Ahmet, şehrin telaşlı ofis ortamında, bilgisayarının başında kendini sıkışmış hissediyordu. Birden telefonunun melodisi, o tanıdık ama bugün biraz da huzursuz edici sesiyle çaldı. Arayan, annesinin en eski komşusu, Hatice Teyze idi. "Alo, Hatice Teyze? Nasılsınız?" dedi Ahmet, sesindeki profesyonel tonu korumaya çalışarak. Karşı taraftan gelen ses, Ahmet'in bütün rahatlığını bir anda yok etti.
Hatice Teyze'nin sesi titrek ve telaşlıydı:
"Ahmet’im... Hemen gelmen lazım. Annen rahatsızlandı. Çok kötü. Acele et evladım, acele et!"
Bu sözler, bir anda tüm planları, bütün toplantıları anlamsız kıldı. Annesi! O, Ahmet'in hayatındaki en büyük çapa, en büyük sığınağıydı. Kalbi hızla çarpmaya başladı.
Ahmet, saniyeler içinde masasından kalktı. İstifa etmeyeceğini, sadece izin istediğini söyleyebildi mi, tam hatırlamıyordu. O anda tek bildiği, Ege’nin o küçük, yemyeşil kasabası olan "Yeşilyurt"a yetişmesi gerektiğiydi.
Hemen en yakın otogara koştu. Otobüs bileti alıp kendini koltuğa bıraktığında bile zihni durmuyordu. Hatice Teyze'nin sesindeki o dehşet, zihninde yankılanıp duruyordu. Annesi neden şimdi? O, Ahmet'in ne kadar meşgul olduğunu bilirdi. Bu kadar kötü bir şey olamazdı, olamazdı...
Yol boyunca pencereden akıp giden manzaralara odaklanamadı. Her kilometre, hem umutsuzluğunu hem de annesine biraz daha yaklaşma hissini artırıyordu.
Gece yarısı Ahmet otobüsten indi. Kasaba meydanı, şehir ışıklarının aksine loş, dingin ve yıldızların altında uyuyordu. Ama o tanıdık sessizlik, bu kez bir gerilim filminin girişi gibi geliyordu.
Çocukluk arkadaşı İbrahim’e haber edip otobüsün varış saatini söylediği iyi olmuştu. Yoksa gece yarısı eve nasıl gidecekti? İbrahim kendisini garajın girişinde bekliyordu. Aceleyle hazırladığı valizini arabaya yerleştirip evin yolunu tuttular. Dar, taşlı sokaklardan geçerken, çocukluğunun geçtiği o küçücük, ahşap evin ışığının yanık olduğunu gördü. Bir anlığına rahatladı. Işık yanıyorsa...
Araba durduğunda hemen inip evin kapısına koştu. Kapıyı açan, gözleri kızarmış Hatice Teyze oldu. Teyzenin yüzünü görünce Ahmet'in bacakları titredi.
"Hatice Teyze, annem nerede?" diye sordu boğuk bir sesle.
Hatice Teyze içeri buyur etti ve kapıyı kapattı. Fısıldayarak konuştu: "İçeride oğlum, yatakta... Ama korkma. Doktor geldi, durumu fena değilmiş. Sadece çok korkuttu bizi."
Ahmet, yavaşça, sanki bir rüyada yürüyormuş gibi annesinin odasına girdi. Odanın kokusu, ilaç kokusu ve annesiyle özdeşleşmiş lavanta kokusunun karışımıydı.
Annesi, yatağında yarı oturur pozisyonda, soluk tenli ama gözleri açıktı. Ahmet'i görünce gözleri nemlendi ve zayıf bir sesle, "Oğlum, geldin mi sen?" diyebildi.
Bu, Ahmet için beklediği bütün stresin aniden erimesiydi. Gözleri doldu. Yıllardır ilk defa, o güçlü iş adamı kimliğinin yerini, annesinin elini tutan küçük bir çocuk almıştı. Koştu, yatağın yanına çöktü ve annesinin elini tuttu.
"Geldim anne," dedi, sesi çatlayarak. "Buradayım. Ne oldu sana böyle?"
Annesi gülümsedi: "Merak etme kuzum. Sadece biraz... korktum. Sen gelince içim rahatladı. Sen geldin ya, tamamdır."
O an anladı Ahmet. Bütün o büyük şehir telaşının, kariyer hırsının, hiçbir şeyin bu odadaki huzurun yerini tutmayacağını. Kasabaya gelmek zorunda kalması, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeye geri dönmek zorunda kalması demekti.
Annesiyle kucaklaşıp hasret giderdikten sonra, Hatice Teyze’nin kendisine hazırladığı yatağa uzandı. Hemen içi geçmişti. Rüyasında kapı çalındı. Bu kez bir telefon değil, somut bir kapı çalınmasıydı.
Kim olabilirdi ki? Tanıdığı kimse yoktu bu saatte.
