Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

1829 yayınlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nün de ölüme mahkûm edilen bir insanın son günü büyük bir ustalıkla işlemiş, kamu vicdanını etkilemeyi ve idam cezasına karşı bir protesto hareketi başlatmayı amaçlamıştır ve bunda başarılı da olmuştur. 

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Giyotinin icadıyla ölüm sırasında mahkûmun acı çekmeyeceği düşüncesinin yanılgısını infaz öncesi mahkûmun yaşadığı ölümcül acıda okuyacaksınız. Ölüme hazırlanmayan karakterimizin bütün hikâye boyunca emri verenin kendisini dinleyeceğine, kendisini anlayacağına olan inancına rağmen gerçekleşen bu idama şaşıracak bu ölüm fermanıyla irkileceksiniz. Romanımız kaynağını yazarımızın tanıklık ettiği bir olaydan almaktadır. 

 Victor Hugo, bir arkadaşı ile Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık dikkatlerini çeker. Yaklaştıklarında, bir suçlunun cezasının infazının yapılmakta olduğunu görürler ve bu olayın ardından yazar, hemen oradan uzaklaşır. Kuşkusuz böylesine acı bir görsel olayın böylesi bir romana kaynaklık etmiş olması, bu yapıtın anlamını ve önemini artırmaktadır. Peki, siz; Öleceğinizi bilseniz zaman sizin için nasıl geçerdi? Pencereden dışarı bakıp sizin ölümünüzü izlemeye hazırlanan kalabalığı nasıl değerlendirirdiniz?  Yemeğinizi yerken ne hissederdiniz? Hiç idam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu düşündünüz mü? Kaçamayacağınız bir ölümle ve onun psikolojisiyle zaman geçirdiniz mi? 

Sadece seri katillerin veya canilerin idam cezasına çarptırıldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Sembol haline gelmiş en önemli örneklerinden biri olan Giordano Bruno İtalyan filozof ve gökbilimciydi... Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için Roma meydanında diri diri yakılarak öldürüldü. Eserimizde idam Mahkûmu olan karakterimiz isyanını şu sözlerle dile getiriyor.

Bizim yaşamımızdan çok ölümümüzle ilgileniyorsunuz." 

Ardından şöyle anlatıyor yaşadığı acı dolu anları: "Ne yaparsam yapayım, bu iğrenç düşünce hep burada yanımdan uzaklaşmayan, kurşundan bir hayalet gibi; yapayalnız ve kıskanç; benim gibi bir sefil insanın bütün hayallerini, mutluluklarını altüst ediyor, gözlerimi kapamak ya da başımı çevirmek istediğimde, buz gibi elleriyle beni sarsıyor. Ruhumun ondan kurtulmak için sığınabileceği bütün biçimlere giriyor, bana söylenen her söze korkunç bir nakarat gibi karışıyor, hücremin iğrenç demir parmaklıklarına benimle birlikte yapışıyor, uyanık olduğum zaman gözümün önünden gitmiyor, çırpınmalarla dolu uykumu kolluyor ve düşlerimde bir bıçak biçiminde bana görünüyor" (sayfa 62)

Hikâyemizdeki karakterimiz kendisi hakkındaki idam kararıyla altı hafta geçiriyor. Altı hafta boyunca ne ona yemek getirenler ne ondan günah çıkartmasını isteyen papaz ne onun ölümünü izlemek için biriken kalabalık onu anlamıyor. Hikâyemizdeki karakter anlaşılamamanın, etrafındaki hiç kimse tarafından idama mahkûm edilmenin, öldürülecek olmanın psikolojisini paylaşamıyor... Mübaşirin idam mahkûmunu, idam edileceği Greve Meydanı'na götürürken ki aşırı nezaketi, rahip 'in bir formaliteyi yerine getirmek için yaptığı teselli konuşmaları, bürokrasi ve din kurumlarının ölüm karşısındaki yabancılaşmış ritüellerini gösterir. Nöbet yerine gelen yeni ve idamı bir gösteriymiş gibi izleyen halk ise ölüm karşısındaki diğer bakış açılarıdır. Yani kitapta ölüm, ya kurumların rutin işlerinden biridir ya hurafelere malzeme olan bir olgudur ya da halkın can sıkıntısını gidermesine, vakit öldürmesine yarayan bir gösteridir. İdamın bir gösteri haline gelmesi en az idam cezası kadar eleştirilir ve Greve Meydanı'nda giyotinle birini kesme süreci, 'ibret olsun' mesajı taşıdığı kadar kitleleri eğlendirmeye de yarar. Çünkü bir başkasının ölümünü izlemek "iyi ki ölen ben değilim" neşesini de taşır. Victor Hugo'nun eleştirisinin kaynağı tam olarak budur. Eser kahraman bakış açısıyla yazılmıştır. Mahkûm hikâyeyi bizimle paylaşan kişidir. 

Onu anlayan onun nedenlerini, paniğini gören onu duyan biziz. Bu yüzden mahkûm edildiği ölüm gerçekleştiğinde artık onun yalnızlığı bize geçiyor. Onu tanımış, onu anlamış birisi olarak geriye kalan kişiler. Eseri okuyan biziz. Kahraman bakış açısının ustalığını karakterimizi kaybettiğimiz anda yaşadığımız hislerle görüyoruz.

 Victor Hugo, idam gerçeğini daha yirmi yedi yaşındayken ve 1829 Fransa’sında kavramıştır. “Devrimlerin yok edemediği kaide” diye nitelendiriyor giyotini ya da örtülü olarak bunun altında yatan “idamı. Fransa açısından bu cezanın yürürlükten kaldırılmasının, ancak 1981 yılında Sosyalist Parti iktidarında gerçekleştirildiğini de belirtmeliyiz. Bu, kitabın yazılmasından 152 yıl sonra gerçekleşmiş bir olgudur. Ne yazık ki birçok Batı ülkesinde bu uygulama sürmektedir. Doğal olarak, bunun siyasal ve ahlaksal yönleri de vardır. Toplumun düzenini sağlamak için bu cezayı, bir caydırıcılık öğesi olarak görenler de vardır. Victor Hugo, bu düşünceyi taşıyanlara daha 1830’lu yıllarda karşılık vermektedir.

Cezayı verip insanı yok etmenin yerine, suçluları iyileştirmeyi öğütlemektedir. Yok etme gücünün Tanrı’ya özgü olduğunu vurgulamaktadır; çünkü bu yok etme eyleminde bulunan insanlık, bunu yaparken içindeki nefret dolu duygularını boşaltmakta ve yabanıl bir tören için ortam yaratmakta ve onu süslemektedir. İşte Victor Hugo, insanlığın yarattığı bu vahşet sahnesini yıkmak istemektedir, çünkü uygar dünyada bu sahnenin yeri yoktur. Uygar insanlık bu vahşet gösterisine layık değildir ve onun hak ettiği konum da bu değildir. Bütün yaşamsal haklarından yararlanamayan ya da yararlandırılmayan bir insan, gerçek anlamda bir insan değildir onun gözünde. Victor Hugo’nun bu idealleri, bugünkü uygar dünyada bir ölçüde gerçekleştirilmiştir; çünkü insanlık ancak böylesi haklara layıktır ve yüreğinde sevgi taşıdığı sürece buna layık olacaktır. İdam sehpası, insanlığın kaldırması gereken tek engel değildir, yalnızca engellerden biridir; ancak kaldırılması gerekenlerin en başında yer almaktadır. Bu kitaptaki adsız, suçu belirtilmemiş herhangi bir suçlunun son gününde hissettiklerini okuduğumuzda, bu sorunun daha iyi anlaşılacağını umut ediyoruz. 

İdam ve idam çeşitleriyle ilgili bilgi alacağınız bu kısımdan duyabileceğiniz rahatsızlık için: Gerçeklerin utancı, onu yazana ait değildir. Ölüm cezası, bir devletin, suçlu gördüğü bir mahkûmun hayatına, işlediği suçun bedeli olarak son vermesidir. Bu ceza biçiminin uygulanışına ise idam adı verilir. Şu an dünyada 58 ülkede idam cezası serbesttir. 98 ülke, idam cezalarını hukuken kaldırmış olup, 7’si ise savaş suçları ve istisnai hâller dışında idam cezasını uygulamamaktadır. 1) Aç Bırakmak, 2) Asarak İnfaz Etmek, 3) Kurşuna Dizmek, 4) Recm (Taşlayarak Öldürmek), 5) Boğazlayarak İnfaz Etmek, 6) Çarmıha Germe, 7) Ezerek İnfaz Etmek, 8) Elektrikli Sandalye, 9) İkiye Bölerek İnfaz, 10) Giyotinle İnfaz Etme, 11) Kılıçla Baş Kesmek, 12) Zehirleme.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde idam cezası yürürlükten kaldırılmışsa, böylesi bir cezanın hem trajik hem de insanlık dışı yanını daha XIX. yüzyılın ilk yarısında gözler önüne seren Hugo’nun bunda hiç de azımsanmayacak bir payı olsa gerek. 

Victor Hugo, 26 Şubat 1802, Besançon, 22 Mayıs 1885, Paris

Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo'nun Fransa'daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu romanlarıyla tanınır.


Ebru

Üzerinde bej rengi, askılı uzun keten elbisesi, başında ise elbisesinden iki ton daha koyu bej rengi, kenarları siyah şeritli kocaman hasır şapkası, boynunda el yapımı mavinin ve kırmızının farklı tonlarından oluşan irili ufaklı el yapımı cam boncukların dizili olduğu kolyesi ve ayaklarında şapkası ile aynı tonlardaki sandaleti ve elindeki hasır sepetin içindeki lila rengi fiyonkla birbirlerine kenetlenmiş lavantalarıyla çizdiği portre, dışarıdan görenin içine huzur ve bahar tadında bir ferahlık veriyordu Eylül’ün.  Ayaklarına dalgalar çarparken, uzun elbisesinin ucu deniz suyu ile ıslanıyor, kırmızı ojeli parmakları kum ve su ile buluştukça, genç kadının yüzündeki tebessüm gitgide büyüyordu. 

Ebru Sanatı

Adımları da kıyafeti ile uyumlu derecede naif, yumuşak ve doğaldı plaj yolunda yürürken Eylül’ün. Sanki bulutların üzerinde yürürcesine atıyordu her adımını. Eylül, yürüdükçe düşünüyordu bir yandan da. Lise yıllarından beri yürümek onun hem yaratıcılığını beslemiş hem de duygu sağaltımına katkıda bulunmuştu. “İnsan, otantik haline sadık kaldığı ve kapsandığını kalpten hissettiği yerlerde köklendiği müddetçe çiçeklenip, yeşerebiliyor. Anlaşılmadığı, kendini anlatamadığı, kendine ihanet edercesine bazı yaptırımlar, korkular ya da onaylanma isteği nedeniyle ait hissetmediği yerlerde kalması ne acı insanın” diye düşündü. 

Eylül, yedi emin gibi kendisine anlatılan her sırrı sakladığı için etraftaki herkesin derdini paylaştığı biri olmuştu. Bu nedenle, çok fazla hayat hikâyesi dinlemiş, insanların bulundukları çevreye uyum sağlamak için, kendi ruhlarının tınılarına nasıl kulaklarını tıkadıklarına, hatta kendilerine neyin iyi geldiğini bile bilmediklerine çokça şahitlik etmişti. 

Tüm bunlar aklından geçerken, önünden geçmekte olduğu büyük parkın bahçesinden gelen ıhlamur kokusunu içine çekti gözlerini kapayarak. Az önceki düşüncelerinin ağırlığı bir anda bu kokuyla savrulmuş, Eylül, tekrar ana gelmişti. 

