Çiğdem Yel: Hayat Yarışında Rakibimiz Kendi Şahsımızdır

Merhaba Çiğdem Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar 1986 doğumlu evli ve iki çocuk annesiyim. İstanbul’da yaşıyorum. 2007 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İşletme Bölümünden mezun oldum ve ardından çalışma hayatına başladım. İki ayrı Mali Müşavirlik Ofisinde yıllarca aktif olarak muhasebecilik yaptım. Hayata dair bir takım soruların cevapları için delice araştırmalar yaptım. Sorularıma bulduğum cevaplar beni farklı mecraların içerisine dahil etti. Kıymetli hocalardan medrese ilimleri aldım. Ve sonrasında bu alanda çalışmalar yapmaya başladım. Halihazırda da devam etmekteyim. Okumayı ve araştırmayı çok severdim fakat anladım ki yazmayı da çok seviyormuşum. Tarihi yerleri gezmek, gezerken gördüklerime tefekkürle bakmak, oralarda bir zamanlar başka başka hayatların, hikayelerin yaşandığını derin derin düşünmek,  el sanatlarıyla uğraşmakta yine sevdiğim faaliyetlerdendir.

Yazar Çiğdem Yel, Sohbet Tadında

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yıllardır hanımlara özel  düzenlenen toplantı ve etkinliklere konuşmacı olarak davet ediliyordum ve bu davetlerin çoğunda kız kardeşim de bana eşlik ediyordu. Bir gün bana “abla sanki önünde bir kitap varmış da ondan okuyormuş gibi anlatıyorsun, neden kitap yazmıyorsun.” deyince bir an acaba diye düşünüp akabinde yazmaya başladım ki,  zaten asıl maksadım daha fazla insana ulaşmak elimden geldiği kadar yardımcı olmaktı ve böylece çok daha büyük ve bir o kadar da farklı kitlelere de ulaşabileceğimi düşündüm. Çünkü zaten katıldığım programa gelenler belli bir düşünce rotası olan yani belirli bir düşünce yapısındaki insanlardan oluşmakta iken, bu vesile ile her kesimden, her düşünceden insana ulaşma şansı yakalamış olduğumu düşünüyorum. Rotasını kaybetmiş, ışığı sönmüş, çıkış yolu bulabilmek adına bütün tuşlara basmış ve uçurumun kenarında çaresiz ve kimsesiz kaldığını zanneden nice insanlara yalnız, çaresiz ve kimsesiz olmadıklarını, kendilerinin kıymetini farkına varıp hayata bütün enerjileri ile dahil olup, sıkı sıkıya sarılmaları adına gayret etmekteyim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

En başta canım oğlum Muhammed Kayra’m, eşim, babam ve tabii ki teşvik eden kız kardeşim. Onlara da sizin vesilenizle her daim yanımda olup, desteklerini esirgemedikleri için  bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

İsmiyle müsemma eseriniz Sohbet Tadında Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ederim. Birçok konuda farkındalık kazanıp, özellikle  kendilik algılarında radikal değişiklik oluşacağını düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kuranı Kerim’in tefsiri olan Ruhul Furkan, İmam Gazali’nin İhya’sı, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun Sohbetler... Bu ve okuduğum diğer eşsiz eserler bana hiçbir şey bilmediğimi ve öğrenme sürecinin mezara kadar devam edeceğini öğretti ve daha sakin, dingin, sıkıntıda bile huzurlu olabilmeyi, kimseyi suçlamamayı, başa gelenin Allah’tan olduğunu ve insanların bu noktada sadece birer sebebe araç  olduğunu idrak etmemi sağlayıp, olaylara bakış açımı pozitif yönde değiştirdiğini düşünüyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var” Sohbet Tadında” kitabımızın devamı niteliğinde fakat daha kapsamlı bir eser olacak inşallah

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayat hepimiz için bir yarıştır fakat yarıştaki rakibimiz yine kendi şahsımız. Hayatın yani yarışın sonuna gelindiğinde herkes haramlardan, yasaklardan, çirkin, boş ve faydasız işlerden kaçmayı ne kadar başarabildiyse o kadar yarışın galibi olacak. Bunun farkında olunan bir hayat yaşamak duasıyla...

