Hüseyin Avni Cengiz: İnadına Makas

Râviyân-ı ahbar, nâkilan-ı âsâr ve muhaddisân-ı rûzigâr şöyle rivayet ederler ki bilgilerimizin %42’sinin 72 saatte çöp olduğu günümüzden epeyce evvel zamanlarda kıssacı kıssasını beyan eder; yorumcular şerh düşermiş kıssaya avamın huzurunda.

Hüseyin Avni Cengiz: İnadına Makas

Öyle bir zamanmış ki Kopernik, Batlamyus’un Dünya merkezli, insan merkezli ve hatta erkek merkezli evren görüşünü yıkmış fakat Galileo Galilei hüküm giymemişmiş daha.Ve öyle bir zamanmış ki Hayâli Bey’in, Divân’ını Kanunî’ye sunduğu ve Mâhiler mıkrâz olup mâ-i kumaşa girdiler /Kesdi deryâ kaddine lâyık libâs-ı nâzenin,  beyti ile taze şöhret bulduğu zamanlar... 

Kıssacı başlamış kıssasını anlatmaya. Anlatmış, anlatmış, anlatmış. Bir nefes almış ve devam etmiş: … kaldırdı elini gökyüzüne hatun. İşaret parmağıyla orta parmağını “V” şeklinde açtı. Sonra kapadı; açtı kapadı. Yani demek diledi ki: Makas…

Yükselen alkışlar karışmış halkın kahkahasına.

Kelam etme sırası yorumcularda imiş. O zamanlar baş yorumcu Gönenli Uceymi Efendi Hindistan’da tebliğde olduğu için yerine gönlü zamanın şeyhler başı Eflâkî Sadullah Efendi tarafından hikmetlere açılmış Karaçelebizade Sadettin Efendi sırasıyla söz vermiş yorumculara. Demiş, deyin gelsin bakalım bu meselden murat ne ola?

Ebülmeyamin Abdülvehhap Efendi almış sözü. Bu kıssadan murat: Hatun kişiler inatçıdır, ona uyup kıyma bir cana.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga ediyormuş da kavganın sonunda kadın zafer işareti mi ne yapmış ya hani!-

Yorumcu başı uzatmış bir tutam sakalını taşımaktan zayıf düşmüş çenesini Hocazade Refik Efendi’ye:

Hocazâde Refik Efendi öfkeli. Yoo, demiş baştan diyeyim ki o işaret, değildir makas. O zafer işaretidir. Hatun kişi eceline susamış. Ölmek üzereyken zafere ulaştım, demek ister.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga ediyormuş da kavganın sonunda kadın makas işareti mi ne yapmış ya hani!-

Yok, be demiş bir diğeri: Hatun kişinin doğasında vardır erini çileden çıkarmak. Ben ki Leyla’yım ama sen değildin Mecnun. İşte şimdi sen de yitirdin aklını, demek ister. Onun için yapar zafer işaretini.

Bir diğer yorumcu demiş ki yok yok. Her ne kadar bu olay ahir zamanda meydana gelmiş olsa da zafer işareti icat edilmedi henüz. Öyleyse, parmaklar birleşince ‘bir’ olur. ‘Bir’, Hakk’ı simgeler. Açılıp kapanınca da olur: Yürümek. Dur yapma herif bak, baş aşağı Hakk’a yürüyorum, ölüyorum. Bırak artık, demek istemiştir.

Evet, demiş bir diğer yorumcu: Parmaklar açılıp kapanınca yürümek anlamına gelebilir. E öyleyse yürürken tartışmalı insan. Kavgaya ne gerek var? Tehlikeli suların başında eğlenip kalmaya ne gerek var! Tartışmamızı yürüyerek sürdürelim hikmet arayıcısı ulular gibi, demek istemiş hatun. Üçe ayrılmış yorumcular. Bir kısmı demiş: “O, bildiğimiz makastır.”  Diğer öbek ise yoo makas değil zafer işaretidir. Buhara yorumcuları ise orada yürümek murat edilmiştir diye ısrar etmişler.

-Kıssada, bir akarsu kenarında ekinleri yeşermiş bir tarla mevzuunda karı koca kavga …-

Mehmet Şefik Efendi ise:

-Mevzu bu kadar basit değildir ey ahali! İki hikmetli husus var bu kıssada. Evveli şudur ki: Tarla dünyadır. Ekin ise dünya işleri. İnsansa makas ile ekinin tamamını biçeceğini sanır. Nasıl ki bu mümkün değil, dünya işlerini tamam etmek dahi mümkün değildir, işte insanın bundaki gereksiz ısrarını fiilen göstermek istemiş hatun kişi.     

İkinci hikmet de şu olsa gerek: Bu kıssadaki tarla kadını remzeder; ekinse saçları hatun kişinin. Sabit fikirli herif ise parmakları ile hatunundan bir makas almak dururken orak ile tırpan ile yülümeye kalkar hatununun saçını.

Bu arada unuttum kıssacının kıssasını anlatmayı. Anlatmış, anlatmış, anlatmış, dediğime bakılmaz, kıssa gayet kısa ve basitmiş aslında. Kıssacı şöyle anlatmış kıssayı:

İşbu zamanlarda bir avrat ile eri, torunlarına daha yaşanası bir yurt bırakabilmek için uzunca bir yola revan olmuşlar yürürler idi. Yolda bir ekin tarlasına denk geldiler. Eri, hatununa sordu: Bunca ekin neyle biçilir? Hatun kişi dedi ki: Makas ile biçilir bilmez misin?

Er kişi gülümseyerek dedi, bunca ekin hiç makas ile biçilir!

-He, dedi avradı.

-Etme hatun bunca ekin makas ile nasıl biçilsin?

-He ya bunca ekin makas ile biçilir başka ne ile biçilebilir ki!

-Orakla yahut tırpan ile biçilir tabii ki. Yoo, dedi avradı, makas ile biçilir. O dedi orak ile; o dedi makas ile; o dedi orak ile o dedi makas ile… Sonunda er kişi hiddetlendi. Er kişi hiddetlendikçe hatun kişi makas da makas diye tutturdu gitti. Er kişi el kaldırdı avradına. Bunca ekin makasla nasıl biçilsin, dedi; vurdu, bir daha vurdu. Vurdukça hatun kişi: Makas… İlle de makas diye tutturdu.

O sıra bir akarsuyun kenarından geçmekte idiler. Er kişi hatunun ensesinden tutup suya dahî daldırdı hatun kişinin başını. Çıkardı sordu hatuna: “De bakalım o ekin neyle biçilir?” Cevap: Makas…  Tuttu ensesinden daldırdı suya. Çıkardı, sordu hatuna: “De bakalım o ekin neyle biçilir?” El cevap: Makas…” 

Bu sefer çabuk çıkarmadı sudan hatunu. Hatunun kafası suda, kaldırdı elini hatun. İşaret parmağıyla orta parmağını “V” şeklinde açtı, sonra kapadı; açtı kapadı. Yani demek diledi ki: Makas, makas, makas…

Neyse yorumculara dönelim. Aşık Çelebi almış sözü. Yahu, demiş, torunlarına daha yaşanası bir yurt bırakmak için yola çıkmamışlar mıydı bunlar!. Essah ne için yola çıkmışlardı ne için kavga ediyorlar. Ne abes şey bu böyle! Lakin yine de deyim ki fikrimce bu kıssadan murat: Hatun kişi erine demek istemiş ki böyle zararsız yanlışlarımda olsun saygı duy fikrime. Hep senin dediğin olacak değil a.

Ve hatta demek istemiş ki: Dünya işlerinin tamamı bizi ırgalamaz; biz doğru bildiğimizi kendimizce işleyelim. Sen orakla-tırpanla biç ekini, ben makasla biçeyim de destek olayım sana. Yoksa benim katilim olursun da ekini hiç biçemezsin…

Halkın arasından biri: Kadının fendi erkeği yendi Şefik Efendi! (Hahahahaaa)

O ara bilinmeyen bir er çıkmış meydana. Tanımış onu yorumcu başı: Oooo Hayalî Bey, deyince kopmuş bir alkış halkın ağzından.

O zamanlar muhtemeldir ki el ile alkış yok imiş zira. Ve hatta öyle bir zamanmış ki değil neftî binekler, demir at, buharlı buffalo icat edilmemiş imiş. Ay’a gidilmemiş, Mars’a uydu yollanmamış imiş. Bilgi çağı başlamamış; yapay zekâ hisseleri daha boğa görmemiş imiş tahtalarda. Lakin çok şükür ki Konstantiniyye âlimleri çoktan meleklerin cinsiyeti mevzuuna el atmışlar imiş.

Denizdeki balıkları makasa, denizi kumaşa benzetip balıkların, deniz kumaşından sultanın boyuna uygun bir elbise dikmekle meşgul olduğunu söyleyebilecek kadar hayal dünyası zengin şair Hayalî Bey almış sözü. 

Hayalî Bey demiş:…

 Sahi ne demiş? Okuyucu sana sorarım ne demiş Hayâli Bey?

Rumuz Güz: Veda

Vedalar yerine, vuslatları ister gönül… Gel gör ki bazen ne seninle, ne sensiz döngüsüne giriyor insan. Defalarca deniyor, deniyor ama her seferinde başa dönüyor. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir noktada doğru adrese götürecek otobüsü bekler gibi bekliyor insan, emek verdiği için sabırla… Gelmeyecek otobüsü bekledikçe alışıyor insan, beklemeye de otobüs durağında öylece olma haline de. Öyle bir sebatla bekliyoruz ki otobüs gelmese bile, başka vasıtaları kullanarak gitmeyi umduğumuz yerden daha iyisine bile gidebilme fırsatını ıskalıyoruz…Nihayetinde,  bekledikçe bekleme haline, yoruldukça “o kadar bekledim, dur şimdi pes etmek olmaz” iç sesine tutuluyoruz. Sadakatle o işlevsiz otobüs durağında beklemiş olmak, daha da umutlandırıyor bizi, o durakta da bir gün hayatın canlanacağına, ekilen tohumların meyve verip yeşereceğine dair, ta ki umudumuzu kaybedip pes edene kadar. Sahi, insan sevilenden vaz mı geçer, pes mi eder?

Rumuz Güz, Veda

Vazgeçmek, insanın kendisini önceliklendirdiği nispeten makul bir noktada kendi yoluna gitmesi iken; pes etmek insanın kendisinde ne var ne yoksa verip, tüm kaynaklarını tüketip artık verilecek bir şeyinin kalmadığını tüm hücreleriyle anladığı ve umudunu kaybettiği o hüzünlü an…İşte, o an gözünü de gönlünü de uzun zamandır alamadığı ile helalleşerek bir başka zaman ve yolculukta kendisini yeniden doğuracağını umarak gider insan…

Biriktirilen anılara uzaktan bakıp, “iyi ki” dedirten hafif yürek burkan ama insanı en çok kendisine yaklaştıran, bambaşka hasatları getirecek bir mevsiminin başlangıcıdır o an. Benden öte benleri, bulma yolculuğunda bir adım daha ileriye atılan adımlar hep o anlarda gelir. Bunca hüzne, yürek burukluğuna değer mi? Değer. İçinde sevgi ve içten paylaşım olan her şey için değer, tek taraflı da olsa, karşılıklı da olsa, fark etmez… Veren gönül genişler, evrenle başka tür iletişim kurar.     

