ise “Mikro Minyatür Müzesi”. Benim size asıl anlatmak istediğim yer orası.

Kadir Ersoy: Mikro Minyatür Müzesi

Merakımdan bilet alıp bu müzeye girdim. İçeri girince şaşırdım. İçinde hiçbir şey olmayan boş bir oda.  Garip garip etrafıma bakınıyordum. Duvarlarında asılı ne olduğunu pek anlayamadığım, kapılardaki gözetleme deliklerine benzeyen minik bir şeyler vardı. İçerdeki bekçi kılıklı bayan bu tepkilere çok aşina olduğu için gülüyordu, bize doğru yanaştı ve

“Duvardaki o küçük şeylere yaklaşın ve gözünüzü dayayıp dikkatlice bakın “dedi. Yaklaşınca duvarda minik dürbün gibi kalın camdan yapılmış yuvarlak büyülteçleri fark ettim. Gözümü büyültece yaklaştırınca garip bir şeyler gördüm. Normal gözle duvarda bir sinek pisliği zannettiğim şeyin büyülteçle bakınca bir saç teli üzerine çizilmiş lale resmi olduğunu anladım. Belki büyülteç 125 defa büyütüyor da ondan seçebiliyorum bu görüntüyü, yoksa çıplak gözle, demin dediğim gibi, sanki duvarda bir sinek pisliği. Tabi hemen merakla diğer sinek pisliklerini çözebilmek için öteki büyülteçlere doğru yöneldim. Her büyülteç beni daha da şaşırtıyordu. Kiminden bakınca dünyanın en küçük saatini, en küçük kitabını gördüm. Küçük kelimesinin ne kadar küçüğü ifade ettiğini anlayabilmeniz için diğer gördüğüm şeylerden örnekler vereyim. Bir pirinç tanesi üzerine işlenmiş bir kadın portresi, bir toplu iğne başının üzerine çizilmiş meşhur bir ressamın eseri (örneğin Mona Lisa). Merakla gözümü büyülteçden çekip tekrar duvara baktığımda kesinlikle yine sadece sinek pisliği görüyor gibiydim. Nasıl bir sanatkar bunu çizebilir veya yapabilir?

Daha sonraki yıllarda her Kiev’e gidişimde kendim veya eğer bir arkadaşla gitmişsem onun da görmesi için bu minyatür müzesini ziyarete gittim. Ve bir keresinde şansım yaver gitti. Kapıdaki kadın görevliye bunları kim yapmış diye sorduğumda Nikolay Syadristy dedi ve eğer görmek istersek o gün üst katta olduğunu söyledi. Kaçırır mıyım, hemen fırladım üst kata çıktım ve bunları yaratan sanatkarla orada tanışma şerefine eriştim. Kendisi meğerse yıllar önce Türkiye’ye de gelmiş ve önemli makamlardaki kişilerle fotoğraflar çektirmiş. Duvara astığı bir gazete üzerinde gördüm, Adnan Menderes ile resmi var mesela. Bizim kısa pantolonla dolaştığımız zamanlardan herhalde. Bu ilginç sanatla ilgili biraz görüştük. Sohbetimizin sonuna doğru kendisine “Bu sanatı gençlere de öğretiyorsunuz değil mi?” diye bir soru yönelttim.

“Maalesef yeni nesil buna hiç ilgi göstermiyor, oğlum bile acele yoldan para kazanabileceği bir meslek arıyor” dedi. Gülümsedi. Ama buruk bir gülümseme idi.

“Yani bu sanat ben öte tarafa gittiğimde bitecek” diye ekledi. Bir tuhaf oldum. İçimden “ Bu haksızlık” diye geçirdim.Yolunuz düşerse bu dünya harikası eserleri mutlaka görün. Günümüzde bir tuvalin üzerine iki fırça sürüp pahalı sergilerde gösterime sunarak kendilerini “Sanatçı” zannedenlerin bunları görmesini ise özellikle isterim. Tabii anlarlarsa…

Kadir Ersoy

Edebiyat, Kültür ve Sanat: Üç Güç Bir Arada

Bir toplumun ruhunu yansıtan bu üç unsur, birlikte insan deneyiminin zenginliğini ve çeşitliliğini temsil eder. 

Edebiyat, Kültür ve Sanat: Üç Güç Bir Arada

Edebiyat: Kelimelerin ve hayal gücünün gücüyle, edebiyat bize geçmişten gelen hikayeleri, günümüzün gerçeklerini ve geleceğe dair umutları aktarır. Romanlar, şiirler, oyunlar ve diğer edebi eserler aracılığıyla, toplumların değerlerini, inançlarını ve geleneklerini keşfedebilir, farklı bakış açıları edinebilir ve kendimizi daha iyi anlayabiliriz.

Kültür: Bir toplumun ortak hafızası ve kimliği olan kültür, dil, gelenekler, sanat, inançlar ve değerler gibi unsurlardan oluşur. Edebiyat bu unsurların korunmasına ve gelecek nesillere aktarılmasına katkıda bulunur. Aynı zamanda, farklı kültürler arasındaki anlayış ve hoşgörüyü geliştirmek için de önemli bir araçtır.

Sanat: Görsel, işitsel ve performans sanatları da dahil olmak üzere sanat, duygularımızı ifade etmemize, dünyayı farklı bir şekilde görmemize ve estetik bir deneyim yaşamamıza olanak tanır. Edebiyat eserleri, resim, heykel, müzik, tiyatro ve dans gibi sanat dallarıyla etkileşime girerek daha derin anlamlar kazanabilir ve daha geniş bir kitleye ulaşabilir.

Üç Güç Birlikte:

Edebiyat, kültür ve sanat birlikte çalışarak:

Eleştirel Düşünmeyi Teşvik Eder: Bu üç unsur, karmaşık konular hakkında düşünmeye ve farklı bakış açılarını değerlendirmeye teşvik ederek daha bilinçli ve katılımcı bireyler yetiştirmeye yardımcı olur.

Yaratıcılığı Besler: Edebiyat eserleri, sanat eserleri ve kültürel deneyimler, hayal gücümüzü ve yaratıcılığımızı besleyerek kendimizi ifade etmemize ve yeni şeyler üretmemize olanak tanır.

Toplumsal Değişimi Teşvik Eder: Edebiyat eserleri ve sanat eserleri, sosyal adaletsizliklere ve eşitsizliğe karşı ses yükselterek ve yeni fikirler sunarak toplumsal değişimi teşvik edebilir.

İnsan Bağlarını Güçlendirir: Edebiyat, kültür ve sanat, ortak deneyimler ve duygular aracılığıyla insanlar arasında bağlar kurmaya ve güçlendirmeye yardımcı olur.

Mehmet Sayan

Mehmet Memdoğlu: Sevgi Dili

Sevgi, her insan için bir ihtiyaç olup, eksikliği; maddi ve manevi olumsuz sonuçlar doğuran bir duygudur ve ruhun temel ihtiyacı olarak kabul edilmektedir. Yaşadığımız çağda israf ettiğimiz değerlerden biridir “sevgi.” Popüler kültürün dayattığı tüketim ve dünyevileşme hırsı, gerçek sevgiye engel olmakta. İsmet Emre bir yazısında: “Gecikmiş sevgi bir gün, bir yerde, bir yerinde insanın mutlaka yara açar. O yara bazen kederli bir hatırlama, bazen geri dönüşsüz müzmin bir hastalık, bazen de artık ertelenmeye güç yetirilmeyen ölümün ta kendisi olur” diyor. Hayat dengemizi sevgi kültürü üzerine inşa etmek istiyorsak, sevdiğimiz insanlara sevgimizi açık bir dille ifade etmeliyiz.

Mehmet Memdoğlu: Sevgi Dili

-Kendimizi ne kadar seviyoruz? (Kastımız, bencillik ya da narsizim değildir)

Kimi, ne kadar ne zaman seveceğimizi bilemez olduk. Hak edeni hak ettiği kadar sevebilirsek, o zaman “sevgi” gerçek değerini bulur. Sevgi, kişinin karakterinde filizlenir, hayatına tatbikte can bulur, güzel ahlakıyla taçlanır.

-Aile fertlerimizi ne kadar seviyoruz?

Aile içerisinde en çok eşler birbirlerini sevmeli. Erkeğin kadını sevmesi ve bunu davranış ve sözleriyle eşine hissettirmesinin semeri, sevgiye doymuş mutlu bir anne ve bu mutlu annenin şekillendirdiği/şekil verdiği çocuklardır. Çocuklar, anne ve baba ilişkilerinde görüp, hissedip, tecrübe ettikleri sevgiyi kendileri için de ölçü alacaklardır. Ebeveynlerin çocuklarını sevgiyle büyütmesi, yağmurun susuz toprağa can verip şifa olduğu gibi çocukların kalbine huzur vererek, şifa olur.

-Sevdiklerimiz bizim için ne/neler ifade ediyor?

Sevdiklerimiz, dünya için huzur ve mutluluk, ahiretimiz için saadet sebebi olmalı. Sevmek ve sevilmek için yaratılmış olan insan, sadece yakınlarına değil, her insana sevgi ve tebessümle muamele etmeli.

-Bizim için sevgili kim ya da kimlerdir?

Sevgili, sevilendir. Bu demektir ki seven için aile bireylerinin tamamı sevgilidir. Diyebiliriz ki sevgili annedir, babadır, eştir, evlattır, kardeştir; dosttur, arkadaştır…

Her insan ayrı bir dünyadır. Sevgi dışında hiçbir güç insanın kalbini fethedemez, her türlü değişim ancak ve ancak sevginin mührü ile gerçekleşebilir. İnsanı keşfetmenin en tesirli yolu, muhatabının kalbine sevgi ilacıyla yapılan dokunuştur. Sevgi tohumlarının aydınlatamadığı bir dünya, sunî aydınlatma cihazlarıyla aydınlatılsa da hakikatte karanlıktır.

Özcesi, sevgi şifadır, insanı güzelleştirir. Sevgi için zaman ve mekân mefhumu yoktur ve sevginin dokunup da yeşertemediği ruh yoktur.

Sevgi israfı, kalbi yorar; evet. Buna rağmen, toplum olarak, temeli sevgi, duvarı merhamet, direği hakkaniyet, çatısı adalet olan bir medeniyet inşa etmemiz elzemdir.

Sevgiyle…

Orkun Cabi: Taksi Dolmuş

Okulum da Beşiktaş’ta idi. Her sabah yakalayabilirsem Beykoz’dan  gelip sırasıyla; Kanlıca, Anadoluhisarı, Kandilli, Bebek, Arnavutköy, Ortaköy  iskelelerine uğrayan 7:40 vapuru ile Beşiktaş’a giderdim. Vapur  Beşiktaş’tan sonra Eminönü’ye devam ederdi ama tabi benden sonra tufan, bu beni pek ilgilendirmezdi. Vapurdan inince Serencebey yokuşuna sarıp, bir de okula kadar yokuş yukarı koşmak zorunda kalırdım derse fazla geç kalmamak için. Kan ter içinde genelde 10 dakika geç girerdim sınıfa ama hocalar  halime acırdı herhalde, uzaklardan geldiğimi bildikleri için, yok yazmazlar, geç kağıdı istemezlerdi çoğu zaman.