Kapıyı açtığında, karşısında ne tanıdık bir yüz ne de beklediği bir kurye vardı. Karşısında, yüzünde hem şaşkınlık hem de derin bir huzur taşıyan, yaşlı bir kadın duruyordu. Kadın, özenle dikilmiş ama biraz solmuş bir elbise giymişti ve elinde, sarılmış bir kâğıt parçası vardı.
"Affedersiniz," dedi kadın, sesi kadife gibi yumuşaktı. "Sizi bulmak epey zamanımı aldı. Bu size ait."
Adam kâğıdı aldı. Üzerinde hiçbir adres yoktu, sadece mürekkeple yazılmış tek bir kelime: "Bekle."
"Ne olduğunu anlamıyorum," dedi adam şaşkınlıkla. "Siz kimsiniz?"
Yaşlı kadın gülümsedi. Bu, dünyevi bir gülümseme değildi; sanki yıldızların ışığını yansıtıyordu.
"Ben sadece bir haberciyim," dedi. "Ama asıl hediye içeride. O sizin için gönderildi. Allah'ın, sizin o en derin can sıkıntınızın tam da o anda size bir armağan gönderme yoluymuş."
Adam daha soru soramadan kadın, bir gölge gibi hızla arkasını döndü ve sokağın köşesinden gözden kayboldu. Sanki hiç var olmamıştı.
Titreyen ellerle kâğıdı masaya bıraktı ve kapıyı kapattı. Gözleri kâğıda değil, kapının hemen yanına, eskiden hiç fark etmediği küçük, ahşap bir sandığa takıldı. Sandık sanki o an mucizevi bir şekilde belirmişti.
Sandığı açtı. İçeride ne altın vardı ne de mücevher. İçeride, her biri ayrı ayrı özenle katlanmış yüzlerce not vardı. Her notun üzerinde, onun en sevdiği yazarın el yazısına benzeyen bir dille yazılmış, hayatındaki küçük anlara dair satırlar:
- Sonsuzluğun İlk Adresi Anne Sevgisidir.
- İnsan hayatında karşılaşılan en güçlü bağlardan biri şüphesiz anne sevgisidir. Bu sevgi, ne bir tanım kitabına sığar ne de bir formülle ölçülebilir. O, varoluşumuzun ilk menzili, koşulsuz kabulün ilk durağıdır.
- Dünyanın ne kadar acımasızlaştığını hissettiğimizde, annenin sesi, dokunuşu veya sadece varlığı bile en derin yaralarımızı sarmaya yeten görünmez bir merhemdir.
- Anne sevgisi gökyüzü gibidir; bazen bulutlarla kapansa da hep oradadır. Hasret ise bu gökyüzünü ne kadar özlediğimizi bize hatırlatan rüzgârdır.
Her bir not, yıllar önce yaşamış olduğu, unuttuğu veya değersiz gördüğü bir anıyı canlandırıyordu. Sanki hayatının tüm güzellikleri, o anki kasveti dağıtmak için geri çağrılmıştı. Bu sadece bir anı defteri değildi; bu, onun ruhunun, en zor anında bile ne kadar değerli olduğunu hatırlatan ilahi bir onaylamaydı.
Adam, o notları okurken gözyaşlarına boğuldu. Can sıkıntısı gitmiş, yerine hayatın küçük mucizelerine karşı duyulan derin bir şükran gelmişti. Bu bir rastlantı değildi. Bu, Allah’ın ona, "Yalnız değilsin, değerli ve güzel anılarla çevrilisin," deme şekliydi.
Bu, Allah'ın hediyesiydi; çünkü en büyük sıkıntının ortasında, ona hayatının güzelliğini unutturmayacak, ruhunu yeniden canlandıracak o mucizevi hatırlatmayı göndermişti.
Uyandığında hemen annesinin yanına koştu. Annesinin gülümseyen yüzünü görünce içine huzur doldu. Fakat bir gariplik vardı. Annesinin elleri ve bedeni buz gibiydi. Hemen nabzını tuttuğunda annesinin çoktan bu dünyayı terk ettiğini anladı. İyi ki vaktinde gelmiş, annesinin hayır duasını ve helalliğini almıştı.
Başını ellerinin arasına alıp düşünürken güneşin bütün zarafetiyle doğuşunu fark etti. Saatin kaç olduğuna bakmak için telefonu eline aldığında patronundan bir mesaj geldiğini gördü.
Merakla endişe arasında mesajı açtığında şunlar yazılıydı:
"Ahmet Bey, uzun yıllardır göstermiş olduğunuz gayret ve çalışkanlığınızın neticesinde sizi çoktandır düşündüğüm danışmanlık görevine getirdim ve maaşınıza hatırı sayılır zam yaptım. En kısa zamanda işlerinizi bitirip aramıza dönmenizi bekliyoruz."
Şaziye İnceler Ekici / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Türkiye’nin aylık tek Edebiyat Gazetesi, öykü, deneme, yazı, şiir ve söyleşilere yer vermektedir.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder