Her İnsanın Hayatı Bir Kitap Duyguları Birer Şiirdir

Merhaba Ali Bey, çoğu okurumuz sizi tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

İstiklalin başkenti Kahramanmaraş merkez doğumluyum. Kahramanmaraş’ta yaşıyorum. Evli bir kız babasıyım. Kuyumcu imalat sektöründe çalışıyorum.

yazar ali portakal

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazarlık benim için duyguları ve düşünceleri sakin ve sessiz bir biçimde ifade etme arzusu demek.          Yazarlık süreci eskiyen zamanlara dayanıyor geçmişten bu yana bir şeyleri yazma arzusu taşıyordum. Bizim çocukluğumuzda her şeyi her yerde konuşamazdık o sebeple  yoğun duygular içerisine girdiğim zaman kalem ve kağıt dostum oluveriyordu. Bu sebeple bir sakinleştirici olarak görüyordum. Yazdıkça bunları paylaşma ihtiyacı hissettim. Ve bu his bugün bu eserin yayınlanmış olmasının en büyük sebebi. Başta kıymetli eşim, ailem bu konuda hep bir motivasyon sağladılar. Dostlarımızın da desteğiyle bu yola çıktık. Bu vesileyle hepsine teşekkür ediyorum.

Alaska Yayınevi’nden çıkan özdeyiş türündeki Tutunmak isimli kitabınızda yaşamla ilgili çeşitli konulardaki duygu ve düşüncelerinizi kendinize özgün üslubunuza okuyucuya aktarmışsınız. Henüz kitabınızı edinemeyen okurlar için kitabınızdan biraz bahseder misiniz?

Kitabımızın ana teması her insanın hayatta başına gelebilecek olayları ya da duyguları aktarma çabasından ibaret. Okuyucularımı birer dost olarak görüyorum ve onlarla da paylaşım içerisinde olduğumuz bir kitap yayınladık. İçerisinde şiirlerimin ve özlü sözlerimin olduğu bu eseri okurken onlarda benimle birlikte hissedecekler. Okurken keyif alacak ve bizleri anacaklar. Bu sebeple mutluyum. Kitabımın gelirini depremde anne babasız kalan çocuklara bağışlayacağım. Bu mutluluğuma vesile olan ve bize bu heyecanı yaşatan Alaska Yayınevi'ne de teşekkür ederim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Attila İlhan, Cemal Süreya okurken keyif aldığım yazarlar. Yine bu yazarlara ait olan Sisler Bulvarı, Ben Sana Mecburum,  Sevda Sözleri ve Üvercinka gibi eserleri okurken yaşıyorum bu sebeple sevdiğim eserlerden kendine yer bulanların birkaçı. Okuduğum eserlerle yazma yetimi hep geliştirdim. Ve başkalarının yaşadığı duygulara empati yapma yeteneğimi hep daha üst seviyeye taşıdım..

Her insanın hayatı bir kitap, duyguları birer şiirdir. Kendilerine hitap edecek ve okurken yaşayıp, hissedecekleri eserleri tercih etmeliler.

Yeni çıkan kitabınızla ilgili okurlarınızdan aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

Okuyucularımız genel itibariyle çok olumlu geri dönüşlerde bulundular. Bazen yazdığım eserlerin üzerine sohbet etme imkanı bulduğumuz okuyucular oldu. Okurken empati yaptıklarını ve benimle dertleştiklerini bile söylediler. Ve benim cesaretimden cesaret bulan genç arkadaşlarım oldu. Yeni yazar olabilecek arkadaşlarımıza yol arkadaşlığı yapacak olmaktan ziyadesiyle memnun olduk tabi. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Okuyucularımın yeni kitabımızı heyecanla beklediklerini biliyorum. Emin olsunlar onları yanıltmayacak kalitede kitabımızla tekrar birlikte olacağız. Şimdilik bu kadarı yeterli diye düşünüyorum. Gerisi sürpriz olsun.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımıza tavsiyem okudukları eserleri iyi seçmeleri, onları sıkacak ya da okumaktan geri koyacak eserleri sonraya saklamaları olur. Ve bazen bir şeyler yazmayı denemeleri de okudukları her eseri daha iyi deneyimleme fırsatı sunacaktır. Her insanın hayatı bir kitap, duyguları birer şiirdir. Kendilerine hitap edecek ve okurken yaşayıp, hissedecekleri eserleri tercih etmeliler. Tabii ki yeni çıkacak kitabımızı da takip etmelerini rica ediyorum.

Yazar Samet Koca: Aşk İçin Zaman Kavramının Olduğunu Düşünmüyorum

Merhaba Samet Bey, çoğu okurumuz sizi O’nun Bebeği kitabınızdan tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar. Denizli’de yaşıyorum. Evliyim bir kızım ve bir oğlum var. Eğitimini aldığım tekstil sektöründe gömleklik kumaşlar üzerine üretim yapan bir firmada ürün tasarım ve geliştirme sorumlusu olarak çalışıyorum. Kitaplar hayatımın olmazsa olmaz parçalarından birisi. Kitaplığımda beklemeleri, çantamda taşımam bile benim kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Yazmak benim için bir terapi gibi. Mümkün olan her düşüncemi not almaya ve onları değerlendirmeye çalışıyorum. Bunun yanı sıra günlük hayatımda edebiyat, sinema ve müzik dünyasını takip etmeyi, film-dizi izlemeyi, şarkı dinlemeyi, yeni yerler keşfetmeyi, gezmeyi çok seviyorum.

Yazar Samet Koca, Alaska Yayınevi, Benim Aşktan Anladığım

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Babamın işi dolayısıyla ve kendi ilgimin çok olması sebebiyle çocukluğum kütüphane salonlarında geçti. Bizim çocukluğumuzda internet yaygın olmadığı için merak ettiğim her konuyu ansiklopedilerden araştırır, öğrenirdim. Günlük gazeteleri hiç aksatmadan her akşam okurdum. Hikayeler, romanlar derken okumak bir süre sonra anlatmak olarak da yer edinmeye başladı benliğimde. Okuduğum romanlarda yazarların zekasına ve yarattıkları dünyalara hayran kalırken ben olsam nasıl anlatırdım düşünceleri küçük tohumlar serpiştirdi zamanla içime. Sonrasında şiirler, kısa öyküler derken gerçek bir roman yazmaya karar verdiğimde O’nun Bebeği oluştu zihnimde ve okuyucular ile ilk buluşmamız gerçekleşti böylece. Bu yolculukta bana en çok kendi inancım yardımcı oldu, hayallerim yol gösterdi.

Son kitabınız Benim Aşktan Anladığım kitabınızda yıllar sonra farklı konumlarda ve şartlarda karşılaşan aşıkları çarpıcı bir sonuçla okuyucuya başarıyla aktarmışsınız. Okuyucuya aktardığınız bu hikâye yaşanmış gerçek bir olay mı?

Teşekkür ederim. Yaşanmış gerçek bir gönül ilişkisini kurgulayarak, gerçek kahramanlarını açık etmeden yazdığım duygu yüklü bir hikâye oldu “Benim Aşktan Anladığım.” Pandemi döneminde duyduğum bir ayrılık hikayesi beni çok üzdü ve kitabın çıkış noktasını ateşleyen unsur oldu. Üç günlük dünyada gerçek sevgiyi bulmanın ne kadar güçlü bir şans gerektirdiğini bilmeden, sıradan bir şeymiş gibi başlayıp bitirebilen modern dünyanın cömert insanları arasında sevgisine sıkı sıkıya sarılmış kişilerin de olabileceğini üzülerek yazıp, anlatmaya çalıştım okuyuculara.

Ticari olarak bu gerekli belki de ama “aşk” için zaman kavramının olduğunu düşünmüyorum.

Türkiye’de aşk romanlarına eskiye nazaran ilginin azaldığını görüyorum. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Gündeme göre dünyada ve ülkemizde bazı guruplar tarafından dizi-film veya kitap sektörü rağbet gören veya rağbet gösterilmesi istenen konular üzerine yönlendiriliyor. Ticari olarak bu gerekli belki de ama “aşk” için zaman kavramının olduğunu düşünmüyorum. Sevgiler de nefretler de sonsuza kadar sürebilen en temel insani duygulardır. Herkesin en az bir kere hayatında deneyimlediği ve unutamadığı bir yaşanmışlığı illa ki kalıyor aklında, yüreğinde. Kim diyebilir ki ben hiç âşık olmadım!

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

İsveçli yazar Stieg Larsson’ın Milenyum serisine hayranım. Keşke hayatta olsa ve seriyi kendisi genişletebilseydi. Dan Brown’un tüm kitaplarını severek okudum. Araştırma gerektiren onlarca bilgiyi toparlayıp, konu, yer, zaman olarak harmanladığı eserlerini okurken olayın içinde yer aldığımı hissettiriyor olması beni her zaman etkilemeyi başarmıştır. Sadece son kitaplarında aynı karaktere farklı hikayeler yazıyor olması beni bir okuyucu olarak mutlu etmiyor. O’nun Bebeği’ni yazarken Dan Brown’un anlatım tekniğinden esinlenmiş olabilirim. Okurken keyif aldığım bir anlatım biçimini kullanıyor Benim Aşktan Anladığım kitabımı ise tamamen “anlatım anına” uygun bir biçimde oluşturdum.