Kitapları Anlamak İnsanları Anlamak Gibidir

Merhaba Merve Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar ben Merve Çetin. Afyon Kocatepe Üniversitesi Yerel Yönetimler, ikinci Üniversite ise İstanbul Üniversitesi Çocuk Gelişimi mezunuyum. Kısaca hobilerim; yazı yazmak, yeni yerler keşfetmek, önemli olan her an veya olayları, hikayeleri not etmek de en sevdiğim hobilerim arasındadır. Bu yüzden hep çantamda küçük bir not defterim ve kalemliğim bulunur. Kendimi yaşıma göre olgun,  sağduyulu, pozitif buluyorum ve fazla iyimserim. Bu da hayata bakış açımı olumlu yönde etkiliyor. Yaşımdan erken yaşadıklarımdan da olabilir; hayatımda yaşanan her şeyin olabilirliğini çabuk kabul eden bir yapım var. Bu yüzden olaylara daha mantıklı yaklaşabiliyorum. Fazla sabırlı ve duaya çok inanan biriyim. Beni içten ve samimi bir dua çok etkiler. Doğallıktan yanayım. Yapmacık insanlardan ışık hızında soğurum ve uzaklaşırım. Çevremdeki insanların benim samimiyetimi ve doğallığımı dile getirmeleri beni çok mutlu ediyor bu yüzden. Son olarak da herhangi bir şeye başladıysam mutlaka onu zamanında bitirmeliyim. Bu huyum bazen beni zorlasa bile yapmam gerekiyor. Siz kısaca dediniz ama ben biraz fazla uzattım kusuruma bakmayın.

Yazar Merve Çetin

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben diğer çocuklar gibi ailem ve ninnilerle büyüyen bir prenses hiç olmadım. Benim çocukluğum hep gurbet yolu beklemekle geçti. Ailem geçimimizi sağlamak için başka diyarlara gidiyorlardı kışları. Ben köydeki okula başladığım için onlarla beraber gidemiyordum. Bu yüzden çocukluğum yalnız geçti benim. Sabahattin Ali’nin bir sözü vardır; “Ben dünyadan ziyade, kafamın içinde yaşayan bir insanım” diye. İşte bende tam bunu yaşadım o dönemler. Herkesin yeterince derdi var zaten bir de ben yük olmayayım diye kimseye bir şey isteyemezdim. Tabii o zamanlar çocukluğumun verdiği utangaçlıkla daha da içe kapanıktım. Bu yüzden hep kafamda yaşar, günlüğüme yazardım. çok günlük tutmuşluğum var benim. ilk yazılarım böyle böyle başladı. Kimseye anlatamadığım şeyleri yani aslında her şeyi günlüğüme yazardım. Büyüyünce bu içimde hep ukte olarak kalmıştı. Kendimi denemek istedim ve günlüklerimden kesitleri gerçek kurgu ne varsa düzenleyip bilgisayarıma geçirdim. Zaten arkadaşlarım da sürekli söylerlerdi sen neden bir kitap yazmıyorsun diye.. Bende yazmaya karar verdim. Hikayem bu şekilde başladı.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İkinci soruda da dediğim gibi arkadaşlarım ve ailem en büyük destekçim oldular. Bir de  tıkandığım zamanlarda çok kendi elimden tutmuşluğum vardır. Bu yüzden kendime de çok şey borçluyum diyebiliriz.

Pozitif mesajlar içeren ve insana yaşam enerjisi yükleyen Her Gerçek Bir Hayal İle Başlar isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ederim. Her Gerçek Bir Hayal İle Başlar kitabımızda okurlarımızı, sizin de söylediğiniz gibi zor ve yalnız zamanlarında onlara büyük bir yaşam enerjisi olacak. Pozitif mesajlar içermesi bu benim insanlara iyi gelmek istememden kaynaklandığı için bu yüzden hayatın sunduğu kara ve çetin günlere inat, bu durumların içinde her sabah doğan bir güneş gibi gülümsemeleri ve olumlu yönde mesajlar okuyarak kendilerine şifa kaynağı olacağına inanıyorum bu kitabın. Dertleşme havası içeren bu kitabımızın okurları sıkmadan karşılıklı sohbet halinde olduklarını ve bu yüzden kendilerini yalnız hissettirmeyecek çok güzel bir başucu kitabı olduğunu düşünüyorum. Zaten okudukların da ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Hatta yaşayacaklardır diyebilirim. Belki burada anlatamadığım başka sürprizlerde barındırıyor olabilir bu kitabımızın içinde.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

İlki Nüvide Gültunca Tulgar’dan Kendi Kutup Yıldızını Bul’dur. Bu kitap yaşama sevincini artıran öykülerle doludur. İlk lisede aldım sanırım yanlış hatırlamıyorsam. Beni çok etkilemişti. Lise dönemi bilirsiniz ki ergenlik dönemine denk geliyor ve bu dönem çok çalkantılı geçiyor çoğu genç için diye düşünüyorum. Çünkü benim için de çok zorlu yıllardı. Okulda proje bir kitap olarak okutuluyordu. Hayatıma girdiği andan bu yana başucumdan hiç ayırmadım. Çok kötü ve zorlu bir günün ardından ya da hayata karşı mücadelemde sorularımın karşılığını alamadığım zamanlarda, önce sorumu sorar sonra rastgele bir sayfasını açarım o öykülerin ve güzel cümlelerin içinden ilk denk geldiğim sözcükle kucaklaşırdım. Sanki aradığım her şeyi biliyor gibi net yanıtlar alırdım. İkinci başucu yazarım ise Reşat Nuri güntekin ve eseri Çalıkuşu hala favorilerim arasında ilk sıradadır. Eserde geçen Feride’nin hayatı yalnız geçirdiği çocukluğu, gençliği ve hayata karşı mücadeleci ruhu, huyunu suyunu  kendime hep yakın bulmuşumdur bu yüzden o zor zamanlarıma çok olumlu etkiler bıraktılar diyebilirim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

3. kitabım daha yeni çıktığı için üzerinde çalıştığım bir kitabım şu anlık yok. Ama yeni bir kitap yazmaya başlayacak olursam, hayata geçirmek istediğim birkaç fikir var tabii ki. Bu da okurlarıma sürpriz olsun.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Evet tabii ki. Kesinlikle kitaplara karşı önyargılı olmasınlar. Kitapları anlamak insanı anlamak gibidir. Dışına göre yargılarsan içindeki sakladığı inciden haberin olmaz. Bu yüzden yeniliklere açık olmak insana artı katar. Biz yeni tanınan yazarlara hep önyargılı yaklaşılıyor bu çok yanlış bence. Tamam sevmezsin bunu anlarım lakin saygı çok ön planda benim için. Bir de yeni çıkan Her Gerçek Bir Hayal İle Başlar kitabımı ve diğer kitaplarımı okumalarını rica ediyorum. İçinizde sakladığınız dağın altında ağlayan o küçük çocukluğunuzun başını okşayacak ve onu olduğu haliyle kabul edip sevecek cümlelerle tanışabilirsiniz belki de kitaplarımda. O yüzden birbirimizi Allah rızası için seversek çoğu engelleri aşmış olacağımızı düşünmüyorum. Yazar okur ilişkisini çok seviyorum. Umarım imza günlerinde kitabını da imzaladığım canım okurlarımdan biri de siz olursunuz. Sizi seviyorum hoşça kalın. Edebiyat Gazetesine de bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Yazmaktan Asla Vazgeçmeyin

Merhaba Emre Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Emre İmzalı. 32 yaşındayım. İstanbul’da yaşıyorum. Kadir Has Üniversitesi, İletişim Fakültesi, İletişim Tasarımı bölümü mezunuyum. Kitap okumayı, sokak hayvanlarını beslemeyi, film seyretmeyi çok severim. Ayrıca fanatik bir Beşiktaş taraftarıyım. Çalışkan ve sabırlı bir kişiliğim vardır.

Yazar Emre İmzalı

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben kitap yazmaya başlamadan önce uzun metraj film senaryoları yazıyordum. İki tane uzun metraj film senaryom var. Zaten Vahşet Ormanı adlı romanım da bu senaryolardan biriydi. Sonrasında yaklaşık 20 - 25 sayfa ekleyip edebi bir yön verip onu romana çevirmiştim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Her zamanki gibi ailem destek oldu. Ailem bu konuda benim hep yanımdaydı.

Vahşet Ormanı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımda özellikle Flashbackler yani geriye, geçmişe dönüşler hikayenin yapı taşlarını oluşturuyor. Okuyucular kitabımı okurken Flashbackler onları çok şaşırtacak ve Flashbackleri çok beğenecekler. O yüzden kitabımı sonuna kadar okumalarını tavsiye ediyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazar ve kitabım yok. Ben yazar ayırt etmeksizin hemen hemen her kitabı okurum. Yazarların ve kitap okumanın hayatıma çok olumlu etkileri oldu. Hayal gücüm daha çok genişledi. Hayatta olaylara ve durumlara karşı bakış açım değişti. Daha fazla bilgilendim. Genel kültürüm daha da arttı.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bir değil hatta iki tane var. Son bir senedir iki tane çocuk kitabı üzerinde çalışıyorum. Okuyucularımı bu defa içi mizah dolu birbirinden ayrı ama birbirinin devamı niteliğinde olan iki büyük macera bekliyor.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazmaktan asla vazgeçmesinler.

Hayat Okuyarak Daha Güzeldir

Merhaba Yüksel Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Öncelikle sevgili okurlarınız, kitap severlerle tanışmamda bir köprü olduğunuz için size en derin teşekkürlerimi sunarım. Her yazarın hazinesi; duygu, düşünce, fikir, çile, his, tefekkür gibi cevherler hükmündeki sayısız değerlerinin cem olduğu kelimeleridir, cümleleridir. Ve kilit üstüne kilitlerle korunan maddi hazinelerin aksine, her yazar hazinesini paylaşmak, dağıtmak, ikram etmek ister. Böyle çoğalır, büyür, bereketlenir kadim edebiyat ağacının dalları. İşte bu sebeple mütevazı kelime dağarcığımdakileri; onları benden daha iyi anlayıp, benden daha iyi hissedip, o sözcüklerin hak ettiği gerçek değerleri kazandıracak kıymetli kitap severlere bir kapı da siz açtığınız için minnettarım. 1972 yılının bir kış sabahı Konya’nın Sarayönü ilçesinde gözlerimi dünyaya açmışım. Öyle anlatmıştı, karlara bata çıka koşarak gelmiştim sana diyen, Ebe Ana. Belki o gün doktor yoktu veyahut ben hastaneyi bekleyememiştim. Eski zaman… Okulu, okul yaşından öne sevmiştim evimizin karşısındaki öğrencileri ve öğretmenleri seyrederken. Baktı ki meraklıyım, uslu duracağım sözüne güvenerek kırmayıp beni de sınıfına alıvermişti Gülümser Öğretmen. Misafir olarak…

Yazar Yüksel Ela

Konya Alaattin İlkokulu resmi kayıtlı ilk okulum olmuştu. İlk ders, ilk kalem, ilk yazı… Temel sağlam olursa üzerine ne istiyorsanız bina edersiniz. Şefkatin, mesuliyetin, sahiplenmenin, bilgeliğin adıydı Münevver Öğretmen. Ve sadece ilk kısmına değil hayat felsefemin her noktasına temas edecekti o naif ses. Bir kanaviçe gibi… Orta okul ve lise yine Konya’da… Ardından tıbbiye için istikamet İstanbul… Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanlığım da aynı yerden; İstanbul Üniversitesi. Uzun yıllar boyunca Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak tıbbiyeye hizmet ettim, akademisyenlik yaptım. Mezun ettiğim çok öğrencilerim oldu. Bazen farklı yerlerde karşılaşıyoruz. Unutmamışlar. Memnuniyet verici… Vefa herkesin gönlüne hoş gelen bir haslettir.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Akademisyenlik yaptığım yıllarda katıldığım araştırmaların neticesi olarak çok sayıda bilimsel makalem oldu. Yerli ve yabancı hakemli dergilerde yayınlanan ellinin üzerinde bilimsel makaleye imza atmıştım. Ancak edebi eser verme manasında yazın hayatımın roman kısmı elli yaşımın sonrasına rastlar. Bir anlamda farklı bir içsel yolculuğun ardından kelimelere yüklediğim duygu ve düşüncelerimi önceleri sırf kendim ve kızlarım için kâğıda aktarıyordum. Küçük eğitici hikayeler… Onlardan uzaktaydım ve mektup oldukça etkili bir eğitim yöntemiydi. Sonrasında, arkadan gelen tüm nesle daha kapsamlı eserler üretmeye karar verip uzun soluklu bir macerayı işledi kalemim kâğıda. Ve böylece Ateşe Yürüyenler romanım iki kapak arasından okuyuculara seslenmeye başladı. Aslında ilk basılan, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenerek kurguladığım tarihi roman Polboşka’dır. Ama ilk yazdığım, Ateşe Yürüyenler... Bundan dolayıdır ki bu eserin bendeki yeri bambaşkadır.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Elbette ailemin desteği yadsınamaz. Kitaplarıma ilk eleştiriler hep onlardan gelir. Yapıcı eleştiriler… Okurken sıkılmaları veya ellerinden bırakamamaları bile benim için inanılmaz değerli fikirler verir. Okuyucularım kitaplarımın akıcı bir üsluba sahip olduğunu söylerler. Bunda eşimin ve kızlarımın katkısı büyüktür. Daha az tasvir daha çok olay örgüsü… Genç trendin isteği bu yönde. Ne var ki romanın klasik kalıbından uzaklaşmak da benim kalemimin hasleti değil. Dengeyi bulmak zannedildiği kadar kolay olmuyor. Ailemden sonra yakın çevrem, dostlarım incelerler taslak metinleri. El yazmalarını bile okumak isteyenler olur. Beni yazmaya teşvik eden de onların bu güzel ilgisidir. Ve son olarak sevgili dostum, editörüm, sayın Adem Polat; eğitim ordusunun mümtaz, sevilen ferdi… İsmini anmadan geçmek olmaz. Bir editöryal desteğin çok ötesinde, kitaplarımdaki her satırı dikkatle okuyup incelemesi benim için cevher hükmündedir. Emeğine sağlık…

Ateşe Yürüyenler isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Alışılmışın dışında bir yolculuk, farklı bir kayboluş hikayesi, bir anda akıllara durgunluk verecek bir direnişin içinde kendini buluverme… Zaman, mekân ve insana ait her şeyin yabancı olduğu bir dünya… Ayda Kayra Karahan, on sekizinde bir genç kızdır. Hayattan bunaldığı, hafakanlarla boğuştuğu bir dönemde bir kaçış noktası ararken, kaybolduğu yerde bulur tek tek kayıplarını. Yeni tanıştığı ve ne yapacağını bilemediği duygulara da kapılır, aşk gibi. Birçok anlamda farklı bir uyanış ve sürprizler içeren bir son bekliyor okuyucuları.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

İlk okul çağlarımda, “Bu kitap sana göre biraz büyük değil mi?” eleştirilerine aldırmadan okuduğum ilk roman John Steinbeck imzalı Gazap Üzümleri olmuştu. Elimden bırakamıyordum. Her satırı, her paragrafı sakin sakin, bazen tekrar ederek, özümsemeye çalışarak okumak isterdim. Dünyayla ilgim kesilir, sayfalar büyür, beni de içine alır, oradaki karakterlerin arasına karışıverirdim. Onlara yapılan gadri, haksızlıkları kendi ruhumda duyar, acılarını yaşardım. Ne güzel aktarmış yazar duyguyu okurlarına… Caddenin solundan devam ediyordum… Maksim Gorki, Aziz Nesin, Zülfü Livaneli… Ve daha niceleri… Erken gençlik yılları hep böyle… Sonraları edebiyat bahçesinin farklı renklerinden de istifadem oldu. Alexandre Dumas’ın Monte Kristo Kontu ve Siyah Lale’si, George Orwell’ın Hayvan Çiftliği ve 1984’ü, Agatha Christie’nin Doğu Ekspresinde Cinayet’i… Etkilendiğim ve hep başucumda tutmak istediğim o kadar çok kitap var ki, saymakla bitmez… Son zamanlarımda beni en çok sarsan kitapsa Zülfü Livaneli’nin Serenat’ıdır. Yaşanmış bir hikâyeye dayanıyor olmasıysa ayrıca etkilemişti. Yine Livaneli’nin Edebiyat Güzeldir kitabı, bir el kitabı gibi, yazarlık yolculuğumda oldukça istifade ettiğim bir eserdir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yeni bir roman… Üç farklı karakterin kapsamlı bir analizini bulacağınız yeni çalışmam tamamlanmak üzere. Olaylar Ege’nin Cennet gibi bir kasabasında geçer. Sayfalar ilerledikçe mücadele renk değiştirerek heyecanı sürekli artırır. Bir sürpriz, özellikle Ateşe Yürüyenler’i okuyup sevenler için kitabın sonunda okuyucuları beklemekte. Bir devam kitabı olmadığını belirtmek isterim. Çok farklı bir konu ele alınmıştır.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayat güzeldir. Okuyarak hayat daha güzeldir. Her kitapta kendi dünyanızdan çıkar, yeni dünyalara yelken açarsınız. Okurken benliğiniz siz olmaktan uzaklaşır. Bir bakmışsınız ki ana karakterlerden birinin kimliğine bürünüvermişsiniz. Ta ki son sayfayı çevirene kadar. Kendi aleminize geri döndüğünüzde bu sırlı yolculuktan geriye paha biçilemez duygu ve düşüneler yanınıza hediye olarak verilmiştir. İstediğinizi alır sahiplenirsiniz, istemediğinizi zihin raflarınızda sergilersiniz. Bu muhteşem bir şey. Okurken ben böyle hissediyorum. Bütün okuyuculara kitap kokulu günler dilerim. Sayfalarda buluşmak üzere… 