Orkun Cabi: Taksi Dolmuş

Tabi bir çocuk için biraz meşakkatli bir yol olsa da asıl sorun vapuru kaçırınca idi. Beykoz’dan gelen otobüslere kalırdı işim. O otobüsler de çaka çaka dolu olunca , beyhude bir bekleyiş başlardı.  Bekleyip bekleyip dolu olduğu için durmadan geçen otobüslerin içindeki hamsi kasasına yüklenmiş balıklar gibi giden,  yüzleri  cama yapışan insanlarla göz göze gelirdim durakta. Acaba o otobüsün içinde burnum cama yapışarak gitmek mi, dışarda rahat nefes almak mı daha iyi sorusu geçerdi aklımdan, durmadan geçen otobüslerle beraber. Her geçen dakika biraz daha ümitler tükenirdi, okula zamanında varma bakımından. O noktada garip düşünceler alırdı beni, kendi kendimi rahatlatmak için tuhaf bahaneler üretmeye başlardı beynim. Birden çok kaderci olurdum. Bugün geç kalmak benim kaderim mi acaba gibi düşünceler dönmeye  başlardı kafamda.  Kaderimde geç kalmak yoksa, ben geç kalsam bile belki hoca da geç kalır, belki hoca gelmez, ilk ders boş geçer gibi kendimce geç kalmanın kader olduğuna inandıran düşünceler üretirdi beynim.

Bir de bazı sabahlar okula giderken hele o gün sınav varsa ve çalışmamışsam; ki tembel bir öğrenci olduğum için genelde de çalışmaz ve hazır hissetmezdim kendimi. İdama götürülen mahkum gibi başıma geleceği bildiğim halde cezamı çekeceğim yere doğru kendi ayaklarımla giderdim mecburen. Evden iskeleye yürüdüğüm yaklaşık bir kilometrelik yolun ortalarına doğru yanından geçtiğim çöp konteynırlarının üstünde gördüğüm kedilere bile özenirdim. Onların yerinde olmak isterdim. Çok gamsız ve rahat görünürlerdi. Ne güzel, ne sınav stresleri var ne okula yetişme dertleri var diye geçirirdim içimden. Kedilerle de göz göze gelince hep şunu  hissettirmişlerdir bana; kendilerini dünyanın merkezi gibi görüyorlar  ve etraflarındaki herşey kendileri ile ilgili, onlar Dünya’nın merkezi, herşey onların etrafında dönüyor sanki. Bir menfaat gelir mi beklentisi ya da bir tehlikeye maruz kalır mıyım dikkati ile kesiyorlar sürekli çevrelerini.

Birgün yine vapuru kaçırıp otobüs durağından beklerken, durakta durmadan geçen  birkaç otobüsten sonra vakit de epey daralınca ve artık okula yetişme ümitlerimin kaderi zorlama limitine dayandığı anlarda başvurduğum son çareye başvurmak zorunda kalmıştım. Son çare aniden dolmuş şeklini alan o zamanların Tofaş Şahin marka taksileri idi. Üsküdar’a boş dönmemek için, müşteri bırakan taksiler, durağa yanaşıp dolmuş yaparlardı. Ön koltuğa iki kişi, arkaya da üç kişi alıp Üsküdar’da bırakırlardı yolcuları. Taksi parasını beşe bölmek gibi bir şey oluyordu yolcular için bu.

O sabah otobüsten biraz daha pahalı olan dolmuşa aniden binmeye kara verdim. Ben arkaya oturdum, yanıma da bir kız ile bir erkek, sanırım sevgili olan iki kişi bindi. Öne de iki adam yan yana sığmak zorunda kaldı taksicinin yanındaki tek koltuğa. Başlangıçta herşey normaldi. Herkes paralarını ödedi. Yolculuğumuz sakin başladı. Nerden bilebilirdik ki biraz sonra polisiye bir filmin içine dalacağımızı. Kanlıca’dan çıkıp sahil yolundan körfezi geçip ikinci köprünün altından da geçtikten sonra bir düzlük vardır. O düzlüğü de geçince Anadolu Hisarı İskelesi’ne gelirsiniz. Tam Anadolu Hisarı İskelesi’nin oraya geldik ki yolda bir motorsikletli polis denetim yapıyor. Şahin dediğimiz sarı polislerden. Beyaz motorsikletini yolun kenarına park etmiş. Gözlerinde güneş gözlüğü. Bizim taksici ile göz göze geldiler. Taksici önce yavru kediye benzer triplere girdi. Bir küçüldü, şirin bir surat ifadesi,  masum bir insan edası ile polise dostça ve sevecen bir şekilde gülümsedi. Fakat Şerif Taytıs  bu jesti maalesef yemedi. Sadece kaş göz ifadesi ile çek kenara manasında bir hareket yaptı. Ve o anda olanlar oldu. Hiç beklemediğimiz bir anda kedi yavrusuna dönen taksici eliyle tamam işaretiyle karışık selam verir gibi yapıp, direktife uyar gibi sağa yanaşırken aniden karar değiştirip çok seri bir patinajla Ayrton Senna’ya bağlayıp gaza bastı. Arabayı kullanış şekli Aryton Senna fakat görüntü kedi yavrusundan Joe Dalton’a dönmüştü. Adeta yarı insan yarı araba şeklini almıştı. Koltukta oturmuyordu sanki, belden aşağısı koltuk şeklini alarak, matriks gibi araba ile organik bir bağ kurmuş, üstü taksici Joe Dalton’a dönüşmüştü. Bu verdiği ani karar ve sürüş modu değişikliği ile birlikte panik halde beyni nasıl bir zeka sıçraması yaptıysa, ruhundan çıkan bir politikacı da bize derdini anlatmaya başladı aynı anda.

‘’Bu adam bana taktı arkadaş’’ dedi birden polis için.

‘’Geçen gün de durdurdu beni, bir hafta bağladı arabamı. Herkes yapıyor tek ben miyim? Çoluk çocuk bir hafta ne yiyecek?’’ demesiyle birlikte hepimiz hipnotize olmuş gibi taksicinin tarafına geçtik. Hadi ben 14 yaşında aklı bir karış havada sınava girmektense keşke kedi olsaydım diyen bir ergendim, ama diğerleri de ilginç bir şekilde taksiciden yana oldu. Kimse de ‘’kardeşim napıyorsun?’’ demedi. Şimdi olsa bilinçli toplum hakkını arardı belki ama o zamanlar garibanın yanında olan bir toplum anlayışı vardı. Bir de boğaz bölgesi yalılar hariç daha geleneksel Anadolu insanı profili ağırlıklı idi o vakitler. Biz bir şekilde tepki göstermeyerek onaylamış olduk taksici Joe’yu. Tabi bu anlattıklarım saniyeler içinde oldu. Ne olup bittiğini anlar anlamaz, gaza basan taksicinin erketesine dönüştük hepimiz. Ben hemen arkaya baktım. Şerif Taytıs motoruna doğru ağır ve emin adımlarla yürüdü ve beyaz kaskını kafasına geçirdi. Kaskı kafasına geçirmesi ile Sıvı Terminatör’e dönüşmesi bir oldu. Artık düşman daha da kuvvetli idi. Motorunun üstünden deri pantolonlu çizmeli bacağını attı, yana hafif yatık motoru düzeltip topuğu ile motorun ayağını geriye attıktan sonra yarım daire çizerek şık bir hareketle yola koyuldu. Aramızda yaklaşık 400 metre kadar mesafe vardı.

Erkete ben ‘’ Geliyor Abi !‘’ dedim.

Taksici kendini daha da acındırmak ister gibi ‘’ Taktı bana taktı’’ dedi.

O sırada biz virajı döndük. Ben hala arkaya bakıyordum. Bir yandan manyak gibi giden Ayrton Senna’nın ön cam simülasyonunu seyrediyor, bir yandan da dönüp arkadan yaklaşan Sıvı Terminatör’ü takip edip taksiciye mesafe bildiriyordum. İlk virajda polis görünmeyince bir an mutlu olmuştum fakat mutluluğum kısa sürdü, birkaç saniye sonra Sıvı Terminatör de virajı dönüp tekrar görününce bizden daha hızlı olduğunu net anlamıştım. Fakat Taksici farklı bir mod açmıştı. Trafik tıkanmıştı ama biz karşı şeride geçip solluyorduk duran arabaları. Artık sadece Taksici ile birlikte kanun kaçağı olmakla kalmamıştık, ekmeğinin derdindeki bu güzel abimiz için canımızı da tehlikeye atmaya vardık. Bilgisayar oyunu gibi gidiyorduk. Arkadan, bir görünen bir kaybolan ama her virajda biraz daha yaklaşan polis motoru, ön camda da bu oyunu gerçekten mükemmel oynayan taksici Joe Dalton. Taksici bir yandan ah vahlarla bizim motivasyonumuzu canlı tutmaya çalışıyordu. Hepimiz  ‘’Bas Abi geliyor’’ ve mesafe bildiren yorumlarla artık tamamen taksiciden yana olmuştuk. Hatta sevgililer de ilişkilerinde aradıkları yeni heyecanı bulmuş gibi çok mutlu görünüyorlardı.

Küçüksu Kandilli arası virajlı yollardan sonra Kuleli önündeki son düzlüğe önde girdik. Çengelköy’de trafik biraz sıkışabilirdi fakat nasıl olduysa biz bir şekilde Beylerbeyi’ni de geçip Birinci Köprü’nün altındaki tünelden Kuzguncuk tarafına attık kendimizi. Tam bir viraj farkla motordan öndeyken, motorun arkadan  görünmediği bir anda, sola Kuzguncuk içine girip bir sol ve bir sağa yaparak paralel bir ara sokakta sotelendik. Sağ tarafımızdaki iki apartmanın bahçesindeki alçak ağaçların arasından görünen sahil yolundan  Sıvı Terminatör’ün motoruyla geçişini nefesimizi tutarak izledik. Hep Amerikan filmlerinde mi izleyecektik polisi atlatma sahnelerini. Bu sabah biz de bunu başarmıştık. Monoton hayatlarını yaşarken kaderin birleştirdiği farklı yaşlardaki bir grup vatandaş olarak emekçi taksici abimiz ile birlikte polisi atlatmayı başarmıştık. Bir hafta eve ekmek götürememekten kurtarmıştık özverili bir şekilde abimizi. Vedalaşmamız bile bu birlikteliğe yakışır şekilde oluyordu. Taksici abimiz bizden hem özür diliyor hem teşekkür ediyor hem de helallik istiyordu. Biz de ona ‘’Peki şimdi ne yapacaksın Abi’’ diyerek daima yanında olduğumuzu belirtiyorduk. ‘’Burdan sonra biz yolumuzu buluruz dedik’’, ‘’olsun önemli değil’’ dedik. ‘’Sen ne yapacaksın?’’ sorumuza da O: ‘’Nakkaştepe’nin oralardan yukarı çıkarım, Üsküdar’a gider arabayı teslim ederim. Onun da mesaisi biter zaten  birazdan’’ diyerek maceranın bitmeyen kısmı ile ilgili kafamızdaki soru işaretlerini, tecrübesini ve öngörüsünü bir kez daha bize ispat edercesine  cevapladı.  Daha sonra da ‘’Allah Kerim’’ gibi  birşeyler mırıldanarak yine içinden çıkan tevekkel politikacı ruhu ile oyunun kazananının biz olduğumuzu, bu saatten sonra artık yakalansa bile bizlerin fedakar insanlar olarak hatırlanacağımızı ve kendimizi mağrur hissedebileceğimiz inancını bize aşıladıktan sonra, artık ayrılabilirdik. Sevgililer gayet mutlu görünüyorlardı. Diğer iki delikanlı vatandaş abilerimiz de oldukça gururlu gibiydiler. Ben de okula geç kalmayı garantilemenin verdiği vurdumduymazlıkla artık hiç stresli değildim. Hem de okulda arkadaşlarıma ilk teneffüste anlatabileceğim eğlenceli bir anım vardı. İşin garibi kimse verdiği parayı bile geri istememişti. Üzerinden neredeyse 35 yıl geçmiş. İnsanlar mı değişti? O zaman mı normaldik, şimdi mi normalleştik? Hangisi daha iyi? Karar veremiyorum.

Kalın sağlıcakla

Mervenur Uç: Günbegün

Mervenur Uç: Günbegün

Kızıl şafakların söktüğü gün,

Savrulsun saçlar gönlüme. 

Dersen, ömrün sadece bir gün,

Ya çölde serap olurum,

Ya da hapsolmuş sürgün. 


Çıkarsam günbegün meftun, 

Sorarsan olurum özün. 

Dersen, saklanma özgürsün, 

Korkma, o gün bugün.

Şeyma Esma Yaşar: Çıkmaz Yol

Şeyma Esma Yaşar: Çıkmaz Yol

İkiz gibisiniz

İkinizde önemlisiniz

Biriniz en sevdiğim biri en güzel anılarım 

Sevgi mi anıyı bastırır? 

Yoksa anı mı sevgiyi söndürür? 

Karar veremiyorum! 

Kalbim bu çıkmaz yolda doğruyu bulamıyor. 

Soru işaretleri kafamı döndürüyor. 

Artık durmak istiyorum. 

Ama yolum hep çıkmaz sokağa giriyor. 

Sinan Hüseyin: Tanık

Sinan Hüseyin: Tanık

zamanın geçmediği günler çoğalmıştı.

aynı sınır,

aynı şehir,

aynı kaldırım,

aynı ağaç gölgelerinde.


ve etrafımda şarkılar,

ölümler, ahlar, hikayeler

durmadan başa dönüyordu.


başa dönüyordum,

gittiğim her yolun sonundan.


ömrüm,

söylenmemiş bir cümlenin ardından kalan

ağrının toplamı olarak kaldı.


ve tanıktım hep,

bu yüzyılın dayanılmaz,

katlanılmaz taraflarına.


sinan hüseyin

Mustafa Şahin: Çöl ve Kar

Neden susturamaz insan içindekini ve neden bitmez insanın kendisiyle olan bu amansız kavgası Şehirde hiç bilmediğim bir sokakta sorularla tartışmaktan yorulduğum vakit kendimi bir kıraathane önünde buldum. İnsan kendinden ve içindekilerden kaçmak için yine insanlara koşar mıydı? Bitmeyen sorular…

Mustafa Şahin: Çöl ve Kar

Selam vererek içeri girdim ve kıraathanenin en kuytu köşesindeki masaya oturdum. İnsanlara yakın olup, yine onlardan uzak durmak. Amacım sadece yeniden nefes alabilmekti belki de… Ellerimle çay işareti yapabildim. Konuşmak? Bir kor daha atmaktı cenk meydanına.

“Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim!” diye mırıldanıyordu çayı bana uzatırken.  Diğer masadaki çayı verirken “Benim aşkım bin bir köşeli ah bin bir köşeli.”

Kıraathanenin dört köşesine çaylarını Köşe şiiriyle vermişti Çaycı Akın. Derdini hafifletmenin yolunu her çayı uzatışında bir dize okuyarak bulurmuş…

Önce tuhaf gelmişti bu olay ama kendimi bundan alıkoyamıyordum.  Hayranlıkla birinin daha çay istemesini bekliyordum ve gelecek dizeyi duymak için kulağımı Akın’a, kalbimi şiire ve aklımı da hangi dize olacak bu sefer diye düşünmeye bırakmıştım…

Gözümle saydığım otuz kişi vardı içeride ama bir Çaycı Akın bir de ben vardım şiirle ilgilenen… Taş sesleri, pul sesleri, “Koz düüüş!” ve benim sessizliğim. Ve nahif bir sesle okunan bir dize daha: “Sen geldin ve benim deli köşemde durdun!” …

Sırf bu yüzden belki de on tane çay içmişimdir, saymadım.  Çaycı Akın bunu fark etmiş olacak ki yanımdaki sandalyeye oturdu: “Yağmur dinmedi, dinsin de istemedik...”

Dizenin hemen ardından “Çöl ve kar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları söyleyebilir misin?” diye sorunca bir an şaşırdım… Hiç beklemediğim anda hiç beklemediğim bir soruydu… Düşündüğüm sorular değişmişti ilk çayı aldığımda duyduğum dizeyle birlikte…Belki “bir dize de sen oku” der diye aklımdan dizeler geçirip bu olur bu olmaz diye eliyordum. Bulamamıştım da söyleyeceğim dizeyi…

Aklımdan coğrafi bilgilerimi yoklayıp tam bir cevap hazırlamışken bu sefer daha uzun bir şiir geldi Çaycı Akın’dan: “Felsefe okudumsa, iktisat okudumsa gece yarıları / Boğazım kurumuş içim bir kalabalık / Sıcacık mısralar okudumsa Yunus' dan / Senin için okudum gece yarıları…”  Bir yandan “Buldum. Atilla İlhan!” derken sorduğu sorunun cevabını bulamayışımı fark ettim…

Mahcup bir şekilde bilmiyorum diyebildim sadece. Ama içimden yine muhabbete uygun dize arayışları….

“Çöl ve kar nereyi örteceklerini bilmez. Bunu kısa bir düşünmeyle tasdik edebilirsin değil mi?” diye sorunca kafamı evet anlamında salladım. Devam etti: “Nerenin buradan sonra çöl olacağını ve nereye kar yağacağını bilimle belki tahmin edersin ama kalbin… Kalp tahmine bakmaz, istatistikle işi de yoktur. Kalbin mantığı da yoktur. Kalbini çöle döndürme ve kalbini serinletecek bir kar yağdır kendine…”

Kalbimi yokladım… Aynı ritimde atıp aynı şeyleri sayıklıyordu…Bildiğim sorulardan farklı sorular oluştu artık. Kalbim çöl müydü? Bunca sorularla boğuşmak kalbimi çöl mü yapardı yoksa bulduğumda mutlu olacağımı düşündüğüm o cevaplar kar gibi inip serinletir miydi kalbimdeki o yangını… Aklım: “Güzel konuştu da benzerlik ve farklılık ne? onu demedi! Söylemek istediğini söylemek için sordu galiba…”

Kulaklarımda “Akın bize üç çaaay... Yok yok, sen üç kahve getir. Saçma saçma mırıldanmazsın en azından…”

O an burayı az önce konuştuğumuz, nasibinde ne olduğunu bilmediğimiz yer olarak düşündüm. Çöl kaplı yerlerin o insanların kalplerinin olduğunu, onlar konuştukça kurulan her cümlenin kum fırtınası olduğunu hissettim…Oysa Çaycı Akın’ın okuduğu dizeler yeryüzüne inen kar gibiydi…ben de usul usul inen o kara kollarını açmış, yüzünü kara çevirmiş birisi gibiydim…

Kahveleri verdikten sonra tekrar masaya gelirken elinde bir çay daha. Bu demektir ki bir kar tanesi daha inecek yeryüzüne, bir dizelik daha nefes alacağım: “Ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.” Dizeyi duyduktan sonra yarım kalan hayalim değil nefesimdi. Hissetmiştim ama ölmemiştim.

Kahveye hışımla bir delikanlı girdi “Akın abiiii koş koş. Çocuğun fenalaşmış… Ama bu her zamanki gibi değilmiş, yenge hanım öyle söyledi.”

Çocuğun fenalaşmış cümlesinden sonra herkes oyununa devam etti cümlenin devamını bile dinlemeden…  Çaycı Akın da cümle bitmeden çıkmıştı kapıdan. Zira cümlenin sonu da onun için bir soruydu. O koşuş... Çocuğu susuzluktan ölmesin diye çaresizce ama umutla tepeden tepeye koşturan anne koşuşu... Baba olsaydı o mutlaka Çaycı Akın olurdu.

Kulağım artık içerideki konuşmalara, kalbim Çaycı Akın’ın durumuna, aklım acaba ne oldu sorusuna takılıp kaldı. Okey oynayan amcalardan biri aynı masadaki başka bir amcaya seslendi: “Akın da çok çekti. Çocuğu olsun diye çok dua etti.  Çok zaman sonra bir kızı oldu. Bebekken geçirdiği hastalıktan dolayı normal bir çocuk gibi gelişememiş. Sıkıntılar hep sıkıntıyı getirdi ama Akın yine de pes etmedi, hep şükretti. Kızı arada nöbet geçirir. Ben olsam çoktan kafama…” cümlenin burasına gelince yanındakiler “Sus!” dedi.

Nasıl dayanmıştı sahi Çaycı Akın bunca şeye? Kalbimdeki kıvılcımı yangın sanmıştım, yanılmışım. Asıl büyük tufan Çaycı Akın’ın kalbindeymiş. Ondan sıçrayan bir kıvılcım mıydı bizim yangın sandığımız? Ama öyleyse de hem yakıp hem kar nasıl olabiliyordu Akın’ın yaşadıkları ve söyledikleri? 

Dalgın dalgın dışarı bakarken çöl ve kar arasındaki farkı buldum… “Çöl olan yerde insan olmaz ama kar her yere yağdığı gibi insanın olduğu yerde de vardır. Ve insan kara muhtaçtır.” diye aklımdan geçirdim…Yeni bir denklem oluşmuştu artık zihnimde: Çöl, kar ve insan…

Çaydan son yudumumu alırken pencereden dışarıda kum fırtınası olduğunu gördüm… ve istemsizce ağzımdan şu dize dökülüverdi:

“Ben konuşmasını bilmem Lili…”

Mustafa ŞAHİN

Hülya Cabi: Kadından Elini Çek

Hülya Cabi, Kadından Elini Çek

Kızını dövmeyen dizini döver demiş atasözü

Sanki başka söz yokmuş gibi görmez başkasını gözü

Neylesin iliklerine işlemiş zorbalık, mayası özü

Artık yeter, kadından elini çek


Kiminin kulağında, yüzünde, burnunda el izin,

Neyse ki estetik operasyonlarla bu izleri gidebildin,

Ya derinliklerde yürekteki yok edişin

Artık yeter, kadından elini çek


Saçı dert, giyimi dert, çalışması dert oldu sana,

Sanki pamuklara sardında yaptıkları şimdi battı sana

Bırak kadını kalıptan kalıba koymasana

Artık yeter, kadından elini çek


Çocukluktan başlar cinsiyette eşitsizlik,

Sen kızsın bir adım geri dur diyen anneyle, dengesizlik

Sana yazılmış kaderde bulaşık çamaşır, yemek, temizlik

Artık yeter, kadından elini çek


Başına bir hal gelse, ilk önce hem cinsin der kimbilir ne yapmıştır

Ateş olmayan yerden duman çımaz atasözüne tapmıştır

Kadının kadından başka düşmanı olmaz aklını satmıştır

Artık yeter kadından elini çek


Kadının yüreği güzel sözle beslenir,

Kolunu,bacağını kırsan iyileşir,

Dil yarasının ilacı icat edilmemiştir

Atık yeter kadından elini çek


Eteğinin boyu, saçının açıklığı kapalılığından sana ne

Beynine bak, orta noktayı bulmayı dene

Ama yok ezeceksin öyle öğrendin bir kere

Artık yeter kadından elini çek


Mutsuzdur, bitmiştir evliliği, boşanacaktır, desteğine muhtaçtır,

Evladından önce, elin derdine yanarsın, olayı kapatırsın,

Destek olmak yerine, köstekliğinle yuvayı kurtardığını sanırsın

Artık yeter kadından elini çek


Her haberde bir kadın cinayeti nasıl oluyor sanırsın

Kadın güçsüzleştirilip, yok edilirken şimdi sevenleri kefenine sarılsın

Her koşulda yanındayız denseydi, kaç kadın yaşardı biliyor musun

Artık yeter kadından elini çek


Kim aldatılmadı, kim dayanak yemedi ki deme artık

Böyle diye diye kaç kayıpla bir yılı daha kapattık

Hani biz kadına kalkan elleri kıracaktık

Artık yeter kadından elini çek


Saçının, eteğinin boyu hep derttir


Hülya Cabi

Habil Yaşar Yazdı: Ölüm Çağrısı

Her canlının kaderinde yazılı olan ve onu bozmanın mümkünsüz olduğu nokta. Yaratılmışların her biri, yaratıldığı andan itibaren ona doğru gidiyor, yolun diğer tarafında ölüm bekliyor herkesi. Ondan kurtulmak mümkün olmadığı gibi, onu düşünmemek de mümkün değildir.