Yazar Samet Koca, Alaska Yayınevi, Benim Aşktan Anladığım

Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

İlk kitabım O’nun Bebeği konu ve anlatım tekniğiyle farklı bulunup okuyanlar tarafından beğeni ile karşılandı. Ülkemizde taşıyıcı anneliğin yasak olması ve kitapta bu olayın mecburiyetten gizli bir şekilde gerçekleştirilmesini anlatmıştım. Gerek kurgusu gerek konusu gerek okuyucuda oluşturduğu merak ve gerilimin etkisiyle gerçekten “Sıra dışı bir taşıyıcı annelik hikayesi” oldu, pozitif bir izi kaldı kitapseverlerde.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yeni kitabımın yorgunluğunu attıktan sonra daha önce yazmaya başladığım dram/fantastik bir kurguma devam etmek istiyorum. Çok farklı ve şaşırtıcı bir kitap olacak tamamlandığında. O’nun Bebeği’nin devamını isteyen inanılmaz bir kitle var. Oğuzhan bebek ve Aylin’e daha sonra ne oldu, neler yaşadılar diye beni sorgularken bende yeni fikirler oluşmasını sağladılar okuyanlar. Dolayısıyla devam kitabını yazmaya başladığımı buradan bildirmek isterim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Pandemi ve sonrasında yaşanan olumsuzluklar nedeniyle çoğu insan kendi yaşamının derdine düştü. Hepimiz hayatlarımız için kaygılanır olduk dolayısıyla yaşamımız için gerekli olan çalışmalarımızı keyfi amaçlarımızın önünde tutar olduk. Fakat içimizde beslenmesi gereken benliği hor görmek hiç de sağlıklı değildi. Hayat bir şekilde devam ediyor ve bunu kendimizi iyi hissederek yaşamak için elimizden gelen çabayı göstermeliyiz. Şartlar daha iyi olsun derken beş yıllık bir ara oluştu iki kitabımın arasında. Bundan sonraki çalışmalarımın arasını daha kısa tutmak için elimden geleni yapacağım. Siz de hayalleriniz için kendinizi beklemeye almayın, yola çıkın. Son olarak beni takip eden, kitaplarıma bir emanet gibi sahip çıkan tüm okuyucularıma çok teşekkür ediyorum. Eserler kıymetli ellere düşünce daha değerli oluyor. Yeni hikâyelerle tekrar görüşmek üzere, takipte kalın.

Minyatür Tanrılar Kitabı Üzerine

Minyatür Tanrılar Şair İsmail Delihasan'ın, İnsancıl Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu, “Ateşlerle Top Oynamak” şiir kitabı sonrası ikinci şiir kitabıdır. Seksen sayfa hacmindeki kitapta kırk şiir yer almaktadır. Kitaba önsöz yazan Afşar Timuçin gibi söylersek; kısa ve kırık şiirlerle şair, toplumsal düzeyde eleştirici ve düşünen bir aydın gerçekçiliğini taşıyan bir tutumla şiirlerini yazar. Düşünceye ağırlık verilen, estetiğini bulmuş güzel şiirler bunlar. İki defa pürdikkat okuduğum kitapta künhüne eremediğin noktalar olmuştur elbet. Kavramam ölçüsünde kitabın bir cihetine de olsa değinmek istiyorum izninizle.

Minyatür Tanrılar,İlkay Coşkun, yeni, kitap,

Dervişane bir dokunuşla, hissiyatta şiirler ruhunu buluyor. Diyebilirim ki hem Derviş Yunus gibi hem de Asaf Halet Çelebi gibi, felsefi bakışları çağrıştıran, izlerini taşıyan şiirler okudum. Şöyle ki “…yaşamadın/ gerçekte düştü güneş/ sende bir sen vardı/ zamanı mekânı ölümsüzleştiren…” (sayfa 41) veya “…ben ol da gel…” (sayfa 14) gibi ifadeler ne kadar Yunusça bir bakış ve bir felsefi yaklaşım değil midir? Şair; şiirlerine ve şairliğine dair öz bir açıklamayı da “Andan Göklere” şiirine adeta eklemlendirerek yapmaktadır. İlgili şiirinin son bölümünde şair şöyle seslenir; “zamanın ve göklerin şairi diyecekler bana/ hoşuma gider desinler/ gökleri çok sevdim/ ölünce beni andan göklere gömsünler” (sayfa 70) Şiirlerin ana fikri; iyiye, doğruya, güzele gidiştir. Şair; kötülere ilenerek, iyilere övgülerde bulunur bir taraftan.

Şiirlerin daha çok zaman, deniz, gök ve adam perspektifi ve kavramları üzerinden yol aldığını söyleyebilirim. Bir nevi bu kavramlar üzerinden doğruya ve iyiliğe gidiş portreleniyor. Bir nevi zamana, deniz ve göğe ruh biçen mahir bir terzi hüviyetinde görevini ifa ediyor. Bunlarla birlikte şairin içsel yolculuğunda mecz ettiği başka birçok kavram da yok değil. “düş, aşk, ateş” gibi başkaca kavramlar üzerinden de konu muhteviyatına çok geniş bir perspektiften yaklaşılmaktadır. 

Zamanı saatle, ateşle; gökyüzünü güneşle, yıldızlarla, kuşlarla ve denizi de gemiyle, rüzgârla, yelkenle, rıhtımla betimleniyor bir nevi.

Adaleti kıble ile bilgiyi ateş ile sevgiyi çocuk ile Ay’ı sakallı dede ile kıbleyi de insan ile simgeleştirildiğini söyleyebilirim. Zaman olgusunu şiirlerde başat bir tema olarak bolca ele alır ve nakış nakış işler adeta. Zamanı elbette ki çıplak tek başına ele almaz. Zamanın akışı, saat üzerinden serimlenirken, zamanın durması ve zamansızlık gibi birçok olgu şiirlerine yeni birer pencere olur. “Mağarada uyumuşum/ zaman ölmüş/ kalbimin sesinde/ birine gitmişim/ dönen ben değilim/ bıraktıklarım da kendi değil” (sayfa 47) “Zamansızlık” isimli bu şiirin ilk bölümünde anlaşıldığı gibi zamana vurgu ve hatta yedi uyurlara bir göndermede de bulunulur. Zamanı ayrıştıran ve ayıran olarak da telakki eder şair, zamansızlığı ayrılıkların yerine de koyar başka bir taraftan. Zamana önem atfeder şair. “zaman insan onurunundur/ zamanın zenginleri cömert anlarda” (sayfa 58) Zaman olgusu, özellikle canlı varlık âleminde olan biz insanlar için, ölen ve diri olan bir canlı gibi görülür. Zaman geçiyor denilir. Belki de zaman duruyor, biz geçiyoruzdur kim bilir.

Göğü; sevdası, hayali ve umudu olarak görmektedir şair. Göğü hep düşle hayalle bir tutar. “Gökler, denizler kaş çatar mı/ toprağa özgüdür kavga/ kötülüktür paylaşılamayan” (sayfa 73) Diyerek bu tezini kuvvetlendirir ve kavgayı, toprağa özgü olduğunu söyler. Bir taraftan insanı denizde yolculuğa çıkarsa da başka bir taraftan da boğulma korkusunu insanın ense kökünde hissetmesini ister. Denizle ilişkili olarak, kötüler artarken insan azalıyor tespitiyle beraber, iyileri gökte ve denizlerde arar hep. Yine de umutsuz değildir elbette. “…ne gökten ne insandan keserim umudumu…” (sayfa 71) Diyerek bakış açısını serimler bir taraftan.

Konumuz muhteviyatında en çok beğendiğim birkaç mısra, şiir bölümünü buraya taşıyacak olursam; “…sende öleyim sen yaşa/ bir gökyüzü masalında” (sayfa 12), “…bukalemunluğa reddir adam/ sevgi iyilik kendiydi tanrı/ gökler avuçlarına sığar adamın” (sayfa 13) “…ne bulduk ne bulacağız/ nedendir bilmeye açlığımız” (sayfa 33) “…tükenmek için yaşamaktır kötülük” (sayfa 50), “…körebeyiz zamanda kim saklamış yarını…” (sayfa 63) Kısa kısa alsa da bu bölümler, büyük resmin birer küçük parçaları olarak kitaba dair bazı ipuçlarını vermektedir.

Varlık, var olma ve etkileşim; insanlığın çokça cevaplar aradığı alanlardan birisidir. Bu durum felsefenin, düşünürlerin, şair ve yazarların elbette ki ilgi alanlarındadır. Bu meyanda “Adamlar” şiirinin son bölümünü buraya taşımak istiyorum. “…izm sürmeyen adamların/ özünde yıldızlar vardı/ kitap ve Kâbe kendileriydi/ doğruldular insan kıblesine/ okuyarak insan ve evren kitabını/ kurban oldular/ adları gökadamlar oldu” (sayfa 57) Burada ki “adam” ifadesi -iyi insan- ve -adam gibi adam- yaklaşımıdır. Bu da bir adlandırmayla mümkün olacaktır bir taraftan. İlhan Berk’in dediği gibi “Adlandırılmayan yoktur” tespitindeki bir anlama taşıyacaktır. Buradaki adlandırma bir sıfattan ziyade öze ve gerçekliğe bir vurgudur daha çok. Şair, “adlar başkaları için” şiirinde bu duruma farklı bir boyut getirir. “adların ne önemi var/ kendinsin kendin/ resmini coğrafyalara çizdim güzel kızların/ adının ne önemi var/ kendidir kendi// sildim sözcüklerden ne varsa/ gözlere gönüllere şenliktir kendin/ adlar başkaları için/ benim için kendinsin kendin” (sayfa 45) Aynı bu şiirde olduğu gibi çoğu şiir, bir kan akışı misali yolunu alsa da bu şiirde olduğu gibi gerçek şiirler bu yol alışı kendine özgü bir damar güzergâhında sürdürmektedir.

Yalın ve derinlikli bir anlatımda, imgenin az kullanılmış olduğunu söyleyebilirim. Dilimizin imkânlarıyla ve felsefi yaklaşımlarla beslenen derinlikli bu şiirler, okuru düşünmeye sevk etmektedir. Bir nevi derinlikli önermelerde de bulunur şair. Şiirlerde geçen olgular ve semboller tüme gidişin dalları gibi inşa olur. Gerek mistisizm gerekse de metafizik yaklaşımlarla; var olma, insan olma metodolojisinin içeriği doldurulur. Şiirlerin derinliğini anlayanlar ve sezinleyenler için çok farklı ve çok boyutlu pencereler barındırmaktadır. Özgünlüğü, derinlikli olan bu güzel şiirlerden müstefid oldum. Okunmasını şiddetle tavsiye ederim. İyi okumalar…

Barış Bozdağlı Yazdı: Orman

Çam ormanının derinliklerindeki ölü ağaçların kesilip sağa sola devrildiği o uğursuz boşluğun ortasındaydı Basri. Reçine, talaş ve çürük kokuyordu. Sanki Allah’ı görmek için sınırları zorlarcasına göğe uzanan ağaçların ucundaki yaz sıcağı güneşinin ışınları çuvaldız gibi batmıştı ormana. Basri, bir köpek gibi aramış, bulmuştu kan kokusunu. Sonra göğe, çoğu insanın en sıkıntılı anlarında yüzünü çevirdiği o mavi küreye bakmıştı. Bağırmış, ulumuştu adeta. Kargalar, ispinozlar, kumrular susmuştu ve ağustos böcekleri dahi. Hatta geceleri şu sık ağaçların arasından süzülüp geçen, gündüzleri saklanan ruhları, cadıları ve kurtları ürkütmüştü belki bu ses. Ormanın kıyısındaki taşradan daha dışta olan evine gidecekti biraz sonra. Babası Kamuran ve kardeşi Fazıl önden gitmişti.

barış bozdağlı, orman

Kamuran ve oğlu Fazıl’ın üstü başı toz, talaş. Birinin elinde hızar, diğerinin körelmiş bir baltası vardı. İnsana sanrılar gördüren bunaltıcı ağustos sıcağı altında adımlıyorlar. Dümdüz, sapsarı, biçilmiş arpa tarlasında. İkisi de suskun. Ağustos böcekleri onları bunaltıyor. O titrek sıcaklık yükseliyor zeminden. Ara sıra arkasına dönüp bakıyor Fazıl. Sarı tarlanın sonunda karanlık bir orman sadece. Abisinin hâlâ ormandan çıkmadığını söyledi. Ancak derin bir boşluğa söylemişti sanki. Kamuran’ın zayıf gözleri sarı saplarda, ayaklarının dibinden uçuşan çekirgelerde. Düşünüyor, düşünceler akıyor alnındaki derin çizgilerden. Belki hiç duymamıştı Fazıl’ı. Ve belki de duymak istememişti.

Ormana bakan evin kapısına yığıldılar. Yığdılar ellerindeki eşyaları. Yaprak kıpırdamıyor. Su getiriyor Fazıl, ılık. Kamuran’ın aklı, ormanda gördüğü ancak fark ettirmemeye çalıştığı sanrılarda. En az bir aydır görüyordu ve daha görecekti de. Taş evin salonunun ortasına koyulmuş el yapımı masaya kuruldu Kamuran. Diğer köşeye oğlu oturdu. Hiç olmadığı kadar sessizdi ev. Sanki bir yas evi. Kamuran, karşısındaki duvara asılı, bir zamanlar avladığı kızıl bir tilkinin gür kuyruğuna bakıyordu ara sıra, avlanmayı severdi. Geçmiş ve gelecek birer su baloncuğu gibi zihninde bir an belirip patlıyordu. Saatin tik takları bastırıyordu sessizliği. 

“Sen iyi bir babasın, bakma sen o kindar abime, ben sana inanıyorum. Hem Kumru’yu alacağız diyorsun, ben onu sevmiyorum.” demek geçiyor Fazıl’ın aklından.

Küçük, yeşil bir tepenin üzerinde, ilkbaharda yenebilecek şifalı bitkilerin ve beyaz, sarı, mor kır çiçeklerinin bittiği o tepededir Terekeme kızı Kumru’nun evi. İşi gücü şifalı bitkilerle ilaç yapmaktı. Çilli ve çirkin bir kızdı. Ve de beyaz tenli. Sarı dişlerini göstererek sırıtırdı hayvan teni kokan ağzıyla, Kamuran’ı uzaktan görünce sarı kirpikleri yapışırdı birbirine. Evin etrafını saran çitin içinde gider gelir, çapa yapar, oraya buraya çamaşır sererdi. O sefil evdeki küfürbaz, yatalak adam çağırdığında yanı başında bitiriverirdi sonra.

Karanlık çökmek üzereydi. Basri, eve ulaştığında çoktan çökmüş olacaktı. Babası, oğlunun eve ulaşmaması için her zamanki gibi beddua edecekti muhtemelen. En azından bir kurt ya da ayıya yem olmasını dilemişti aylarca. Bu dileğinin bir gün gerçekleşeceğine inanıyordu. Hem gerçekleşmese de niye onu öldürmesindi ki? Pek âlâ öldürebilirdi. Ama bunu her düşündüğünde, şurasında bir sızı. Her düşlediğinde kahroluyordu sonra. Bir yastık bile yetebilirdi Kamuran’a göre. İnsanı merhamete sürükleyen o acı dolu bakışları örtmek için en idealiymiş bir yastık -atalarından öğrenmişti-. Mesela birini boğazlarken o sıcak ten, patlak gözler ve kırmızı surat bir ömür boyu insanı pişman edip kahredebilirdi. 

Basri’nin gözleri ormanın karanlık boşluklarındaydı. Buradan evi görmesi imkânsızdı. Bugün, baltasıyla en az üç ağaç kesmişti. O ağaçlardan birinin üzerine oturuyordu. Dişli endişeler kemiriyordu içini. Sağ elinde baltası. Baltasının kenarlarında hâlâ kan var mı diye kokluyordu. Kan kokuyordu baltanın kuytu köşeleri. Aniden bir pişmanlık gelip sinsice içine oturdu. Bunca aydır bu anı beklemişti ancak şimdi pişman mıydı? Kendine inanamıyordu. Yüreği daralıyor, bir canavar sıkıyordu sanki. Tuhaf. Ne kadar tuhaftı. Bunu her gece rüyalarında, düşlerinde tekrar etmiş, yaşamıştı hâlbuki. Defalarca bu ormanda her şey olup bitmişti. Provası yapılmıştı her şeyin. Her an her dakika. Ancak tek bir gün bile bir pişmanlık gelip işlememişti. Dün hayat nasıl devam ediyorsa bugün de aynısı olacaktı. Anlaşılan yanılmıştı. Her şey gerçekleştikten sonra başlamıştı aslında. Basri, gerçekle düş arasındaki farkı anlayamamıştı anlaşılan. Elinde silik siyah beyaz bir fotoğraf. Uçsuz bucaksız ve nefretle bakıyordu.

Kamuran kapı önünde, bir lambanın ışığında hızarın kör dişlerini kan ter içinde eğeliyordu. Kıvılcımlar saçılıp kayboluyordu bungun karanlıkta. Bir yandan mırıldanıyordu. Beddua ediyordu belki de. Sanki buraya ait değildi, kendini bir boşlukta hissediyordu. Gözleri lambaya dalmıştı, etrafında uçuşan güveler, böcekler ona yabancı gelmişti. Üzerine sürekli sinekler konuyordu. Elleri ona ait değildi sanki. Bir tuhaftı. Çürümüş hissediyordu kendini. Sanki unutmuş, unutuyordu ya da unutulacak hiçbir şey kalmamıştı hafızasında. Karısını düşünmek istedi, düşünemedi. Bir nokta bile canlanmadı zihninde. Her şey bir tuhaftı. Eşini özlemişti. Bir yanı da çoktan unutmuş gitmişti sanki. Hatta çok iyi oldu ölmesi diyordu aklının kuytu köşesindeki şeytan. Ama Kamuran tövbe ediyordu sonra. Hem Kumru var, 30 yaşında, yeşil tepede, işte orada diye düşündü. Baktı uzağa, çitin içindeki köhne, yıllanmış eve, hiçbir şey belli olmuyordu, kapkaranlık ve sessiz. Belki de hiçbir şey yoktu orada diye düşündü. Ne bir ışık ne küfürbaz adamın sesi ne de bir hayat belirtisi. Zaman orada durmuştu sanki. Sadece dolunay ışığının altında belli belirsiz gözüken, ılık bir meltemin salladığı çitin üzerindeki yıllardan kalma beyaz çamaşırlar ve çatlak pencerede ay ışığı. 

Bulanık, küçük bir yağmur suyu gölü. Oraya yaklaşmaya çalışıyor ama geri geri gidiyor. Ve sanki peşinde birileri var, öyle hisleniyor. Gölde kırmızı balıklar çırpınıyor, sonra o gölde kendi yansımasını görüyor aniden. Kara bir surat. Uyanıyor sonra Kamuran. Bir gece yarısı. Cırcır böcekleri ötüyor. Kan ter içinde soluk soluğa kalmış halde aralıyor perdeyi. Terli et kokuyor yatak, dilindeki pası yutuyor. Odadaki nemle her taraf yapış yapış. Kır saçlarının arasından geçiriyor parmaklarını, alnına dayıyor elini sonra. Ay ışığı. Onun kızarmış gözleri pencerede, öylece bakıyor karanlığa. Yine aynı rüya. Sigara yakıyor. Artık onun hayatına hiç uğramayacakmış gibi apar topar uzaklaşıyor uyku. Şimdi ezan sesi bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyor, bir an hiç duyulmuyordu. Geceden beri yan odada uyuyan babalarının hakkında sabah saatlerine kadar o sıcak, nemli salonda tartışmalarına rağmen bir türlü bir karara varamamışlardı. Sigara üstüne sigara içmişti ikisi de. Basri, babasının suçlu olduğunu söylemişti ısrarla, pencereden ormana bakarak. Kardeşini ikna etmeye çalışıp kendini haklı çıkarmaya ve bu aylardır çektiği vicdan azabından kurtulmaya çalışmıştı. Ancak Fazıl, reddetmişti. Günahın en büyüğünü işlediğini söylemişti. Zavallının tekisin diye de eklemişti, dar salonu baştan sona adımlayarak. Basri’nin bu sözler üzerine sesi sinirden titreyip tizleşmişti. Ağzından sigara dumanı saçılmıştı konuşurken. Fısıltılı konuşma hararetlenmişti sonlara doğru. 

Hiçbir zaman bu vicdan azabından kurtulmayacaksın. Sen bir katilsin!

Uzun, upuzun bir sessizlik inmişti salona. Basri, pencereye dayamıştı alnını. Sen bir katilsin tümcesi zihninin kanyonlarında yankılanmıştı. Öylece beklemişti dakikalarca. Salonun ortasındaki sefil masaya kafasını gömmüştü Fazıl. Küçüklüğünü düşünmeye çalışmıştı, en mutlu anlarını. Ancak bir türlü başaramamıştı. Kaçamamıştı hiçbir yere ne zihninin derinliklerindeki küçüklüğüne ne de başını alıp tanımadığı bir yere. Gerçeklerle iç içeydi. Bir kurt düşmüştü Fazıl’ın içine, acaba olabilir miydi? Basri haklı mıydı? Basri’nin de beynini düşünceler kemirmişti. Katil olduğu kesindi. Bunu biliyordu. Ama boş yere mi katil olmuştu? Böyle bir öç alınır mıydı hem? Hayır, demişti içinden sonra. Babam bunu bilerek yaptı, buna eminim, bunu aylar önce hissetmiştim. Ben öcümü aldım. Ona hiç acımadım. Çünkü o acımasız, gaddar biriydi. Sabah erken bir saatte üçü de peş peşe sessizce yola çıktı. Sarı tarlada üç asker gibi belli mesafelerde, bir çizgi takip ediliyordu sanki. Basri en geride. Omuzlarında birer balta. Kamuran’ın gres yağlı elinde hızar. Üçü de boyunlarına sararmış, beyaz birer bez dolamıştı ve kafalarında birer kirli, yırtık şapka. Yükselen kızıl güneş gözlerini kamaştırıyordu. Yeşil tepenin üzerindeki evin çiğ düşmüş penceresinden Kumru’nun uykulu, kanlı nazarları onları takip ediyordu. Belli belirsiz üç kızıl siluet, adımlıyor sarı tarlanın sonundaki kara ormana. Biraz sonra, işaretlenmiş dev ağaçlar birer birer devriliyordu yine. Arzı titretiyor bu yaşlı, ağır ağaçlar. Yerle bir oluyor bazı yuvalar, gökte daireler çizerek uçuşuyor kuşlar. Basri, nazarlarını o çığlık atan kuşlara kaldırıyor, kendi içinden de çığlık atmak geliyor bir an. Kamuran, gördüğü sanrılara rağmen hiç dinlenmeden, sağından solundan kanlı kadın başlarının belirdiği ağaçların dibine dayıyor hızarın o çark eden keskin dişlerini. Benzin kokusu hızarın homurtusuna karışıyor. Toz talaş uçuşuyor. Ağaçlar her devrildiğinde bir çığlık kopuyor Basri’nin içinden, zihninde birtakım görüntüler beliriyor, kan kokusu yürüyor burnuna. 

Düşen ağaçların dallarını, kollarını baltalıyordu Fazıl. Basri, babasına nefretle bakıyordu sonra, gözü seğiriyordu. Kamuran’ın kızıl ensesindeki eti üst üste birikmişti. Baltayı kaptığı gibi babasına doğru seğirtmek geçiyordu içinden. Aniden bitiveriyordu babasının arkasında. Baltayı olanca hızıyla indiriyordu. Sanki şakaklarında çarpıyordu yüreği. Baltayı al, yürü, indir ensesine diye içinden sayıklıyordu. Sonra geçmiş ve gelecek iniyordu aniden gözlerinin önüne. Kararsızdı. Kamuran yaşlı, hasta bir ağacı daha devirmek üzereydi. Devrildi, devrilecek. Az sonra gümbürtüyle devrilirken ağaç, Kamuran da sırt üstü yıkıldı. Buna son anda şahit olan Fazıl koştu. Kör balta ense köküne inmişti. Ancak tereddütle, hissiz kollarla inen balta Kamuran’ın oracıkta canını almamış fakat hareketsiz bırakmıştı. Yarı kanlı, mor, iri bir çizgi ensesinden geçiyordu. Basri, hissiz, dalgın bakışlarla boşluğa bakarak diz üstü çökmüştü.

Kumru ansızın ormanın derinliklerinde belirdi. Bütün bu olan bitene şahit olmuş, Fazıl’ın arkasından bağırıyordu. Fazıl, Kumru’yu takip ederek tek odalı evin sefil salonundan geçti, pencerenin önündeki pejmürde bir çekyatın üzerine yavaşça babasını sırtından indirdi. İçeride kimse yoktu. Sessiz ve nemli bir oda. “Buradaki küfürbaz adam nerede?” diye sormak geçti Fazıl’ın içinden. Kamuran’ın sadece gözleri oynuyor, ayak parmaklarını bile kıpırdatamıyordu. Birer küfür mırıldanıyordu ara sıra. Kumru, adamın başının altına bir yastık koydu, oturdu. Sonra Fazıl’ın sulu gözlerinin içine bakarak annesinin ormanda öldüğü günden söze girdi ansızın. Ağaç devrildiği sırada Kamuran öylece bakıp beklemişti. Bir defa bile seslenmediğinden, uyarmadığından söz etti. Fazıl, kaçırıyordu irileşmiş gözlerini. Ne dinlemek ne de inanmak istiyordu. 

Bir ses duydu. Pencereden baktı. Fırladı oturduğu yerden. Basri’nin koşarak eve girdiğini gördü. Fazıl hızla çıktı ardından, tepeden aşağı eve doğru koştu. İçeri girdiğinde Basri’yi ayakta donmuş, bir mumya gibi salonun ortasında buldu. O da bir an dondu. Gözlerine inanamadı. Kanı çekildi. Orada, evet, köşedeki şöminenin önündeki iskemlede öylece oturuyordu Kamuran. Gözleri tilkinin kuyruğuna takılmıştı. Abisinin kolundan tutup sarstı. Donmuştu. Bakışları babasındaydı. Basri, elindeki babasından kalan silik siyah beyaz fotoğrafa bakıyordu. Fazıl’ın bakışları tepedeki eve kaydı. Çatlak pencerenin önünde Kumru’nun çirkin suratı. Ayrık dişleriyle sırıtarak bakıyordu. Tepeden aşağı iniyordu küfürlü, yaşlı bir ses. Fazıl, bu olanların defalarca tekrar ettiğinin farkına varmış, bir döngünün içinde olduklarını biliyordu. Ormanın derinliklerindeki kadının ürkütücü çığlıkları işitiliyordu şimdi.

Fırat Kasap Yazdı: Edebiyatımızda Türküler

Türküler, Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdiğimiz kültürel mirasımızdır. Sözlü kültür ürünlerimizin temeli olan sav, sagu, koşuk ve destanlar dörtlüklerle, hece ölçüsüyle, kafiye sıralanışıyla, şekil bakımından günümüzde türkülerde hayat bulmaktadır. Yüzlerce yıl hayatımızın içinde yer alan türküler Cumhuriyet döneminde bilimsel araştırmaların konusu oldu. Türkülerin şekil özellikleri, konuları, hangi ortamda söylenip nasıl kayda geçirildikleri bilimsel çalışmaların sonunda ortaya çıktı.

edebiyat, türkü

Cumhuriyet’in ilanından sonra radyonun hayatımıza girmesiyle türküler radyoda çalınmaya başladı. Muzaffer Sarısözen ve arkadaşları her yaz Anadolu’nun bir bölgesine giderek türkü derlemeleri yaptılar. Derleme konusunda Türkiye’de ilk önemli isim Macar Besteci Béla Bartók’tur . Macar kültürü ile Türk kültürünün benzer yönlerini araştırmak amacıyla Türkiye’ye gelen sanatçı, Anadolu’da birçok türkü derledi. Derleme tekniklerini gençlere öğretmesi ve derlediği türküler geniş bir arşiv oluşmasını sağladı.

Atatürk’ün müziğe verdiği önem etkisini türküler üstünde gösterdi. Atatürk’ün türküleri istemediği, yasakladığı türünden görüşler yaygın olmakla birlikte dönemin önemli bestecilerinden Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu ya da Diyarbakırlı Celal Güzelses’in Atatürk ile olan anıları bu görüşleri çürütür niteliktedir.

Evlerinin önü iğde / İğdenin dalları yerde / Benim yârim kara yerde / Uyan Ali’m, uyan da bir tanem sar beni

Radyoda Yurttan Sesler korosu kurulması, türkü kültürünün gelişmesinde oldukça etkili oldu. Bu koro adeta bir türkü okulu oldu. Koroya sınavla giren öğrencilere bir tür akademi eğitimi verildi. Anadolu’nun değişik bölgelerinden gelen gençlerin yöresel müzik kültürünü aşıp, ulusal müzik kültürüne geçmeleri sağlandı. Ege türkülerinden başka türkü bilmeyen genç, buradaki eğitimden sonra Karadeniz türküsü de çalıp söylemeye başlıyordu. Mademki radyoyu her yöreden insan dinliyor, hepsine hitap edecek türküler çalıp söylemek gerekiyordu. Halkın duygularını, düşüncelerini, hayallerini umutlarını, özlemlerini, nefretlerini sazla, sözle dile getiren türküler uzun yıllar radyolarda, televizyonlarda, eğlence mekânlarında, konserlerde günümüze kadar çalındı, söylendi.