Tamamen vedalaşmak mümkün mü peki sevdiklerimizle, bir zamanlar ilişkide, iletişimde olduklarımızla…

Ardımızda bıraktığımızı sandığımız herkes aslında geleceğimizde de vardır bir şekilde, kimi zaman alınan derslerle, kimi zaman onarılan yaralarla, kimi zaman açılan yeni yaralarla… O nedenle, her veda içinde başka bir tamamlanmayı, üzerimizde taşıyacağımız izlerle geleceğe yürümeyi de getirir beraberinde. Her temas, Rodin’in mermer parçasından yonta yonta muazzam heykelleri ortaya çıkarışı gibi, bizdeki fazlalıkları da yontarak, içimizdeki sanat eserini, özümüzü ortaya çıkarmak için payımıza düşen kutsal dokunuşlardır bence. Olaylar, insanlar, deneyimler tarafından mermer gibi yontula yontula, olma halleri arasında yolculuk yaparak kâmil olmak değil mi yaşam amacı… 

Bu nedenle, üzerimde çalışan gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm heykeltıraşlar için müteşekkirim.

Aşk ve sevgiyle yeni kavuşmalara, buluşmalara, paylaşımlara, deneyimlere…

Meryem Gökdağ: Güz

Toprağa bulanmış ellerini birbirine sürterek çamurdan olabildiğince arındırmış, çömeldiği yerden doğrulup ağrımaya yüz tutmuş belini geriye doğru esneterek rahatlatmıştı. Bulutlar, içinde bulundukları sonbaharı temsilen güneşin önünü kapatıyor; gündüz vakti yeryüzüne gölge düşürüyordu. Bileğindeki siyah tokayı saçlarını toplamak için kullandığında bu eylemi daha yeni yapıyor olduğu için kendine kızmadan edemedi. Sürekli kulağının arkasından kurtulup önüne savrulan saçları, görüşünü kapatmış dolayısıyla bu işteki verimini de düşürmüştü. 

Meryem Gökdağ: Güz

Pek alışık değildi saçlarını toplamaya, genelde onları hür bırakır; yüzünü belli oranda kapatıyor olmasından memnuniyet duyardı zira dış görünüşü genç kızın beklentisini karşılamıyordu. Yüzüyle orantısız duran büyük burnunu, onu yetişkin bir kadın olarak gözükmekten alıkoyan yuvarlak yüz hatlarını saklayabilmek gibi bir seçeneği-ya da şansı demek daha yerinde olurdu-varken onu özgüvensizliğine karşı bir kalkan olarak kullanmak işine geliyordu. Yalnız yüzünü değil, bu dünyada sadece ismiyle var olmayan benliğini de etrafındakilerden saklıyordu. Evinin küçük bahçesinde vakit geçirmeye henüz birkaç aydır başlamıştı. Başlarda toprağa, ağaçlara ve çiçeklere karşı bir ilgisi olduğundan habersizdi fakat kendini tanıma yolculuğunun hala başlarında olan biri için bu durum garip sayılmazdı; önemli olan bu süreci "Ben buyum." diyebileceği noktaya kadar ilerletebilmek, bu hayattan göçüp giderken dünyayı ve kendi dünyasını keşfetmiş olabilmekti. Krem rengi bahçıvan tulumunun ön cebine koyduğu mor sardunya çiçeğini kokladı. İki parmağının arasında, belki de dalından koparıldığından bir haber yaşama tutunmuş bu çiçek genç kız için anlamlıydı. Klasik sebeplere dayanmış türden bir anlam ifade etmiyordu üstelik.     

Ne çocukluğunda annesine sarıldığında ciğerlerini dolduran kokuyu anımsatıyor ne de sevgilinin sunduğu aşkı temsil ediyordu.

Sonbaharda dökülen yapraklara inat açan sardunyalar genç kızın hayat dinamiğini kökünden sallamış ve tümden yıkılmamak adına birtakım esnetmeler yapmasına olanak sağlamıştı. Herkesin "Bitti. Yolun sonuna geldik." dediği noktanın aslında kimileri için bir başlangıç olabileceğine dair genç kızın yüreğine umut tohumları serpilmiş, bu tohumlar sonbaharın sert rüzgarlarıyla can bularak birer sardunya çiçeği oluvermişlerdi. Çabası ve inancıyla beslediği bu çiçekleri bahçesine de ekmeye karar vermiş olduğundandı tüm gününü toprakla geçirmiş olması. Başının hemen üstündeki kara bulutlardan yükselen gürültü ile irkilmiş, gözlerini gökyüzüne çevirdiği anda alnına damlayan yağmur damlası ile tebessüm etmişti. Toprak ıslandıkça yükselen koku, yağmurlu günlerde en sevdiği ayrıntı olabilirdi; yaşamı, yaşamayı anımsatan her olay onu derinden etkiliyordu ve hayatı böylesine içten, birebir, olduğu gibi idame ettirmekten haz duyuyordu. Yağmurun şiddetleneceğini haber veren gök gürültüsünün ardından duyduğu adım sesleri ile sol tarafına döndü. Küçük bir kutuyla beraber dikiliyor olan genç adam hava durumunu sıkı takip ediyor olacak ki şemsiyesinin altında hiç ıslanmadan duruyor, genç kızın bir metre ötesinde öylece dikiliyordu.

"Sana bir hediyem var." dedi sonunda sessizliği bozarak. Yavaş adımlarıyla karşısında kirli bahçıvan tulumu ile dikiliyor olan kıza yaklaşırken bakışları durmadan onun üzerinde geziniyor, alışık olmadığı görünüşünü incelemekten geri durmuyordu. Çamur olan spor ayakkabısı genç kızın parmak uçlarına vardığında duraksamış, şemsiyesi ile birkaç saniye önce başlamış olan sağanaktan koruyabilmişti kendine nazaran kısa kalan bedeni. Genç kız yakınlıklarının vermiş olduğu huzursuzlukla derin bir nefes aldı, göz teması kurmamaya çalışarak kendisine uzatılan kutuyu açtığında beyaz pamuklar üzerinde bulunan çiçek tohumlarını görmeyi beklemiyordu. Anın verdiği şaşkınlıkla parlak gözleri donuk kahverengilerle buluşmuş, genç adamın heyecanla şemsiyeyi tutan parmaklarını sıkılaştırmasını sağlamıştı. "Zambak çiçekleri. Bahçene dikmeni istedim." Heyecanla dökülen kelimelerine karşılık genç kızın yüzünde o an için genç adamın anlam veremeyeceği türden bir gülüş belirmiş, yağmurun verdiği serinlikten daha fazla üşüterek bacaklarını titretmişti. "Zambaklar yazın çiçek açar." Genç kız buz gibi sesiyle karşısındaki bedenin sıcak nefesine zıt kalacak kasırgalar yaratmış, geriye doğru bir adım atarak şemsiyenin altından ayrılmıştı. "Geç kaldın." dedi, duraksadı ve bir kez daha kendi kendine gülümsedi. Genç kızın dudaklarını kıvıran bu etkinin mutluluk kaynaklı olmadığı barizdi fakat genç adam onun bu beklenmedik, soğuk tavrına fazlasıyla şaşırdığından bu ayrıntıyı kaçırıyor, genç kıza hiç hak etmediği bir konuda kırılıyordu. "Mevsimi çoktan geçti." Yağmur damlaları altında, geçen zamanın ardında bıraktığı artıklardan arındığını hissediyordu genç kadın.

Onunla bir yüzleşme yaşayamamıştı, bir zamanlar bu anı geceleri uykusuz kalmayı göze alacak kadar beklemişti fakat şimdi karşısındaki adama söyleyeceği birkaç cümle için dahi güç bulamıyordu içinde. Ona olan sevgisi her zorluğu aşar, her yanlışı düzeltir sanıyordu; öyleyse göğsünün tam ortasında hissettiği boşluğu nasıl tanımlardı? İyi ya da kötü olarak anlamlandırabileceği hiçbir şey hissetmiyordu. Tanıyamadığı, isim veremediği hislerden de iz yoktu, ne ona söyleyebileceği bir kelimeye ne de aşkını sunabileceği kaçamak bir dokunuşa sahipti. "Telafi etmeme izin ver." dedi genç adam, hayal kırıklığını tüm benliği ile karşısındaki kadınla paylaşıyordu; yine de bu üstünkörü çabasının ve hayal kırıklığının miladı çoktan dolmuştu.

Genç kadının sevgisinin sonsuzluğuna inanmış, inancı onu zamanla bencilleştirmiş hatta sevgisini gün geçtikçe yüreğinde büyütmeye devam eden kadına karşı nankörleşmişti. Şimdi yine aynı kadının bahçesinde yağan yağmurdan bile ıslanmaktan korkan bir halde dikiliyor, çoktan kaçırmış olduğu şansı dilenirken dahi kibrinden vazgeçmiyordu. Süregelen sessizlik, karşısındaki adamı zehirli kelimeleri ile yaralamak istemeyen kadının bir tür cevabıydı; şimdi kabullenme süreci genç adam için en baştan başlıyordu.

Kadir Ersoy: Tango

Kime Arjantin diye sorarsanız sorun alacağınız cevap Maradona ve Tango olur. Son senelerde biraz futbolcu Messi. Bunların dışında Arjantin hakkında fazla bilgisi olan yoktur. Madem öyle biz de biraz onlardan söz edelim.

Kadir Ersoy: Tango

Buenos Aires‘de fuara katılacaktık. Fuardan bir gün önce standımızı kurduktan sonra sıra şehri gezmeye geldi. Önce Maradona’nın doğup büyüdüğü ve dünya futbol starı olduğu Boca Juniors takımının mahallesi civarlarına geldik. İlk dikkatimizi çeken, bizde gecekondu diye adlandırabileceğimiz gibi çok basit yapılar. Ama çok şirin bir şekilde üzerleri rengarenk boyalarla boyanmış. Boyanmış derken, bir ev komple aynı renk değil. Ön duvarın üçte biri yeşil, diğer bir kısmı sarı ve sona kalan kısmı da kırmızı mesela. Bunun sebebini rehber arkadaştan öğrendik. Meğer buralarda çok fakir aileler yaşarmış, öyle ki yakındaki bir boya fabrikası her gün artan fazla boyadan birkaç kabı çöpün yanına bırakırmış, o fakir ailelerden birileri hemen onu kapar ve evinin duvarını boyarmış. Ama her gün başka bir renk fabrikadan dışarı bırakıldığı için artık şansına o gün ne renk ve ne miktarda ise alınır ve duvarın ne kadarını kapatabilirse o kadar sürülürmüş. Onun için her ev bir renk cümbüşü. İşte Maradona bu fakir bölgeden yetişip dünya yıldızı olmuş bir futbolcu. Ülkesine kazandırdığı Dünya Kupaları sayesinde öyle seviliyor ki, adeta Milli Kahraman. Sokakların duvarlarındaki resimlerde veya satılan tişörtlerde Peron vb. gibi ülkesine hizmet vermiş politikacılardan ziyade Maradona’nın resimleri bulunur.     

Daha bu evleri gezmeye fırsat bulamadan bir kız yanımıza yanaştı ve “Tango yapalım mı?” dedi. “Ben tango bilmem ki” mazereti geçerli değildir. Verirseniz 10 doları, ayaküstü size biraz tango öğretir ve beraber tango yaparken hatıralık resimler çektirebilirsiniz.

Tipik Arjantinliye benzemeniz için de kafanıza şapka, boynunuza da atkı atılır, hemen havaya girersiniz. Tabi tersi de geçerli, yani kadınsanız, yanınıza yanaşıp, tango yapalım mı diyen bir erkek mutlaka çıkacaktır. Bence fazla düşünmeyin, bırakın kendinizi onun maharetli kollarına, çevirsin dursun sizi, dünyayı unutun 10 dakikalığına. Tangonun genel havasında zaten iki ayrı cinsin birbirine “sen olmasan ne yazar” der gibi umursamayan gururlu tavrı yanında aslında “sensiz olamam”ın derin bakışlarını ve birliktelik içindeki ritmini hissedersiniz. Kesinlikle erkekle bayan dansın başında birbirlerine rest çeker görünümündeyseler de dansın finali muhakkak birbirlerinin kollarında tamamlanır.

Hangi restoranda yemek yerseniz yiyin mutlaka yakınınızda bir Arjantinli çiftin hakikaten seyri mükemmel tango gösterisini izleme fırsatı buluyorsunuz. Tabi ki her restoranın turistlerin kendisine gelmesini için yollara serpilmiş bir sürü çığırtkanları var, yani sizi kolunuzdan tutup içeri almaya can atıyorlar. Bunlardan biri “ hangi ülkedensiniz?” dedi. Türkiye deyince, “ Neee, aslan Fenerbahçe, (biraz küfürlü) bilmem ne Cimbom...” diye naralar atmaya başladı. Türkiye’ye geldiğinde Fenerbahçeli dostlarının onu maça götürdüğü hemen belli oldu.

Arjantin’e gelmişken bu işin en ustalarını seyredelim dedik ve ünlü Tango şovlarının olduğu güzel bir restorana gittik. Yemeğimizi afiyetle yedikten sonra, sahnede kolay takip edemeyeceğiniz hızda tango figürleri yapan çiftleri hayranlıkla izlemeye başladık. Bizim fuarda tercümanlığımızı yapan Arjantinli kız “Ben Tango bilmeyen bir erkekle hayatta evlenmem” demişti. Onun tavsiyesi ile bu çok iyi gösteri yerine gelmiştik. Tabi ki onu da getirmiştik. Önümüzdeki masada yemek yiyen, tahminen 80 yaşları civarında bir çift vardı. İnanılmaz bir zevkle tempo tutarak seyrediyorlardı. Tercümanımız onlarla bir şeyler konuştu, sonra bize döndü ve “Bugün evlenme yıldönümleriymiş, burada kutlamak istemişler, burada, yani 60 yıl kadar önce baş dansçılar olarak tango gösterisine çıktıkları bu sahnede” dedi. Meğer Arjantin’in çok ünlü emekli iki tangocusuymuş.

İnsan hemen havaya girip tango öğrenmek istiyor, ama kesinlikle çok iyi anlaşacağınız bir partneriniz olmalı, yoksa öğrenene kadar özellikle ayaklarınıza çok basılabilir veya siz partnerinizin ayağını çok ezebilirsiniz. Arada bir tehlikeli, hızlı dönüş figürleri yaparken veya partneriniz ayağını sizin iki bacağınız arasından geçireceği zaman bazı nazik uzuvlarınıza darbe alma riskiniz de var. İyisi mi biz tek başımıza rahat rahat oynayacağımız çifte telliye takılalım.

Edebiyat Gazetesi’nin On Beşinci Sayısı Yayında

Genel Yayın Yönetmenliğini Yücel Aydın’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Fırat Kasap’ın Edebiyat ve Sinemada Argo başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde Aksaray Yöresi Halk Oyunları kitabının yazarı Esra Aslan Türkcü ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirildi.

Edebiyat Gazetesi Sayı 15

Editörlüğünü S. Ali Ellikci’nin üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin nisan sayısında Kemancı başlıklı şiiriyle Şeyma Esma Yaşar, Edebiyat Yapma Kardeşim başlıklı yazısıyla Umut Özkan, Dönülmez Göçlerin Zamanı başlıklı şiiriyle Sinan Hüseyin, Edebiyatımızda Gerçekçi Anlatılar ve Mücadele Ruhu başlıklı yazısıyla Mehmet Sayan, Güz başlıklı yazısıyla Meryem Gökdağ, Veda başlıklı yazısıyla Rumuz Güz, Armudun İtibarı İade Edilsin başlıklı yazısıyla Orkun Cabi, Tango başlıklı yazısıyla Kadir Ersoy, İnadına Makas başlıklı yazısıyla Hüseyin Avni Cengiz yer aldı.

Alaska Yayınları bünyesinde iki yıldır yayın yapan Edebiyat Gazetesi’ni edebiyatseverler çevrimiçi olarak Magzter, Google Play Kitaplar ve edebiyatgazetesi.com üzerinden ücretsiz okuyabilirler. Gazeteyi cihazınıza indirip okumak için tıklayınız.

Orkun Cabi: Armudun İtibarı İade Edilsin

Bir meyve olduğunuzu düşünün. Hiç armut olmak ister miydiniz? İstemezsiniz değil mi? Çocuklara sorsanız onların hayal gücü geniş olduğu için çok farklı cevaplar gelebilir, kadınların çilek ve kiraz demelerini bekliyorum, egolu erkeklerimiz ise muhtemelen geçiştirir ya da belden aşağı espriler ya da sert çocuk imajı Hindistan cevizi falan derler mi acaba? İşte ben de bu yüzden bu yazıyı yazmaya karar verdim. Armudun itibarının geri verilmesi için.

Orkun Cabi: Armudun İtibarı İade Edilsin

Düşünsenize bir an Armut olduğunuzu, tatsız bir meyve değilsiniz, tadınız güzel, dayanıklısınız da; hemen çürüyüp bozulmuyorsunuz; çilek gibi, böğürtlen gibi. Ama kimse sizi ilk sıraya asla koymuyor.  Bir çocuğa sorsanız en sevdiğin meyve hangisi diye hiçbir çocuk da kalkıp armut demez. Muz, çilek, karpuz, şeftali, kiraz, kivi, can eriği belki bir sürü meyveden sonra sıra gelir armuda, büyük ihtimalle elmadan bile sonra gelir. Hatta saklambaçta ‘’elma dersem çık armut dersem çıkma’’ diyerek, orda bile olumsuzu yakıştırmışlar armuda.

Bu itibarsızlaştırma sürecinde en etkili söz de armudun iyisini ayılar yer atasözümüz olmuş bana sorarsanız. Bir kere ayının yanında yer almış ya armut. Ayı seviyor. Biz ayı mıyız? Ayı ile fazla ortak zevkimiz olmamalı, insan olarak daha sofistike zevklerimiz olmalı değil mi? Maalesef atamamış armut bu yaftayı üzerinden. Silememiş ayıyla anılmanın olumsuz imajını. Kemal Sunal filmlerinde de Hanzo’nun armut yemesi ve yine bombalı armut sahnesi hafızalarda yer etmiş.

Yemekhanede armut çıkar. Arkadaşım kolumu dürtüp, benim armudu sen seçsene, sen iyisini seçersin diye espri yapar. Hep dalga konusu olmuş Armut. Armut gibi kafası var, kaba yeri armut gibi, benzetmeler bile kötü bir şekli varmış gibi yapılmış. Ne günahı varsa armudun.     

Armudun bir güzelliği de mideyi de rahatsız etmez, özellikle kabuğunu soyup yerseniz. Elmayla eküri gibidir ama çok daha az asidiktir elmadan.

Aslında şahane bir meyve.  Hele bir de Santa Maria Armut ’una limon sıkıp yemeyi denediniz mi? Santa Maria Armut’u da demişken iyi insanın naifliği ile ilgili küçük bir anıyı da eklemek istedim. Eski bir yazlık siteye yeni taşınmıştık. Sitedekiler genellikle çok eski komşu ve dostlar birbirleri ile. Çok da iyi insanlar. Biz de yeni taşındık, herkes misafirperverlik gösteriyor. Bir gün bahçede karşılaştığım bir komşu abimiz, bana dedi ki

Sen armut sevmez misin?

Severim Abi dedim.

O zaman neden gelip benim bahçemdeki ağaçtan toplamıyorsun?

İçimden dedim ikramın, inceliğin naifliğin bu kadarı…

Tesadüf Abimizin adı da Osman Tanta idi. Ertesi yaz daha samimi olunca cesaret bulup,

Osman Abi senin bahçedeki armutlar çok lezzetli, ben bu armutlara isim koydum dedim.

Gülümsedi. Neymiş dedi?

Tanta Maria Armut’u dedim.

Daha sonra Osman Abimizin Tanta Maria Armut’undan dal alıp, bizim ayva ağacına aşıladık. Henüz meyve vermedi ama bekliyoruz. Bu arada aynı familyadan olursa bir ağaca bir sürü farklı meyve aşılanabilirmiş. Bu rekor sanırım ülkemizde 10 değişik meyve, dünyada 40. Bu ek bilgiyi de verdikten sonra armudu sevelim, sevdirelim. Hak ettiği itibarı gösterelim. Kalın sağlıcakla.

Deniz Boyraci: Defalarca Ne Yapıyorsak Oyuz

Bu yüzden mükemmellik bir eylem değil bir alışkanlıktır demiş Aristotales. Kitabımızın Konusu: Japonların günlük yaşantısını, kültürünü,uzun ve mutlu  yaşama sırlarını  anlatan kişisel  gelişim yöntemleri anlatılmış yerli halkla yapılan röportajlar ve onların anlatımları işlenmiş. Öğretici eğitici bir eser. Doğada yaşamın izlerini takip ederek bizde ikigaimizi bulmaya çalışacağız.

Deniz Boyraci:  Defalarca Ne Yapıyorsak Oyuz

Her ülkeye ait bir yaşam felsefesi vardır Japonya’nın felsefelerinden biri de Ikigai ‘dir. Japonya’nın Okinawa takımadalarında yaşayan halk, Dünya üzerinde yaş ortalaması en yüksek olarak biliniyor. İnsan ömrünün 100 sene ortalamasından da yüksek olduğu Okinawa halkının sırrı ise günümüzde şöhretini Okinawa’dan binlerce kilometre ötelere kadar taşımış. 

İkigai mi? Gelin o zaman beraber bakalım İkigai nedir? “İki”  hayat, “Gai” de amaç, gaye anlamlarına geliyor. Ikigai’yi kısaca kelime olarak; “Hayatın Amacı” olarak tanımlayabiliriz. Japonlar, herkesin bir ikigaisi olduğuna inanır, insanların her sabah yataktan kalkmaları için bir sebepleri vardır. Japon kültüründe emeklilik kelimesi yoktur. Ölmek istiyorsan emekli ol gibi meşhur deyimleri vardır. Ne olursa olsun, sağlıkları el verdikçe işlerini hevesle yapmaya devam ederler. “Japonlar herkesin bir ikigaisi olduğuna inanır, her sabah yataktan kalkmaları için bir sebepleri vardır. Huzur verici ve sağlıklı yasam rehberi olan bu kitap sizlere kendi ikigainizi keşfetmeniz için gerekli tüm bilgileri veriyor. Örneğin Aceleci davranmamanızı, hayat gayenizi keşfetmenizi, ilişkilerinizi canlandırmanızı ve kendinizi tutkularınıza adamanızı sağlıyor.

İkigai Felsefesini tanıyarak kitabımıza ilişkin daha detaylı bilgi ediniriz. Japonların ikigai felsefesi 4 elemente dayanıyor: sevdiğin, iyi olduğun, insanlığa hizmet eden ve para kazandığın bir şeyi yaparsan varoluş sebebine ulaşırsın. Bir nevi mutlu olma veya halinden memnun olma hali ama bu üç öğeden biri varken biri eksik olursa, duygusal hata durumları ortaya çıkar. Şöyle ki: Sevmediğin şeyi yaparsan: rahatsın ama boşluktayım hissi, İnsanlığa hizmet etmediğin durum: tatmin olur ama işe yaramazlık hissi, Para almadığın şeyi yaparsan: haz ve doygunluk var ama parasal rahatlık olmaz, İyi olmadığın şeyi yaparsan: heyecan ve hoşnutluk var ama belirsizlik hissi olur.

Bunun yanında da 2 elementin birlikte olduğu yerlerde de ek durumlar olduğu ifade ediliyor; 2 elementin bir arada olduğu sevdiğin ve iyi olduğun duruma: tutku,iyi olduğun ve parasal kazanç sağladığın duruma: uzmanlık,para kazandığın ve insanlığa hizmet ettiğin duruma: kutsal görev, insanlığa hizmet ettiğin ve sevdiğin duruma: misyon, görev olur. Asla vazgeçmemek, neyi sevdiğini aramak, hayatımızda olumsuz şeyler olsa bile gülecek yanlar bulabilmek. Önemli olan yaşanan olumsuzluklar değil o olumsuzluklarla nasıl başa çıkıldığıdır. Yıllar sonra insan geriye baktığında dolu dolu yaşanan anılar görmeli. İkigai sadece para kazanmak değil, bizim varlık sebebimiz, hayatımıza anlam katan şey. Bunu bulduğumuzda ise zaman su gibi akıp gidecektir. Ikigai yakalamak için kurallarına uymak gerek şimdi İkigai’nin 10 temel kuralına bakalım;

1-Öncelikle emekliliği unutun, aktif kalın. 2-Kötü anda bile gülümsemeyi ihmal etmeyin. 3-Egzersiz yapmaya sürekli devam edin. 4-Çevrenizde iyi insanlar, iyi arkadaşlarınız olmasına özen gösterin. 5-Doğal yaşamı asla arka plana atmayın. Siz de onun bir parçası olduğunuzu unutmayın. 6-Acele anında yavaşlayın. Yetişmezse diye dert edip hata yapmaktansa yavaşlayın. 7-Daima keyif aldığınız uğraşlar ile meşgul olunuz. 8-Her sabah uyandığınızda ne için uyandığınız gayesi sizinle olsun. 9-Teşekkür etmeyi bilin ve Ikigai’nizi takip edin. 10-“ Sadece faal kalırsanız bir yüzyıl yaşamak istersiniz.”

Kitapta alıntılanan iki söz gerçekten çok güzel;

Japonya’da uzun, sağlıklı ve mutlu yaşam sürüldüğünü nüfusun demografik yapısına bakınca anlamaktayız. Uzun ve sağlıklı yaşam birden fazla faktörün bir araya gelmesiyle mümkün olmaktadır. Sağlıklı bir yaşam felsefesine uyarak yaşamak, sağlıklı yemekler yemek, spor yapmak ve işini severek, sıkılmadan yapmak. Uzun bir yaşamınız olacaksa, yaşama amacınız olmalı ve bu sayede dünyada geçirilen süreyi anlamlı ve yararlı bir biçimde geçirebiliriz. Eğer yaşlı, hasta, yorgunsanız Japonlar, az da olsa insanın kendisini meşgul ederek küçük küçük işler yapmasını öneriyor. Bu sayede insan dinç ve meşgul kalacaktır. Emekli olmama ve aktif bir yaşam sürme, iyi dostluklar kurma, %80 oranında doyarak sofradan kalkma, her gün egzersiz yapma, günümüzü aydınlatan her şeye şükranımızı sunma, doğa ile yeniden bağlantı kurma, gülümseme, anı yaşama, ikigaimizi takip etme gibi eylemler de ikigaimizi bulma yolunda bize yardımcı oluyormuş. Bu kitabı kuduktan sonra eminim sizde ikigainizi bulmuşsunuz. Elbette hayat koşulları,  kültürel farklar ve farklı siyasal rejimlerde yaşamak bunu kolay kılmıyor olabilir.

Kapitalist Ekonomik sistemler, siyasal iktidarlar savaş çıkaran rantçılar, cinsiyetçiler ve Doğa tahribatçıları ikigaimizi bulmamız önünde engel teşkil ederler. Fakat neydi bir kuralımız " asla vazgeçmemek" bizler de doğru bildiklerimizden vazgeçmeyerek ikigaimizi, ikigailerimizi yakalayacağız elbet. Hakikat hâk arayışında, savaşsız bir dünyada özgürlük adalet ve barış içinde,  cins ayırımının yapılmadığı doğanın tahrip edilmediği tüm dil ve kültürleri yaşatmak bizim ikigaimizdir. Yazarlarımıza ilişkin ise: Hector Garcia, 1981 yılında İspanya’da doğmuştur, 2004 yılında Tokyo’ya taşınmış ve Japonya’yla ilgili gözlemlerine hem A Greek in Japan kitabında hem blog yazılarında hem de dergilere yazdığı makalelerde yer vermiştir. 10 yıldan fazla yaşadığı şehirde okuyucularıyla birlikte her gün yeniden şehri keşfetmektedir.

Francese Miralles, İspanyol yazar, çevirmen ve müzisyendir. 1968 yılında İspanya’da doğmuştur. Özellikle kişisel gelişim kitaplarında uzmanlaşan Miralles bir yayınevinde editörlük yaptıktan sonra istifa etmiştir. Şansını yazarlıkta denemeye karar vermiş, genç yetişkinler için yazdığı kitap büyük bir başarı yakalayınca kendini yazmaya adamıştır. Gazetecilik alanına da kayan yazar, İspanya’nın bazı gazete ve dergilerine yazılar göndermeye devam etmektedir. Francese Miralles, İspanyol yazar, çevirmen ve müzisyendir. 1968 yılında İspanya'da doğmuştur. Özellikle kişisel gelişim kitaplarında uzmanlaşan Miralles bir yayınevinde editörlük yaptıktan sonra istifa etmiştir. Şansını yazarlıkta denemeye karar vermiş, genç yetişkinler için yazdığı kitap büyük bir başarı yakalayınca kendini yazmaya adamıştır. Gazetecilik alanına da kayan yazar, İspanya'nın bazı gazete ve dergilerine yazılar göndermeye devam etmektedir.

Edebiyat ve Sinemada Argo

Argo sözcüğü son yıllarda yaygınlık kazandı ve küfür sözcüğünün yerine kullanılmaya başladı. Argo sözcüğünün tanımı şu şekilde yapılmaktadır:’’ Ortak dilden olmakla birlikte her yerde ve her zaman kullanılmayan ya da kullanılmaması gereken, külhanbeylerin serserilerin ya da eğitimsiz kimselerin kullandıkları sözcük, deyim ya da söz.’’

Fırat Kasap, Edebiyat ve Sinemada Argo

Tanımdan anlaşıldığı üzere eskiden küfür yaygın bir kullanım değildi. Eğitimsiz, cahil insanların kullandığı sözlerdi. Eğitimli, kültürlü insanlar ise ya çok sinirlendiklerinde ya da kontrollerini kaybettiklerinde küfrederlerdi. Durumu fark edince mutlaka özür dilerlerdi. Toplumda yozlaşma arttıkça küfürlü konuşmalar da arttı. Yaşı ne olursa olsun her kesimden insan kendine dikkat etmeden küfürlü konuşabiliyor. Cumhuriyet öncesi dönemde edebiyatımızda yazarlarımızın eserlerinde küfürlü sözlere rastlamak oldukça zor. Mehmet Akif’in Küfe şiirinde kaba sözleri görüyoruz ama bugünden bakınca o sözlere küfür demek mümkün değil. Büyük ihtimalle İstiklal Marşı şairi günlük yaşamında küfürlü konuşmadığı için şiirinde kaba sözlere yer vermiyordu. Orhan Veli Kanık günlük yaşamın dilini şiire soktuğu için döneminde çok eleştirilmişti. Kaba sözler olsa da küfürlü sözlere yer verdiği olmamıştı. Nazım Hikmet toplumcu bir şair olarak toplumun dilini şiirine yansıttı. Toplumun dilinde küfür ne kadar varsa onun şiirinde de küfür o kadar vardı. Bolca küfür edeyim diye bir derdi olmadı. Ne Necip Fazıl’da ne İkinci Yeni’de gereksiz küfürleri görüyoruz. Toplumda ne kadarsa o kadar.

Yetmişli yıllarda edebiyatımıza küfür kavramını sokan şair Can Yücel’dir. Şiirlerinde ve günlük yaşamında küfrü sıkça kullanıyordu. Şiirinde estetik bir zevk olduğu için okurları ve çevresindekiler küfürlü sözcükleri kullanıyordu. Şiirinde baktığımızda sözcüklerin tamamının küfür olmadığını görüyoruz. Küfrü ölçülü, dengeli bir biçimde kullanmış. Merak eden okurlar için kitaplarının isimlerini vereyim, baksınlar. Ölüm ve baksınlar. Ölüm Vardiyası, Seslerin Sessizliği, Sevgi Duvarı, Alavara, Portreler, Beşibiyerde.

Seksen sonrası yazarlarda küfür kullanımının arttığını görüyoruz. Bunun sebebi Can Yücel’e özenmek olamaz. Çünkü Can Yücel’in siyasi görüşlerine, yaşam tarzına özenme göremiyoruz. Demek ki küfür kullanımı toplumda arttığı için edebiyatta da artıyor. Toplumun kültürüne önem veren edebiyatçılara düşen bir sorumluluk var. Küfürlü sözcükleri az kullanarak gençlerde yaygınlık kazanmasını önlemek. Edebiyattan etkilenen sinemanın dilinde yozlaşma çok net görülüyor. Seksenli yıllarda, çocukluğumda Kemal Sunal’ın Şaban karakterli filmlerini çok severdim. Annem ise seyretmemi istemezdi. Küfürlü konuşuyor, seyretme şunları derdi. Bugün bu filmlere baktığımızda günümüzün filmlerine göre çok masum kaldığını görüyoruz. Yeşilçam filmlerindeki kibarlığı bugün beklemek mümkün değil ama yine de biraz insaf demek lazım.

Şahan Gökbakar’ın başrolünde oynadığı Recep İvedik filmleri içinde bolca küfür barındırıyor. Milyonlarca izleyicisi bulunan bu filmin yedinci ya da sekizincisi oynuyor. Aynı oyuncu aşk filmleri çektiğinde en fazla iki yüz bin kişi izliyor. Toplum Şaban’dan sonra Recep İvedik’te kendini buldu, onu izliyor. Kitap, dergi, gazete okumayan, tiyatroya, baleye, operaya gitmeyen müze, resim sergisi gezmeyen, kendini geliştirmek gibi bir derdi olmayan insanların Recep İvedik’e gülmeleri normal. Aslında Recep İvedik’e değil, kendi ağlanacak hallerine gülüyorlar. Ünlü oyuncuların yer aldığı Ölümlü Dünya isimli bir film var. Filmdeki iki konuşmadan biri küfür. Kullanılan küfürlere espri diye gülmemizi bekliyorlar. Filmden çıkınca akılda hiçbir espri kalmıyor, sadece küfürler kalıyor.     

Toplumda, özellikle gençler arasında küfür oldukça yaygın. Bu sorun iletişimde birçok kazaya neden oluyor. Kolayca çözülebilecek sorunlar içinden çıkılmaz hale geliyor.

Küfürlü konuşmalardan dolayı birbirlerini yaralayan, fiziksel zarar veren insanların haberlerini televizyonlarda izliyoruz, sosyal medyada takip ediyoruz. Aynı milletin insanları düşmanmış gibi birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Hele trafikte çıkan sorunlar inanılır gibi değil. Trafikte direksiyonun başına geçen kim olursa olsun bağırıp çağırmayı, küfretmeyi kendine hak görüyor. Psikologlar, psikiyatristler sürekli öfke kontrolünden bahsetseler de toplumda karşılığını göremiyoruz. İnsanlar sakin olmayı beceremiyorlar.

Ramazan ayında oruç tutan insanlar, iftar yaklaştıkça daha da sinirli oluyorlar. Tasavvufta nefis terbiyesi diye bir kavram var. Öfkeyi kontrol etmek de nefis terbiyesi içinde yer alıyor. Oruç tutuyorsan sadece aç kalmayacaksın, aynı zamanda öfkeni de öldüreceksin. Küfür sevgi belirtisi değil öfke, nefret belirtisidir. Uzak durmaya çalışalım.

Çocuklar, gençler yetişkinleri, yakınlarındaki büyükleri örnek alıyorlar. Onların küfürlü konuşmalarını istemiyorsak önce biz yetişkinler küfürlü konuşmayalım. Edebiyat eserlerini, sinema eserlerini, sırf toplumun aynası olacağız diye küfürlü metinlerle doldurmayalım. Küfrün ne dinde ne gelenek göreneklerde yeri yok, bunu bilelim. Küçücük çocuklar daha dillerini öğrenmeden küfür öğreniyor. Yabancı futbolcular dilimizi öğrenmeden sahada küfrediyorlar. Dilin gelişmişlik düzeyi toplumun gelişmişlik düzeyini gösterir. Dilimize sahip çıkalım. Dilimizi kirlerden paslardan arındırıp taze temiz bir dil oluşturalım. Miras dediğimiz şey sadece mal mülk değildir, dil de bir mirastır. Çocuklarımıza küfürle kirlenmemiş bir miras bırakalım. Yazımızı edebiyat dilimizin güzel bir örneğiyle bitirelim:

Güneşle uyandım

Üç yaprak parşömen serili yere

Yazılmayı bekliyorlar sardunyalarla

Biri yavruağzı öbürü çingenepembem

Zeytinin filizi de bekliyor yazılmayı

Güneşe karşı hortumun içine kıvrılmış kedi

Ve ben 

Ben de bekliyorum yazılmayı

Yazımız bu bizim

Can Yücel


Edebiyatımızda Gerçekçi Anlatılar ve Mücadele Ruhu

Edebiyat, toplumun bir aynasıdır ve yazarlar bu aynanın arkasındaki gerçekleri yansıtır. Gerçekçi edebiyatın yazarları, eserlerinde toplumdaki eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve sömürüyü ele alarak, değişimi ve özgürlüğü savunurlar. Bu yazıda, edebiyatımızda iz bırakmış bazı yazarları ve eserlerini inceleyeceğiz.

Mehmet Sayan: Edebiyatımızda Gerçekçi Anlatılar ve Mücadele Ruhu

Öncüler

Namık Kemal: Vatan sevgisi, özgürlük ve adalet temalarını eserlerinde işleyen Namık Kemal, edebiyatımızın en önemli yazarlarından biridir. "Ceza Muhakemeleri", "Akif Bey" ve "İntibah" eserleri, en bilinen eserleridir.

Ahmet Mithat Efendi: Tanzimat Dönemi'nin önemli yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi, eserlerinde toplumsal sorunlara ve aydınlanmaya değinmiştir. "Felatun Bey ile Rakım Efendi", "Letaif-i Rivayat" ve "Çengi" eserleri, gerçekçi edebiyatın klasikleri arasında yer alır.

Nabi: Divan edebiyatının önemli şairlerinden olan Nabi, eserlerinde toplumu eleştirmiş ve adaleti savunmuştur. "Hayrâbâd", "Hâb-ı Hayâl" ve "Tuhfetü'l Haremeyn" eserleri, gerçekçi edebiyatın önemli örnekleridir.

Kemal Tahir: Eserlerinde yoksulluğun, emek sömürüsünün ve sınıf ayrımının yarattığı dramaları anlatan Kemal Tahir, usta bir romancıdır. "Devlet Ana", "Yorgun Savaşçı" ve "Esir Şehrin İnsanları" eserleri, gerçekçi edebiyatın unutulmaz eserleridir.

Devamcılar

Refik Halit Karay: Cumhuriyet Dönemi'nin önemli yazarlarından olan Refik Halit Karay, eserlerinde toplumdaki değişimleri ve çelişkileri işlemiştir. "Memleket Hikayeleri", "Yedigün" ve "Anadolu'da Bir Köy Enstitüsü" eserleri, gerçekçi edebiyatın önemli örnekleridir.

Orhan Kemal: Eserlerinde yoksulluğun, emek sömürüsünün ve sınıf ayrımının yarattığı dramaları anlatan Orhan Kemal, usta bir hikâye anlatıcısıdır. "Murtaza", "Bereketli Topraklar Üzerinde" ve "Kapak" eserleri, gerçekçi edebiyatın unutulmaz eserleridir.     

Yaşar Kemal: Anadolu insanının yaşam mücadelesini ve ezilenlerin sesini eserlerinde anlatan Yaşar Kemal, toplumcu gerçekçi akımın önemli temsilcilerindendir. "İnce Memed", "Teneke" ve "İnce Memed II" eserleri, gerçekçi edebiyatın klasikleri arasında yer alır.

Aziz Nesin: Mizahı ve hicvi ustalıkla kullanan Aziz Nesin, eserlerinde gericiliği, yozlaşmayı ve sömürüyü eleştirir. "Toros Canavarı", "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" ve "Zübük" eserleri, gerçekçi edebiyatın önemli örnekleridir.

Günümüz Yazarları

Murathan Mungan: Şiir, roman ve öykü türlerinde eserler veren Murathan Mungan, günümüz edebiyatının önemli yazarlarından biridir. "Cahil Periler", "Hatıralar ve Hayaller Üzerine" ve "Kırk Oda" eserleri, gerçekçi edebiyatın güncel örnekleridir.

Ece Temelkuran: Roman ve öykü türlerinde eserler veren Ece Temelkuran, günümüz edebiyatının önemli yazarlarından biridir. "Duman" ve "Üç Sezon" eserleri, gerçekçi edebiyatın güncel örnekleridir.

Ahmet Altan: Roman, öykü ve deneme türlerinde eserler veren Ahmet Altan, günümüz edebiyatının önemli yazarlarından biridir. "Kılıç Yarası Gibi", "Eylül'de Gelir" eserleri, gerçekçi edebiyatın güncel örnekleridir

Murat Gülsoy: Roman, öykü ve deneme türlerinde eserler veren Murat Gülsoy, günümüz edebiyatının önemli yazarlarından biridir. "Benden Daha Güzel", "Köpekli Bir Adam", "Sarı Sıcak" ve "Jahreszeiten" eserleri, gerçekçi edebiyatın güncel örnekleri arasında gösterilir.

Sonuç

Gerçekçi edebiyatın yazarları, eserlerindeki gerçekçi bakış açılarıyla toplumdaki sorunları dile getirerek değişimi ve özgürlüğü savunurlar. Edebiyatımızda gerçekçi yazarlar ve eserleri önemli bir yere sahiptir ve gelecek nesillere ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Bu yazarlar, eserlerinde işledikleri temalar ve eleştirel bakış açılarıyla okurların toplumsal bilincini geliştirmesine ve sorgulamaya yönlendirmesine katkıda bulunmuşlardır.

Edebiyat Yapma Kardeşim!

Yaşam içinde çok yerde duyarız. Bakkalda, manavda, otobüste, sokakta ya da bir tartışma sırasında: Edebiyat yapma kardeşim! Çalıştığım okullardan birinde edebiyat kulübünün şiir gecesinin tanıtımı için okul müdürü “Edebiyat yapmayın kardeşim! Yapacaksanız yapın.” sözünü kullandığında ülkenin Kültür Bakanı da bir toplantıda yazarları eleştiriyor, “Çok edebiyat yapıyorsunuz.” diyordu.

Umut Özkan: Edebiyat Yapma Kardeşim

TDK sözlükte şöyle yazar: Edebiyat (yazın); olay, düşünce ve hayallerin estetik bakımından ifade edilip aktarılmasıdır. “Edebiyat yapma” ifadesi ise gereksiz sözcükler ile süslü konuşmak olarak tanımlanır. Edebiyat yapmak sözü yazınımıza bir hakarettir. Boş konuşmaktan bir olayı yalan, yanlış ifade etmek gibi birçok anlamı içine alır. Edebiyat yapmak ifadesi şiirden öyküye, masaldan fıkraya, denemeden türküye kadar birçok eser yok sayılarak, yazarları üzülerek kullanılıyor. Yaşamın adı olan edebiyat kavramını küçültmek için kullanılıyor. Hulki Aktunç'un büyük çalışması Argo Sözlüğü’nde bile bu ifade var.

Bir kısım insanlar için edebiyat, geçmişten bugüne “boş söz” olarak algılanır. Kültür seviyesi yüksek, entelektüel olarak gördüğümüz insanlar bile konuşurken “Bırak edebiyat yapmayı!” sözünü kullanır, bundan rahatsızlık da duymazlar. Bu sözle yaşamın gerçek adı olan şairleri görmezden geliyoruz. Çocukların hayal dünyalarının kahramanı masalları derleyenleri, yazanları, yaratanları yok sayıyoruz. Daha birçoklarını. Çünkü edebiyat canlıdır, hareketlidir. Bazı türleri kuşak aktarımı ile de yaşar. Klasik müzik sevgisini “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi.” repliğiyle nasıl yok ettiysek “Edebiyat yapma kardeşim!” sözü de o kadar etkili oldu.Yazın hayatımıza hakaret olarak gördüğüm bu ifade herkesin dilinde. Aslında bu “Edebiyat yapma!” ifadesi “Boş konuşma.” sözünü içine alıyor. İlk bakışta tüm edebiyat ürünlerini kastediyormuş gibi algılıyoruz ama boş zaman, gevezelik, laflama anlamında kullanılıyor. Mecaz anlam içeriyor. Nazım Hikmet’in şiirini okuyan insanı “Edebiyat yapma kardeşim!” diyerek eleştirdiğimizi düşünün ya da Sait Faik’in hikâyesini “Edebiyat yapma!” sözüyle kestiğimizi. Veya halk türkülerimizi “Edebiyat yapılıyor.” diye eleştirdiğimizi... Bu, görgüsüzlük ve hadsizliktir. Çünkü onlar gerçekten hayattır.

Edebiyatımız ile boş zaman doldurulmaz. Her edebiyat eseri yaşamın öznesidir. Boş zaman planlaması içinde olan bir kavram değildir. “Tek başınıza bir adada kalsanız yanınıza öncelikle alacağınız şey nedir?” diye karşılaştığımız klasik bir soru vardır. Herkes bir edebiyat eserinin ismini vererek bu soruyu cevaplar. Edebiyat yazını yaşamı rengarenk yapan, bizleri değiştiren, dönüştüren, yaşama kazandıran bir olgudur. Gereksiz olarak gören toplumlar vardır. Onların demokrasilerinde sorun vardır. Sosyal yaşamında, ekonomisinde kapanmaz yaralar vardır. Edebiyat eserinde her kahraman ders alınacak yol göstericidir. Her olay bir kılavuzdur. Şiirdeki ana duygu vicdanımızdır. Hikâyedeki karakter yaşamımızın anlamıdır. Boş zamanımızı dolduracağımız, “Olursa iyi olur, olmazsa bir şey olmaz.” diyeceğimiz bir olgu değildir. Edebiyatın olmadığı bir yaşam çöldür. Edebiyat, demokrasilerde yeşerir, ürün verir. Onunla kardeştir. Ülkelerin tarihine bakın, edebiyat ne kavgalardan yüz akı ile çıkmıştır. Hitler’in Almanya’sına bakın, Adolf Hitler de Almanya’yı çok seviyordu, edebiyatçı Bertolt Brecht de. Almanya’yı yakan, yıkan, yerle bir eden anlayış yerine Brecht’in edebiyatçı anlayışı sevgiyi, barışı, dostluğu yeniden inşa etti. Şiirler yazdı, öyküleriyle tiyatro oyunları oluşturdu. Herkes onlarla vicdanı ve empatiyi öğrendi. Hitler o sırada bu edebiyatı zehirli bir sarmaşığa benzetiyordu. “Edebiyat yapmayın kardeşim!” diyor muydu, bilmiyorum.     

Hiçbir eser, şiir, öykü, roman vb. boş zamanımızı doldurmaz. Tüm zamanları içine alan bir geniş zaman kavramıdır.

Bu zamanda boş yoktur. Alacağınızı hemen alırsınız. “Edebiyat yapma kardeşim!” ifadesi boş zaman kavramının adıdır. Edebiyat, üretim ile anılır, emek ile anılır. Her eser imbikten süzülürcesine ilmik ilmik dokunur. Edebiyat ile boş zaman yan yana bile getirilemez. Yazın, yaşayan dinamik bir kavramdır. Her söz, her cümle, her kahraman ölümsüzdür. Abıhayat içmiştir. Yüzyılları bir çırpıda önünüze getiren en etkili araçtır. Dünya görüşünüzü, hayatınızı şekillendiren bir büyük ustadır. İnsanlığınızı gün yüzüne çıkaran bir bilgedir. Ne zaman demokrasiler yok edildiyse edebiyatçılar, şairler, yazarlar bundan zarar görmüştür. Edebiyat özgürlüğün olmadığı yerde yaşamaz. “Edebiyat yapma!” ifadesi yazın sözcüğünü itibarsızlaştırmak için kullanılagelmiştir.

Bir de “Tiyatro yapma kardeşim!” lafını çok duyarız toplumda. Gerçek olmayan işler için kullanılır. Tiyatro sözcüğü yaşam gerçekliğidir. Yalan gibi bir sözcükle ya da toplumda alengirli olarak kabul edilen işlerle nasıl birlikte kullanılır? Edebiyat ve tiyatro kavramları, gerçek olmayan, yalan sözcüklerini daha vurgulu anlatmak için özellikle kullanılıyor. Çoğu zaman okuyoruz, bu bir tiyatrodur, bununla tiyatronun gerçeklik aynasını yok ettiğimizin farkında bile değiliz. Güzelim tiyatro sanatçılarına, onların bin bir zahmetle ortaya koyduğu, sahnelediği oyunlara bu kötülük neden yapılır? Halkın gerçekleri tüm çıplaklığıyla öğrendiği tiyatroya genel olarak “Yalandır; konuları, anlattıkları, oyun karakterleri yalan üzerine kurulur.” algısını yaratmak. Tıpkı “Edebiyat yapma kardeşim!” ifadesini kullanarak yalanı yazınımızın baş köşesine oturttukları gibi. Bilinç ve kültürümüz bu sözcükleri şimdiye kadar kelime dağarcığımızdan çıkarmalıydı.

Birçok edebiyatçı var ki oyunları tiyatronun temel taşıdır. Edebiyat ve tiyatro birbirini tamamlar. Birbirini aydınlatır. Hep bir emek ve alın teridir. Bu sözler ile bakkalda, manavda, sokakta ya da yazılı ve görsel medyada edebiyatımızı boş zaman kavramının anlamsal karşılığı olarak gösteriyorlar. Toplumlar edebiyatıyla, tiyatrosuyla, mizahıyla tanınır ve sevilir. Toplumda “yalan” diye bir sözcük var. Gerçek anlamı da var. Dilimizde de anlam karşılığı var. Nedense dil bilimcilerimiz, anlı şanlı Türk Dil Kurumumuz bunlar için kafa yormaz. Hem edebiyata hem de tiyatroya bu kötülük yapılmaya devam ediliyor. Sivil toplum kuruluşlarının da bu duruma bir tepkisi yok. Gelin tiyatromuzu ve edebiyatımızı bu ifadelerden kurtaralım. Şimdi, hemen, vakit geçirmeden haydi!

Sinan Hüseyin: Dönülmez Göçlerin Zamanı

Sinan Hüseyin, Dönülmez Göçlerin Zamanı

Bir kapının ayrı taraflarında durup

Tam ortasından geçiyoruz sızının

Sızı büyüyor

Küle dönmüş bir gecemizde


Sonra ellerimiz çekiliyor kendine

Ellerimiz yorgun düşüyor

Yorgun düştüğü yerde

Gelinciklere ölüm saçıyor 


-ölüm ki

Çoğaldıkça çoğalıyor küle dönmüş gecemizde


Ve unutuyoruz uçan kuşları

Akan suyun sesini

Filizlenen ilk başağı

Dağ başlarında tüten ateşi 

Tenimizde taranmış sabahları


İçimizde

Dönülmez göçlerin başladığı zamanda

Kapı açılıyor

Sessizce

Korkuyla 


Aynı değil artık giydiğimiz elbiseler

Yürüdüğümüz yollar

Dinlediğimiz şarkılar

Kokusunda buluştuğumuz kahve fincanları 

Göz bebeklerimizde oluşan heyecanın rengi


Bu bir son durak

Yaşanmış bütün zamanlara

Ve tükenmiş ruhlarımıza şarkıların söylendiği

Şeyma Esma Yaşar: Kemancı

Şeyma Esma Yaşar: Kemacı

Bil bu şiir sana kemancım

Okuyorsun bu satırlarımı

Anlatır odalarımızı

Ben şair ruhluyum ya sen nesin

Bir kemancı mısın


Melodin alıyor aklımı

Dinlediğim şarkılar senin hep

Zaten ezelden beri buyumdur ben hep

Ya bunun gibi şeyler yazarım

Ya da şarkılarını dinlerim


Gülüşünde bir şarkın

Tüm notalardan daha derin

Ve gerçektir gülüşün

Gerçek ve yalancı bi kemancısın

Bense saf ve kirli bir şairim

Neden bu kadar zıt olduk

Biz melodi değil miydik


Yaşar Akbaş: Sevdası Olanın Acısı da Sözü de Çok Olurmuş

Merhaba Yaşar Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1958 yılında Niğde vilayetinin Aksaray ilçesin de doğmuşum. Anadolu Üniversitesi sosyal bilimler fakültesi mezunuyum. Sarraf ve Kuyumculukla uğraşmaktayım. İki evladım var. Kültür ve sanat faaliyetlerine ilgim ortaokul yıllarında başladı. Usta yazarları taklitle başlayan  gönül maceram  aşk, vefa, sadakat gibi kavramları   yaşamak ve yaşatmak  gibi bir sevdaya dönüştü. Zira sevdası olanın acısı da sözü de çok olurmuş.

Yazar Yaşar Akbaş

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kültürel aranda kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum okuma yolculuğumla birlikte başladı desem abartılı olmaz. İlk olarak şiire merak salmıştım. Nasıl yazılıyor derken karşıma pek çok kapılar açıldı. İlk önceleri Karacaoğlan, Köroğlu gibi sanatçılardan etkilenmişken, zamanla diğer sanatçılar hakkında bilgim genişledikçe kendi sitilimi oluşturdum. Önce okumak, dinlemek, gönül ve hafıza laboratuvarında yoğurmak, mayalanmasını beklemek, sonra da yazmak.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İnsanın en büyük destekcisi kendi azmi ve iradesidir. Dostlar arkadaşların elbette ki az veya çok destekleri olacaktır. Yola çıkacak kişi azminden ve sevdasından güç alması gerekir. O sebepledir ki sanat halk için olmalıdır. İnsanın en büyük destekçisi aşk ve iradesidir. Seven insana dert ve kederler sıkıntı vermezler aksine azmini bilerler.

Otobiyografinizi kaleme aldığınız  “Mihenk Taşı” isimli kitabınız Alaska Yayınları'ndan çıktı. Kitaplarınız da okurları ne gibi sürprizler bekliyor?

Yaşadıklarımı anlatmaya çalıştım. Her halde en büyük sürpriz, esnaf kökenli bir insanın kitap çıkarabilecek kültüre erişme, yazabilme tekniğini amatör de olsa bulabilmesi, insanların karsısında rahat konuşabilmesidir. Şiir şarkı ve türküleri anılarla karıp, gönül laboratuvarında yoğurup, içine aşk sevda veya gibi garnitürler katarak yepyeni bir ürün oluşturdum. Ürünümün adı Mihenk Taşıdır.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınız da ne gibi bir etkisi oldu?

İlk başlarda etkilendiğim şair ve yazarlar çok fazla olurken bu oran gittikçe azalma göstermektedir. Şairlerden Necip Fazıl, Abdürrahim Karakoç, Âşık Veysel. Roman sahasında Emine Işınsu hanımın Azap Toprakları, Çiçekler Büyür romanları ile Balkan Türklerinin dramına şahitlik ettik. Cengiz Aytmatov'un elveda Gülsarı ve Gün Olur Asra bedel kitapları ile komşumuz Rusya da ki Türk cumhuriyetlerini öğrendik. Reşat Nuri Gültekin Bey'in Çalıkuşu ve diğer eserlerin de cumhuriyet dönemi kültür sanat ve sosyal hayatı keşfettik. Okumak, yazmak yazdıklarımı neşretmek, kendime olan cesaret, ve öz güven aşıladı. Nezaket esas olmak üzere, düşüncelerimi saklamadan konuşabilirim. Fikirlere saygı duyarken düşüncelerime de katılmıyorsa da saygı isterim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucuya ipucu verebilir misiniz?

Üzerinde çalıştığım adını da “Alyans” diye düşündüğüm ilk elli sayfaya kadar yazdığım ikinci bir roman çalışmam mevcuttur. Alyansı bitirdikten sonra yazabilirsem bir de “Şövalye” diye bir kitap daha yazmak istiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Birazcık da amatör yazar ve şairlerin eserlerinin önünden hızlıca geçmesinler. Hani bir şarkı da şair diyordu ki: "Benim de kalbim var / Ben de insanım" Selam sevgi ve muhabbetlerimle.

Sosyal Medya Yazarları Türk Edebiyatını Olumsuz Etkiliyor

Merhaba Esra Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1986 yılında Aksaray’da doğdum. Aksaray’da aldığım ilkokul, ortaokul ve lise eğitimlerimden sonra Konya Selçuk Üniversitesi ve Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği bölümünden 2008 yılında mezun oldum. 2008 yılında Aksaray’da sınıf öğretmenliği yapmaya başladım, 2013 yılında Erciyes Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi bölümünden yüksek lisans yaptım. 2018 yılında ikinci lisans derecesini Aksaray Üniversitesi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünden alarak okul öncesi öğretmenliği alanına geçiş yaptım.  Hala Aksaray’da okul öncesi öğretmeni olarak görev yapmaktayım. 2022 yılında mezun olduğum Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Halkbilimi bölümünde hazırlamış olduğum yüksek lisans tezimi ilkokul yıllarından beri ilgi duyduğum halk oyunlarıyla ilgili olarak kitaplaştırdım.

Esra Aslan Türkçü

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kültürel aranda kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Aksaray’ın Taşpınar Kasabasında altı kardeşin altıncısı olarak dünyaya geldim. Evin en küçüğü olduğum için abi ve ablalarımdan kalan Cin Ali serisi okuma yazma kitaplarıyla okuma yolculuğuna başladım. Altı kardeş ne kadar da özenli kullansa da geriye kalan kitaplardan bir tanesinin sayfaları yırtılmıştı. Ben de o kitabın eksilen sayfalarını kendim tamamlayıp resimlendirerek tamamlamıştım. İlk kitap yazma serüvenim yedi yaşımda başlamıştı aslında. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarımda Türkçe ve Edebiyat derslerinde yazdığım kompozisyonlar ile öğretmenlerimden büyük beğeni toplardım. Girdiğim kompozisyon yarışmalarında dereceler elde ettim. Öğretmen olduktan sonra da yazmaya devam ettim. Öğretmenler arası kompozisyon yarışmalarında da çok sayıda derece elde ettim. Okul öncesi çocuklarına yönelik kitap yazma hevesim hala içimde yaşarken, yapmış olduğum yüksek lisans tezini kitaplaştırarak içimdeki kitap yazma hevesini taçlandırmak istedim. Yazma sürecimde annemin edebiyata olan ilgisinin büyük etkisi oldu. Halk oyunlarına yönelmemde ise ilkokul öğretmenim Gülsen Yavuz’un etkisi büyük olmuştur. Halk oyunlarına bağlılığım da yazmaya olan bağlılığım da ilkokul yıllarımdan geliyor.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Bu maceralı serüvende en büyük destekçim annem ve oğlum oldu. Annem gerek manevi gerekse maddi anlamda kitap yazmam ve yayınlamam konusunda her zaman arkamdaydı. Oğlum ise ona ayıracağım zamandan feragat ederek en büyük destekçilerimden oldu. Oğlumun “Tez yazman ne zaman bitecek anne? Kitabında benim adım da geçecek mi anne?” sorularına “Az kaldı oğlum, teşekkür kısmına senin adını mutlaka yazacağı oğlum.” diye cevaplar vererek onun sabırla beklemesini kolaylaştırdım. Tez danışmanım Doç. Dr. Kübra Yıldız Altın ise beni bilgisi ve deneyimi ile cesaretlendirerek bir başka destekçim oldu. Hepsine bu serüvende bana yol arkadaşlığı yaptıkları için ayrı ayrı teşekkür ederim.

Araştırmayı seven kitapseverlere ve akademisyenlere rehber olacak Kültürel Değişme ve Süreklilik Bağlamında Aksaray Yöresi Halk Oyunları kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabım, halk oyunlarına gönül vermiş kişilere ve Türk halkbilimi alanında araştırmalar yapan araştırmacılara bir yöreye ait tüm oyunları çok yönlü olarak yaklaşarak geniş bir yelpazeden bakabilme olanağı sağlıyor. Devinimsel bir yapıya sahip olan halk oyunlarının figürlerini görsel olarak incelemek isteyen okurlarım, kitapta bulunan QR kodlarını telefonları ile okutarak oyunların videolarını da izleyebilmektedirler. Bu şekilde oyun figürlerini, motiflerini de kolaylıkla izleyip oyunun nasıl oynandığını da öğrenebilmektedirler.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Şiirleri çok severim. Kısacık cümlelere ne çok anlamlar gizlerler. Başucu kitabım Cemal Süreyya’nın Sevda Sözleri kitabıdır. Kitap konusunda çok seçiciyimdir. Şiirlerin bende yeri apayrıdır. Cemal Süreyya, Özdemir Asaf, Can Yücel’in neredeyse tüm kitapları kütüphanemde mevcut. Türk ve dünya klasiklerinin yanı sıra lise ve üniversite yıllarımda severek okuduğum Ahmet Ümit, Jean Christophe Grange ve Dan Brown yine kütüphanemde başköşede yer alır. İlkokul yıllarımda Ömer Seyfettin okurken ortaokulda Reşat Nuri Güntekin eserleri okumayı tercih ettim. Lise yıllarımda Türk klasiklerinin yanı sıra Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Hugo’nın en etkileyici romanlarını severek okudum. Bende en etki yaratanlar Victor Hugo’nun Sefiller romanı ile Dostoyevski’nin Ezilenler romanı oldu. Üniversite yıllarımda ise psikoloji, eğitim, siyaset, tarih, felsefe içerikli kitaplar okumaya yöneldim. Dönem dönem ihtiyaçlarıma ve ilgi alanıma göre okuduğum yazarlar, kitaplar ve tarzlar değişse de genel itibariyle gerçekçi toplumsal içerikli eserler ve yazarlara ilgi duydum. Okuduğum her eserden önemli gördüğüm yerleri not edip yeri geldikçe açık okuyup faydalanmaya çabaladım. O nedenle okuduğum her eser ve yazarın bende büyük izleri vardır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yıllardır üzerinde çalıştığım okul öncesi çocuklarına yönelik 6 serilik bir kitap hayalim var. Oğlumla birlikte yapmış olduğumuz maceralı yolculukları konu edinen eğlenceli bol görselli bir kitap serisi ortaya koymak niyetindeyim. Aynı zamanda doktoraya başladığım zaman hazırlayacağım tez çalışmamı da yine kitap olarak yayınlamayı düşünüyorum. Yüksek lisans tezimin paralelinde yine halk oyunları ile ilgili bir çalışma yapmayı çok istiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Özellikle gençler ve çocuklar arasında sosyal medya fenomenlerinin yazdığı veya futbol yıldızlarının konu edildiği kitapların çok fazla ilgi gördüğünü fark ettim. Hayatımızın her alanına giren teknolojinin ve sosyal medyanın etkileri okur kitlesinin de farklılaşmasına sebep oluyor. Sosyal medyada tanınır olmak, çok beğeni toplamak, amacı sadece para kazanmak olan sosyal medya dünyası yazarlarının Türk edebiyatına olumsuz etki yaptığını düşünüyorum. Okuyucular da kitap seçimlerini yaparken kendilerine katkı sağlayacak, onları aydınlatacak ve ruh sağlıklarını olumlu etkileyecek kitaplar seçerlerse eminim Türk edebiyatına olumlu katkı sağlamış olacaklar.

Sadıq Qaarayev: BAĞBAN ve YOL

Qarışqalar nizamlı dəstəylə yuvaya doğru, yuvadan uzaqlara gedirdilər, hərdən  bir-birlərinə toqquşub, dəyirdilər... Ancaq bu zaman insanlar kimi bir-birlərinə bozarmırdılar, qarışmırdılar. Mövcudluqları üçün dəmir qanunlardan incə-uzun yollarına  iz salırdılar, öz dünyalarında, yollarında qalırdılar. Baxdım-baxdım, ehtiyatla üzərlərindən adladım.

Sadıq Qaarayev

- Bağdan sonra, hasarın diblərini də dərmənlayarsan, qarışqa zad olur!- ayağını ayağının üstə aşırdıb, kölgədə çay içə-içə telefonda prikollara baxıb, öz -özünə gülən, hərdən də onunla dindən, halalıqdan danışan, keçəl, ağ buxaqlı, boynu balaqlı gənc adam dilləndi. İstədi etiraz etsin, şərtdə belə iş nəzrdə tutulmurdu, lakin gözünün önünə əlli manat və daxmasının apxa tətəfindəki günü- gündən genişlənən çatlar gəldi... O dayanıb, bir xeyli baxdıqdan sonra, başı ilə razılaşdığını bildirdi... Min beş yüz düzəldib, öz həyətində yeni ev tikməyə mane olan, üç-beş kubik hörüləndən sonra gəlib uçurdan dəstənin başçısı, balcaboy, arıq, qarasifət, tülkügöz, hərdənbirsöz, siçanburun, eşşəkqulaq, at mədəli, məmur vəsiqəli adama rüşvət verməliydi... Hesabladı ki, əllinin iyrmisini xərcləyər, otuzunu yığar... Əlli dəfə bu cür iş düşsə, tikintiyə icazə ala bilərdi...

Fidan tuta yaxınlaşdım, bir- ya iki yaşı olardı, ilk bahardı, yarpaqları yeni-yeni açırdı, üzərinə yeni doğan günəşin şəfəqləri saçırdı. Baxdım-baxdım, yarpaqları tumarladım, heç kim yox idi, bəlkə mənə belə gəldi, bilmədim ki, maraq üçün yola çıxdım.

İş qurtaranda, ağbuxaqlı keçəl adam sözünü, özünü, iyirmi manata satdı, israfçılığa, qənatə, halalığa vəs. aid xeyli "ibrətamiz" misallar gətirib mübahisə etdi, onun istidən qurumuş boğazında səsi batdı, ancaq otuz mantadan artıq ala bilmədi…

Boy balaca olnda insan yolu yaxın görür, öz-özündən xəyal hörür. Hələ yola, torpağa, hərdən boylanan çınqıl- daşlara  ucadan baxmırdım, uşaq idim, onlara çox yaxın idim.

Ensiz, torpaqlı, çınqıllı- daşlı yol gəlib, çıxdı torpaqsız, enli yola. Bu yolda yolçular çox idi, daha tək deyildim, amma onlar, elə yol da yad idi... Susqun-susqun gedirdi yolçular, qəribəydi, onlar harasa tələsirdi. -Hara? Maraqla qoşuldum onlara. Qarışqalar, o fidan tut torpaqlı yolun o başında qaldı, maraq, bəlkə də həyat məni yad insanlara yad yola saldı.

Hərdən mənə baxırdılar, gah nəvaziş, gah da isti gülüş atırdılar, soyuq nəzərlər də vardı, nə qəribə yolçulardı...

Suzundan yanırdı, evə çatmağa dözə bilmədi. Yolüstü çay içmək istədi. Daxil olduğu məkanda dedilər burda çay verilmir, ancaq yemək-içmək olar. Həyətdəki ağacların altında səliqəli, ağ süfrəli masalarda yer də yox idi... Nəhayət, boynundan ad-familyası, vəzifəsi asılmış biri yaxınlaşıb, küncdə ona əyləşməyi üçün yer göstərdi...

Yol kənarı mənzərələr dəyişirdi, boz qırlar, yaşıl çəmənlər, düzəndəki, yamacdakı meşələr, kəndlər, şəhərlər keçirdik, deyəsən heç birimiz bilmirdik hara gedirdik, elə biz də dəyişirdik. Yolda qalanlar olurdu, sağa-sola dönən, dar, əyri yollara düşənlər, lap tez, qabağa qaçmaq istəyənlər də vardı, yol yolçulara qaynaşırdı, seyrəlirdi, tez də dolurdu...

Limonlu çaydan dalba-dal üç armudu stəkan içdi, özünə gəldi. Öz-özünə düşündü ki, yox, hələ bu dünyada yaxşı insanlar da vardır və dünya ona görə dağlımır... Sərin meh əsirdi, önünə qoyulmuş qozdan, badamdan, şirniyyatlardan yeyə-yeyə dincəlirdi, xəyalları hərdən gəncliyə də qayıdırdı. Kök, bəstəboy, özündəntoy, tapdığını üz gözünə sürtən, dörddodaqlı adam hərnəgəldi oxuyurdu. Masalara yaxınlaşırdı, pul qoyurdular hara gəldi... Onun da yanına yaxınlaşdı, nə isə qoxuyurdu... Tapdı, bu həmən - payızda qoyunun içinə qoç qatanda sürüdən gələn qoxuyudu...

Hələ torpaqlı, doğma yolda yanımda bir kölgə hiss edirdim, elə mən boyda, indi də deyəsn mənimlə bir yolda. Ancaq elə bil kiçik idi, gücsüzüydü, bəlkədə mən böyümüşdüm, dəyişmişdim o elə öz –özüydü... 

Daha yolda yıxılmırdım, böyümüşdüm, ucalmışdım, güclü idim, tez gedirdim, həm də yerdən az da olsa uzaqlaşmışdım... Yolçuların da çoxu yekəlirdi, göyə ucalırdı, qəribədi sonra yenə  torpağa yaxınlaşırdı, elə bil meyvə kimi qıvşıyırdı...

Arxa tərəfədki masadan bərk gülüşmə səsləri gəldi, çönüb, baxdı. Onlar idi, tikməyə başlamaq istədiyi evi ucalmağa qoymayan, özləri kimi alçaq qalmağını istəyən, tez-tez təpikləyib kubiklərini aşırdanlar...

Masalrının üstündə barmaq tıqqıldatmağa yer yox idi. Hər cür kabablar, içiki, meyvə, yanlarında isə suptropik, gilmeyvəli, gülüşü səbzəli xanımlar... İçi, çölü kiçikboylu, qaraüz başçı adam onun geri çönüb baxmasına əsəbləşdi, lakin tanıyanda gülüb, dedi:- yalvarıb, özünü öldürürsən ki, pulum yoxdur, gör gəlib harda çay içirsən! İndi gör yeməyi harda yeyirsən! Ehh, mən sizləri çox yaxşı tanıyarm e...

Doğurdan yol da, yolçular da çox qəribəydi... Çox şeylər görüdüm, hər dəfədə, nələrsə bildikcə, sehirli, təccüblü olurdu bu yol.. Acanı, suzanı olurdu, eləsi var bir tikəylə, bir qurtum suyla doyurdu.   Dönüb quru yolda akula olanlar, kəssək, daş, külək, it, eşşək, bir sözlə hər şey olnlar da olurdu, deyəsən bu yola indi hər nə gəldi dolurdu... Bir dəstə vardı, paltarsız, arıq, ayaqlarında könə çarıq, çox sakit idilər, başları üstə kölgə , qədimdən gəlirdilər, gələcəyə asta-asta gedirdilər.

Daha yorulmuşdum bu yoldan, geri qayıtmaq istəyirdim, dayandım, öz torpaq, çınqıllı- daşlı, doğma yolu yada saldım.

Çıxıb kənara, oturdum bir qoca ağacın kölgəsində. O idi, fidan tut, böyümüşdü, səmalara ucalmışdı, yarpaqların arasından qürub günəşin şəfəqləri süzülmüşdü. Baxdım yerə, darıxmışdım, torpaq üçün, elə bil bir ömürdü, mən torpaqdan uzaqlaşmışdım... 

Yemək sözünü eşidən kimi elə bil yuxudan ayıldı. Evə tez getməli idi. Tezdən yoldaşı demişdi ki,-- namazımı qılım, uşaqlar makoron qaynadacam, yuxudan durunda yesinlər. Səhər yeməyinə heç nə yoxdur. Pulun olsa , xörək yağı da alarsan. İNŞALLAH işlərin uğurlu olar... O cəld iki manatlıq çıxarıb, çaynikin altına qoyub, sürətli addımlarla getməyə başladı. Restoranın qapısına çatanda, kiminsə çağırdığını eşitdi, çönüb baxdı. Həmin "yaxşı adam" idi. Elə bayaqkı kimi, gülə-gülə ona çek uzatdı. Alıb, baxdı, 25 manat 50 qəpik yazılmışdı.

Qarışqaları gördüm, elə həmən qarışqalar idilər, yenə nizamlı dəstəylə yuvaya doğru, yuvadan uzaqlara gedirdilər, hərdən  bir-birlərinə toqquşub, dəyirdilər... Ancaq bu zaman insanlar kimi bir-birlərinə bozarmırdılar, qarışmırdılar. Mövcudluqları üçün dəmir qanunlardan incə-uzun yollarına  iz salırdılar, öz dünyalarında, yollarında qalırdılar, deyəsən qışa hazırlaşırdılar. Baxdım-baxdım, ehtiyatla üzlərindən adlamaq istədim. Nə etdimsə, bacarmadım, bu nazik-incə yolu keçəmmədim...

Bütün yol boyu mənmlə olduğumu hiss etdiyim kölgə canlandı, əzrayıldı, gülümsəyib, əl uzatdı...

Bir yol da belə sona çatdı...

Edebiyatın Toplumsal Bilince Etkisi

Edebiyat, insanlığın en eski ve en kalıcı sanat formlarından biridir. Yalnızca estetik bir zevk sunmanın ötesinde, edebiyatın toplum üzerinde derin ve kalıcı bir etkisi vardır. Bu etki, toplumsal bilincin oluşmasında ve gelişmesinde hayati bir rol oynar.

Edebiyatın Toplumsal Bilince Etkisi

Edebiyatın Toplumsal Bilince Etkisinin Temelleri: Duygusal ve Zihinsel Kapasitelerin Gelişimi: Edebi eserler, okuyucuların hayal güçlerini ve düşünme becerilerini zenginleştirerek onları farklı bakış açılarıyla dünyayı görmeye teşvik eder. Bu süreç, bireylerin kendi iç dünyalarını keşfetmelerine ve toplumlarıyla daha derin bağlar kurmalarına yardımcı olur.

Toplumsal Duyarlılığın Artması: Edebi eserlerde işlenen konular ve karakterler aracılığıyla toplumdaki adaletsizliklere, eşitsizliklere ve insan hakları ihlallerine hassasiyet gösterilir. Bu da okuyucuların toplumsal meselelere duyarlı olmalarını sağlayarak sosyal adalet ve eşitlik mücadelesine destek olur.

Eleştirel Düşünme Becerilerinin Geliştirilmesi: Edebi eserler, okuyucuları sorgulamaya, farklı bakış açılarını değerlendirmeye ve kendi fikirlerini oluşturmaya teşvik eder. Bu da bireylerin daha bilinçli ve sorumlu vatandaşlar olmalarına katkıda bulunur.

Empati ve Hoşgörü Duygusunun Güçlenmesi: Farklı karakterlerin deneyimlerini ve duygularını anlatan edebi eserler, okuyucuların empati ve hoşgörü duygularını geliştirmelerine yardımcı olur. Bu da toplumda daha fazla saygı ve anlayışın oluşmasına katkıda bulunur.

Edebiyatın Toplumsal Değişim ve Dönüşümdeki Rolü: Sorgulama ve Eleştiri: Edebi eserler, statükoya meydan okuyarak ve geleneksel değerleri sorgulayarak toplumda değişimi teşvik edebilir.

Farkındalık Yaratma: Edebi eserler, toplumdaki önemli sorunlara dikkat çekerek farkındalık yaratabilir ve çözüm arayışlarını tetikleyebilir.

Sosyal Hareketlere İlham Verme: Edebi eserler, sosyal adalet ve eşitlik gibi konularda sosyal hareketlere ilham verebilir ve bu hareketlerin momentum kazanmasına yardımcı olabilir.

Kültürel Zenginleşme: Edebi eserler, farklı kültürlerin değerlerini ve bakış açılarını aktararak toplumların kültürel zenginleşmesine katkıda bulunur.

Edebiyatın Toplumsal Birlik ve Beraberlik Üzerindeki Etkisi: Ortak Deneyimler Oluşturma: Edebi eserler, farklı geçmişlerden ve inançlardan gelen insanları ortak bir deneyim etrafında birleştirebilir.

Diyalog ve Anlayışı Teşvik Etme: Edebi eserler, farklı gruplar arasındaki diyalogu ve anlayışı teşvik ederek toplumda birlik ve beraberlik duygusunu güçlendirebilir.

Kültürel Kimlik Oluşturma: Edebi eserler, ortak bir dil ve tarih bilinci oluşturarak toplumların kültürel kimliğini pekiştirebilir.

Edebiyatın Bireysel ve Toplumsal Gelişimdeki Önemi: Kişisel Gelişim: Edebi eserler, bireylerin duygusal ve entelektüel gelişimine katkıda bulunarak daha donanımlı ve bilinçli insanlar olmalarını sağlayabilir.

Toplumsal Gelişim: Edebi eserler, toplumların daha adil, özgür ve kapsayıcı bir şekilde gelişmesine katkıda bulunabilir.

Edebiyatın Geleceği ve Toplumsal Bilinç: Dijital çağın getirdiği değişimler göz önüne alındığında, edebiyatın toplum üzerindeki etkisi her geçen gün artmaktadır. Edebi eserlere erişim imkânlarının artması ve farklı formatlarda sunulması, edebiyatın daha geniş kitlelere ulaşmasını ve toplumsal bilinci daha da etkilemesini sağlayacaktır.

Rumuz Güz: Merak Kediyi Öldürür mü?

Yaygın kullanılan İngilizce bir özdeyiş vardır, "Curiosity kills the cat." diye. Bu özdeyişin Türkçe karşılığı ise "Merak, kediyi öldürür" şeklindedir. Buna benzer olarak bizim dilimizde de "merak adamı mezara sokar", "Fazla merak iyi değildir. Fazla eşeleme, her konu hakkında fikrinin olması iyi değildir." derler. Tüm bu sözler bir şeyleri sorgulamanın, merak etmenin, analiz etmenin iyi olmadığını vurgularcasına dilimize yerleşmiş âdeta. Allah'la ilgili fazla sorguda bulunan çocuğa "Şişt, tövbe et, Allah insanı taş eder." diyen ailelere denk geldim, duydum, gördüm bu ailelerin varlığını. Farklı politik görüşleri sorgulayarak "Sağ-sol görüşlü olmak nedir? Bu görüş yapıları topluma ne kazandırır ya da kaybettirir?" diye düşünen, araştıran, sorgulayan, konuşan, okuyan gençleri acımasızca cezalandıran sistemi de gördü bu topraklar. Merak, okumak, araştırmak cezalandırıldı; cezalandırılıyor bu topraklarda. Bu dünyada yüzyıllardır süregeldiği gibi...

Merak Kediyi Öldürür mü?

Merak kediyi öldürür mü? Bilmiyorum, ama bizim topraklarda merakın, sorgulamanın, okuyup yazmanın yazarları, gazetecileri, gençleri öldürdüğünü, katlettiğini gördük hep beraber. Oysaki merak bilimin başladığı noktadır. Bilim adamında olmazsa olmaz niteliktir. Merak olmazsa, sorgulama olmazsa hangi buluş, hangi keşif, hangi devrim, hangi atılım yapılabilirdi? Meraklı olmayan filozof var mıdır? Düşünce gelişir miydi merak olmazsa?  Yaş aldıkça çocuğun meraklı olma dürtüsü törpülenir toplum tarafından. Her çocuk filozoftur kanımca. Çocuk sorgular, sorar, her şeyin sebebini anlamaya çalışır. Bazen risk alır adımlarında ve merak eder dünyanın işleyişindeki dinamiği; bundan da keyif alır çokça. Maalesef zamanla köreltir erişkinlerin kuralları, varsayımları, kabulleri ve beklentileri çocuktaki merakı. Fazla merak mı iyi olmayan, yoksa çocuğun beynini kodlarcasına ona yüklenen kabuller, varsayımlar mıdır iyi olmayan, zehirli olan?     

Her çocuk filozoftur hem de en doğalından… Ta ki erişkinler onu budayana, değiştirene, tek tip tornadan geçirircesine aynılaştırana kadar...

Bana kalırsa, Oxford mezunu matematikçi ve mantıkçı Dodgson da bunun farkında olduğu için "Alice Harikalar Diyarı'nda" isimli eserine 11 yaşındaki kız çocuğunu ana kahraman olarak seçmiştir. Alice, kitapta tavşan deliğine düşüp sürreal bir yolculuğa mı çıkıyordu yoksa bilgelik yolunda ilerleyen insanı mı temsil ediyordu? Eseri bir de bu gözle okuyup, merakla bu soruya belki cevap ararsınız diyerek burada bu konuyu noktalıyorum. Gelecek aylarda belki bu konuda merakınızı giderecek bir başka yazım çıkar karşınıza, kim bilir... 

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447