Habil Yaşar, Ölüm Çağrısı

"Ölüm" denilen bir sonun varlığını bilerek onun varlığını bir an bile düşünmeyen bir canlı, bir birey bulamazsınız. Sonuçta bir insan nasıl olur da bu kara gücün varlığının farkına varıp da ona kayıtsız kalır, onu ömür boyu acıya çevirip  kendine eziyet etmez, ister az, ister çok, ister üzücü, ister neşeli olsa da yaşamak ister, sadece yaşamak. Ölüm kapımızı çaldığında, bir saniye bile yüzlerce yıl kadar kıymetli, hiçbir ölçüye gelmeyecek kadar tatlı ve ulaşılmazdır.

Bu karşıtlığın sırrı nedir merak ediyorum, neden ölümün bize her an, her saniye yaklaştığını hissederek yaşamak, yaratmak, kısacası bize verilen bu hayatın hiç sonunu istemeyerek yaşamak ilgisi, yaşamak arzusu? İnsan bir kez doğar ve bu gün bir daha tekrarlanmayacak. Bugün yeri doldurulamaz. Geriye kalan her şey tekrarlanacak. Doğum günleri, bayramlar, işler, özetler, aynı sevinç, aynı acılar. Ama tek bir şey tekrarlanmayacak, sadece bir şey: doğum günü. Bugün bize hayatta verilen en büyük, en tatlı hediye. Acı ve üzgün olmasına rağmen  kim doyabilir ki, ondan...

Bu güzellikten bahsederken bir kavramın hayal edilip, gözlerimizin önünde bir nebze canlanması bile yaratılışın kalbini sarsıyor, vücudunu kan, terle dolduruyor ve onu heyecanlandırıyor. Bu kavram ölümdür. Ölmeden önce ecel çalar kapımızı , ecel çanının sesi gelir kulaklarımıza. O bizlerden, kendimizden bağlı olmayarak, öyle zamanda bizi yakamızdan yakalayabilir ki, ne bileyim, en sevdiğimiz çağımızda, neşemizi burnumuzdan getirip bizi perişan edebilir.Ruhumuzun derinliklerine işleyip umudumuzu yok edebilir. Ecel... Kaçınılmayacak tek kavram. İster doğuda olun, ister batıda, ister dünyada olun, ister Mars'ta, yakalayacak o sizi,  mutlaka yakalayacak ve yakaladığı zaman hayatınıza son verecek, bu son sizin ölümünüz olacaktır. O ölüm ki, sen onu düşünürdün, korkuyordun ondan...

Ama yakaladı seni, buldu. Sana verilen ömür payı bozuldu. Bu günün yarınları gelmeyecek, gölgen bile seni takip etmeyecek bir daha, sana en yakın olan, hayatının mekanizması olan kalp bile senden vazgeçecek, atmayacak bir daha ve sen sanki  yokmuş gibi olacaksın. Bu konuda endişelenmenize gerek yok çünkü bu yokluk size zarar vermeyecek. Çünkü sen bir hiç olacaksın, dünyadaki en küçük moleküller ve iyonlar olacak ama sen, sadece sen olmayacaksın. İşte budur ölüm, işte budur ecel!

İnsanı yakan, üzen de budur. İnsan bunu kendi içinde sindiremez, bu konuda konuşmak istemez. Bazı nedenlerden dolayı kıskanıyor yaratılışın bu tür yıkımını. Düşünende ki, ölümünüzden, evet, tam olarak senin ölümünden sonra hayat devam edecek, güneş her sabah dünyayı selamlayacak, yıldızlar pırıl pırıl parlayacak, dalgalar denizlerde kükreyecek, kuşlar ötecek, kısacası doğa, zarafetiyle insanları, genel olarak tüm canlıları büyüleyecek, nasıl kıskanmazsınız bu güzelliği? İşte budur insanın zayıflığını gösteren! Bunun kanıtı ölümdür. Ama tekrar ediyorum, ölümün var olduğunu bilerek yaşamak istiyoruz ve yaşayarak ta her an ona doğru ilerlediğimizi anlıyoruz.

Bu bir soruyu gündeme getiriyor. Ne için yaşıyoruz? Bu gerçeği anladıktan sonra neden yaşamak istiyoruz? Çünkü yaşama arzusu, ölüm nefretinden daha büyük, daha güçlüdür. Öyleyse, yaşasın yaşama arzusuyla yaşayanların varlığı! 

Hayat mı İnsanlara Zorba, İnsanlar mı Hayata Zorba?

Pratik bir yaşam  en az bilgi kadar değerlidir. Kimin neler ile nasıl  olduğunu kestirmek kolay değildir. Her şeyi  sadece bilerek değerli  kılamayız, teori ve pratik arasındaki  denge hayatımıza  yön  veren etmenlerdir. Bunun farkında  olmak  yaşamlarımızı farklı kılar. Bu farklılık  özgürlük arayışını doğurur. Özgürlük arayışı nasıl   bir duygu? Kim özgür,  kim tutsak nasıl  bilebiliriz? Bazen biz kendimize mi  tutsağız ? Başkasını  kurtarırken kendimizi mi kurtarıp  özgürleşiyoruz? Pratik ile teori arasındaki  dengeden bahsedecek olursak Zorba ve Patronun hayatlarına bakmalıyız. Pratiğin, hareketin bizi nasıl özgürleştirdiğini bize Zorba gösterirken. Patron 'da Bir insanin hayatını   yaşamamış hissi etkileyicidir. Parası  var okumuş,  yazıyor,  bilgili fakat  Zorbayla tanışınca yaşama faklı bir açıdan bakma ve hayatı  yaşama  imkanı  buluyor. Birisi pratiğin  nasıl özgürleştirdiğini yaşamda bize gösterirken. Öteki de bilgili ama hareket etmeyen birçok  şeyi sadece teoride  bilendir ve kendi içinde tutsak birisidir. Bu böyle bir yolculuk hikayesi. A noktasından B noktasına yapılan her hareket biçimini yolculuk olarak adlandırabiliriz. Kitabımızda üç önemli karşılaşma var diyebiliriz. İlki mühendisin zorba ile karşılaşması. Bu karşılaşma aynı zamanda iki farklı yaklaşımın iki farklı yaşama biçiminin çarpışması. İşaretleri topladığımızda bu karşılaşmaya bir isim bulmakta zorlandığımı belirtmek istiyorum. 

Hayat mı İnsanlara Zorba, İnsanlar mı Hayata Zorba?

Teori ve pratik, ahlak ve haz, tecrübe ve toyluk, yasa ve kargaşa, plan ve doğaçlama: Bu  iki karakterin karşılaşmasına verilebilecek bazı adlar olabilir. Belki biri belki birkaçı belki de hepsi. Her serüven kendi adını hak eder. Her okuyucunun serüveni de hem biraz aynıdır hem de farklı. Karar sizin. Eserimizde, Yaşama farklı açılardan  bakan yaşamı  yaşamaya  çalışan  karakterliden yaşam dersleri alırken  şu  soruların  sorulması açıklayıcı olacaktır. Bir şeylerin önemli ya da önemsiz olduğuna kimler karar veriyor bu normları kimler belirliyor? Sanatın yaşantımızda yeri nedir anlatamadıklarımızı sanat yoluyla daha mı anlamlı ve rahat anlatıyoruz? Yazılı  kanunlar, eserler ya da tarih hep doğruları mı anlatır, Peki, yazılmayanların tarihini ne kadar biliyoruz? Bu sorulara kahramanlarımızın bakış  açısıyla cevap verirsek eserimize dair değerli  bilgiler edinmiş olacağız. Eserde, Zorbanın  bize  sıkça bahsettiği şeylerden  birisi taşın, ağacın, denizin güzelliğini dikkatsizliğimiz den  dolayı kaçırıyoruz. Ona dikkat etmediğimizde güzellik bile kendini göstermeyecektir. Onda sevilecek, güzel olanı bulmak da bir yaşama sanatıdır. Zorbanın  inanca   olan yaklaşımı:  tanrı  ve şeytanı  bir tutmasıyla özetlenebilir. İkisine karşı  olan başkaldırı Zorba için yaşamda  özgürleştirici bir işlev  görüyor. Çünkü  ikisinin  senden bir talebi var. Ve bu iki talepte seni kısıtlıyor. İyinin ve kötünün Ötesini  kendi  düşünce  ve çabamızla  bulmalıyız  bize bunlar doğru  ve yanlıştır denildiği     için  değil, doğru ya da yanlışı kendi özgür  irademizle bulunca anlamlıdır. Doğru denen belki doğrudur belki de değildir.. Önemli olan bunun bizim tarafımızdan sorgulanmasıdır. Zorba karakterinde bunu görebiliyoruz. Mühendisin  Zorbadan en etkilendiği  nokta budur  diyebiliriz. Zorbanın  yaşamın anlamında sanatı, insanı, inancı ve iyiyi bir potada nasıl erittiğini ve ondan yaşanmaya değer bir bütünü nasıl oluşturduğunu okuyoruz romanımızda. Mühendisin  o ana kadar ayrıştırıcı görme  perspektifi ve Zorbanın yaşamı  birleştirici perspektifi çatışma içinde. İkisinin  de açlığını  duyduğu şeyler var. Belki birisi yapabileceği  ayrımın  peşinde diğeri ise birleştirmenin.. 

Zorbanın Madamla olan ilişkisi; Madam bir hayat kadını  genel anlamda  toplumun normlarına  göre onunla olamazsın, horlarsın  fakat Zorba Ön yargılardan çok  kendisi tanıyıp  karar verebiliyor. Madamın insancıl  yönüyle ilişki  kuruyor. Madam birçok  kültürden  insan tanımış oda   ölümden korkuyor yaşlanmaktan korkuyor yaşlanan vücudunu  örtmeye çalışıyor. Onun açlığı ise kendini birilerine bağlamadır. Zorba'nın madamdan ve kadınlardan bahsederken Sürekli insanız  oda insan söylemi anlamlıdır ve bize  o dönemde  kadınlara yaklaşıma dair  mesajlar veriyor. Eserde, Bir diğer önemli husus Zorba ve mühendisin  ölümsüzlük arayışı; Ölümsüzlük konusunda insan doğasını yönlendirmede en büyük etmen korku. İnsanın  en büyük motivasyonu korku. Bizi bir araya getiren korkudur, bir arada kalmanın  kuralı  ötekiyle anlaşması yasalara uymasıdır. Bu  uyumun nedeni  ise bu korkulardır. Tehlikelerle baş edemeyiz korkusu  hep var. Özgürlüğümüzü de kısıtlayan  bu korkulardır. Korku yenildikçe ölümsüzlük  gerçekleşir. Romanımızda, Zorbanın   yazıya  yaklaşımı sıkça  eleştiriseldir. Bilindiği üzere çağlar boyu yazı  bir güruh tarafından yazıldı. Çünkü yazılı  tarihi, egemenler dikte edip yazdırmış. Yazılı  tüm kanunları  egemenler baştakiler  yazmış ve bunlar önümüze  konuluyor. Birilerinin koyduğu normlardır. Hayatı yaşayanlar  yazıya  zaman bulup yazmıyor. Tarihî yazan pratikte zamanı  olmayıp hayatı  yaşayamayan Sadece edindiği bilgiye dayalı yazanlardır düşüncesi ön  planda. Oysa Zorba yaşamda  kendi normlarını  kendi koyan birisidir. Mühendisimizin (patron) toplum içerisinde bir statüsü var, parası olan, okumuş bir karakter. Buna rağmen açlığı sahip olduklarıyla ilgili değil... Burada aslında toplumun mühendislikle şekillenmeyeceği açıktır  ne kadar yön  vermeye çalış sakta bu zordur Çünkü  'toplum doğası ' ayrıdır. Sonuç  olarak bariz görülen Zorba ve Patron Ölüm ve yaşam Şeytan  ve tanrı Mutluk ve hüzün çelişkilerinin  hayatın  kendisi  olduğunu  görüyoruz eserimizde. Kiliselerin camilerin ve Dinin  toplumlarda etkileri çok  benzerdir. Eserde Talan kültürü üzücüdür. Ama Birileri talan ediyorsa Ötekiler  sebeptir. 'Bütün ezilenlerin hikâyesinin sebebi ezenler' Yağmalama  talan kültürü nerden geliyor? Aç  gözcülülüğün temel nedeni; aç bırakılıp hayatı  elinden alınan başkasının hayatının  değerini  kolay kolay anlamaz sebep açları  aç  bırakanlardır da  diyebiliriz. Hiçbirimizin açlığı sahip olduklarımızla ilgili değil. Zorba ve mühendis farklı bir açlığı paylaşıyor olsalar da yolları dostluk ile kesişiyor. Yazarın  hayatına dair bunları söyleyebiliriz. Nikos Kazancakis, 18 Şubat 1883 yılında Kandiye'de  dünyaya gelmiştir. 20. yüzyılın en önemli Yunan felsefecisidir ve eserleri yabancı dillere en çok çevrilmiş Yunan yazarlardandır. Ününe 1964 yılında gösterime girmiş olan Michael Cacoyannis'in yönetmiş olduğu Zorba adlı sinema filmi ile kavuşmuştur. Film aynı ismi taşıyan kitabından uyarlanmıştır. 

1902 yılında Atina Üniversitesinde hukuk okumuş. Mezun olduktan sonra 1907 yılında felsefe üstüne çalışmak için Paris'e gitmiştir. 1922 yılından ölümüne kadar birçok ülkeyi dolaşarak gezi yazıları biçiminde  eserler vermiştir. Berlin'de bulunduğu dönemlerden itibaren komünizm ile tanıştı ve sağlam bir Lenin hayranı oldu. Nikos Kazancakis, 1945 yılında Yunanistan'da komünist olmayan küçük bir sol partinin başkanı olmuş ve Yunan hükümetinde bakan olarak görev almıştır. Bir yıl sonra ise bu görevinden istifa etmiştir. Yunan Yazarlar Topluluğu tarafından 1946 yılına Angelos Sikelianos ile birlikte Nobel Edebiyat ödülü için kurula tavsiye edilmiş, 1957 yılında bu ödülü, bir oy fark ile Albert Camus'a kaptırmıştır. Albert Camus ödülü aldıktan sonra Nikos Kazancakis'in kendisinden daha fazla hak ettiğini söylemiştir. 1956 yılında Viyana'da Uluslararası Barış ödülünü almıştır. Nikos Kazancakis, 1957 yılının sonlarına doğru, lösemi hastalığına yakalanmış olmasına rağmen Çin ve Japonya'ya son bir gezi turuna çıkmıştır. Dönüş yolunda ise iyice hastalanmış, Almanya'nın Freiburg kentinde 26 Ekim de vefat etmiştir. 

Deniz Boyraci

Toprak Bora Cebeci: Çok Gezen mi Daha Çok Yaşar Yoksa Çok Okuyan mı?

Merhaba Toprak Bora Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Çocukluğumdan beri varoluş kaygısına sımsıkı sarılmış bir insanım. Tabi o zamanlar daha felsefe eğitimi almamış olduğumdan işin teorisini bilmiyorum. Ayrıca varoluş saplantısı yanında bugün kimilerinin de kullanmayı çok sevdiği varoluş sancısını getiriyor.  Yani bir anlamda tutunmak istemekle beraber nihayetinde de tutunabilmiş olma fikrine dair uzaklık. 

Toprak Bora Cebeci

Kendimi şu ya da bu şekilde tanımlamaktan hep korkmuşumdur. Bir sınıra hapsolmak ve kaderimin artık çizilmiş olması fikri bende kaçma arzusu yaratır. Zaten varoluşçuluğun geleneği başından reddetme eğilimi de bence biraz buradan gelir. Hayatı yazılmış bir senaryoyu oynuyor olmaktansa doğaçlama bir tiyatro gibi görmeyi severim. Kafam hep karışıktır. Üzerinde tam anlamıyla emin olduğum tek bir konu yok diyebilirim. Bir tarafta vergiler, kavgalar, trafik levhaları, geç yatan maaşlar, büyük resimler, diğer yanda; sözler, notalar ve anlamlar. Ben kendimi ikinci kısmın bir neferi olarak görüyorum. Bir taraftan Turgenyev’in Bazarov’u gibi dünya üzerindeki tüm çabaların nafile olduğunun farkındayım ama diğer bir taraftan da atlamış olduğum anlam uçurumunda beni son anda yakalamış ancak elimden değil de kulağımdan tutan biri, bir şeyler var. Kısaca kendimden bu şekilde bahsedebildim. Ayrıca kahveyi, viskiyi, Beşiktaş’ı ve kedileri çok severim.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum yazmayı öğrenmeden önce nineciğime yazmış olduğum düz, çapraz ve yan çizgilerden oluşan bir mektupla başladı. O zamanlar ne demek istiyordum, hatırlamıyorum. Ancak o zamandan beri bir şeyler demek istiyorum. Lise çağımın sonlarına kadar onlarca şey yazdım ve onlarca şarkı besteledim. O zamanlar yazmayı ve söylemeyi bir çeşit “anlam dünyasının günlüğünü tutmak” olarak gördüğümü söyleyebilirim. Profesyonel anlamda yazma yolculuğum üniversite yıllarında şekillendi. Yazma ve söylemeye dair içsel güleryüzümü kaybettikçe yazma eylemi içimde daha çok bir taşma eylemine dönüştü. Hissettiklerim ve yaşadıklarım arasındaki mutlak çelişki beni ikiye bölünmeye zorladı. Bir yanda bu şakalı melankoliyi sıkıcı olmayacak bir şekilde sunmaya çalışan sosyal ben, diğer tarafta ise anlamla zihnim arasına hiçbir aracı koymaksızın yalnızca yazan, söyleyen olarak somurtkan ben. Yazarak sosyal yaşantımda kaçtığım her şeyin gözünün içine bakıyorum. Sorgulamaya korktuğum şeyleri sorguluyorum. Gerçekten bir anlam inşa ediyorum ya da yıkıyorum ve okuru da bunun bir parçası olmaya davet ediyorum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Burada dört temel dayanak noktamdan söz etmek zorundayım. İlki kardeşim Muhammet Cebeci. O olmasaydı ne sanat ne edebiyat alanında anason kokan düşüncelerin ötesine geçmem mümkün olmazdı. Elinden geleni hiçbir zaman ardına koymadı ki yine benim nakavt olmuş olduğum bir dönemimde sahneye çıkıp Yerdeki Hesap’ın yayımlanmasını sağlayan kişi Muhammet’tir.

Bir diğer dayanak noktam çok sevgili dostum Ahmet Altay. Bitmeyen enerji. Bana her zaman benden daha çok inanmıştır. Hiçbir zaman çareleri tükenmez, pes etmez ve durmak bilmez. Kendisi bu yazım sürecinde uzun geceler boyu süren sohbetlerimizde aslında ne anlatmak istediğimi anlamamı sağlamıştır.

Bir diğer dayanak noktam sahneyi birlikte paylaştığım dostum Kerem Akarsu. Kendisinin bir kitap yayımlamam fikrine benden daha çok heyecanlandığını söylemeliyim. Nitekim Yerdeki Hesap’ın kapağını da Kerem Akarsu tasarlamıştır. Ayrıca aldığım dönütler doğrultusunda kitapta benim anlatmak istediğimi en iyi yakalayan kişidir. Elbette kitabın anlamı benim tekelimde değildir fakat yine de kendisine bu zehri zerk etmiş olmaktan dolayı bir özrü borç bilirim.

Son dayanak noktam dünyanın en tatlı kadını, eski dostum Duygu Öncel. Sinema sektöründe olduğundan kurgu açısından oldukça yapıcı eleştirilerde bulundu. Kitabın nihayetinde içime bu kadar sinmiş olması Duygu sayesindedir. Bütün taslaklarımı ilk olarak o okuyup incelemiş, metin ve kurgu bakımından eleştirisine bizzat mesai yapmıştır. Ayrıca kendisiyle Yerdeki Hesap’ı beyaz perdeye taşımakla ilgili projelerimiz var. Bu dört insan olmasaydı Yerdeki Hesap olmazdı.

Yerdeki Hesap isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Sanırım ilk kitabım olması dolayısıyla kendimi kanıtlama dürtüsünden olsa gerek, kitabı imgelere ve felsefi derinliğe boğdum. Ama bunun okuma temposunu engellemesine izin vermedim. Yani tıpkı Matrix’i izleyip “Yahu ne güzel bir aksiyon filmiydi,” diyebilmek gibi kitabı doğrudan kendi kurgusu doğrultusunda okumak da mümkün. Yerdeki Hesap ismi kitabın içindeki bölümlerin birinden geliyor. Bu noktaya gelindiğinde okur artık farklı bilinç düzeylerinde doğanın bir parçası olmak bakımından tüm canlıların bir hesabı olduğunu gösteriyor. Ayrıca perspektifinize göre tüm bu hesaplar bir felaketle ya da bir arınmayla sonuçlanmış olabiliyor. Yani Yerdeki Hesap’ın okuru aktif olarak birlikte düşünmeye davet eden yer yer sarsıcı yer yer sarıcı bir roman olduğunu söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bu tabii ki sonsuza kadar uzanan bir liste. Yine de başucu kitabım Martin Eden’dir. Gerek yaşantı gerekse içerik bakımından bağlanmaya en çok yaklaştığım biricik karakter. Ayrıca Jack London’ın bütün karakterlerinin Martin Eden bedeninde toplanmış olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bugün yaşıyor olsaydı Dostoyevski’nin şahsi mesaj ve maillerini dahi okumak ve ders çıkarmak isterdim. Psikoloji ve felsefeye eğilimi olan birinin görmezden gelmesi imkânsız olan bir yazar. “Öteki” isimli kitabı başucu kitaplarımdandır. Özel bir örnek olarak Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını örnek olarak verebilirim. Bu kitabın içindeki tek bir cümle bana her zaman her şeyin özeti gibi gelir.

“Böyle şeyler için havanızda olmanız gerekir” İşte bir yazar olarak en çok imrendiğim şey budur. Büyük mühür cümlelerdense olabilecek en basit bir cümle içine paketlenip konmuş yaşamın anlamı. Son olarak yerli bir örnek vermek gerekirse Orhan Pamuk ve Kara Kitap’ı da başucu listeme alırım. Kara Kitap dizayn bakımından benim yapmak istediğim şeye çok yakın. Bir kurguyu bazı düşüncelerle kesintiye uğratmak. Tıpkı yaşantımızın bazı düşüncelerle sık sık kesintiye uğraması gibi.Yazarlar bazen havalı bir arkadaş bazense bir ebeveyn gibidirler. Bu bence Dostoyevski ve Tolstoy arasındaki kritik ayrımdır ayrıca. Bunlar sizin kayıtsız kalmanızı engeller. Sizi şekillendirir ve eğitir.

“Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı,” şeklinde sorulan tipik münazara sorusuna aşinasınızdır. Ben bunu şu şekilde düzeltmeyi öneriyorum. Çok gezen mi daha çok yaşar yoksa çok okuyan mı?

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu anda üzerinde çalıştığım üç kurgu roman ve iki felsefi teori kitabı var. Bunların ne zaman biteceğini ve hangi sırayla yayımlanacağını tahmin etmek şu anda benim için çok zor. İsmini Kış Kitabı koymayı planladığım bir kurgu romanda anlamlı bir ilerleme kat etmiş bulunmaktayım. Bu kitapta kışın getirdiği soğuk ve mantığın getirdiği soğuk farkındalık üzerinden doğanın sessizleşmesi ve böceklerin derinlere kaçmasıyla zihnimizdeki düşüncelerin daha belirgin hale gelmesini tema olarak belirledim. Yerdeki Hesap’a göre temposu oldukça düşük, okuru genel anlamda hayat üzerine ve özel olarak da kendi hayatı ve seçimleri üzerine düşünmeye itecek bir kurgu.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazmak benim için başımı okurun kucağına yaslayıp mızmızlanmak aslında. Bazı fikirlerim var, meraklarım var ve okurdan alacağım dönütlerle bunların üzerinden tekrar tekrar geçmek istiyorum. İçinde yaşadığımız dönemde yeni bir yazar olarak ses getirmek ve ustaların karşısında sahneye çıkmak oldukça zor. Ama ses getirmeden önce yapılması gereken şey sesini bulmaktır. Ben de sesini arayan bir yazar olarak okurlarımdan dönütler bekliyorum. Sizleri, düşüncelerinizi, hayatlarınızı merak ediyorum. Esenlikler!

Elif Ünal Yıldız: Özeleştiri Yapmayan Kendini Geliştiremez

Merhaba Elif Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1986 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. Ailem ile birlikte Ankara’da ikamet etmekteyim. Evli ve bir çocuk annesiyim. Kamu yönetimi mezunuyum ve bir süre özel sektörde yöneticilik yaptım. Farklı perspektifleri ve derin bakış açılarını okuyucularla buluşturma arzusuyla fisildayankalemler.org online gazetesini kurdum. Fısıldayan kalemlerin hem genel yönetmeni hem de yazarıyım. Uzman eğitmen kadrosu eşliğinde ve Fısıldayan Kalemler bünyesinde yazarlık Atölyemizin roman kategorisindeki eğitmeniyim. Ayrıca Alaska Yayınları!nın hem Yayın koordinatörü hem de yazarıyım. Umuda Yolculuk eserimin ikinci baskısını Alaska yayınlarından çıkarmanın mutluluğunu yaşamaktayım ve şuan üzerinde yoğunlaşmış olduğum ikinci eserimin hazırlıkları içinde bir çalışma sürdürmekteyim.

Elif Ünal Yıldız

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma sürecim bir anda başlamadı. Çocukluğumdan yana süren “yazmak” bir tutku benim için. Her zaman en iyisi için uğraşmak, öz eleştiride bulunmak, kitap okumayı sevmek ve en önemlisi hobi olarak görmekten ziyade ihtiyaç olarak benimsemek diyebilirim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ailemin desteğini hissettim ama şöyle bir durum var; Bütün benliğinle yazmayı tercih ediyorsan, arzularının peşinden gidiyorsan ve yine diyorum öz eleştiriye açık olabiliyorsan ilerlemenin önünde kimse duramaz. Böyle bir durumda başkalarının da desteğine ihtiyacın olmaz. “Özeleştiri yapmayan kimse kendini geliştiremez” ve yine kendi sözümle bu soruyu noktalamak istiyorum. “Kendi benliğinin kabul ettiği düşünceyi, ruhun reddetmiyorsa özgürsün demektir.”

Yağmur’un umuda yolculuğunun yanı sıra Deniz Yıldız’ın müvekkilleriyle davaları ve yeni tanıştığı insanların hikâyelerinin de okuyucuya akıcı bir dille sunulduğu Umuda Yolculuk isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Ana olayların yanında yan olaylara da yer verdiğim, akıcı bir dil kullanmaya özen gösterdiğim bu eserimde sadece Diyarbakır’dan çocuk yaşta evlendirildiği için Ankara’ya kaçan bir Yağmur yok. Yağmur’un umuda yolculuğun hikayesi var. Cevval Ceza Avukatı arkadaşı Deniz’in müvekkilleri ile yaşadığı olaylar var. Cinayet var. Ben bir polisiye Roman yazarıyım ve bu eserimde tamamen Polisiyeyi ele almadım. Gerçek yaşanmış bir hikayeyi kurguyla harmanlayarak okuyucuya sundum. Kitabın içeriğinde polisiyeye de birazcık dokundum. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar diliyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Stefan ZWEİG’ in bütün eserleri diyebilirim. Her yazarın anlatım tarzı, olaylara bakış açısı ve konuyu ele alış tarzı farklıdır. Okurken eserlerinde kendimi bulduğum bir yazardır. Onun dışında fisildayankalemler.org yazar kadromuzda bulunan arkadaşlarımın eserlerini okuyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Okuyucuların okurken şaşıracakları ve keyif alacakları bir eser çıkarmak niyetindeyim. Bir polisiye roman ile karşılarında olacağım. Eserime başladım ve ilerleyen dönemlerde okuyucularıma duyuracağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Son zamanlarda benimde rahatsız olduğum bir konuya değinmek ve affınıza sığınarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Maalesef kitap hediye etme furyası sürüyor. Sorun kitap hediye etmek değil bir sene boyunca emek verdiğin eserinin ikinci el online satış platformlarında satışa sunulmasıdır. Ne acı öyle değil mi? Edebiyat ve yazara verilen saygının göstergesidir bu. Lütfen arkadaşlar Edebiyat ve yazara biraz değer veriyorsanız, emek verilerek oluşturulan kitapları korsan ve ikinci el online satış sitelerinden almak yerine kitabın satışa sunulduğu orijinal sitelerden alarak katkıda bulunun. Şimdi şu şekilde bir cevapla da karşılaşabilirim. Kitaplara uygulanan fahiş fiyatlar nasıl alalım? Kitap ve Edebiyata verilen değerde ve size katacaklarını düşünürseniz vereceğiniz tutarın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Saygılar...

Deprem Felaketlerinin Sebebi Binaları Ahlaklı Şekilde Yapmamaktır

Merhaba Hakan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Tabii. İnşaat  Mühendisiyim. Ailemize ait bir inşaat şirketimiz var.30 yıla yakındır İnşaat sektöründe faaliyet gösteriyoruz. İnsanlara dokunmayı ve hayatlarını iyileştirmeyi seviyorum bunun içindir ki yeri geldiğinde sivil toplum örgütlerinde görev almayı hep tercih ettim. Son 25 yıldır çevre, kalkınma ve spor kulübü gibi çeşitli sivil toplum örgütlerinde yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği  görevi yaptım. Halen inşaat şirketimizde ve Lefke Koop Bank yönetim kurulunda görev yapmaya devam ediyorum. Siyaset yoluyla  toplumun sorunlarına çare üretmek bir dönem oldukça ilgimi çekmişti.2010 yılında bağımsız belediye başkanlığı 2013 yılında da KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı sayın Rauf Denktaş'ın partisi  Demokrat Partiden milletvekilliği adaylığım  oldu. Zor yarışlardı diyebilirim. 2013-2014 yıllarında KKTC Çevre ve Doğal kaynaklar Bakanlığında Müsteşarlık görevinde bulundum.2018 yılında basımı yapılan Kıbrıs'ta ABD ‘nin madencilik ve çevre sorunlarına dikkati çeken  ‘’Kirleten Kim’’ isimli bir kitabım bulunuyor. Depremden Korkmuyoruz kitabı 2.kitabım. Kıbrıs'ın Lefke ilçesinde eşim  2 kızım ayrıca 4 köpeğimiz ve 1 kedimiz ile  birlikte yaşıyorum. Kitap okumayı,  yüzmeyi ve basketbol oynamayı da seviyorum.

Hakan Oran, Depremden Korkmuyoruz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bir mühendis olarak sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Kitap okuyunca bir süre sonra yazmakta istiyorsunuz. Yaklaşık 15 yıldır Kıbrıs'ta  birkaç haber sitesinde ve gazetede köşe yazarlığı yapıyorum. Şu anda İnternet gazeteleri  Kıbrıs Time ve Haberal Kıbrıslı da haftada 1 gün yazıyorum. Toplumsal konularda çevre ve ve gündelik sorunların çözümünde elimden geldiğince toplumu aydınlatmaya çalışıyorum. Mühendisler problem çözmeyi severler bende toplumun problemlerine bu yolla da çare olabiliyorsam ne mutlu bana.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Öncelikle ailem diyebilirim. Eşim ve çocuklarım. Biz eşimle birlikte çocuklarımız  yaklaşık 3-4 yaşlarına geldiğinde okuma saatleri düzenlerdik. Bu okuma saatleri çocuklarımıza kitapları sevdirirken bizi de kendine bağladı. Yazmanın iyileştirici gücüne inanıyorum. Hem yazanı hem de okuyanı iyileştiriyor. Bazen yanlış gördüğünüz ve isyan ettiğiniz şeyleri yazıya dökmek herkes için daha faydalı oluyor diyebilirim.