Urfalı Bedii, Celal Güzelses, Muharrem Ertaş, Âşık Veysel, Mahsuni Şerif, Şeref Taşlıova, Murat Çobanoğlu, Neşet Ertaş, Şekip Şahadoğru gibi adını burada saymaya imkân olmayan, birbirinden değerli binlerce âşık türküleriyle halk kültürünü bugünlere kadar getirdiler. Âşıklar türküleriyle hem kendileri gibi müzik yapan diğer türlerdeki müzisyenleri etkilediler hem de bir yazı kültürü olan modern edebiyatı etkilediler. Yazımızın konusu olan edebi ürünlerdeki türkülere gelmeden önce türkülerin sınıflandırılmasına gelelim. Bu konuda en başarılı isimlerden biri Pertev Naili Boratav’dır. Halk Edebiyatı ve Halkbilim alanlarında birçok çalışması bulunan Prof. Dr . Pertev Naili Boratav hocamızın türküler konusunda birçok araştırması bulunmaktadır. 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı başlıklı çalışmasında türküleri değişik yönlerden şu şekilde sınıflandırmıştır: Lirik türküler, Taşlama, yergi ve güldürü türküleri, Anlatı türküleri, İş türküleri, tören türküleri, oyun ve dans türküleri.

Sınıflandırılan bu bölümlerin de kendi alt bölümleri bulunmaktadır. Şekillerine, konularına, ezgilerine, söylenilen yöreye göre sınıflandırılan türküler bulunmaktadır. Adı geçen kitaptan bir türkü örneği vermek istiyorum.

Evlerinin önü çardak/ Sol böğrümden girdi bıçak / Beni vuran benden alçak / Uyan Ali’m, uyan da bir tanem sar beni

Meşeler gövermiş varsın göversin / Söyleyin yavruya durmasın gelsin / Kötüye varmasın, gebersin ölsün / Kötü adamın var ömrünü yok eder.

Türküler üstüne araştırma yapan bir başka bilim insanımız yakın zamanda vefat eden İlhan Başgöz’dür. Âşıklar üstüne yaptığı araştırmalarda birçok türkünün tanınmasını sağladı. Karacaoğlan isimli çalışmasından bir türkü örneği:

Dinle sana bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma  / Yiğidin başına bir iş gelende

Anı yâd illere açıcı olma  / Karac’oğlan söyler sözün başarır  / Aşkın deryasını boydan aşırır

Seni bir mecliste hacil düşürür / Kötülerle konup göçücü olma

Modern edebiyatımızda, edebi metinlerimizde metin içinde yer alan türküler saymakla bitmez. Burada edebi eserlerdeki türkülerden çok azına yer verebiliriz. Sultan Su Esen’in 2009 yılında basılmış Keje Maria adlı öykü kitabında geçen bir türkü:

Denizlerin kumuyum, kumuyum  / Balıkların puluyum  / Kıyma bana Cevriye’m  /  Ben de Allah kuluyum  / Moriye de Fosforlum 

Battal Pehlivan’ın Pir Sultan Abdal isimli romanından bir türkü: Uyur idik uyardılar / Diriye saydılar bizi  / Koyun olduk ses anladık  / Sürüye saydılar bizi

Ünlü roman yazarımız Yaşar Kemal’in Bugünlerde Bahar İndi isimli kitabından bir türkü örneği: Ben derbeder bir dervişim  / Abasızım abasızım  / Gezeceğim dünya dünya  / Dinsin sızım , dinsin sızım

Vedat Türkali’nin son romanı Bitti Bitti Bitmedi adlı eserden bir türkü: Küçüksu’da gördüm seni  / Gözlerinden bildim seni  / İnkâr etmem sevdim seni  / Ne kadar cefa edersen  / Gönül ayrılmıyor senden 

Selim İleri’nin Cehennem Kraliçesi romanından bir türkü: Seher vakti göremedim  / Yıldız gibi aktı geçti

Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’den bir türkü örneği: Duvarlarda kilimler / Nakışları türkülü  / Köşede tahta masa  / Üstü keten örtülü

Şair Ülkü Tamer’den bir türkü örneği: Kilis’e haber saldım  / Hekim gelecek bildim  / Kanı bir yana bırak  / Revan içinde kaldım  / Haber saldım kuş ile  / Gagasında yaş ile  / Selam gönderdim yârime  / Bir sevdalı düş ile

Her şair, yazar metninin bir yerinde türkülere yer vermektedir. Metnimizi Nazım Hikmet’in Kuvâ’yı  Milliye adlı eserinden bir türküyle bitirelim.

Karayılan der ki: Harbe oturak  / Kilis yollarından kelle getirek  / Nerde düşman varsa orda bitirek  / Vurun ha yiğitler namus günüdür

İsmail Hilal Yazdı: Vicdan Mahkemesi

Malum son zamanlarda herkesin dilinde tek bir şey var; “Siyaset”. Hem seçim dönemi olması hem malum ekonomik krizin gittikçe derinleşmesi çoluk çocuk hepimizi oraya kanalize etti. Sakın yanlış anlamayın, amacım siyaset yapmak değil. Zaten yeterince o taraftan yana boğulduğunuzu biliyorum ve benim öyle bir yazı okutmak hayalim hiç olmadı. Sadece bu dönemde insanımızla alakalı dikkatimi çeken durumlar beni fazlasıyla üzdü ve “Biz nasıl bu hale geldik.” dedim.

seçim, ismail hilal

Eskiden genelde sadece futbolda kullanılan “Fanatizm” kelimesi fazlasıyla siyasete sirayet etti ve evrim geçirdi. Artık “Takım tutar gibi siyasi parti tutmak” adı altında güncellendi tabii ki. Sonra yavaş yavaş gözlerimiz kör olmaya başladı. Partilerimize ait fikirleri içeren sosyal medya mecralarından başka bir yere bakmaz olmaya başladık. Birazda orda olanların bizi eleştirmemesi ve hep haklı bulması hoşumuza gitti belki de. Onlarla sevinmeye, ağlamaya başladık. Ağır ağır kulaklarımızı kaybettik çünkü saygı duymayı unutmaya başlamıştık ya da yanlışı düşünemeyecek kadar tıkanmıştı zaten kulaklarımız. Ve sevgi gitmeye başladı kalbimizden usulca.

Sizin oy verdikleriniz vekil oldu ya da bakan ya da zaten bu insanlar senden kat kat lüks içinde yaşayacakken onların rahatı için bardak kırar gibi gönül yakmaya değdi mi?

Öyle ya tek doğru bizdik, liderimiz her zaman haklı. Baban mı haksız, sevgilin, kardeşin mi senden değil gerekirse öteye at! Dilin kemiği yok nasılsa ve yalnız değilsin asla! Güven onlara, uzaklaş seni sen yapan şeylerden. Birkaç söylem ve ayağımıza taş değse farkında olması imkânsız kişiler yüzünden değerli olanlarımızı sattık hiç çıkarımız olmadan. Peki, şimdi şu saatlerde tüm seçim dönemi yeni bitmişken kalbi ve aklıyla düşünmeyi unutmuş; belki kazanmış ve onun sevinciyle uyumuş, belki kaybetmiş siniriyle yeni uyanmış yüzlere sormak istiyorum. Değdi mi? Sorgulamadan oy vermeye, incitmeye, sevdiklerinizi suçlamaya, sabahlara kadar naralar atmaya… Sizin oy verdikleriniz vekil oldu ya da bakan ya da zaten bu insanlar senden kat kat lüks içinde yaşayacakken onların rahatı için bardak kırar gibi gönül yakmaya değdi mi?

Seçimin galibi her zaman o koltukta oturanlardır. Kimler geldi geçti bir bakın tarihe ve kaçı yaptıkları için hesap verdi bakın, bu da aynı futbol takımları gibi. Elinizi kalbinize götürün ve kendi mahkemenizi kurun ve lütfen gözlükleri atın en azından sevdiklerinizi beş sene sonraki seçimde kırmamak için…

Not: Gelişmiş ülkelerde siyaset pek konuşmaz halk. Çünkü ekonomi, adalet ve sosyal refah sağlanmıştır. Umarım bizler de o günleri görebiliriz. Kararlarınız tebessümle sonuçlansın…

Bitlis Kitap Fuarı'na Opera Damgası

Fuarda söyleşiler, imza günleri, konserler, çocuk tiyatrosu ve açık hava sineması etkinliklerine yer verildi. Edebiyat ve güncel konular dışında Bitlis’in tarihi, tarımı, balcılığı ve iklimin de konuşulduğu fuar Grup Arafane konseriyle sona erdi. Tenör Aykut Yılmaz ve piyanist Şenay Yılmaz Tarihi İhlasiye Medresesi’nde verdiği konserde dinleyicileri arya ve napoliten ile buluşturdu. Yöresel türküler Tenör Aykut Yılmaz tarafından yeniden yorumlandı.