Yakın zamanda açmış olduğu, kendisine ait ebru atölyesine doğru adımlarını atarken, hasır şapkasının altından uçuşan uzun dalgalı siyah saçları, ayak bileğindeki halhaldaki topların şıngırtısı ile uyumlu bir dans içerisindeydi. Bir o yana, bir bu yana savruldukça saçları, genç kadının burnuna kullandığı şampuanın Hindistan cevizi kokusu da geliyordu. Kokuyu içine çektikçe, “koku, doku, renkler, ses hepsi ne kadar değiştiriyor insanın ruh halini. Hele doku, insanın cildine temas eden her doku nasıl özel olmalı aslında… İyi ki bu elbiseyi almışım, bu elbise ne kadar sade, ne kadar yumuşak,  bu sıcak havaya rağmen, ne zaman giysem hafif bir his veriyor bana tıpkı rüzgâr gibi, ıhlamur çiçeği gibi, lavanta gibi, deniz sesi, iyot kokusu gibi. Bu elbise hem şık, hem hafif, hem de sağlıklı. Üstelik değişik aksesuarlarla her ortama da zorlanmadan uyum sağlıyor. Rengi, dokusu, otantik hali ile kabul görüyor. İnsanın tenine ve vücuduna, dokusu ve modeliyle ikinci bir deri gibi uyum sağlıyor, insanı zorlamadan ona kapsanmışlık, kabul görmüşlük hissi veriyor sanki. İnsanlar, ilişkiler, diyaloglar da böyle otantik, doğal, ferahlatan, kapsayıcı ve özden olsa, insanı bu elbise gibi evde, huzurlu, sarmalanmış ve konforlu hissettirse ne güzel olurdu. Aslında olması gereken de bu değil mi ki? Olağan beklentilerin, lüks olduğu bir döneme denk geldik ya bizler… Tıpkı vitrinlerdeki lüks markaların bile satışa sunduğu elbiselerin kumaşlarının yüzde doksandan fazlasının polyester olup insan sağlığına zararlı olması gibi günlük hayattaki etkileşimlerin de önemli bir miktarı suni, yüzeysel ve insanı zehirliyor.” diye içinden geçirdi Eylül.  O an, ışıldayan güneşin aksine Eylül’ün yüzüne bir karartı çöktü. “Artık samimi, içteni doğal olan ne vardı ki? Geliştiren, dönüştüren, daha iyiye götüren, nefes aldıran sohbetleri, paylaşımları ne kadar az gözlemliyorum! İyi ki kitabımı yazmakla, tablolarımın galeri işleri ve ebru öğrencilerimle haşır neşirim ben. Az insan, çok boya, kalem, kitre, su ve kâğıt noktasındayım artık ve bundan da memnunum epey” diye düşündü Eylül, saçına ilişen yaprağı alırken.   

O sırada, genç kadının sağ omuzuna bir kelebek kondu. Çocukluğundan beri, ne zaman yakınında bir yere kelebek konsa bir dilek dilerdi genç kadın. Gözlerini kapattı, burnuna gelen ıhlamur kokusunu iyice çekti içine. Gözlerinin kapalı olmasına rağmen, gün ışığını halen hissediyordu belli belirsiz. “İşte tam da şu an, dileğimin gerçekleşeceğini hissediyorum” dedi Eylül içinden, gülümseyerek. “Tam bu elbise gibi doğal, en otantik hali ile bana uyumlu, her halime yakışır, her haline yakıştığım, ruhumun iklimine uygun yâr ve yarenler getir, ey yaradan soframa, yanı başıma, hayatıma” diye duasını ettikten sonra, huzurla daha da ferahlamış bir şekilde ıhlamur kokusunu bir kez daha içine çekti bu dileği gerçekleşmişçesine. 

Eylül, coşkuyla adımlarını attı ebru atölyesinden içeriye girerken. Bu sabah lavantalardan ilham alarak, fonda sözlerini Mevlana’nın yazmış olduğu “Poem of Butterflies” isimli şarkıyı dinlerken, ebru teknesinin başına geçti. Lila ve pembe tonlardaki bu ebru çalışmasının ismini ise, Yâr ver Yaren koydu duasının karşılığı gelen yâr ve yarenleri karşısında görmüşçesine.

Ruhunuza dokunurken, yüklerinin altında sizi ezmeyen, ruhunun tınısı ruhunuzun tınısı ile uyumlu, güneşi de, ışığı da, rüzgârı da neşe ve coşkuyla hissettirecek, yağmuru da karıda huzur ve hafiflikle mevsiminde bereketle yağdıracak yâr ve yarenler dilerim. Işığınız hep parlasın. Aşk ve sevgiyle…

Yazı ve Fotoğraf: YAZAR GÜZ

Şiirin Olmazsa Olmazı Hasrettir

Merhaba Ahmet Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben 1965 Kahramanmaraş Kuzucak köyü doğumluyum. İlk okulu köyüm Kuzucak'ta bitirdim. Kitabım da söylediğim gibi askere gidene kadar çobanlık yaptım. Askerden sonra inşaatta ve tekstil fabrikalarında çalıştım. İşçi emeklisiyim. Aktif olarak şuan inşaatta sıvacı olarak çalışmaktayım.2 oğlan 1 kız babasıyım ve her evladımdan 1 olmak üzere 3 torun sahibiyim. Okurlarıma saygılarımı sunarım.

Şair Ahmet Esenler

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben ilk okuldan beri kendimce türkü söyler şiir yazardım. İyi bir okuyucuyumdur  ve özellikle çobanlık yaptığım yıllar bulduğum kitap, gazete, roman, tarih her türlü ayırt etmeksizin  okurdum. Biraz da sosyal yaşantım az olduğu için şiir yazardım ve dolayısıyla bu gün kitaplaştırmak kısmet oldu teşekkür ederim.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir sevgidir. Gördüğün, dile getiremediğin, anlatamadığın duyguların yazılışıdır. Olmasa olmazı hasrettir, özlemektir, istemektir.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor?

Az önce söylediğim gibi dile getiremediğimi yazmaktır.

Şiirlerinizin yer aldığı Gayrı Dünya Senin Olsun isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

İşte kendimi  ifade edemediğim bir durum. Alaska yayınlarına teşekkür ederim. Bir çobanı veya inşaatçının şiirleri sürpriz olur diye düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Aslında ben yukarıda dile getirmeye çalıştığım gibi tür seçme şansım olmadı elime geçen her kitabı okumaya çalıştım. Teşekkür ederim ama şu gün bile sosyal medyada Yunus'un, Mevlana'nın, Hacı Bektaş Veli'nin, Pir Sultan Abdal'ın, Karacaoğlan'ın, Dadaloğlan'ın yakın tarihimizdeki Necip Fazıl, Abdurrahim Karakoç, Mahsuni, Aşık Veysel gibi düşünürlerin ozanların ve bana yol gösterebilecek her deyişi okuyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Kitabımdakiler yazdıklarımın bir kısmıydı. Çalışmaya gelince kısmet diyelim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma en samimi sevgilerimi sunar düşünce ve eleştirilerini beklerim. Teşekkür ederim.

İyiliğin ve Güzelliğin Hızlı Bir Şekilde Yayılması Gerekiyor

Merhaba Burcu Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Zor bir soru... Bir “hiç” olduğumu anladığımda, her şeyin de bende gizli olduğunu duyumsadım. Kendimi bulmak, anlamak ve kendim dışında akan bir dünyanın da bana anlattıklarından uzaklaşmamaya çalışarak geçen bir ömrün başrolünde kalma mücadelesi idi benimkisi. İnsan, içinde gizli olan dünyanın sırrına erebilmek için, beslendiği kaynakları da geniş tutabilmeli. Kitaba yüz sürenler, benimle ilgili izler bulacaktır…  

Şair Burcu Ant

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

Öncelikle okumayı küçük yaşlarımdan itibaren çok sevdim. Anne babam, kitaba, sanata çok değer veren, çocuklarını da öyle bir hayata maruz bırakan işçi emekçi insanlardı.  Onların yanı sıra, babaannemin ve dedemin sevgi dolu limanında büyüdüm. Eve her sabah alınan gazetelerde, ninemin protez dizinin dibinde, beş yaşımda  kalem tutup, öğrendim okuma yazmayı. O küçük Burcu’nun dünyasındaki ilk ve en önemli büyük olay olarak kaldı bu öğrenme olayı. Kitap, o vefanın getirisidir biraz da…

İlkokulda, özel gün kutlamalarında koşarak şiir okuyanlardan olurdum. Koroda şarkı söyleyerek, müzikle de erken yaşlarda tanıştım. Bunu belirtmek istedim çünkü müziğin, şiiri ve kalemi hep beslediğini düşündüm. Ortaokul birinci sınıfta ilk şiirimi, defterimin arasında Din Kültürü öğretmenim gördü ve gülümseyerek beni tebrik etti. Yüzüm kızararak teşekkür etmiştim kendisine. Şiiri anneme yazdığımı anımsıyorum. Lisede, Edebiyat öğretmenlerimle okul dergisi hazırlar ve şiirlerimden de eklerdik sayfalarına. Kompozisyonlar yazardık, kitaplar yorumlardık, münazaralara katılırdık. O neslin bir parçası olabildiğim için çok mutluyum.

O günlerde sınıfta herkesin hayalini soran değerli öğretmenime, bir gün şiir kitabı çıkartmak istediğimi söylemiştim ve o güzel insanın  bana olan inancını da katmıştım cebime. Lise ikide “Atatürk ve 10 Kasım” konulu şiir yarışmasına, benim de bir şiir yazarak göndermem rica edildi. Duyguların yarışı olmaması gerektiğine inandığım için biraz gönülsüz de olsa öğretmenlerimi kırmayarak şiir yazma gayretinde bulunmuştum. Kitabın içinde o şiiri de bulabilirsiniz, adı : “sen giderken”... İstanbul birincisi seçilmişti. Kalemin önemli ve birleştirici olduğunu, uzak tarihimizden bugüne dek ona sevda ile sarılan ustalarımdan öğrendim ve bu bayrağı onlardan devraldım. Garip gelebilir ama içimde hep öyle beni itekleyen bir ses oldu. Sanatı, saygı sevgi ve barışla dolu güzel günlerin en önemli parçası olarak gördüm. Kitap ile çorbada bir tuz olabilme inancıma tutundum…

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Başta, beni ellerinden geldikçe bana bırakan ve kendimi keşif sürecimde çocukluğumdan bu yana saygı ve sevgileriyle büyük özverilerde bulunan annem Gülcan , babam Mehmet ve kardeşim Helin… Hayalimi bilseler de kitap onlara büyük sürpriz oldu. Aslında bana da… Kitabın ortaya çıkış sürecinden bahsedeyim. Hem maddi hem manevi anlamda hayalime ortak olan, her bir dizeyi gözbebeklerimden tutup inancıyla saran en büyük destekçim ise sekiz yılı aşkın yol arkadaşlığımızın olduğu sevgili eşim Onur Yekta Günaydın’dır.  Sonrasında , her daim kardeş yüreklerini hissettiğim ve toplamda yirmi dört yıl diyerek özetleyebileceğim dostlarım ; Sabahat Uğur , Haydar Güven ve Zelal Ilık…

Edebi sohbetlerimizdeki fikir alışverişlerimizde, her daim değerli yapıcı eleştirileri ile sevgili öykü yazarı adayı arkadaşım Samet Temür… Hem sevgi saygısı hem inancıyla, bana değerli vaktini ayırıp manevi editörlüğümü yapan kıymetli öğretmenim Öğretim Görevlisi Psikolog Dr. Nazmiye Arduç… Yayınevi ile tanışmama sebep olan ve de  kitaba çok sevdiğim gelincikleri, o tertemiz ruhu ile “konduran” sevgili arkadaşım Ayşen Sevde Varalan… Ve son olarak, kitabın hazırlık aşamasında her sorunuma, her soruma hoşgörü ve sükunet ile yaklaşan değerli yazar hocam İsrafil Baran… Her bir isme sonsuz teşekkürlerimi bir kez de buradan sunmak isterim.  Ne mutlu bana ki yoluma çıktılar, yollarımdan taşlar aldılar; yalnızken döktüğüm her bir mısraya rağmen bana yalnız olmadığımı anlattılar… İyi ki…

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

“suskunluğun şiir olmadığını kim söyledi / iki lafın kırmaya belini kaç sokak var / alıp oturtup karşına kendini…”

Fikrimce, şiir sadece tek “bir şey” değildir. Onu tanımlamak demek,  hakkını yemek olur ama yine de bencesini söylemem gerekirse, şiir bir kavga biçimidir. Ritmi, rengi, melodisi, tınısı size ait… Olmazsa olmaz dediğim öğe bulunmuyor. Bilinçli özgürlükten yanayım … 

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Makam ve mevkilerle dost olma çabam hiç olmadı… Sanatın her dalı gibi, şiir de çok ter akıtıp çok emek verilmesi gereken hayli “ince” bir “iş”. Karanlıklarda, suskunluklarda, umudun  ve inançların yitirilmeye başlandığı yerlerde, hep kalemi dost bilip yürüdüm. Şimdi ise sorumluluğumun daha da artacağının farkındayım. Ustalarımdan aldığım bayrak ile ve usanmadan, us ile yürümekten, birileri de yürüyebilsin diye emekler vermekten geri durmayacağım. Tek derdim de gayem de budur…

Serbest türde şiirlerinizin yer aldığı Oyası Dalgakıran isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok çok teşekkür ederim, hepimize iyi gelebilir dilerim ki… Neyin kime sürpriz olup olmayacağı bilinmez ama en arkasında bir mektup bulacaklar. Kim kendisini satır aralarında bulur, kim sonunda yeni satırlar doğurur ; yine bilinmez…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başımın ucunda değil ama başımın ve gönlümün üzerinde taşıdığım çok fazla isim var. Doğan Cüceloğlu hocamdan İçimizdeki Biz ve Savaşçı, Kleinbaum’dan Ölü Ozanlar Derneği, Leo Buscaglia’dan Sevgi İçin Doğmak , Nietche’den Böyle Buyurdu Zerdüşt, Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok kitabı ve Ahmed Arif’den Hasretinden Prangalar Eskittim… Belirtmediğim birçok değerli ve sevdiğim isim var fakat bu saydığım kitapların, kendimi ve hayatı sorgulayış yolculuğumda bir omurga oluşturmamdaki katkıları çok büyük. Şiir kitabım için yayınevim ile sözleşme imzaladığım gün ise Genco Erkal’ın ölüm haberini aldığımız gündü. Bunu, bir dipnot olarak belirtiyorum. Dinleyicisi oldum ama örnek aldığım bir isim olarak öğrencisi de olup birlikte diyar diyar şiirler okumayı hayal etmişliğim vardı. Bu nedenle, o denk gelişin bi anlamı olduğuna inandım. Omzumda elini hissettim ustanın, o tok ve derin sesiyle “yürü  ve sakın durma” dercesine bir göz kırpıştı belki de, kim bilir…

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Psikoloji bilimi alt tabanlı bir deneme kitabı da çıkartmak istiyorum. Okul sürecimden dolayı şu anda gündemimde değil fakat nefes aldığım sürece elbet bir gün...  

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı

Kitapla ilgili  tüm görüşlerini bana Instagram adresim @burcu.ant aracılığı ile ulaştırabilirler. Ayrıca, merakımı giderip, gönül bağı kurdukları şiirleri paylaşırlarsa da çok mutlu olurum.  Dünya, usandırıcı bir hal almaya doğru gitse de, us ile usanmadan yürüyebileceğimiz günler diliyorum. Her bir pencereden sokağa, çocuklarımızın şarkı söyleyen sesleri taşmalı ve büyükler de eşlik etmeliler o şarkılarda çocuklara çünkü iyiliğin ve güzelliğin çok hızlı bir şekilde yayılması gerekiyor… Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Sevgilerimle…

Çocuklarımıza Okuma Alışkanlığı Kazandırmamız Gerekiyor

Merhaba Ferhat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Küçük bir kasabada doğdum. Her gün ilçe kütüphanesine gitmeyi çok severdim. On iki yaşıma kadar, o kütüphanede yaşıma uygun olan tüm kitapları tekrar tekrar okurdum. Daha çok olsa tekrar tekrar aynı kitabı okumazdım sanırım. Gaziantep mühendislik fakültesi mezunuyum. İsrail, Yemen, Pakistan, Ukrayna, Kazakistan, Rusya'da uzun yıllar inşaat mühendisi olarak çalıştım. 48 yaşında evlendim, 2 aylık bir oğlum var.

Yazar Ferhat Arman

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? 

Aslında hep okuyucuydum. Sonra çocukluktan beri sevdiğim Orhun kitabeleri ile ilgili çocuklar ve gençler için değişik  roman olmadığını düşündüm. İlk başta toparlayamadım. Sonra bölümlere ayırdım.50 yıllık bir bölümü anlatmam gerekiyordu. Bazen altı ay bir kelime yazmadım. Bazen de aklıma gelenleri telefondan mesaj atarak kaydederek yazdım, çünkü sonra unutuyordum. Uzun zaman geçtiği için bir yerde durup, bitirip yayınladım. Aslında her sene daha da güzel oluyordu bana göre. Şimdi de acaba erken  mi çıkardım diyorum. Geçen kitaba eklemeyi unuttuğum bir şiirimi buldum. İkinci bir romanım daha var ama toparlaması uzun zaman alır.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Aslında kendimi yazar veya şair olarak görmüyorum, hayalciyim ben olay anını hayal ediyorum. Kitaplarımda ki savaş şiirlerini ben yazdım o ruh ve hayal alemine yaklaşarak yazdım.

Savaşçı Türk milletinin tarihini unutmaması için kaleme aldığınız Türk Adını Unutma isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çocukluktan veya gençlikten  beri bildiğimiz kitabelerdeki sözlerin bir kurgusunu yapmaya çalıştım. Kendi yarattığım kahramanın da kitabelerde ki gerçek kahramanların önüne geçmesini engellemeye çalıştım. Bir ara için de geçen küçük bir aşk hikayesini kitabın gerçek amacının önüne geçtiğini düşünerek içinden birazını çıkarttım. Bildiğiniz gibi her roman biraz yazarın da karakteridir. Bu roman  bir tarih bilgisi için de yazılmadı hemen belirteyim. Kitabedeki gerçek kahramanların hala romanlarda, dizilerde ve filmlerde hak ettiği yerini almadığını düşünüyorum. Kitapta tüm hayatını Türk milletine ve Kağanlarına  adayan Temir’in maceralarını bulacaklar. Temir aslında Türk milletidir. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Çocukken kitap okumak için çok kitap bulamadığım için evimde kitap tutmuyorum, okuyup hemen başkasına veriyorum. Küçüklüğümde dede korkut kitaplarını onlarca kez okumuşumdur. Gençliğimde rus klasiklerini de severek okudum. Tolstoy sanırım en sevdiğim yazardır. Divanı Lügatı Türk'ten bazı ölmüş kelimeleri bulup kitabıma koymak istedim mesela Şenbul diye bir kelimeyi buldum ve  koydum. Gece yarısından sonra devam edilen içkili eğlence anlamında. Günümüzde after party olarak kullanılıyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Birinci dünya savaşının başından başlayıp. Enver Paşa, Mustafa Kemal paşanın da geçtiği aynı tarzda bir roman daha yazmaya çalışıyorum. Kitabın adı Turan Günlükleri olacak. Birisi bu ismi beğenirse seve seve kullanabilir bu arada gizlimiz yok.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İki konu hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Çocuklarımıza her ne olursa olsun okuma alışkanlığının kazandırılması gerektiğini söylemek istiyorum. Gelişmiş milletler seviyesine çıkmak için önce edebiyatta ve sanatta gelişmemiz gerektiğini göz ardı etmemeliyiz. Bu ikisinde uç noktada olursak zaten bilimsel olarak da kendimizi en önde bulacağımıza eminim. Yeni kabul edilen ortak Türk alfabesinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eskiden beri şöyle bir fikrim vardı. Tüm Türk ülkeleri eğer Divanı Lügatı Türk'ten her yıl 10 eski Türkçe kelimeleri eğitim müfredatına sokarsa 100 yılın sonunda sadece Türk'e ait olan Sibirya'dan Balkanlara bir edebiyat dilini de yaratmış oluruz. Dilimiz başka dillerin etkisi ile solmamış ve ölmemiş olur.  Saygılarımı sunuyorum herkese.

Tanrımın Suikastı

Binnaz Deniz Yıldız

Camdan bir piramitte sudan rüya: Tanrımın suikastı

Gözbebeklerim matruşka, demirden çubuk, harflerin çukurlarla dans ettiği, beynimdeki ruh

Ellerim astral bir seyahatti, bedenimin başka bedenlerde dirildiği heykel, düştü içimden kırmızı elbiseli geyik

Ağzımda ölüm çeşmesi, sırdaş bir katil,  mavi masalarda vurulduğu çiçeklerin

Parmaklık yüzüm kutsal kase, tenimden üfledim yeşil karıncayı, şarap tadında dil içtiğim: İnancımı kaybettim, lanetli bir uçurum kurttan türeyişim

Tanrım bir gece kaçtı zihnimden, onlarınki de/kül koca şehir, bir çocuğun cebinde kalbim, elinde makas ve saçında gezegen, dönüyor bir karenin karanlığına

Sokaklarda yağmur durmadan kıyım, at ve fil boşlukta leke, Sırtımda urban tanrımın firarı. Şimdi dünya büyüyen ateş hattı!

Letaif

Letaif

Bir feverandır, bana armağan edilen. 

Yakamozdan doğan, Güneş'le ölen.

Kızıl çiçeklerin kokusuyla dans eden,

Adı bilinmez sevgiydi;

beni hançerleyen..


Pınar misaliydi sezgiler,

Hayaline inanacak kadar sevdiren.

Zehrimardır düşlerden geçen,

Söyle, kimdir ihanet eden?

Vicdan Meselesi - 6

Vicdan Meselesi - 6

“Nefse fenalığı ve iyiliği ilham edene and olsun ki” (Şems Suresi, 8) Zannımca insanı hayvandan ayıran en önemli fark insanın, bir vicdan sahibi olmasıdır. Ayrıca insanlığın ve insanın “iyi”ye doğru yükseliş yaşamakla ödevli olduğuna inandığımı belirtmiştim. Bunun için insanın mutlaka bir vicdan sahibi olması gerekir ama bu yetmez. Neden yetmez? 

Bu soruyu cevaplamak için önce “vicdan”ı tanımlamalıyım. Sayısız tanım yapılmış “vicdan” için. Antik Çağ’da yapılan tanımlar ile “Aydınlanma” sonrası yapılan tanımlar çok farklı. Örneğin Edward Young, “Vicdan Tanrı'nın tatlı fısıltısıdır.” demiş. Demiş ama büyük İslam âlimi Ömer Nasuhi Bilmen de “Vicdan, ruhtan kaynaklanan bir güzellik olmakla birlikte yanılmaz değildir.” diyor. Peki, Tanrı yanlışı da fısıldayabilir mi? Aslında bu sorunun cevabı Şems Suresi 8. ayette belirtilmiş.  Ben sadece “vicdan”dan ne anladığımı belirterek geçeceğim bu konuyu. Vicdan, içimizdeki mahkemedir. Mahkemenin yasa koyucusu “çağın insanî ruhu”dur. Sanığı biziz. Tanığı, çağ; savcısı, çağın bilgeleridir. Hâkimi ise insana fenalığı ve iyiliği ilham eden Tanrı’dır. Mahkemenin sanığı olan biz ve hâkimi olan Tanrı hiç değişmez ama yasaları, savcısı ve tanıkları her an değişmektedir. Tanrı, iddiaları mevcut yasalar çerçevesinde değerlendirir; hüküm kurar ve bize fısıldayarak bildirir. Kişi, eğer Vicdan Mahkemesinin yasalarını çağın insanî yasalarıyla, savcısını çağın bilgeleriyle güncellememişse o mahkemeden doğru karar çıkmaz.

Dağlanmış Yara

Rıdvan Gümüş

Kepenekle örtünmeyen bir yalnızlıktı benimki

Sen say ki; ayvalar beyaz açtı

ve beyaz da kirlendi. 

Kordonu solmuş bir saatin

yanlış gösterdiği zamandı aşk

Bu yüzden günahkâr değildi hiçbir aşık

Günah olmamalıydı çünkü;

Yanlış zamanda doğru kişiye sevdalanmak. 


Çatlamış duvarların 

Kurumuş çiçeklerin

Akmayan çeşmelerin

Işıksız caddelerin

Sahipsiz gölgelerin

Vedasız gitmelerin

Yarınsız bugünlerin

Kimliksiz ölülerin 

İsimsiz çocukların matemiydi aşk 

Kimseye diyemeden ayazını

Oyalı yazmaların gizinde,

Kınalı avuçların içinde saklamaktı

Kısık sesli vedasını. 

Gideni dönmeyenin yaktığı ateşte 

Dağlayarak ‘ yardan kalan yarasını “

Ateşe demekti insana diyemediğinin dahasını. 


Dümdüz ovaların içinde 

Yalnız bir dağ gölgesiydi aşk. 

Bir nehrin tükenerek akarken 

Azala azala aktığı yolu değiştirmesiydi…


Gölgesine sığınmak da

Denize kavuşmak da 

Yatağında kurumak da kaderken;

Doğru bilinende yanılmaktı sevdalanmak. 

Dedim ya

Sular soğuktu;

Yollar uzak. 

Dağlar yalnızdı;

Yürek korkak. 

Ne kaderden kaçılır 

Ne kaderle varılır bir tezattı aşk. 

Işıkları sönen kentlerin

dar sokaklarından 

Dik merdivenlerinden kaçarken

Karanlıkta kaybolmaktı sevdalanmak.

Yaşama Sevinci

Yaşama Sevinci

Anadolu coğrafi açıdan Asya ile Avrupa arasında bir köprüdür. Yunanlılar ile Persler, Achilleus ile Hector bu coğrafyada karşı karşıya geldiler. Kültürlerin karşı karşıya gelmesi bir yandan çatışmaları, savaşları, yıkımları, katliamları getirirken bir yandan uygarlıkları, sanat eserlerini, mimari yapıları, kentlerde bir arada yaşama kültürünü ortaya çıkarmaktadır. Yaşamın olduğu yerde acılar, üzüntüler, kederler kadar yaşama sevinci de bulunur.

Anadolu’da kültürlerin çatıştığı dönemlerden biri de Moğol istilası dönemidir. Moğollar Asya’da egemenlik kurduktan sonra Batı’ya yöneldiler. Kendilerinden önce Anadolu’ya gelen Türkler güçlü bir devlet olan Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardı. Malazgirt’ten Anadolu’nun içlerine uzanan Türkler Başkenti Konya olan Selçuklu Devleti’ni kurdular. Bilimde, sanatta, mimaride güçlü oldukları bir dönemden sonra Moğollara karşı direnemediler. Moğolların güçlü ordusu karşısında dayanamayıp yıkıldılar. Bir devletin yıkılması demek ona omuz veren toplumun da yıkılması demektir. Bugün bu yıkıntıdan bize Nasreddin Hoca fıkraları kaldı. 

"Timur’un fillerine bakmak üzere Hoca’nın köyü görevlendirilir. Fillere bakmak zor gelince köylüler Nasreddin Hoca’dan Timur’a gidip filler için konuşmasını isterler. Hoca, "Birlikte gidip konuşalım." der. Önde Hoca arkada köylüler yola düşerler. Timur’un çadırına yaklaşınca Hoca arkasına bakar ki kimse kalmamış. Timur’un huzuruna çıkar ve der ki, fillerinden çok memnunuz, iki fil daha gönder.’’ 

Bu fıkra bize yaşamda güçlü olabilmek için, yaşama tutunabilmek için birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Fıkralar bize hayat dersleri veren, yaşama sevincimizi artıran önemli belgelerdir. Kültürel mirastır. Sahip çıkmak zorundayız.

Moğollar Anadolu’ya İran üzerinden gelirler. Moğollardan kaçıp Anadolu’ya gelen İranlı aydınlardan biri de Mevlana Celaleddin-i Rumi’dir. Kısaca Mevlana adıyla bildiğimiz aydın kişi Fars kültürünü Anadolu’ya taşıyarak Anadolu kültürünün zenginleşmesini sağlamıştır. Fars kültürü deyince aklımıza sadece İran coğrafyası  gelebilir fakat bu milletin kökleri Pers uygarlığına kadar gitmektedir. Bu uygarlık hakkında bilgi edinmek isteyenler tarihi metinler dışında Yunan tiyatro yazarı Aiskhylos’un Persler isimli tiyatro oyununu okuyabilirler. Mevlana, anadiliyle yazdığı şiirleriyle hem insanlara yaşama sevincinin ne olduğunu gösterdi hem de İslam dinini Allah korkusu yoluyla değil de Allah sevgisi yoluyla öğretti. Şairin adını anmışken öğütlerini paylaşmadan olmaz.

1.Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.

2.Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

3.Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.

4.Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.

5.Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

6.Hoşgörülülükte deniz gibi ol.

7.Y a olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.

Eğer Türkler Moğol istilasıyla yıkıldıktan sonra yeniden ayağa kalkamasalardı biz bugün Osmanlı Devleti diye bir devleti bilmiyor olurduk. Altı yüz yıl süren Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yeniden ayağa kalkmasaydık bugün Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Demek ki her yıkılıştan sonra mutlaka yeniden ayağa kalkmışız. Bizi ayağa kaldıran güç yaşama sevincidir. Yaşama sıkı sıkıya tutunmaktır. Bizi iri tutan, diri tutan gücü sanattan, edebiyattan, müzikten, kültürden ve daha birçok unsurdan alıyoruz. Almanya iki dünya savaşında da yenildiği halde yeniden ayağa kalktı. Kendisini ayağa kaldıran gücü nereden buldu? Bilimden, sanattan, üretimden buldu. Biz de gücümüzü bilimden, sanattan, üretimden alarak daha ileriye gitmek zorundayız. Üretime, tarıma, sanayiye, bilime, sanata, felsefeye önem vermemiz lazım. Yaşamın ne kadar değerli olduğunu bilerek sahip çıkalım. Ortalama ömrümüz 70 yıl. Sağlığımıza biraz bakarsak 80 yıla çıkıyoruz ama ondan sonrası çok zor. Mademki bu dünyada bu kadar az kalıyoruz öyleyse değerini bilelim. Kısa ömrümüzü insanları üzerek değil mutlu ederek yaşayalım. Bugün varız yarın yokuz. Yunus Emre diyor ki: 

Geldi geçti ömrüm benim

Şol yel esip geçmiş gibi

Meğer bana şöyle gelir

Bir göz yumup açmış gibi

Hepinize Yunus Emre’nin şiirleri gibi aydınlık günler diliyorum.

Elma

Elma

Bu sabah, dört yaşındaki manevi yeğenim Ruxy, mavi gözleri ve kelebekli objeleri çok sevmesi nedeniyle, öğretmeninin ona “mavi kelebek” ismini taktığını anlattı bana. Ardından, çocukken bana da bir takma isimle seslenip, seslenmediklerini sordu.  O zamanlar üç lakabımın olduğunu, birinin pamuk prenses olduğunu söyledim ona. “Pamuk prenses mi, sen pamuktan mı yapılmışsın ki!” diye sordu şaşkınlıkla bir eliyle kolumu, yüzümü yoklayarak. 

Saç ve ten rengim nedeniyle bana bu şekilde seslendiklerini söyledim Ruxy’e. Sonrasında, Pamuk Prenses masalını anlattım ona. Masalın tamamını dinledikten sonra, beni de elma ile zehirleyip zehirlemediklerini sordu bana. Belki de kimseden elma almamam gerektiğini de ekledi sözlerinin devamına. Öyle bir durumun olmayacağını, bunun sadece bir masal olduğunu anlattım ona, ardından aynı masalı, o bana anlatmak istedi, saçlarımı tarayarak. “Sen çocuk ol, ben annen olayım, olur mu?” dedi. “Olur” dedim. Ruxy başladı saçlarımı taramaya ve benden öğrendiği masalı kendi yorumuyla anlatmaya. 

O an, az önce bana sormuş olduğu soru geldi aklıma. Sahi bana hiç zehirli elma veren olmuş muydu? Ve ben karşımdakine güvenerek elmadan bir ısırık almış mıydım?  Zehirli elma sadece masallarda mı uzatılıyordu?

Zehir, sadece kimyasal içeriklerle mi bünyemize bulaşıyordu ve panzehir de sadece kimyasal reaksiyon oluşturan başka bir içerikten mi ibaretti? Bana kalırsa, teşhisi de hatta bazen tedavisi de daha kolaydı kimyasal içerikli zehirlerin. Öyle zehirler var ki insan maruz kaldığını bile anlayamıyor, konduramıyor uzun yıllar, hatta bazen bir ömür. 

Bizi zehirleyen motivasyon ve şevk kırıcı konuşmalar, yargılayıcı bakışlar, toplum baskısı yüzünden kendi özümüzden uzaklaşmamız,  sınırlarımızın ihlali, iyi niyetlerin suistimali, üzerimizden maddi ve manevi kazançlar elde etmek için dost görünenler,  emek, çaba, azim, çokça fedakarlık ve çoğunlukla uykusuz kalarak çalışılan yılların ardından gelen büyük başarıları şans faktörüne bağlayarak değersizleştirme yöneliminde olanlar,  hak gasp edenler, kendi eylemlerinin sorumluluğunu almak yerine her türlü yük, sorumluluk ve bedeli karşı tarafa yükleyenler, hem iğneyi hem çuvaldızı karşı tarafa batıranlar, kişisel kaynaklarını arttırmak amacıyla karşı tarafın emek, para, zamanını hoyratça sömürenler… Bunlar zehirli değil mi?  

Ruxy saçımı tarayıp bir yandan da bana masal anlatırken, benzer biçimdeki zehirlenmelere benim de maruz kaldığımı, ancak ikinci lakabım olan Polyanna’ya yaraşır şekilde, her şeyi olumlu yorumlamam nedeniyle, bu durumları çok yakın zamana kadar fark etmediğimi düşündüm. 

Evet, bana da uzatmışlardı zehirli elmayı ve ben de farkında olmadan elmadan kocaman bir ısırık almışım herkes gibi. Kimimizin payına bir sepet dolusu zehirli elma düşüyor, kimimize ise sadece bir dilim zehirli elma uzatılıyor. Ama her birimizin payına düşüyor anlaşılan bir miktar.

Peki panzehiri nereden bulacağız? Samimiyetle seven, kalbiyle dinleyen, gönül gözüyle gören ve anlayan, sevgi dolu ve besleyici paylaşımlarda bulunan, kalbindeki bahçeyi besleyip, büyüten, dünyaya da kalbindeki bahçe ile güzellikler katan insanlarla etkileşim içinde olmak; Pamuk Prenses’i öpen prensin nefesindeki şifalı iksir gibi etki eder insana. Ne de olsa o öpücüğün de hammaddesi sevgi idi. 

Ancak, her şeyden  önce işe kendimizden başlamalıyız, kalbimizdeki sevgi ışıltısını parlatıp neşe ve sevgiyle etrafı kucaklamaya hazır olup, toksik etkileşimlerden de kurtulmak için elmaya ve elmayı uzatanlara karşı seçici olursak, hem zehri bertaraf etmiş oluruz, hem de her daim şifalı iksire erişimimiz olur.  Aşk meclisinden uzatılan elmalardan ısırıklar almak dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın…

Yalnızca Bir Tek Günah Vardır Hırsızlık

Yalnızca Bir Tek Günah Vardır Hırsızlık

Bir coğrafyadaki farklı  etnik  gruplar ve bunlar arasındaki  sosyal sınıfsal  çatışmalar büyük sorundur. Bu sorunlara kadın erkek  ayırımın da eklenmesi ile problemler ayyuka çıkar. Kuralsız  bir toplumda yaşam  hiçte  kolay olmasa gerek dilinden, renginden, şeklinden, dolayı  uğradıkları saldırılar ve yaşanan  çatışmalar  çocukların da çocuk  gibi yaşamasına  engelidir. 

Birde buna işgal  ve savaş  eklenince zaten kanayan yara olan Afganistan,  Rusların  bölgeyi  işgaliyle daha vahim hale gelir bunun karşısında  güya  kendini çözüm  olarak gösteren dinci radikal gruplar dinin iktidarıyla topluma daha beter işkenceler  uygular. Şeriat  kanunları adı altında  Recmeden tutun çocuk  tecavüzüne sınıflar arası  çatışmaya  kadar zaten  zor  olan hayat ile bölgede yaşam   içinden  çıkılmaz olmuştur.  Bu çıkmazlar girdabında  kendisi de Afganistanlı  olan  Khallet Hossein akıcı bir dil ve duygusal anlatım ile yaşanmışlıkları Romanlaştırıp  okuyucunun kalbini çalmıştır. Yazar  bu eser ile  bize her roman yazarının  izlerini yansıtır dedirtmiştir. Gelin şimdi  ana hikâyenin anlatımıyla  devam edelim.  

Uçurtma Avcısı  kitabının  Hikayesi;  Kabil'in Vezir Ekber Han bölgesinde geçiyor.  Peştun olan  Amir'in babası  zengin bir iş adamıdır, annesi Amir'i doğururken ölmüştür. Amir; Babasının Amir'i  annesinin ölümünden  sorumlu tutuğunu düşünmektedir.  Babasının  Amir'e karşı tavırları  sert ve kabadır. Annesi olmayan Amir babasından beklediği ilgiyi  bulamamaktadır. 

Amir'in ailesinin  yanında  Hazara mensubu  olan Ali ve Amir'in sütkardeşi Hasan çalışmaktadır. Amir ile Hasan yakın arkadaştırlar. Amir, okuma bilmeyen Hasan'a sıklıkla  hikâyeler  okur, onunla oyunlar oynar, Hasan Amir'i diğer çocuklardan korur ama Amir, Hasan'a karşı o kadar iyi davranmaz  çünkü  Hasan'daki yeteneklere sahip  değildir. Elbette sadece yetenek mevzusu değildir bu. 

Hasan Afganistan'da pek sevilmeyen etnik bir gruba dahildir. Bu sebeple böyle ayrımcılıkları doğasında barındırmayan çocuklar bile etrafından aldıkları bilgiler ile sınıfsal yaklaşımlar sergilemektedir. Bu sınıfsal ayrımcılıklarla büyüyen çocuklar yetiştirmeye son vermek belki de sınıf çatışmasının önüne geçecek en etkili yöntemdir.  Ancak bu şekilde çocuk yetiştirebilmek için önce çocukları eğiten eğitmenlerin yani öğretmenlerin ve müfredatın bu sınıfsal ayrımları beslemesine son vermek gerekir. Paradoksta burada yatmaktadır. Çocuklardan başlamamız gerekir ancak çocuklardan başlayabilmek için önce büyüklerin sınıf çatışmasını beslemesinin önüne geçilmelidir. Bu sebeple eğitim sistemi bu çatışmanın belkemiğidir. 

Afganistan'da geleneksel  olarak düzenlenen  bir uçurtma yarışına Hasan ve Amir de katılır. Yarışma esnasında Amir uçurtmasını elinden kaçırır. Amir'in buna çok üzüldüğünü, bundan utandığını gören Hasan uçurtmayı Amir'e getirebilmek için alandan uzaklaşır. Uçurtmayı ararken bir grup çocuk  tarafından tecavüze uğrar. Hasan'ın arkasından giden Amir Hasanın tecavüze uğradığını görür ancak bunu ne Hasan ile ne de bir başkası ile paylaşamaz. Yaşadıkları  talihsiz olaydan sonra hem Amir'in hem Hasan'ın hayatı eskisi gibi olmaz.  Şimdi burada sorulacak önemli soru şudur: Hasan'ın tecavüze uğraması sırasında Amir Hasan'a neden yardım etmez? Neden bunu daha sonra babasıyla ya da bir başkasıyla paylaşmaz? Amir'in Hasan'a göre  aşağı bir etnik gruba dahil olmasında bunun etkisi nedir? Hasan'ın babasının Amir'in yanında çalışıyor olmasının yani hizmetli olmasının bunda etkisi nedir? Afganistan'da tecavüze uğramak ne anlama gelmektedir? Tecavüze uğrayan mağdur; tecavüz eden ise suçludur. Biz bunu biliyoruz ancak o gün bu iki çocuk neden bunu bilmiyorlardı? Hikayenin bir başka düğüm noktası ise Amir'in yıllar sonra Hasan'ın kardeşi olduğunu öğrenmesidir. Bence bu düğüm Khalled Housseini tarafından bilerek atılmıştır. Sınıfsal çatışmaların, kardeşi kardeşe, etnik grupları birbirine nasıl kırdırdığının hikayesini okuyor gibiyiz bu eserde. 

Sovyetler İşgali sırasında Amir ve babası ülkeyi terk edip ABD'ye giderler. 

Amir, evlenir ve bir süre sonra babası ölür. Bir gün babasının eski bir dostundan mektup alır ve tekrar Afganistan'a dönmeye karar verir. Afganistan'a gittiğinde Hasana ilişkin  bazı gerçekleri öğrenir. Bu gerçekler  onu bir kez daha geçmişiyle  yüzleştirir. Savaşta Hasan ve eşi Hazara oldukları  için Talibanlar tarafından öldürülür  Hasanın oğlu  Hasan ile  aynı  kaderi paylaşır Taliban içerisindeki bazı  pedofilliler tarafından her gün  sabah namazı  öncesinde tecavüze  uğrar. Amir Hasanın babasından  olan  gerçek  kardeşi ve onun oğlunun da yeğeni  olduğunu  öğrenir. Hasana olan vefa borcu  ve geçmişteki  kara  lekeden kurtulmak için  canı  pahasına yeğenini  onların  elinden kurtarır  ve yanında ABD 'ye götürür.  Orada onunla uçurtma uçurur.  

Hasan bize bağlılığın  sadakatin, cesaretin arkadaş sevgisinin dersini veriyor. Ama Amir ona yeterince cevap olamıyor. Fakat onunda kendi çapında yetenekleri var. Eksik olan yan fedakârlık ve dürüstlük geçte  olsa Amir bunları  da öğreniyor. İnkâr ve ihanet, vefasızlık  ve hırsızlık insanın beynini  kurcalar,  karıncalar ahlâklı  olan bir kişinin  mutluluğunun  önünde  büyük engel teşkil eder yaptığı yanlış  şeyler. Aslında  çocuk  psikolojisi konusunda da ibretlik bir eser. Yazar bu sözlerle  aileleri  çocuk  eğitimi ve davranışlarımız  ve farklılıklar  konusunda bilgilendiriyor. "Çocuklar boyama kitabı değildir. Onları en sevdiğin renklere boyayamazsın..." 

"İlkokul birinci sınıf kitabımı bile okuyamayan Hasan, beni rahat rahat okuyordu."

Talibanlar mı? Ruslar mı? Kimler çözümdü bölgede? Amaçları  çözüm bulmak mı yoksa onların  hayatlarını   çalmak mıydı? İşgalci devletler, Siyasal iktidarlar ve radikal dinci gruplar, İktidarları uğruna   hayatları çaldı, çalıyor. Yazarımız bu soruna şu sözlerle  sözlerle  çarpıcı, ironi işaret  ediyor.

"Senin bu kadar mutlu olmana, ancak senden bir şey almaya hazırlandıkları zaman izin verirler..."

Bu  durumda huzur ve mutluluk için  umut yok mu var elbet yapılan  hatalardan eksikliklerden her zaman dönme  yolu ve imkânı var. Farklı  kimlikler, kültürler  ve diller bir toplumun zenginliğidir. Yazarımız güçlü  ironileriyle okuyucuya bu durumu şöyle   aktarmış. 

"...ama geçmiş için söylenenler yanlış. Ben onun nasıl gömüleceğini öğrendim. Her ne kadar geçmiş pençeleriyle kendine bir çıkış yolu açmayı becerse de. Yeniden iyi biri olmak mümkün."

"Her şey bir yana hayat bir Hint filmi değil. Afganların en sık yinelediği deyiştir: Zendagi migzara. Hayat devam ediyor. Baslangici, sonu, kemyah, nahkami, bunalımları, sevinçleri önemsemeksizin, ağır, tozlu bir kervan gibi ilerliyor."

Bu kısımda Afganistan'da yaşayan  halklara ilişkin kısa  bilgi ekleyeceğim. Her okuduğumuz  kitap, bizi yeni bir toplum, yeni bir kültür,  yeni bir coğrafya ve bilgiyle  buluşturur.

HAZARALAR

Afganistan nüfusunun yaklaşık % 9'unu oluşturan etnik grup. Hazaralar, çoğunlukla Şiî inancına sahiptirler. Yoğun olarak Bamyan'ı da içine alan Hazaracat veya Hazaristan bölgesinde yaşarlar. Hazaralar, Afganistan'daki en kalabalık üçüncü etnik gruptur. Ayrıca 650.000 ve 900.000 arasında olduğu tahmin edilen nüfuslarıyla Pakistan'daki azınlık gruplardan biridir. Pakistan'daki Hazara nüfusunun çoğu Ketta şehrinde yaşar. 

PEŞTUNLAR

Paştun, (ya da Peştu) (Peştuca: Paştun ya da Pahtun, Hintçe: Pathan, Farsça: Afgan) Afganistan'ın güneydoğusu ile Pakistan'ın kuzeydoğusunda yaşayan İranlı bir ulus. Konuştukları dil, İran dillerinden Peştucadır. Afganistan nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Paştunlar, Afgan adının bütün Afganistan halkı için kullanılmaya başlamasından önce bu adı taşırlardı. Paştunlar Paṣ̌tun Önemli nüfusa sahip bölgeler Pakistan Afganistan

Diller Peştuca Urduca - Farsça - Darice Din İslam (Sünnilik-Şiilik)

Afganistan bölgesinde yer alan bir halk. 1990'ların sonu ile 2000'lerin başlarında Afganistan'da şeriat rejimini kuran Taliban'ın ana öğesini oluşturmaktadırlar. 

Khaled Hosseini

Khaled Hosseini  (Halit Hüseyni) aslen Tacikistanlı olup 4 Mart 1965 Afganistan doğumludur. Babası Afganistan Dış İşleri Bakanlığı’nda diplomat olarak görev yapmakta annesi ise Kabil’de Farsça ve Tarih öğretmeni olarak çalışmaktaydı. 

Babası Dış İşleri Bakanlığı’nda görev yaptığı için Khaled Hosseini henüz 5 yaşında iken İran-Tahran’a taşındılar. Küçük kardeşinin doğumu sebebiyle Kabil’e tekrar döndüler. Kabil’e yerleştikten birkaç sene sonra 40 yıllık Afgan Lideri Zahir Şah kuzeni tarafından devrildi. Hosseini ailesi Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasi iltica talebinde bulundu ve 1980 yılında Kaliforniya’ya taşındılar. Khaled Hosseini 1984 yılında liseden mezun oldu. Santa Clara Üniversitesi Biyoloji Bölümüne girdi. Üniversiteden mezun olduktan sonra Kaliforniya Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandı. Uzun eğitim döneminden sonra 1993 yılında cerrah olarak görev yapmaya başladı. Khaled Hosseini’nin ilk romanı olan Uçurtma Avcısı büyük ses getirdi. New York Times’ın en çok satanlar listesinde yer alan kitabı yetmiş ülkede basılarak okuyuculara sunuldu. Kendisine büyük ün kazandıran Uçurtma Avcısı kitabından sonra doktorluk görevini bırakan yazar kendini yazmaya adadı.

Bu kitabında anavatanında Amerika’ya göç etmelerinin esintileri yer almaktadır. Khaled Hosseini Uçurtma Avcısı kitabı, tüm dünyada çok satanlar listelerinde uzun süre yerini korumuş başarılı roman Hollywood’un dikkatini çekmiştir. Yönetmen Marc Forsters tarafından sinemaya uyarlanmış ve Oscar’a aday gösterilmiştir. İlk kitabından sonra Ve Dağlar Yankılandı, Bin Muhteşem Güneş kitaplarını yayınlamıştır. Bin Muhteşem Güneş kitabı New York Times’ın çok satanlar listesinde on beş hafta boyunca kalmıştır. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş kitapları Amerika’da 10 milyondan fazla, dünya çapında ise 38 milyon satmıştır. Khales Hosseini 2006 yılında Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı tarafından İyi Niyet Elçisi olarak seçilmiştir. Afganistan halkına insanı yardım sağlayan kar amacı gütmeyen Khaled Hosseini vakfını kurmuştur.

Okumak Ruhumuzu İyileştiren Vazgeçilmez Bir Araçtır

Merhaba Şükriye Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Şırnak doğumlu olup Batman’da yaşıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı fakültesi mezunuyum. Evli ve iki çocuk annesiyim. 

Yazar Şükriye Yarar Akpulat

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Annenim masallarıyla büyüyen bir çocuk olarak çocuklarımı da masallarla yetiştiriyorum. Hatta kendim uydurduğum masaları anlatıyordum. Bu nedenle bana ilham olan çocuklarım oldu diyebilirim. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Kısaca en büyük hayalim diyebilirim.

Sihirli heybesi olan bir horozun, anne ve babasını duyduğu şükranı göstermek için atıldığı macerayı akıcı bir şekilde minik okurlara aktardığınız Sihirli Horoz isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Merak uyandıran, dostluğu ve sevgiyi hissettiren bir masal. Aynı zamanda bir amaç edinip bu amaca ulaşma memnuniyeti sürprizimiz diyebiliriz.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Dostoyevski vazgeçilmez yazarım. Kitaplara gelince çok sayıda var çünkü; okumak benim için bir varoluş. Suç ve Ceza, Ölümcül kimlikler, Amat gibi nicelerini sayabilirim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Bir roman üzerinde çalışıyorum kendimi bu mecrada da iyi ifade edeceğimi düşünüyorum. Gizemli simgeler ve doğuda bir araştırmaya katılan bir grubun maceraları diyelim. Alaska Yayınlarından çok memnun kaldım bundan onlara da teşekkür ederim. Romanımı da bu mecradan okuyucuyla buluşturmak isterim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İyi dönüşler aldım. Bunun için teşekkür ederim öncelikle. Okumak ruhumuzu tanımamızı sağlayan, iyileştiren vazgeçilmez bir araçtır. O yüzden okumayı aksatmayalım diyebilirim. Teşekkürler. 

Yazmak Benim İçin Bir Aşk

Merhaba Gamze Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Gamze Atalay. 1980 yılında Aksaray'da doğdum. İktisat mezunuyum. Uzun yıllardır kurumsal bir firmada malı işler departmanında çalışıyorum. 2011 yılında geçirdiğim beyin kanaması sonucu  solumda kısmi felcim var. 

Yazar Gamze Atalay

Geçmiş olsun. Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

İlkokul öğretmenimin teşvikiyle yazı yazmaya başladım. Kompozisyon yazarak bu yolda ilerledim diyebilirim.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazmak benim için bir aşk. Başka dünyalara geçiş yapıyor, karakterlerin o anki kişiliklerine  bürünüyorum.

Toplum ve mahalle baskısı sebebiyle ortaya dökülemeyen kimi çarpıklıkları korkmadan dile getirdiğiniz uzun soluklu bir hikâye diyebileceğimiz Fısıldayan Çığlıklarım isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok kötü bir dönemden geçiyoruz. Evlatlarımız, sokaklardaki dilsiz canlar ve niceleri  sustuğumuz susturduğumuz tüm  olayları töreydi adetti, el alem ne der  diye diye gömüldüğümüz  çukurlardan çıkış diyelim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Dünya klasikleri okurum onun dışında da yeni çıkan kitap ve yazarları okurum. Şu an Charles Dickens'ın Büyük Umutlar kitabını  okuyorum. Bir kitaba başladığımda  karaktere bürünüyorum. Okuyarak yaşamış oluyorum, böyle daha zevkli oluyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Son kitabım yeni çıktığı için henüz yeni bir kitap çalışmam yok. Belki daha sonra bir biyografi çalışmam olabilir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyun okutun. Hem diksiyonunuz hem bilgi dağarcığınız gelişsin. Kitaplarla kalın.

İlham İçin Uzaklara Gitmeye Gerek Yok

Merhaba Alperen Yahya Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Kendimi tanıdığımdan beri edebiyat benim için bir hobi ve yaşam kaynağı aynı zamanda da kendimi ifade ettiğim en büyük unsur. 

Alperen Yahya (Lalp),

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya ilk defa ortaokul sıralarında başladım ve zamanla başta şiir olmak üzere deneme ve roman denemeleri yaptım ve ilk şiir kitabım olan Mübrem-i Aşk’ı yayımladım. İçimi dökmek istediğim her dakika kitap olmasa dahi bir metin ya da bir kelime yazmak bile beni rahatlatmaya yeterli ne de olsa bir kelime bir cümleyi; bir cümle bir metni oluşturur.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir benim için kısaca hayat demek, hayat ilhamla harmanlanırsa ortaya şiir belki de şiirler çıkar.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Tabiri uygunsa duyguları en iyi ifade eden edebi şahıs.

Şiirlerinizin yer aldığı Mübrem-i Aşk isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Eserimde bir çok cinas, Osmanlıca sözcük ve kelime gizliliği mevcut, derinliğe inmek isterseniz kelimelerin bazılarına tersten bakın derim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Şair olarak beni en çok etkileyen şahıs Cemal Süreya, roman yazarlarından ise Osamu Dazai ve Peyami Safa beni farklı bir boyuta taşıyor desem yalan olmaz. Başucu romanım Türk edebiyatında Peyami Safa’nın eseri olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu iken, Japon edebiyatında Osamu Dazai’nin İnsanlığımı Yitirirken eseridir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şiir kitabımdan sonra farklı edebi türlere yoğunlaşmayı çok istiyorum ve bir roman üzerinde çalışmaya başladığımı söyleyebilirim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İlham için çok uzaklara gitmeye gerek yok yanınızdakileri iyi seçmeniz yeter.


Amacım Karmakarışıklığı Üst Seviyeye Çıkarmaktı

Merhaba Deva Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Çok değerli okurlarıma kendimle alakalı, yaşamsal açıdan söyleyeceklerim sanırım biraz kısıtlı olacaktır fakat şu kadarını söyleyebilirim ki kutsal Anadolu topraklarının tamamı güzel ve özel olan şehirlerinden birinde, sıradan bir ailede doğdum ve büyüdüm. Tüm eğitim sürecimi yeterli ölçüde başarıyla tamamlayıp üniversiteyi okudum ve şu an bir devlet kurumunda mesleğini çok severek icra eden bir öğretmenim ve bir erkek çocuğu annesiyim.

Yazar Deva Abhaya, Kendini Fethet

İçsel anlamda kendimi, iç dünyamı anlatmak adına da sohbet türünde olan “Kendini Fethet” kitabını yazdım. Fakat kitabımda yer alan ruhumun genel yansımalarını burada biraz daha özelleştirmem gerekir.

Yaklaşık on yıl öncesine kadar gayet normal bir insan olduğumu düşünerek yaşadım fakat on yıl önce yaşadığım bazı ruhsal deneyimlerle dünyanın, benim o ana dek algıladığım dışında başka boyutlarının, başka katmanlarının da olduğunu hayretler içerisinde gördüm. O süreçte ilk zamanlar korku, heyecan, merak, şaşkınlık ve aynı zamanda coşku, hafiflik, tarifi imkansız huzur hislerini aynı anda birbirine karışmış vaziyette yaşadım. Bu durum benim açımdan hani o “ruhun karanlık gecesi” diye tabir edilen bir histi. Karmakarışıktım, oradan oraya koşup “Ben bir şey yaşadım. Bu nedir, bilen var mı, bunu yaşayan var mı?” diye haykırmak, önüme gelene anlatmak istedim hep. Fakat bir yandan da tarih boyunca toplumların sıra dışı deneyimlere pek de sıcak bakmadığını bildiğimden çoğunlukla kendi içimde yaşadım tüm bu duyguları. Sustum ve tam anlamıyla kendimle vakit geçirip kendimi, deneyimlerimi analiz etmekle geçti uzun uzun zamanlarım. Sonra bir şekilde meditasyonla tanıştım. O ana dek meditasyon hakkında hiçbir fikrim yoktu hatta meditasyonun, varlıklı insanların can sıkıntısından yaptığı bir çeşit aktivite olduğu şeklinde bir ön yargıya sahiptim. Fakat meditasyonu o ilk deneyimlediğim anda, bende daha önce kendiliğinden olan o ruhsal deneyimin aslında meditasyon olduğunu fark ettim. İşte o dağılmış, karmakarışık hallerimin sabır ve gayret gerektiren sistematik bir araçla yani meditasyonla sakin, dingin ve emin bir hale dönüşebileceğini idrak ettim. Benim kendiliğinden yaşadığım o deneyim beden dışındaki asıl varlığımı fark edişti ve o fark edişi bir zerre olarak tanımlarsak meditasyon sistematik bir şekilde o zerreyi büyüten yegane araçtı artık benim için. Sanki binlerce yıldır gözlerimde bir sis perdesi vardı ve o artık aralanıyordu ve ben daha önce farkında bile olmadığım her şeyi net bir şekilde görebiliyordum. Zaman ilerledikçe zihnimin ne kadar berraklaştığını fark ettim ve zaten her anımın farkındalığını getiren de bu zihnimdeki berraklıktı. Bu süreçte ilk olarak yoğun bir şekilde geçmiş anılarımla yüzleştirildim. Çocukluğumda bitkilerin ve hayvanların her çeşidine olan ilgimi düşündüm. Onları izlemek, onlara dokunmak, onlarla vakit geçirmek büyük bir hazdı benim için ve sanki onların dilinden anlıyordum ve onlar da beni duyuyordu. 

Kendi halinde bir çocuktum, asosyal değildim fakat kendimle vakit geçirmek daha bir keyif veriyordu. Etrafıma baktığımda her çocuğun ilgisini çeken şeyleri ben öylesine yapıyordum. Dünyadaki tüm insanların iyi kalpli olduğunu düşünüyordum, cesur bir çocuktum ve tehlikelere büyük bir cesaretle atılıyordum. Uyumlu, sessiz, sakin fakat dayatmalar ve zorbalıklar karşısında öfkelenen ve tüm gücüyle savaşan bir çocuktum. Büyüdüğüm ortam insan ilişkilerinin ve doğayla etkileşimin yoğun olduğu bir ortamdı ve sanki tüm bunlar bir film ben ise kenarda bir izleyiciydim. Her şeyin içindeydim ve ama aslında değildim de. Bende olanı paylaşmak hatta bende hiç kalmasa bile paylaşmak büyük bir mutluluktu çünkü en sevdiğim şey gülen gözlerdi. Çevreme göre sevgi dolu, iyi niyetli, kendi halinde, uyumlu, saf bir çocuktum ama bu saflık iyi niyettendi çünkü gittiğim okullarda da hep beğenilen, başarılı bir öğrenciydim. Sanki besin kaynağım etrafımda mutlu insanların olmasıydı ve bedenim ise zayıf, cılız, üflesen uçacak gibiydi. Kitap okumak, okuduklarımı hayal etmek bende kendiliğinden ortaya çıkmış olan çok büyük bir hazdı. Hatta ortaokul yıllarında felsefe ve  tarih kitaplarına ilgi duymaya başlamıştım. Bu kitaplarda hoşuma giden edebi cümleleri not aldığım bir de defterim vardı. Bana göre herkes güvenilirdi ve kimseden bir kötülük gelmezdi. Sonra ergenlik dönemiyle başlayan yoğun içsel sancılar, hayatı sorgulamalar o bahsettiğim ruhsal deneyimlere kadar sürdü. Sanki çocukluğumda içinde bulunduğum bir masal diyarından çıkıp bir anda kendimi hayatın tüm gerçeklerinin yer aldığı bir filmin içinde bulmuştum. Filmin içindeydim fakat yine gözlemciydim. Fakat çimdeki bu sefer bu tanımsız sancı da neydi? Sonradan fark ettim ki bu, varoluşumun gizemini çözmek ve kendimi doğurmanın sancısıydı çünkü hiçbir duygumun ifadesi diğer hiç kimseninkine benzemiyordu, dışardan belki öyleymiş gibi görünüyordu fakat bana sorsan öyle değildi, başka bir şeydi bu. Dünyada çekilen tüm ıstırapların nedeni bir benlik olduğu yanılgısıdır. Ve şu an bulunduğum nokta bir benliğin olmadığı, benlik algısının yalnızca bütüne ulaştıracak olan bir araç olduğunun farkındalığına erişmiş olmanın verdiği tatmin, huzur ve şükür dolu bir yaşam… Yol sonsuz fakat hakiki olan kendine uyanmanın nihai amacı da bu olsa gerek; tatmin, huzur, şükür. Başka şeye lüzum var mı?

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum aslında çok küçük yaşlarda başladı diyebiliriz. Okuduğum kitaplardaki özellikle betimleme ifadeleri, süslü anlatımlar, bir derinliği olan cümleler çok ilgimi çekerdi, not alırdım onları ve ben de böyle ifadeler yazmaya çalışırdım kendimce. Özellikle bazı şiirlerin yoruma açık olduğunu, beni dilediğim kadar derinlere götürebileceklerini, sözcüklerin büyülü dünyasını fark ettiğimde yazmanın öyle basit, sıradan bir mesele olmadığını anladım. Bu en çok da üniversitede büyük bir ilgiyle takip ettiğim Osmanlı Türkçesi ve Divan Edebiyatı derslerinde had safhaya çıktı. Fakat günün birinde bir kitap yazmayı hayal etmemiştim bile çünkü bu şekilde, kıyıda köşede, kendi küçük dünyamda, kendi halimde mutluydum. Fakat artık öyle bir noktaya gelmiştim ki ilgi ve yönelimlerim deneyimlerim ile birleşip yoğun baskı oluşturmaya başlamıştı ruh halimde. Anlatmalıydım artık… Dünyanın bizim bildiğimiz, gördüğümüz kadar olmadığını, çok daha fazlasının olduğunu haykırmalıydım. Bu hissi bilenlere tanıdık gelecekti söylediklerim, kendilerini yalnız hissetmeyeceklerdi ve bu evreye gelmiş olanlara da belki ışık olacak ve dürtüp uyandıracaktı onları. Artık deneyimlediğim ruhsal halleri ve bildiklerimi paylaşmamanın bencillik olacağını fark ettim ve bunları aktarabilmenin en mükemmel, en kadim yolunun da yazmak olduğunu bildiğimden bir kitap yazmaya karar verip bir ay gibi çok kısa bir sürede, zaten daha öncesinden kısa kısa yazmış ve biriktirmiş olduğum parçaları genişletip bir kitaba dönüştürdüm.  

Dünya yaşamındaki adınız Burcu Koç’u kitabınızda neden kullanmadınız? Deva Abhaya isminin hikayesini bizlerle paylaşır mısınız?

Dünya yaşamındaki adım, benim doğduğum andan itibaren dünyaya dair kullandığım isim ve tabi ki hala da kullanmaktayım fakat ruhsal deneyimlerimin yoğun olduğu bir dönemde bir meditasyon, bir arınma kampına katılmıştım, aynı frekansta olduğum insanlarla dolu bir ortam iyi gelecekti bana ve burada uygulamalara rehberlik eden kişi Deva Path isminde bilge bir kişiydi. Deva Path, çağımızın en büyük filozoflarından hatta bir ermiş olan Osho’ nun yanında yaklaşık otuz yılını geçirmiş talebelerinden biri idi. Kamp sırasında isim törenleri yapıldığını gördüm ve Burcu Koç olan ismime ruhsal tarafımı yansıtacak bir isim eklemesini rica ettim Deva Path’tan. Çünkü ben artık yalnızca dünya algısında değildim, öteleri fark etmiştim ve bu öteleri yansıtacak nasıl bir ismim olacaktı acaba? Heyecanla bekliyordum acaba neydi ruhsal ismim? Sonra danslar ve müzikler eşliğinde bir isim töreni düzenlendi. Sonra Deva Path, arasında minik sarı bir papatya olan küçük bir kağıt uzattı bana. Kağıdı açtım ve içinde Deva Abhaya yazıyordu. Hemen sordum anlamını. Kutsal cesaret anlamı taşıdığını söyledi bu ismin. Hemen benimsedim ismi, çok yakın hissettim fakat acaba cesarete mi ihtiyacım vardı yoksa zaten çok cesur olduğumun farkına mı varmalıydım? Bu arada Osho ile tanıştığımda, onun onlarca kitabı arasından seçtiğim ve okuduğum ve beni derinden sarsan ilk kitabıydı “Cesaret” kitabı. Tüm bunlar yalnızca bir tesadüf olamazdı. Şu an biliyorum ki ben hep cesur bir insan oldum, hep kalbimin sesini dinledim, bilinen değil bilinmezliğe giden yolları tercih ettim hep. Bu nedenle evet, bu isim ruhumu yansıtan isim dedim. Deva bir takı, ismin kendisi Abhaya’dır. Bu ismi aldığım andan itibaren orada bulunan herkes bana Abhaya diye seslenmeye başladı ve çok farklı hissettim. Sanki yüzeyde bir tamamlanmışlık hissi oluştu bende. Yüzeyde diyorum çünkü derinlere inildiğinde ne ismin ne de bir cismin var.

Bu anıyı kitabımda paylaşmak, anlattıklarımın okurlarım tarafından kimliğimle özdeşleştirilmesine neden olabilirdi ve bu riski göze alamazdım çünkü kitabımda amacım zihne uğramadan kalbe ulaşmaktı. Yazanın kim olduğu önemli değil, ruhsal anlamda, maneviyatıma etki eden, beni sorgulamaya yönlendiren ya da bildiğim fakat tanımlayamadığım hislerin ifadesi gibi  sözler bunlar, hissi yaratmaktı okurlarımda amacım. 

Dünyanın en sıradan, en basit en beklentisiz, en etiketsiz, en maskesiz ve tüm bunların getirisi olarak en huzurlu, en dingin insanı olmanın anahtarlarını sunduğunu Kendini Fethet isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bizler, sonsuzluk yolcusu olan minik zerreleriz ve zerre uçabilmek için hafif olmalıdır. Ağırlaşırsa ilerleyemez, yere çakılır. Kendimizi, “bilmiyorum” haline uyumlayabilirsek eğer varoluşun bize sunacağı halis bilgilere her an açık durumda, diri ve canlı oluruz. Sonsuzlukta bildiğimizi iddia ettiğimiz hiçbiri deneyime dayanmayan bilgi yükleriyle ilerleyemeyiz. Çünkü sonsuzlukta kalıplaşmış bir bilgi, deneyimlenip özümsenmemiş bir bilgi tutunamaz; bu, sonsuzluğun doğasına aykırı bir şeydir. Çünkü sonsuzluk demek asla tekrarlanmayan her an yeni bilgi demektir. Varoluşun bizden istediği de tabulaştırdığımız tüm bilgi yüklerinden arınıp sonsuzluğun her an yenilenen bilgi akışına uyumlu hale gelmektir. Bu da ancak bilinmeyene teslimiyetle mümkün olur, ben biliyorum demekle değil.

Demem o ki kitabımı bilgi edinmek amacıyla alanlar, okurken hüsran yaşayabilirler çünkü önsözde de belirttiğim üzere bu bir bilgi kitabı değildir. Çağımız bilgi çağı ve insanlığın genel durumuna baktığımızda pek de mutlu bir tablo görmüyoruz. Bu durumun kaynağına inildiğinde zihinlerimiz gerekli, gereksiz, ihtiyaçtan ya da entelektüel olma çabasından kaynaklı yoğun bir bilgi kirliliği baskısına maruz kalmış durumda. Hepimiz bu kadar çok şey biliyoruz fakat neden mutsuzuz, mutlu olmanın yöntemini de biliyor olmamız gerekmez mi? O halde bu durumda fark etmemiz gereken başka bir nokta var. Bana kalırsa bilginin sonsuz olduğu ve insanın bildikçe aslında bilmekten ne denli uzaklaştığının getirdiği karmakarışık ruh halleridir olmakta olan. İşte benim de amacım bu karmakarışıklığı biraz daha üst seviyeye çıkarmaktı. Çünkü yeterli ölçüde karmakarışık olmuş bir insan öz bilgisine uyanmaya hazır demektir; çaresizlikten kaynaklı masum ve cesurdur ve uyanış için artık bir kıvılcım yeter. İşte ben kitabımla bu kıvılcım olmaya niyetlendim. Bu kıvılcımı nasibi olan muhakkak alır, olmayan ise eli boş dönmez, tohum olarak eker varlığına. Gerisi akışın bilinmeyen fakat güvenli ve şefkatli kollarına emanet olmaktır.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Osho, benim hayatımda, dönüşümümde, ruhsal uyanışımda büyük bir etkiye sahiptir. Bende tam da hazır olduğum bir anda kıvılcımı ateşleyen kişidir. Bir kitaptan ziyade rehber kişiliklerin yani peygamberler, evliyalar, Yunus Emre, Mevlana, Şems gibi değerli zatların felsefelerinin, öğretilerinin idrakine varma anlayışı hüküm sürüyor hayat yolumda. Fakat bugüne kadar her ne okuduysam hepsi birlikte şu anki çok memnun olduğum “ben”in oluşumuna katkı sağlamış ve hizmet etmiştir. Mesela uzun zamanlar boyunca çok roman okudum ve her bir roman farklı bir vizyondu benim için fakat benim vizyonum neydi? İşte okuduğum tüm romanlar kendi vizyonuma uyanmamda yol arkadaşlığı yaptılar bana. Felsefe ve düşünce kitapları, makaleler kendi fikirlerimin ve deneyime dayalı bilgi dünyamın oluşumunda kapılar açtılar bana. Fakat tüm bunların da ötesinde beni ben yapan en önemli detay her ne olursa olsun bilgi ya da vizyon hiçbirini sorgusuz sualsiz kabul etmeyişim, tutunmayışım, bunların tümünü ilerleyişimde yalnızca birer yol arkadaşı olarak görmemdi. Çünkü yol kimseye ait olamazdı yalnızca o yolda hep beraber yürünebilirdi. İnsan olma yolunda…

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aslında yazacaklarım binlerce sayfaya sığmaz fakat bunları toparlamak ve düzenlemekte az da olsa hem odaklanma hem de zaman sıkıntısı yaşıyorum çünkü bir öğretmen ve bir anneyim. Yani kitap yazmak kadar bunlar da benim kutsal sorumluluklarım. Onlara yeteri kadar zaman ayırmak da benim temel mutluluk kaynağım. Bu yüzden ilk kitabım, yazma tarzım ve aktarmaya çalıştığım içerik hakkında ufak da olsa bir fikir sahibi yapmak içindi okurlarımı. Umarım asıl kapsamlı eserlerimi kısa zamanda toparlayıp kitaplar serisi şeklinde aktarırım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Yargılama yoluna gitmeden, fakat sorgulamaktan da asla vazgeçmeden, söylediklerimin hakikatini anlamaya çalışan okurlarımla muhakkak ki aynı frekansta buluşacağız ve o noktadan sonra zaten ne yazdığımın, ne söylediğimin, ne anlatmaya çalıştığımın dahi hiçbir önemi kalmayacaktır. Yargılamalar da elbette ki kabulüm fakat onlarla da kavuşumumuz biraz zaman alacaktır. Çok değerli okurlarıma en derin sevgilerimi sunuyorum.

Hayal Etmekten Hiçbir Zaman Vazgeçmeyin

Merhaba Handan Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Ben Handan Ekemen, 29 Haziran 1985 tarihinde Malatya’da doğdum. Evli ve bir erkek çocuğu annesiyim. Baba mesleğinden dolayı Batı Karadeniz. İç Anadolu ve Güney bölgeleri olmak üzere birçok şehri görme fırsatım oldu. Eşim ile evlendikten sonra bu bölgelere Doğu Anadolu bölgesini de ekledim. Sizin anlayacağınız Türkiye’de birçok ili keşfetme şansım oldu. İlkokul eğitim hayatımı Niğde, ortaokul eğitim hayatımı Niğde’nin kazası Çamardı ve lise eğitim hayatımı da Adana’da tamamladım. Üniversite eğitim hayatıma da Konya Selçuk Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünden devam ettim. Daha sonra yaşadığım hamilelik döneminde ise boş durmayı sevmediğimden Anadolu Üniversitesi İşletme bölümünü okudum. Şu anda da Ankara Bilim Üniversitesi’nde eğitim hayatıma İşletme Tezli Yüksek Lisanstan devam ediyorum.

Yazar Handan Ekemen

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir

Oğlumun doğumu ile çalışma hayatıma ara verip onunla ilgilenmeyi tercih ettim. Bu sırada onu büyütürken özellikle eğitim hayatına girmesi ile onun hikâye kitapları ile daha haşır neşir olmaya başladım. Oğlum hikâye kitaplarını okumadan önce hepsini ben de okumaya özen gösterdim. Bunu nedeni hikâye kitaplarının çocuk diline uygun yazılıp yazılmadığı, içeriğinin temiz olup olmadığı ile alakalıydı. Yani kısaca bir veli olarak oğlumun ne okuduğunu bilmek istedim. Ve açıkça söylemek gerekirse çocuk kitaplarını, büyülerin renksiz kitaplarından daha çok sevdim. Yanlış anlaşılmasın tabii ki büyükler için çok kıymetli yazarların yazdığı birçok kitap var. Fakat büyükler için yazılan kitaplarda renkler ya siyah ya beyaz. Ama çocukların hikayeleri rengarenk fazla siyah yani iç karartıcı şeylere rastlayamazsınız.

Daha sonra da oğlumun dersleri devreye girdi. Derslerinde eksik kaldığı noktalarda ona ben yardımcı olmaya çalıştım. Bazı derslerini daha eğlenceli hale nasıl getirebilirim diye çok uğraştım. Hatta bazı konuların aklında daha kolay kalması için konuları hep başka şeylerle bağdaştırdım. Yani bir nevi kodlama yaptım. Kısacası ben onun dersleri ve hikâye kitapları ile ilgileneyim derken bir baktım hikâye yazmaya başlamışım. Sonuçta da ortaya “Her Güne Bir Gezegen 1” adlı kitabım ortaya çıktı.

Efe’nin ailesi ve en yakın arkadaşı Kerem ile yaşadığı serüveni akıcı bir dille kaleme aldığınız Her Güne Bir Gezegen kitabınızın ilki Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle çok teşekkür ederim. “Her Güne Bir Gezegen 1” adlı hikâye kitabımda, çocuklar Güneş Sistemi’ndeki karasal gezegenleri eğlenerek öğrenme fırsatını yakalayacaklarını düşünüyorum. Okuyucularım baş karakterimiz Efe ve onun en yakın arkadaşı Kerem ile gezegenleri gezerken çok eğlenecekler. Okuyucular Efe ile Merkür’e gidip sıcaktan yanıp, gece soğuktan donabilirler, Venüs’e gidip zehirli bir gaz olan karbondioksite rağmen orayı keşfetmeye çalışabilirler. Kendi Dünya’mızın merkezine Efe ile yolculuk yapabilirler. Ve son olarak da Mars’ta yaşam olup olmadığını öğrenebilirler. Yani kısacası eğlence onları bekliyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben genellikle daha önce de belirttiğim üzere çocuk edebiyatını, yetişkinlerin edebiyatından daha çok seviyorum. Büyüklerin kitapları bana çok yolları olan karışık bir labirentmiş gibi geliyor. Ama yetişkinler için severek okuduğum kitaplar Doğan Cüceloğlu’nun kitapları. Yanlış hatırlamıyorsam da en son okuduğum kitabı “İçimizdeki Çocuk”. Bunun dışında yetişkinler için Reşat Nuri Güntekin’in kitaplarını da severek okumuşumdur. Çocuk edebiyatında ise Şermin Yaşar’ın kitaplarını severek hem ben okuyorum hem de çocuğuma okutuyorum. Özellikle “Dedemin Bakkalı” ve “Abartma Tozu” nu biz oğlumla çok beğendik. Ayrıca benim kitabımda da adı geçen Jules Verne’nin “Dünyanın Merkezine Yolculuk” adlı kitabını da severek okuduk ve yine okuruz. Son olarak da yine Reşat Nuri Güntekin’in eserleri bizim için çok kıymetli. Bunlar hatırladıklarım. Fakat şu an hatırlayamadığım pek çok kıymetli yazar ve eserleri mevcut.

Her Güne Bir Gezegen’in devam kitabı ne zaman çıkacak? Okuyucularınıza ikinci kitap ile ilgili ipucu verir misiniz?

İkinci kitabım “Her Güne Bir Gezegen 2” adlı kitabımı kısmetse 2025 yılının ortalarına doğru çıkarmaya çalışacağım. Bu süreç kısalabilir de uzayabilir de. İkinci kitabımda çocukların heyecanla bekleyeceklerini düşündüğüm “Bilim Çocuk Dergisi” n de kimin yazısının yayınlanacağı artık netlik kazanacak. Ayrıca kahramanımız Efe gazsal gezegenleri gezerken yine birçok keşifler yapıp, maceralar yaşayacak.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Çocuklara tavsiye edebileceğim tek şey, teknoloji çağının nimetlerinden faydalanırken kitapları kendilerine küstürmesinler. Kitapları ellerine alarak, onları hissederek o kâğıt kokusunu içlerine çekerek okusunlar ve hayal etmekten hiçbir zaman vazgeçmesinler. Hayal dünyasını zenginleştirmenin en önemli yolu da kitap okumak olduğunu düşünüyorum. Kitap sadece kendilerinin hayal dünyasını zenginleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda okuduğunu anlama konusunda da onlara çok yardımcı olacak. Herkesin bildiği üzere günümüzde de sınavlarda okuduğunu anlamak sınavlarda sizi çok öne taşıyacak önemli bir konu.

Hayvan Sevgisini Tatmamış İnsanların Vicdana Gelmelerini Umuyorum

Merhaba Meral Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, Almanya doğumluyum. Çocukluğum orada geçti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü yarım bıraktım. Manisa Celal Bayar Üniversitesi İş Güvenliği bölümünü bitirdim. İş güvenliği uzmanlığı yapıyorum.

Meral Filiz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Hayvanseverlerin sesi olmak ve sesimizi duyurmak istedim. Bu alanda böyle bir eksiklik vardı. İstedim ki hayvan hakları adına kalıcı bir şeyler olsun bizden de. Hayvan sevgisini tatmamış insanların hasbelkader kitabı olduklarında vicdana gelmelerini umdum. Çok şey mi istedim bilmiyorum. Bazı gazetelerde ve dergilerde başka yazılarım yer buldu ama hayvanlar konusunda bu ilk.

Hayati tehlike oluşturdukları gerekçesiyle başıboş sokak köpeklerinin uyutulması yasasının tartışmaları sürerken hayvanseverler olarak kaleme aldığınız “Hayvanlar Olmadan Asla” isimli ikili kitap Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitaplarımız iki cilt halinde çıktı. İçlerinde Yonca Evcimik, Ali Erkazan, Beste Acar, Atlas Karan Tumluer gibi ünlülerden ünsüzüne Türkiye’nin her yerinden ve yabancı ülkelerdeki bizden insanların anıları hikayeleri var. Hayvan kurtarma anınız var mı, ya da sizi kurtaran bir hayvanınız oldu mu diye yola çıkmıştık 2015 yılında.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Şu aralar başucu kitabım Enis Timuçin’in Katmanlar isimli kitabı. Bir de Hayvanlar Olmadan Asla kitapları. Okumak her zaman bana iyi gelmiştir. Kitabı okumadan önce yazarın hayatını okurum. Her kitapta ve yazar hayatında kendimden bir parça bir şeyler bulurum. Kitap okumak hayata daha farklı pencerelerden, farklı açılardan bakmamı sağlıyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Hayvanlar Olmadan Asla çok sevildi. Bu kitabın 3.sü de gelecek. Elimde kitaba sığmayan hikayeler var. Her biri kitapta olmayı hak ediyorlar. Emek var anılarda.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitap okusunlar. Okumaktan ve yazmaktan vazgeçmesinler. Her kitap bir dünyadır. Her kitap farklı bir bakış açısıdır ve hayata dokunmaktır.

Kalbinizi Gözle Gördüğünüze Emanet Etmeyin

Merhaba Furkan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Aslen Adana doğumlu, eğitim hayatını Van, Ankara ve Mersin’de tamamlayan memur bir ailenin çocuğuyum. Eğitim hayatımı tamamladıktan sonra 2004 yılından itibaren özel sektörde büyük şirketlerin satış ve yönetim departmanlarında çalıştım. Halen çalışmaya devam ediyorum. Seyahat etmek, Kitap okumak ve ailemle birlikte vakit geçirmeyi çok seviyorum. 

Furkan Diker

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

İlk yazmaya başladığım dönemlerden bu yana her yaşamın nedeni olduğuna inanan bir insanım.  Yazma yolculuğum lise dönemlerinde başladı.  Elden ele dolaşan şiirlerim ve yazılarım, arkadaşlarımın dikkatini çekmeye başlayınca kendime ait bir defter oluşturdum. Bazen okur hüzünlenirim. Bazen de okur geçmişe yolculuk yaparım. Bir vakit yazmaya uzun bir ara verdim. Daha sonrasın da yaşadığımız bu hayat ve o tertemiz kalpleriyle sevgisiz büyüyen insanları gördükçe sanırım yazmayı bırakmamam gerektiğini öğrendim. Tekrardan yazılarıma başladım. Kalp güzelliğini dış güzellikten daha değerli yapacak ne varsa yazmak istedim. Böylece kitap yazmaya doğru uzun bir yolculuğa başladım.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Af buyurun lütfen. Tabi ki şiir yazmanın bir adabı ve kuralı vardır. Şiir kişiden kişiye farklılık gösterir. Kimine göre kafiyeli şiir şiirdir. Kimine göre serbest şiir şiirdir. Bana sorarsanız eğer naçizane fikrim şiir ruh ve bedenin birbirine uyum sağladığı bir hayat gibi büyülüdür.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Şair yaşadığı dünyaya ve düzene herkesin gördüğünden farklı olarak bakmalı. O acıyı ve mutluluğu kalbinde yaşamalı. Bundandır ki şairlik bence bu dünyaya ait olan bir şey değil. Ben şairim diyebilmek büyük cesaret ister. Daha önümüzde bitmeyecek bir yol ve öğreneceğimiz birçok şey var.

Aforizmalar şeklinde yazılarınızın ve şiirlerinizin yer aldığı Larmina isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Herkese ayrı ayrı teşekkürlerimi sunuyorum. Kalbin çiçeği sabır, suyu umuttur. Nefesi sevgidir. Her satırı tertemiz kalplere sahip olan insanların söylemek isteyip de söyleyemediği kalpten gelen sözlerle dolu olduğuna inanıyorum. Sevgili dostlarım yalnız değilsiniz…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Aslında Cemal Süreya’nın bende çok ayrı bir yeri var. Cemal Süreya’nın dediği gibi; ‘’Bugün yaşamayı seviyorum. Yarın da bir neden bulur severim. Daha sonra yeniden keşfeder yeniden severim. Benim sevmekten başka işim yok ki…’’ 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir kitabım var aslında lakin şuan bunun için çok erken olduğunun kanaatindeyim. Anlayışınız için teşekkürlerimi sunuyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanların anlamadığı bir dünya var aslında. Zamanı geldiğinde yüz güzelliğimiz gidecek. Yaşadığımız bu dünya da değişecek. Eşyalar eskimeye başladığında o acı gerçekle tanışacağız. Zamanla unutulacağız. Tek bir şey unutulmaz. O da temiz bir kalp ve sevgi azizim. Asla değişmeyecek ve daimi kalacak tek servetin. Merhametli olduğunuz için insanlar bazen size acıyan gözlerle bakar. Bilmezler ki temiz kalpte merhamet acıtmayan bir duygudur. Ağlarsın; lakin insanlar sana güler, güçsüz olduğunu düşünürler. Oysa sen kalbini temizlersin. Onlar sevgiden bihaberdir. Yaşadığımız şu bilmem kaçıncı çağda kalbi güzele denk gelmeniz dileği ile sözlerimi bitirirken; Ey Âşıklar! Kalbinizi gözle gördüğünüze emanet etmeyin. Sevgiyle kalın efendim.

Hayal Kurmaktan ve Umut Etmekten Vazgeçmeyin

Merhaba Fethiye Deniz Hanım okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder mısınız?

Ben Fethiye DENİZ; 26 yaşındayım.  Üç üniversite okuyup, şu an dördüncü üniversitemdeyim. Okumayı hep sevdiğim, için her güne yeni yeniden derim. Bir filmi izlerken bile yanıma defter ve kalem alırım. Bu film bana ne öğretiyor derim. Bir ayete geçtiği gibi "her şey bir nedenden gelir." birazcık detaycıyım ben, bu da yorar insanı ancak ben yorulmuyorum.  İlham kaynağım olarak doğayı ele alırım. Boş zamanlarda genelde spor ile uğraşmak, Keman çalmak ve türlü türlü branşlarda eğitim alıp kendimi geliştirmekle geçer. Yaptığım işler genelde planlı yaparım, düzenin olmadığı yerde başarının olmadığını düşünürüm. Plansız yaptığım işlerin de başarıya ulaşmadığını gördüğüm zamanlar olunca; planın ve düzenin olduğu yerde başarının var olduğunu düşünürüm. Bu ikilinin olmadığı yerde beklenilen hedef doğrultusunda olsa da gerçek başarıya ulaşılmadığını analizini görüyorum.

Fethiye Deniz Demir

Her zaman kitap okumayı bir hobiden öte hayatın bir ihtiyacı olarak gördüm. Ve var olan boş zamanlarımı değerlendirmekten öte, okumanın bir ihtiyaç olduğun ve bu ihtiyaçlarının temel gereksinimini ruh ve zihnin besin kaynağı olarak görürüm. Ondan her güne, bir kitap, her geçen zamana bir sayfa sığdırma gayretine sahibim okumanın yaşı ve de cinsi olmadan, her kitap bir dünya sunar diyerekten, her türlü kitabı okuyup öğrenmemiz gerekenleri öğrenebilme gayretine sahip olmamız gerektiğini varsaydığım, için hep kitap okurum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misin? sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluk hayalim olun subaylık ve harbiye aşkı, beni yazı yazma itti. İlk okuldan beri şiir yazmaya başladım. Zamanla artık şiirlerin özel bir dile sahip olup, her şiirin de bir hikayesi olması tanısı ile düz yazı yazmaya ve aradan geçen beş yıldan sonra düz yazı yazma serüveninden insanlara bir bilgi, bir ışık olmak ve kendilerini basitte olsa bir cümlemde bulacaklarını kanaatini görerek kitap yazmaya başladım. Beni yazı yazma yönlendiren şeylerini yaşadığım askerlik mesleğine duyduğum sevgi ve aşkın yoğunluğu oldu. Çünkü kendimi şiirler ve yazılar ile daha iyi ifade ettiğimi hissediyordum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Başta üniversite arkadaşım Fatma Gül İŞÇİ, ailem ve yakın arkadaşlarım oldu.

Bir Harbiyeli ile Bahriyelinin imkânsız aşkını akıcı ve lirik bir dilde anlattığınız Yoldan Bir Haber isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okuyucularınızı ne gibi sürprizler bekliyor

Teşekkür ederim. Bu hikâyenin akışı yoğun ve Foça'da başlayan hikâye Barlas’ın eğitiminin bitmesi ile başlayan ayrılık ve aradan geçen iki yıl sonra Gizemin bir deniz subayı olarak İzmir'e atanmasıyla aşkın küllerinden yeniden doğmasını sağlayacak. “Bir aşk sevgiden, sabırdan, başka ne ister ki” sorusunun yanıtını verecektir sizlere. Azmin, başarını ve sabrın sonucunda yolların da insanlara sunacağı bir birlikteliğini olduğunu, verecektir, sizlere.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? yazarların ve kitabın hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Yazdığım tür açısından kendimi gördüğüm herhangi bir yazar olmadı. Ancak hayatıma ışık tutan ve yolunda “daima ileri parolası olarak” Mustafa Kemal ATATÜRK oldu. Beni en çok etkileyip, defalarca okumaktan, bıkmadığım ve her okuduğumda bana ayrı bir şey çağrıştıran Gençliğe Hitabesi oldu. Özelikle de Gençliğe hitabe ’de yer alan Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifen Türk İstiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Sözünden yola çıkarak insanların sahip olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu ve bunu ancak kişilerin kendinde öngörerek hissederek yola girmeleri gerektiğini sunuyor, bizlere.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Hayat sürprizlerle dolu beklemede kalın.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Umut etmekten ve hayal kurmaktan asla vazgeçmesinler, her şeyin başı umut her adımı ilki hayal ile olur. Bir kitapta geçtiği gibi “umut karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar”  Bizler her ne kadar hayal kurup da bir yol çizersek hayatın da bizlere sunacaklarının olacağını unutmamalıyız. Planlı ve düzen doğrultusun da olan insan, er ya da geç hedeflediğine ulaşır. Sadece inanmaktan ve neyi istediklerini bilmekten vazgeçmesinler. Her adım bir hayalle başlar diyerek okuyucularıma iyi okumalar size de bu keyifli röportajımızdan dolayı teşekkür ederim.

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447