Depremden korunma ve hayat kurtarma kılavuzu olarak nitelendirebileceğimiz, gençleri deprem gerçeği hakkında bilinçlendirmek amacıyla kaleme aldığınız Depremden Korkmuyoruz kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Depremden Korkmuyoruz kitabını alışılagelmiş deprem kitaplarından farklı bir kitap olarak kaleme almaya özen gösterdim. Kitabının ilk sayfalarına ahlaklı olmak ve açgözlü olmamak ile ilgili yazılarla başladım. Bununla başlamamın sebebi Türkiye'de depremler vesilesi ile yaşanan ölümlerin temelinde ahlaklı olmanın ne demek olduğunu ve bunu hayatımıza nasıl monte etmemiz gerektiğini tam olarak anlamamış  olduğumuzu düşünmemdendir. Belki ahlaklı olmanın iş yaşamımızda hangi anlama geldiğini  iyice öğrenirsek bunu depreme dayanıklı sağlam bina inşa etme aşamalarında da kullanabilir bu yolla ölümleri de azaltabilir  belki de tamamıyla ortadan kaldırabiliriz  diye düşündüm. Çünkü Türkiye'de  yaşanan deprem felaketlerinin ve ölümlerin en başta gelen sebebi ahlaklı bir şekilde bina inşa etmemektir diye düşünüyorum. Kitabın içerisinde: Nasıl halkın kahramanı olabilirsiniz, konakladığınız hotel depreme dayanıklı mı? Bina inşa etmek için en riskli yerler nerede bulunuyor? Depremlerde Binalar Neden Yıkılır? Eviniz Depreme Dayanıklı mı? Depremde ‘Hayat Kurtaran Raylı Sistemli Bina’ Varmış? gibi  bölümler bulunuyor. Okurlar oldukça ilginç bilgilerle karışılacaklarına emin olabilirler. Kitabımızın 10 yaş ve üzeri çocuk ve gençlerimizin rahatlıkla okuyup anlayabilecekleri ayni zamanda aileler içinde önemli bir kaynak olacağına inanıyorum. Türkiye'de özellikle son 25 yılda deprem konusunda yapılması gerekenlerin yerine getirilmediğini düşünerek kitap içerisinde deprem dışında değindiğim özel konularda bulunuyor. Bu arada kitabımızın içerisinde birde deprem dayanıklılık testi bulunuyor. Teste vereceğiniz cevaplarla  içerisinde yaşadığınız konutun depreme ne kadar dayanıklı olduğunu öğreneceksiniz.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kişisel gelişim kitapları çokça tercih ettiğim kitaplar. Robin Sharman'ın Sen Ölünce Kim Ağlar  ve Aile Bilgeliği kitabı ,Dale Carnegien'in Dost kazanma ve insanları etkileme sanatı bunların başında geliyor. Emile Zola'nın  Germinal ,Michavelli'nin Hükümdar, Ediz Hun'un Yaşat ki Yaşayasın, Grigory Petrov'un Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Rachel Carson'un Sessiz Bahar ve  Tolstoy'un Hayatın Anlamı, Neale Donald Walsch'ın Tanrı ile Sohbet etkilendiğim zaman zaman  notlar aldığım  ve yazılarımda ve yaşantımda  beni oldukça motive eden tavsiye edebileceğim kitaplar.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım 2 kitabım bulunuyor. Biri çevre ile ilgili kurgu roman türünde bir kitap diğeri  1974 de Kıbrıs barış harekatında Lefke'de henüz 7 yaşında bir çocukken savaşta yaşadıklarımızı  anlatan bir anı kitabı. Fırsat bulduğumda  onları da kitap haline getireceğim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her ne kadar Kıbrıslı bir Türk olsam da Türkiye bizim anavatanımız .Orada olan herşey bizi de yakından ilgilendiriyor. Birlikte sevinip birlikte üzülüyoruz .Orada arkadaşlarımız dostlarımız akrabalarımız var. Bu anlamda Depremler sonucunda yaşananlarda içimizi acıtıyor. Türkiye'de son 25 senede yaşanan depremlere ve sonrasında yaşananlara bakıldığında adaletin tam manası ile tecelli etmediğini ve böylelikle soruna çare üretilmediğini de görürsünüz. Bu vicdanlarda büyük bir yara açtığı gibi  yapılan yanlışların tekrarını da sağlayarak ölümlerin sürmesini ve adaletin daha da yara almasını sağlamıştır. Hiç kimse eşini çocuğunu babasını annesini yıkılan binalar altında bu şekilde kaybetmemeli. Fakat görünen o ki ne yazık ki kanun koyucular ve uygulayıcılar bu konuda hala vicdanlarının sesini tam manası ile dinleyemiyorlar.

1999 Gölcük, 2003 Bingöl ve 2011 Van ve 2020 İzmir depremlerinde bina sahipleri, müteahhitler, mühendisler ve fenni mesuller 'bilinçli taksirle ölüme neden olmaktan' yargılandı. Ancak ya beraat ettirildi ya da ödül gibi cezalar verildi. Halbuki olması gereken olası kast ile yargılanmalarıydı. Son olarak 6 Şubat depreminde de ayni endişeleri yaşarken aklıma ne yapılabilir yada en azından ben ne yapabilirim dedim. Binalarını yaparken yeterli özeni göstermeyen projelere ve yönetmenliklere uymayan onları denetlemesi gerekenlerinde ayni sorumsuzlukla harekete etmesi ve sonrasında  hukuk önünde bu kişilerin vicdanları rahatlatacak cezayı almamasından sonra geriye yapılacak tek bir şey kalıyor ‘’Eğitim’’ dedim ve ‘’DEPREMDEN KORMUYORUZ ‘’ kitap  fikri ortaya çıktı. Açıkçası bunca zamandır yaşananlardan sonra  şimdilik bundan daha iyi bir yöntem olabileceğini de sanmıyorum. Kitabı  yalnız çocuklarımız için değil  ayni zamanda ebeveynlerimizin de okuması için kaleme aldığımı belirtmek isterim. Kitap başta Türkiye'de  olmak üzere umarım  birçok kesime en çokta okullarımıza ve öğrencilerimize ulaşır. Çünkü gelecekte binalar inşa edecek ,binaların inşa edilmesine izin verecek ve denetleyecek olan onlar olacak. 

Kitabı  yaklaşık 1 yılda hazır hale getirebildim. Depremin yıldönümünde 6 şubat 2024 günü Alaska yayınları ile anlaşmayı imzaladık. Yeri gelmişken Alaska yayınlarına ve İsrafil kardeşime de  gösterdiği ilgi ve alaka için  çok teşekkür ederim. Kitabın yayına hazırlık aşamasında yol göstericiliği muhteşemdi. Kitap 7 Martta satışa sunuldu. Kitabın gelirinin Adıyaman'da yıkılan İSİAS Hotel’de  kaybettiğimiz Kıbrıslı voleybolcu gençlerimiz için kurulan  şampiyon melekler derneğine bağışlandığını da hemen söyleyim. Son olarak  geleceğin büyükleri çocuklarımızın bu kitaptaki bilgileri iyice öğreneceklerini , aileleri ve çevreleriyle de  paylaşacaklarını ve bu sayede birçok hayat kurtarabileceklerine  olan inancım tamdır. Hepsini  sevgi ile öpüyorum…

Okurken Aynı Zamanda Yaşamaya da Çalışın

Merhaba İsmail Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

2001 yılı mayıs ayında Isparta’da doğdum. Küçüklükten beri hep bir şeylere ilgi duymuş ve araştırmayı sevmişimdir. Edebiyatla iç içe olmak bu koşuşturmalı hayatta benim için nefes alma durağı oldu her zaman. İnsan yeterince okuduktan sonra ister istemez kendi fikirlerini bir esere dökme isteği duyuyor. Benim durumum da tam olarak bu. Hayatımdan memnunum ve her okuduğum kitap; her öğrendiğim yeni bir bilgi sayesinde memnuniyetimin de giderek artacağını umuyorum. Yaşadığım şehri seviyor ve büyüdüğüm şehirde yaşlanmak istiyorum.

Yazar İsmail Gömük

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Okuduğunuz her yazar size olaylara farklı açılardan bakmanızı sağlar, edebi kişiliğiniz ilerlediği sürece siz de kendi bakış açılarınızı keşfedersiniz. İşte benim yazma serüvenim de böyle başladı. Kaldı ki hayallerimden bir tanesi de ömrüm olursa bundan 40-50 yıl sonra dönüp yazdıklarıma baktığımda yirmili yaşlarım ve yetmişli yaşlarım ile aramdaki düşünce farklılıklarını görmek. İnsan dün düşündüğünü bugün unutabiliyor; bu yüzden yazıyorum ki yıllar sonra dönüp baktığımda unuttuğum düşünceleri tekrardan hatırlayabileyim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Pek tabi yakın arkadaş çevrem; ben bir kitap yazmaya başladığımda bundan sadece birkaç arkadaşımın haberi olur ve doğal olarak da desteği onlardan görürüm. Zaten en büyük destekçilerimden birisinin ismini de kitabımın kapağına bir teşekkür eşliğinde ekledim.

Okurlara tarihin, felsefenin, dramın ve yaşam üzerine düşüncelerin bir karmaşasını sunan Hicran kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bekleyen sürprizlerden birisi bir insanın kaderinde ne varsa onu yaşayacağı. Bu söylediğim tabi ki kimse için sürpriz değil lakin ne demek istediğimi kitabı okuduklarında anlayacaklardır. Bir diğeri ise pişmanlığın en katı kalpli insanları bile nasıl değiştirebileceği. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim; sürpriz bozulur diye korkuyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben çoğu yazar gibi  bir Rus edebiyatı hayranıyım. Psikanaliz konusunda Dostoyevski; Tolstoy gibisi sanırım bir daha gelmez. Ama Steinbeck; Kazancakis gibi akıcı yazarları okumaktan da her zaman haz duymuşumdur. Tür edebiyatında ise Kemal Tahir benim için olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Her kitap farklı okuyucuda farklı etkiler bırakır. Benim baş ucu yazarlarımın kaleminden çıkan kitaplar hayatı analiz etme konusunda bana her zaman yardımcı olmuşlardır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aklımda bir fikir var fakat daha çalışmaya başlamadım; ipucu konusuna gelirsek dediğim gibi bir kitaba başladığımda bundan sadece yakın çevremin haberi olur; o yüzden prensiplerimin dışına çıkmak istemiyorum; anlayışınız için teşekkürler.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Tabi ki her yazarın söyleyeceğini ben de söylemek isterim; okuyun ve okutun. Lakin burada önemli olan bir kitabı okurken aynı zamanda yaşamaya da çalışın. Kitaplar fikirleri; fikirler insanları; insanlar ise dünyayı değiştirirler. Kitap okumak bu kadar mı önemli demeyin; çünkü bence bu kadar önemli.

Hüseyin Avni Cengiz: İnadına Makas

Râviyân-ı ahbar, nâkilan-ı âsâr ve muhaddisân-ı rûzigâr şöyle rivayet ederler ki bilgilerimizin %42’sinin 72 saatte çöp olduğu günümüzden epeyce evvel zamanlarda kıssacı kıssasını beyan eder; yorumcular şerh düşermiş kıssaya avamın huzurunda.

Hüseyin Avni Cengiz: İnadına Makas

Öyle bir zamanmış ki Kopernik, Batlamyus’un Dünya merkezli, insan merkezli ve hatta erkek merkezli evren görüşünü yıkmış fakat Galileo Galilei hüküm giymemişmiş daha.Ve öyle bir zamanmış ki Hayâli Bey’in, Divân’ını Kanunî’ye sunduğu ve Mâhiler mıkrâz olup mâ-i kumaşa girdiler /Kesdi deryâ kaddine lâyık libâs-ı nâzenin,  beyti ile taze şöhret bulduğu zamanlar... 

Kıssacı başlamış kıssasını anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış. Bir nefes almış ve devam etmiş: … kaldırdı elini gökyüzüne hatun. İşaret parmağıyla orta parmağını “V” şeklinde açtı. Sonra kapadı; açtı kapadı. Yani demek diledi ki: Makas…

Yükselen alkışlar karışmış halkın kahkahasına.

Kelam etme sırası yorumcularda imiş. O zamanlar baş yorumcu Gönenli Uceymi Efendi Hindistan’da tebliğde olduğu için yerine gönlü zamanın şeyhler başı Eflâkî Sadullah Efendi tarafından hikmetlere açılmış Karaçelebizade Sadettin Efendi sırasıyla söz vermiş yorumculara. Demiş, deyin gelsin bakalım bu meselden murat ne ola?

Ebülmeyamin Abdülvehhap Efendi almış sözü. Bu kıssadan murat: Hatun kişiler inatçıdır, ona uyup kıyma bir cana.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga ediyormuş da kavganın sonunda kadın zafer işareti mi ne yapmış ya hani!-

Yorumcu başı uzatmış bir tutam sakalını taşımaktan zayıf düşmüş çenesini Hocazade Refik Efendi’ye:

Hocazâde Refik Efendi öfkeli. Yoo, demiş baştan diyeyim ki o işaret, değildir makas. O zafer işaretidir. Hatun kişi eceline susamış. Ölmek üzereyken zafere ulaştım, demek ister.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga ediyormuş da kavganın sonunda kadın makas işareti mi ne yapmış ya hani!-

Yok, be demiş bir diğeri: Hatun kişinin doğasında vardır erini çileden çıkarmak. Ben ki Leyla’yım ama sen değildin Mecnun. İşte şimdi sen de yitirdin aklını, demek ister. Onun için yapar zafer işaretini.

Bir diğer yorumcu demiş ki yok yok. Her ne kadar bu olay ahir zamanda meydana gelmiş olsa da zafer işareti icat edilmedi henüz. Öyleyse, parmaklar birleşince ‘bir’ olur. ‘Bir’, Hakk’ı simgeler. Açılıp kapanınca da olur: Yürümek. Dur yapma herif bak, baş aşağı Hakk’a yürüyorum, ölüyorum. Bırak artık, demek istemiştir.

Evet, demiş bir diğer yorumcu: Parmaklar açılıp kapanınca yürümek anlamına gelebilir. E öyleyse yürürken tartışmalı insan. Kavgaya ne gerek var? Tehlikeli suların başında eğlenip kalmaya ne gerek var! Tartışmamızı yürüyerek sürdürelim hikmet arayıcısı ulular gibi, demek istemiş hatun. Üçe ayrılmış yorumcular. Bir kısmı demiş: “O, bildiğimiz makastır.”  Diğer öbek ise yoo makas değil zafer işaretidir. Buhara yorumcuları ise orada yürümek murat edilmiştir diye ısrar etmişler.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga …-

Mehmet Şefik Efendi ise:

-Mevzu bu kadar basit değildir ey ahali! İki hikmetli husus var bu kıssada. Evveli şudur ki: Tarla dünyadır. Ekin ise dünya işleri. İnsansa makas ile ekinin tamamını biçeceğini sanır. Nasıl ki bu mümkün değil, dünya işlerini tamam etmek dahi mümkün değildir, işte insanın bundaki gereksiz ısrarını fiilen göstermek istemiş hatun kişi.     

İkinci hikmet de şu olsa gerek: Bu kıssadaki tarla kadını remzeder; ekinse saçları hatun kişinin. Sabit fikirli herif ise parmakları ile hatunundan bir makas almak dururken orak ile tırpan ile yülümeye kalkar hatununun saçını.

Bu arada unuttum kıssacının kıssasını anlatmayı. Anlatmış, anlatmış, anlatmış, dediğime bakılmaz, kıssa gayet kısa ve basitmiş aslında. Kıssacı şöyle anlatmış kıssayı:

İşbu zamanlarda bir avrat ile eri, torunlarına daha yaşanası bir yurt bırakabilmek için uzunca bir yola revan olmuşlar yürürler idi. Yolda bir ekin tarlasına denk geldiler. Eri, hatununa sordu: Bunca ekin neyle biçilir? Hatun kişi dedi ki: Makas ile biçilir bilmez misin?

Er kişi gülümseyerek dedi, bunca ekin hiç makas ile biçilir!

-He, dedi avradı.

-Etme hatun bunca ekin makas ile nasıl biçilsin?

-He ya bunca ekin makas ile biçilir başka ne ile biçilebilir ki!

-Orakla yahut tırpan ile biçilir tabii ki. Yoo, dedi avradı, makas ile biçilir. O dedi orak ile; o dedi makas ile; o dedi orak ile o dedi makas ile… Sonunda er kişi hiddetlendi. Er kişi hiddetlendikçe hatun kişi makas da makas diye tutturdu gitti. Er kişi el kaldırdı avradına. Bunca ekin makasla nasıl biçilsin, dedi; vurdu, bir daha vurdu. Vurdukça hatun kişi: Makas… İlle de makas diye tutturdu.

O sıra bir akarsuyun kenarından geçmekte idiler. Er kişi hatunun ensesinden tutup suya dahî daldırdı hatun kişinin başını. Çıkardı sordu hatuna: “De bakalım o ekin neyle biçilir?” Cevap: Makas…  Tuttu ensesinden daldırdı suya. Çıkardı, sordu hatuna: “De bakalım o ekin neyle biçilir?” El cevap: Makas…” 

Bu sefer çabuk çıkarmadı sudan hatunu. Hatunun kafası suda, kaldırdı elini hatun. İşaret parmağıyla orta parmağını “V” şeklinde açtı, sonra kapadı; açtı kapadı. Yani demek diledi ki: Makas, makas, makas…

Neyse yorumculara dönelim. Aşık Çelebi almış sözü. Yahu, demiş, torunlarına daha yaşanası bir yurt bırakmak için yola çıkmamışlar mıydı bunlar!. Essah ne için yola çıkmışlardı ne için kavga ediyorlar. Ne abes şey bu böyle! Lakin yine de deyim ki fikrimce bu kıssadan murat: Hatun kişi erine demek istemiş ki böyle zararsız yanlışlarımda olsun saygı duy fikrime. Hep senin dediğin olacak değil a.

Ve hatta demek istemiş ki: Dünya işlerinin tamamı bizi ırgalamaz; biz doğru bildiğimizi kendimizce işleyelim. Sen orakla-tırpanla biç ekini, ben makasla biçeyim de destek olayım sana. Yoksa benim katilim olursun da ekini hiç biçemezsin…

Halkın arasından biri: Kadının fendi erkeği yendi Şefik Efendi! (Hahahahaaa)

O ara bilinmeyen bir er çıkmış meydana. Tanımış onu yorumcu başı: Oooo Hayalî Bey, deyince kopmuş bir alkış halkın ağzından.

O zamanlar muhtemeldir ki el ile alkış yok imiş zira. Ve hatta öyle bir zamanmış ki değil neftî binekler, demir at, buharlı buffalo icat edilmemiş imiş. Ay’a gidilmemiş, Mars’a uydu yollanmamış imiş. Bilgi çağı başlamamış; yapay zekâ hisseleri daha boğa görmemiş imiş tahtalarda. Lakin çok şükür ki Konstantiniyye âlimleri çoktan meleklerin cinsiyeti mevzuuna el atmışlar imiş.

Denizdeki balıkları makasa, denizi kumaşa benzetip balıkların, deniz kumaşından sultanın boyuna uygun bir elbise dikmekle meşgul olduğunu söyleyebilecek kadar hayal dünyası zengin şair Hayalî Bey almış sözü. 

Hayalî Bey demiş:…

 Sahi ne demiş? Okuyucu sana sorarım ne demiş Hayâli Bey?

Yazar Güz: Veda

Vedalar yerine, vuslatları ister gönül… Gel gör ki bazen ne seninle, ne sensiz döngüsüne giriyor insan. Defalarca deniyor, deniyor ama her seferinde başa dönüyor. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir noktada doğru adrese götürecek otobüsü bekler gibi bekliyor insan, emek verdiği için sabırla… Gelmeyecek otobüsü bekledikçe alışıyor insan, beklemeye de otobüs durağında öylece olma haline de. Öyle bir sebatla bekliyoruz ki otobüs gelmese bile, başka vasıtaları kullanarak gitmeyi umduğumuz yerden daha iyisine bile gidebilme fırsatını ıskalıyoruz…Nihayetinde,  bekledikçe bekleme haline, yoruldukça “o kadar bekledim, dur şimdi pes etmek olmaz” iç sesine tutuluyoruz. Sadakatle o işlevsiz otobüs durağında beklemiş olmak, daha da umutlandırıyor bizi, o durakta da bir gün hayatın canlanacağına, ekilen tohumların meyve verip yeşereceğine dair, ta ki umudumuzu kaybedip pes edene kadar. Sahi, insan sevilenden vaz mı geçer, pes mi eder?

Rumuz Güz, Veda

Vazgeçmek, insanın kendisini önceliklendirdiği nispeten makul bir noktada kendi yoluna gitmesi iken; pes etmek insanın kendisinde ne var ne yoksa verip, tüm kaynaklarını tüketip artık verilecek bir şeyinin kalmadığını tüm hücreleriyle anladığı ve umudunu kaybettiği o hüzünlü an…İşte, o an gözünü de gönlünü de uzun zamandır alamadığı ile helalleşerek bir başka zaman ve yolculukta kendisini yeniden doğuracağını umarak gider insan…

Biriktirilen anılara uzaktan bakıp, “iyi ki” dedirten hafif yürek burkan ama insanı en çok kendisine yaklaştıran, bambaşka hasatları getirecek bir mevsiminin başlangıcıdır o an. Benden öte benleri, bulma yolculuğunda bir adım daha ileriye atılan adımlar hep o anlarda gelir. Bunca hüzne, yürek burukluğuna değer mi? Değer. İçinde sevgi ve içten paylaşım olan her şey için değer, tek taraflı da olsa, karşılıklı da olsa, fark etmez… Veren gönül genişler, evrenle başka tür iletişim kurar.     

Tamamen vedalaşmak mümkün mü peki sevdiklerimizle, bir zamanlar ilişkide, iletişimde olduklarımızla…

Ardımızda bıraktığımızı sandığımız herkes aslında geleceğimizde de vardır bir şekilde, kimi zaman alınan derslerle, kimi zaman onarılan yaralarla, kimi zaman açılan yeni yaralarla… O nedenle, her veda içinde başka bir tamamlanmayı, üzerimizde taşıyacağımız izlerle geleceğe yürümeyi de getirir beraberinde. Her temas, Rodin’in mermer parçasından yonta yonta muazzam heykelleri ortaya çıkarışı gibi, bizdeki fazlalıkları da yontarak, içimizdeki sanat eserini, özümüzü ortaya çıkarmak için payımıza düşen kutsal dokunuşlardır bence. Olaylar, insanlar, deneyimler tarafından mermer gibi yontula yontula, olma halleri arasında yolculuk yaparak kâmil olmak değil mi yaşam amacı… 

Bu nedenle, üzerimde çalışan gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm heykeltıraşlar için müteşekkirim.

Aşk ve sevgiyle yeni kavuşmalara, buluşmalara, paylaşımlara, deneyimlere…

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447