Bitlis Kitap Fuarı, haber, yeni,

BETAV tarafından düzenlenen; Bitlis Valiliği, Bitlis Belediyesi ve Bitlis Eren Üniversitesi tarafından da desteklenen kitap fuarının ilk günü BETAV Başkanı Hasan Dalkıran, Eren Üniversitesi Rektörü Prof. Necmettin Elmastaş, Bitlis Belediye Başkanı Nesrullah Tanğlay, ve Bitlis Valisi Oktay Çağatay’ın konuşmalarıyla başlamış, Ahmet Selçuk İlkan konseriyle sona ermişti.

BETAV Başkanı Hasan Dalkıran, BETAV’ın 35. yılını da tamamladığını söyleyerek; “6 bin yıllık tarihe sahip kentimizde ilkini geçtiğimiz yıl düzenlediğimiz ve büyük ilgi gören kitap fuarının ikincisini gelenekselleşme hedefi ile bu yıl düzenliyoruz. BETAV, halkıyla, valiliği, belediyesi ve üniversitesiyle bir araya gelmiş büyük bir güç olan BETAV 35 yıldır ticareti ve siyaseti bünyesine sokmayan bir kuruluştur. Bu yaklaşıma uygun olarak düzenlediğimiz kitap fuarımızın Bitlis’e katkı sunmasını, özellikle çocukların ve gençlerin kitaba ilgilerinin artmasını istiyoruz.” diye konuşmuştu.

FUAR SÖYLEŞİLERLE DEVAM ETTİ

Çocuk resim atolyesi, çocuk tiyatroları ve çocuk drama etkinlikleri binlerce Bitlisli çocukla buluştu. Pelin Batu, Av. Rezan Epözdemir, Müfit Can Saçıntı, Işıl Işık, Murat Tavlı, Prof. Dr. Ali Demirsoy, Nebil Özgentürk, Prof. Dr. Haluk Zülfikar, Şeyhmus Diken, Nurullah Genç, Sinan Yağmur, Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul, Serdar Tuncer, Raci Uğurlu, Birsen İnal, Mahsenem Yazal, Nezahat Yeniçeri, Doç. Dr. Mete Kazaz, Hacı Mehmet Duranoğlu, Nejla Tiyanşan, Ali Sefunç, Mehmet Emin Korkmaz, Törehan Serdar ve Ergin Güven söyleşilerine yüzlerce Bitlisli katıldı.

TARİHİ İHLASİYE MEDRESESİ’NDE ARYA RÜZGARI

Tenör Aykut Yılmaz ve kızı piyanist Şenay Yılmaz tarihi Ihlasiye Medresesi’nde napoliten ile başladıkları konseri Bitlis’te Beş Minareyle bitirdi. TRT Sanatçısı Sabahat Aslan, Ziya Eren Müzik Lisesi Korusu, Kemal Yılmaz ve Cesim Oto konserlerinde binlerce Bitlisli coştu.

FUARDA KAPANIŞINI GRUP ARAFANE YAPTI

BETAV tarafından düzenlenen kitap fuarının son gününe korku hikayeleri yazarı Işıl Işık damga vurdu. İmza gününde yüzlerce Bitlisli uzun kuyruklar oluşturdu. İstanbul Vakfı Başkanı Perihan Yücel, BETAV İstanbul Şube Başkanı Hasan Dalkıran, Vehbi Vakkasoğlu, Şair Cengiz Şağban söyleşileri sonrası fuar Grup Arafane’nin yöresel türkü ziyafetiyle ve halaylarla sona erdi.

Ankara'nın Kayıp Tarihi

İstanbul, Yedi Tepeli şehir olarak adlandırılır. Nazım Hikmet Karlı Kayı’nda “Yedi tepeli şehirde bıraktım gonca gülümü” der. Yahya Kemal ise İstanbul’a bir özlem olarak “Ben en çok Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü severim.” der. Ankara ise kentin dört büyük tarihi sembolü ile isimlendirilir. Bir tarafında Ankara Kalesi, bir tarafta Hacı Bayram Veli Cami, bir yanda ise Resim Heykel ve Etnografya müzelerini bulunduğu Namazgâh Tepesi. 

Ankara Kalesi

Eski Türk Ocağı sonrasında Halk Evleri binalarının olduğu yer. Etnografya Müzesi büyük Atatürk’ün ilk defnedildiği yerdir. Hâlâ sembolik olarak mezar yeri yurttaşlarımızın ziyaretine açıktır. Bir tarafta da büyük Atatürk’ün ebedi istiratgâhı Anıtkabir. Bu güzel şehir Kurtuluş Savaşımızı yöneten gazi meclisimize ev sahipliği yapmıştır. O yüzden “Başkent” adıyla ödüllendirilmiştir. Bu özgeçmiş çok şey anlatır. Günümüz Ankara’sı ne Tanpınar’ın Beş Şehri’nde anlattığı şehirdir. Ne de Yakup Kadri’nin Ankara’sıdır. Yakup Kadri Ankara’yı çok sevmiş, Porsuk Çayı kenarında bir konağa yerleşip romanlarını burada yazmayı bile düşünmüştür. Şair Nedim, “Sade bir taşı Acem Mülküdür”’ diye övgüyle bahsettiği İstanbul... İstanbul nasıl değerlerini kaybettiyse Ankara da bundan nasibini aldı. Kentte iki büyük sokakta yüz yıllık çınarlar Kumrular ve Necatibey Sokakta sıralanmakta... 

Mustafa Kemal Atatürk, bu sokaklarda ikamet edenlere evlerinin bahçesine dikmeler için iki adet çınar fidesi hediye etmiş. Gençlik Parkı, kentin tüm sakinlerinin dinlendiği, dostlarıyla sohbet ettiği mesire alanlarındandır. Havuzunda kayıkların gezdiği, fıskiyelerinden pırıl suların gökyüzüne ulaştığı, çocukların dondurmalarını alıp bir sevinçle yediği yerdi burası. Parkın içinde ufak vagonları olan bir tren, çocukları anne ve babalarıyla taşırdı. Özel rayları, istasyonları olan bir trendi. Demir yollarına özel yaptırılmıştı. En son Eskişehir’de bir hurdalıktaydılar. Parkın içinde bulunan Luna Park Gazinosunda Ankara halkı ünlü sanatçıları tanımıştı.

İnsanın hikâyesi olurda mekânın olmaz mı?

Ayrıca lokantalar, restoranlar da vardı. Daha iyisini yapacağız aldatmasıyla yok edildi.  Geçenlerde Kültür Bakanlığı bir belgesel hazırlatmış adı “Gençlik Parkı Belgeseli” bu yok edilenleri anlatıyor. Hem yok edip hem de belgeselini çekmek nasıl bir duygu ki tarifsizdir. Yine kentin tarihiyle yaşıt 19 Mayıs Stadyumu yerle bir oldu. Kim bilir hangi maçlara tanıklık etti, kimler oynadı. Şeref tribününde kimler oturdu. Hangi toplantılara, konserlere ev sahipliği yaptı. Şimdi bir enkaz ve tarla olarak duruyor. 

Yine kentin iki büyük stadyumundan biri olan İnönü de tarla ve enkaz olarak duruyor. İş merkezi olacak diyenler de var. Bir tanesinin temeli atıldı, yeniden yapılıyor... Son dönem moda bahçelerden Millet Bahçesi olacak diyen de. Ankara’nın kaybedilen tarihi içinde Atatürk Kültür Merkezi alanı da var. Buralar görkemli ulusal bayramlarımızın tek mekânıydı. Geniş alanı içinde burası da görkemli bir yerdi. At yarışlarının Atatürk Orman Çiftliğinden sonraki tek mekânıydı. 

İnsanın hikâyesi olurda mekânın olmaz mı? Kahramanı, yeri, zamanı, olayı ile Ankara’ya tescillenmiş yerlerdi. Kimisi Cumhuriyet tarihini, kimisi Ankara’nın Büyük Meydan Muharebesini anlatır. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Bayar’ın ve İnönü’nün devlet erkânının seslerini getirir bize. Atatürk Orman Çiftliği büyük Atatürk’ün kentimize kazandırdığı büyük bir arazidir. Zaman zaman ilk dikim ekim çalışmalarında tırmığını alıp bir çiftçi gibi çalıştığı bilinir. İşçilere “Şöyle yapın. Böyle ekin, dikin.’’ dediği de bilinir. Orada nefes aldığı görülür. Atatürk Ankara’ya bir yeni akciğer kazandırmıştır. Bir grup yerel yönetici ortaya çıkmış, daha güzel yapacağız diyerek önce yeşil alanları imara açmış, sonra bir arazi yağması... İçinde değişik hayvan çeşitlerinin bulunduğu hayvanat bahçesi ve diğer dinlenme alanları da yok edilen kent tarihi içindedir. Ayrıca Marmara Havuzu ve diğer otel arazisi de vardır... 

Ankara’da siyasetçilerinden, yazarlarından, sanatçılarına ev sahipliği yapan Merkez Çiftlik Lokantası da bir şekilde yok edilmiştir. Ünlü Çiftlik Restoran özelleştirmeden nasibini almıştır. Ankara’da Çubuk Barajı olarak adlandırılan bir baraj alanı vardır. Adından inşa edilmesine kadar bir büyük hikâyesi vardır. Baraj havzasına kapıdan girdiğiniz an sizi roma rakamlarıyla Atatürk tarafından gerçekleştirilen açılış tarihi yazar. Önceleri kentin suyunu karşılayan baraj yerel yöneticiler tarafından bakımsız bir hale getirilmiştir. Bir Atatürk Evi ki Mustafa Kemal Atatürk’ün gelip dinlendiği yerlerdendir. Yıkık dökük bir haldeydi. Sonraları rekreasyon alanları düzenlendi ama eski güzelliğine kavuşmadı. 

Ankara’da Denizciler Caddesi ile Anafartalar arasında kalan bölgede bir Yahudi Mahallesi vardır. Yahudi vatandaşlarımızın ilk yerleşim yerlerindendir. Şimdiki adı İstiklal Mahallesidir. Sokağa girince yıkık dökük Ankara evleri sizi karşılar, yukarıda Yahudi yurttaşlar için yapılmış bir havra da var. Tabi içinde şimdi Suriyeliler ve bir kısım yurttaşımız oturmakta. Ankara iki yerde doğal Arnavut kaldırımı vardır. Bir Ankara Kalesi’nde bir de burada…

Yaşayanlar burayı terk etmişler, bir kısmı kentin başka bölgelerine, bir kısmı yurt dışına yerleşmişlerdir. Buraların restorasyonu hem turizmi etkiler, hem de tarihsel saygınlığımız sağlar. Niye bekleniyor? Tarih yok olduğunda mı sahip çıkılacak... Yine Kavaklıdere’de bir Celal Bayar Köşkü vardır. Bu köşkün müze olması gerekir çünkü bir tarihi yansıtıyor. Celal Bayar kim bilir kimlerle görüştü o binada? 

Ankara’da Eski Mili Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati’nin evi vardır. Bu ev aslına uygun restore edildi. Bir kuru fasulyeci sonra meclis lokantası oldu. Sonrasında Mustafa Necati ismini silmeye kadar vardı... Mustafa Kemal’i üzen en önemli olaylardan birisi kabinesinin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin genç yaşta yaşamını yitirmesidir…

Batılılar kentin tarihine sahip çıkıyorlar. İngiltere’de bir okulu restore ediyorlar sadece ziyaretçi defteri aslına uygun değil... Ankara’da otel yapılan devlet kurumları vardır. Hepsi bir tarihtir. Bunlarda tarihi kayıptır. Ayrıca Kızılay Meydanında YKM Binası’nın karşısında bir yabancı devletin elçiliği olan tarihi bir konak vardı... Orası önce hamburgerci yapıldı sonra ne oldu bilmiyorum. Şimdilerde “Atiden” gelip diye başlayan siyasetçi nutuklarını dinledikçe kayıp Ankara tarihi aklıma gelir.  

İsrafil Baran Yazdı: Aşağıdakiler

Şehrin merkezine gidenler hep “Aşağıya gidiyorum.” derdi. Yaşadığımız mahalle, şehrin kuzeyinde, son gecekondu muhitlerinden birisiydi. Okulumuz, oturduğumuz müstakil evin olduğu sokakta, iki yüz metre ilerideydi. Ortaokulun son sınıfına geçtiğimizde okul yönetimi bu mahalleden en azından birkaç okumuş adam çıksın diye not ortalaması yüksek olan öğrencileri bir sınıfta toplayarak özel eğitim verme kararı almıştı. Sınıfta yirmi kız öğrenci beş altı da erkek öğrenci eğitim görüyorduk. 

ankara, gecekondu

Okulun ilk günü liseye geçen abimden kalan gri kumaş pantolon ile lacivert ceketi giydim. Aynaya bakmaya çekiniyordum. Pantolon paçaları uzun geldiği için içeriye doğru katladım. Annem fırsatını bulduğunda nasıl olsa boyuma göre dikerdi.

Yine abimin giymediği otuz dokuz numara bir kundurayı gözüme kestirdim. Başka bir seçeneğim yoktu. Mecburen giydim. İlk adımı attığımda ayakkabı ayağımdan fırlayacak gibi oldu. Ayakkabının burun kısmına gazete kâğıdı sıkıştırınca ayağıma tam oldu. Ayakkabının ayağımdan çıkmaması için yavaş adımlarla okula doğru ilerledim. Hep abim yüzünden böyle büyük ayakkabılar giymek zorunda kalıyordum. Onun ayağına zevkine göre ayakkabı alınıyor, onun ayağı biraz büyüdükten sonra onun giymediği ayakkabıları yırtılana kadar giymek zorunda kalıyordum. Yaşıtlarım otuz beş numara ayakkabı giyerken benim ayak numaram yaşımın üç katından dört fazlaydı…

Gazetecilik hayalim evin halısına serdiğim boy boy gazetelerde kalmıştı.

Okulun ilk günüydü. Mahallenin akıllı çocukları için oluşturulan sınıfa girdiğimde en ön sıraya oturdum. Herkes benim gibi heyecanlıydı. İlk dersimiz Türkçeydi. Okulun ilk günü olduğu için ders işlenmez, sohbet edilirdi. Geçen yıl derslerimize giren Türkçe öğretmenimiz gitmiş, yerine sonradan sarıya boyanmış saçları ve ilçenin en fakir mahallelerinin çocuklarıyla uğraşmaktan memnun olmadığı her halinden belli yüz ifadesiyle Devran adında yeni bir öğretmen gelmişti.

Tahmin ettiğim gibi ilk gün ders işlemeyeceğini, tanışma faslıyla geçiştireceğini söyledi. Sınıf listesinden tek tek isimlerimizi okudu. İsmi okunan ayağa kalktı. Öğrencileri tek tek inceleyip isimlerimizi aklında tutmaya çalıştı. Tanışma faslı bittikten sonra sınıfa ilk sorusunu sordu.  

“Evet çocuklar. Herkesin sırayla kalkıp hayalindeki mesleği söylemesini istiyorum. İleride ne olmak istiyorsunuz?”

Mahallede, özellikle de evde gizli saklı ne olsa babama yetiştirirdim. Babam gazete dağıtıcılığı işinden gelince fırtınalar kopar, benden aldığı istihbarata dayanarak o günkü suçlulardan birisinin kibarca söyleyeyim kulaklarını çekerdi. Tüm iş stresini çocukların üzerinden çıkarırdı. İstihbarat ben olduğum için de en az yaptırımı ben görürdüm. O yüzden bana haberci, Reha Muhtar gibi lakaplar takmışlardı. Bu lakabı içten içe sevmeye, benimsemeye başlamıştım. Bendeki bu ispiyonlama yeteneğini kontrollü kullanırsam iyi bir gazeteci olabilirdim diye düşünüyordum. Gazeteci olma hayalleri kurarken babamın dağıttığı gazeteleri tek tek açar, uzun uzun okurdum. Hatta bir keresinde bir gazetenin aile köşesinde yazım yayınlanmış, babamı gururlandırmıştım. Gazeteyi okuyan abonelerden birisi “Aile köşesinde yazısı yayımlanan çocuğun soyadı seninkiyle aynı. Bu çocuk senin oğlan mı?” diye sormuş. Babam da ne yazdığımdan habersiz gururla “Benim oğlum.” demişti.

Ben bu düşüncelere dalmışken arkadaşlarım sırayla hayallerindeki meslekleri söylüyordu. Onlar sırasıyla mühendis, doktor, avukat, öğretmen derken yeni gelen öğretmenimiz ağdayla aldırdığı bıyığının altından aşağılayıcı bir bakışla gülüyordu. Sınıfta bir kişide astronot olmak istiyorum dememişti. Hepsi devlete kapağı atıp bir ömür boyu rahat yaşamak, sevdiği kızla sırtı devlete dayalı olduğu için kolayca evlenmek istiyordu.

Sıra kısa sürede bana gelmişti. Gazeteci olmak istiyorum diyecektim ama babamın, “Meslek lisesini oku oğlum. Bu sektörde huzur yok. Devlette iş bulur, bir ömür boyu rahat edersin.” nasihati aklıma gelince vazgeçtim. Ayağa kalktım, “Meslek lisesi okuyacağım. Babam söyledi. Devlet işlerinde çalışacağım.” dedim. Öğretmenimiz bıyık altından gülmeye devam ediyordu. Sıra Şenay’a gelmişti. O hayalindeki mesleği söylediğinde ona bıyık altından gülmedi. Bu işte bir bit yeniği vardı ama neyse. Herkes sırayla mesleğini söyledikten sonra öğretmenimiz ayağa kalktı.

“Mühendis, doktor, öğretmen olacaksınız demek. Sizden bir bok olmaz çocuklar, hayal dünyasında yaşamayın. Sizlerin gelecekteki mesleklerini şimdiden görüyorum. İsterseniz tek tek söyleyeyim.” dedi. 

Erkek öğrenciler olarak en arka sıralarda oturuyorduk. Ağır adımlarla bize yöneldi. Tak tak ayak sesleri bize yaklaşırken kötü şeyler olacağını hissediyordum. 

“Sen! Kalk ayağa. Adın ne senin?

“Mehmet, öğretmenim.”

“Boyun uzun, biraz çelimsizsin. Çok da zeki bir şeye benzemiyorsun. Ancak kadın pazarlayıcısı olursun. Onun yanındaki, adın ne senin?”

“Ahmet öğretmenim.”

 “Tıraş da olmamışsın, tiksindim. Senden olsa olsa tinerci olur.”

Benim de oturduğum sol sıraya döndü. Meslek tahmini sırası bana gelmişti.

“Sen, ayağa kalk!”

“Ben mi öğretmenim?”

“Evet, sana diyorum. Duymuyor musun? Boyun kısa, çelimsizsin. Götü yere yakın olandan korkacaksın. Senden bu boyla olsa olsa torbacı olur.” 

Aramızda en iyi mesleği uzun boylu Mehmet’e vermişti. Kadın pazarlama işinde daha çok para vardı ama hiçbirimizin hayalinde bu meslekler yoktu. Zaten söylediği mesleklerin bazılarının da tam olarak ne yaptığını anlamamıştık. Okuldaki ilk günümüz bu şekilde geçmişti.

Okul dönüş yolunda annemle karşılaştık. Elinde poşetlerle bakkaldan geliyordu. Elindeki torbalardan birisini alıp eve kadar anneme eşlik ettim. Yolda gelirken öğretmenimizin bana uygun gördüğü meslek aklıma geldi. Tam olarak ne iş yaptığını da bilmiyordum.

“Torbacı ne demek anne? Torbacı ne iş yapar?” 

“Bilmiyorum oğlum. O iş yeni mi çıkmış. Torba, poşet satıyor olabilir. Benim aklım böyle şeylere ermez. En iyisi sen bunu babana sor. O daha iyi bilir.”

O günden sonra Türkçe dersleri hep böyle geçti. Ders işlemekten çok hakaretler işitiyor, sürekli aşağılanıyorduk. Öğretmenimizin bize tek olumlu katkısı hakaretleriyle hayal gücümüzü genişletmesiydi. Okulun son günlerine doğru derslere elinde kalemliği ve cetveliyle girmeye başladı. Hakaretler kesmemiş olmalıydı ki, en ufak kusurumuzda önce uzaktan kalemlik fırlatır, sonra cetvelle sıra dayağına çekerdi. Üzerimizin pis olmasındandı sanırım, bize şiddet uygularken elini sürmüyor çeşitli materyaller kullanıyordu, titiz kadındı. Arkasından onu eleştirdiğimizde nasıl oluyorsa haberi oluyor, bir de bunun için şiddet görüyorduk. 

Öğretmen bu kadar istihbaratı nereden alıyor diye düşünürken Şenay aklımıza geldi. Tüm yaramazlıklarımıza rağmen bizi sıra dayağına çekiyor, sıra Şenay’a geldiğinde ise onu es geçiyordu. Bu detaydan yola çıkarak onu takibe aldık. Meğerse Şenay, okuldan sonra öğretmenin evine gidiyormuş. Öğretmenin arkasından konuştuklarımızı ileten kişi büyük ihtimalle Şenay’dı. Bu kadar delilden sonra teneffüs arasında ondan hesap sormaya karar verdim. Şenay benden uzun boylu ve yapılı bir kızdı. 

“Konuştuklarımızı öğretmene ispiyonlamaya utanmıyor musun?” der demez üzerime yürümeye başladı. İlk hamleyi ona bırakmamalıydım. Bir başladı mı devamını getirir, beni sınıfın ortasında evire çevire döverdi. Elimi kaldırdığım gibi tokadı yapıştırdım. Kadın kısmı böyleymiş. Tokadı yiyince oturdu ağladı. Daha sonra bu olayı Türkçe öğretmenine anlatmış. Türkçe öğretmenimiz ilk dersine sinirle girdi. Eften püften bir sebeple sinirlendi. Cetveli eline alıp hepimizi sıra dayağına çekti. Küçük bir şeye sinirlenmiş gibi yapsa da tüm sınıf yediğimiz sıra dayağının sebebinin Şenay’a attığım tokat olduğunu az çok tahmin ediyordu. 

Şenay’a o tokadı atmamalıydım. O davranışım dersteki notlarımıza da olumsuz yansıdı. Yazdığımız dört dörtlük kompozisyonlara verdiği düşük notlardan dolayı son sınıfı bitirip zar zor mezun olduk.

Ortaokul bittikten sonra babamın sözünü dinleyip Liselere Giriş Sınavı’na girdim. Sınavda başarılı olarak ilk tercihim olan meslek lisesini kazandım. Gazetecilik hayalim evin halısına serdiğim boy boy gazetelerde kalmıştı. Uzun yıllar, “Gazetecilik de neymiş? Çoğu eninde sonunda hapse giriyor. Devlet işi öyle mi? Otuz metre kare odada sustuğun kadar özgürsün.” diye düşünerek kendimi avuttum.

Yıllar çabuk geçti. Lise bitti. Babamın dediği gibi de oldu. KPSS sınavında da başarılı olduktan sonra atamam yapıldı. Göreve başladığım taşra şehrindeki iş yerimde en genç iş arkadaşımın oğlu benle aynı yaştaydı. İş arkadaşlarım emekliliğe kaç ay kaldı diye konuşuyordu. Çevre böyle olunca ben de ilk günden SGK primimi sayıp emeklilik yaşımı hesaplamaya başladım. 

Hayalimdeki meslek olmasa da en azından geçimimi sağladığım bir işim vardı. Mutlu olmam gerektiğini söylüyorlardı fakat hiç mutlu değildim. Mutsuz olduğum o günlerde geçmişi düşünmeden yapamıyordum. En çok da ilkokul günlerimi özlemle yâd ediyordum.

Sahi, Türkçe öğretmenimize ne olmuştu? Ya sınıf arkadaşlarımdan tinerci, kadın pazarlamacısı olacak dediği arkadaşlarım? Onların akıbetini bilmiyordum ama en azından kendimin torbacı olmadığından emindim. Elimde torba değil de devlet işinde çalıştığım anlaşılsın diye içinde gereksiz şeyleri doldurduğum küçük siyah bir el çantası taşıyordum.

O günlerde Facebook yeni çıkmıştı. İlkokul arkadaşlarımın akıbetini oradan öğrenebilirdim. Arkadaşlarımın isimlerini sırasıyla arama kutusuna yazdım. Profillerini tek tek inceledim. Mühendis, doktor, öğretmen olacağım diye hayal kuranların çoğunun hayaline ulaşamadıklarını öğrendim. Sınıfta hayallerine ulaşan tek kişi bendim. Çıtayı fazla yüksek tutmadığım için sevindim. 

Arkadaşlarımla ilgili merakımı giderdikten sonra sıra Türkçe öğretmenimize gelmişti. Onun da profilini Facebook’tan buldum. Aradan beş yıl geçmesine rağmen tüm cesaretimi toplayıp arkadaşlık isteği gönderdim. Daha sonra mesaj gönder butonunu tıkladım.

“Merhaba öğretmenim, nasılsınız? Ben eski bir öğrencinizim, hatırladınız mı?”

“Tam hatırlayamadım, biraz daha bilgi verirsen hatırlayabilirim.”

“Beş yıl önceydi. Ortaokul öğrenciniz Şenay vardı. Size laf yetiştiriyor diye tokat atmıştım. Hepimizi sıra dayağına çekmiştiniz.”

“Aa evet hatırladım. Hiç anlaşamazdınız.”

Hatırlaması beni şaşırtmıştı. Acaba bana “Torbacı olacaksın.” dediğini de hatırlamış mıydı? Ona mesaj yazmamdaki asıl amacım zaten buydu. Haykıra haykıra “Torbacı olmadım. Size sınıfta söylediğim gibi meslek lisesini bitirdim ve atandım.” demek istiyordum.

“Liseyi bitirdim. KPSS’yi kazandım Taşrada bir şehre atamam yapıldı. Verdiğiniz eğitim sayesinde buralardayım. Emekleriniz için teşekkür ederim!”

Cümlemin sonundaki ünleme dikkat ettiyseniz burada kinaye yaptığımın farkına varmışsınızdır. Türkçe öğretmeni olarak onun da bu ünlemdeki mesajı görmesini istemiştim. Mesajımı okuduğunu gördüm. Hemen cevap gelmedi, belki müsait değildi. Bekli de ne demek istediğimi anladı ve utancından cevap veremedi, bilemiyorum. Birkaç dakika sonra, “Valla şu an gözlerim doldu. Tebrik ederim.” diyerek yanıt verdi.

Yıllar sonra öğretmenime dolaylı yoldan da olsa yanıldığını söylemek beni mutlu etmişti. Kendimi zafere ulaşmış bir komutan gibi hissediyordum. Bu zafer coşkusuyla taşra şehrinde daha fazla duramadım. İş yerimden izin alıp çocukluğumun geçtiği şehre gittim. Şehrin yukarısındaki büyüdüğüm mahalleyi ziyaret ettim. 

Çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği gecekondular kentsel dönüşüm furyasına kurban gitmiş, yıkılmıştı. Yollar bile değişmişti. İlkokuldan bazı arkadaşlarıma ulaştım. Birkaçı üniversite okumuş, iş bekliyor. Uzun boylu zayıf arkadaşım Mehmet, mahallenin torbacısı olmuş, “Semtimize bizden başka kimse mal sokamaz.” diyor. Başka bir arkadaşımız da cinayetten yirmi yıl hapis yatıyormuş. Şenay da kötü yola düşmüş dediler. Bu gerçeklerle karşılaşınca aklıma Türkçe öğretmenimiz geldi. Benimle ilgili tahmini hariç diğer tüm tahminlerini az çok tutturmuştu sanki…

Edebiyat Gazetesi’nin Beşinci Sayısı Yayında

Genel Yayın Yönetmenliğini Gülseren Baran’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Umut Özkan’ın “Ankara’nın Kayıp Tarihi” başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde, Kanada ve Lüksemburg’da düzenlenen sanat yarışmalarında ödüle layık görülen ve 2006 yılından beri beş kişisel sergi gerçekleştirmiş olan Ressam Sema Maşkılı ile resim sanatı hakkında konuşuldu.

Edebiyat Gazetesi

Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin haziran sayısında Orman isimli öyküsüyle Barış Bozdağlı, Aşağıdakiler isimli öyküsüyle İsrafil Baran, Edebiyatımızda Türküler isimli yazısıyla Fırat Kasap, Vicdan Mahkemesi isimli yazısıyla İsmail Hilal ve Minyatür Tanrılar isimli kitap değerlendirme yazısıyla İlkay Coşkun yer aldı. Çıktı alınıp okunabilen Edebiyat Gazetesi’ni edebiyatseverler çevrimiçi olarak Magzter, Dergilik, Google Play Kitaplar ve edebiyatgazetesi.com üzerinden de ücretsiz okuyabilirler. Gazeteyi cihazınıza indirip okumak için tıklayınız.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447