Kitaplar Dünya Görüşümüzü Zenginleştirir

Merhaba Mehmet Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Yapmış olduğunuz bu güzel söyleşi vesilesiyle tüm okuyucularıma selamlarımı iletiyorum. Türkiye’nin aylık tek edebiyat gazetesinde benimle böylesi güzel bir söyleşi düzenlediğiniz için size de ayrıca teşekkür ederim. Evliyim, Iğdır’da ikamet ediyorum. Immanuel Kant’ın “Zaman sessiz bir testeredir.” özdeyişiyle hakikaten zamanın nasıl geçtiğine inanamasam da kendimi 36 yaşında buldum. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği mezunuyum. Özel bir kurumda Türkçe derslerine giriyorum. Aynı zamanda Iğdır Üniversitesinde Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nda tezli yüksek lisans ve İstanbul Üniversitesi Çocuk Gelişimi (açık öğretim) lisans bölümü de okumaktayım. Çeşitli yayın organlarında köşe yazıları yazıyorum.

Yazar Mehmet Çobas

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Etrafımı ihata eden beton yığınlarının ötesine vardığımda; ağaçları, kuşları, tan ve gurup vaktini izliyordum. Bu eylemlere nail olurken de aslında içimde ukde olan asıl şeyin yazmak olduğunu fark ettim. Doğanın mükemmel kanununa riayet etmeyen insanî unsurları görmemek için yazmaya başladım. Kendi hayalimin sınırları içinde özgürce yaşamak için yazmaya başladım. Asi duygularımı içimden atmak için yazmaya başladım. 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Hazin Bir Hikâye’yi yazdığım vakitlerde, yazdıklarımı sesli okuyordum. O anlarda Sevgili eşim beni sabırla, heyecanla dinliyor; teveccüh gösteriyordu. Dolayısıyla sevgili eşime ve yaşadığımız doğaya minnettarım.

Hazin Bir Hikâye isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Hazin Bir Hikâye, savaşın ve yoksulluğun gölgesinden uzaklaşmak isteyen bir gencin ne denli zorluklar yaşadığını; bu zor ve korku dolu yolculukta kızını esrarengiz bir şekilde kaybetmesini anlatıyor. Aslında savaşın korkunç sonuçlarını bize gösteriyor. Kitabın her bölümü bir sürpriz barındırıyor. Son bölümler ise okuyucuyu elbette şaşırtacaktır. Samir ve kızı Verâ’nın bu yolculukta hayatta kalmak için bir yerlere sığınmasına tanık olacağız. Kâh hüzünleneceğiz kâh korkacağız. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Öncelikle Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık, Benim Adım Kırmızı; Jack London’ın Martın Eden; Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar; Gonçarov’un Oblomov’u ve Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına eserleri beni çok etkiledi. Bu güzel eserler, insanın yüreğine dokunuyor; her bir insanın –az ya da çok- yaşadıklarını tasvir ediyor. Bir eseri başarılı kılan ve okuyucuda derin iz bırakan unsur ya da unsurlar nelerdir? Bu unsurlardan birkaçı şöyledir: Bir yazar, evrensel değerleri göz ardı etmediği sürece başarılı olur, zerreden kürreye yaratılmış tüm değerlere ferasetle yaklaştığı müddetçe sevilir ve çok okuyucu bulur. Dolayısıyla okuduğum ve etkilendiğim bu kitaplarda bu anlayışı sezdim. Bu kitapların dışında dünya klasikleri de muazzamdır. İlkokuldan beri okuduğumuz eserlerdir birçoğu. Bizim edebiyatımızda ise Tanzimat Dönemi’nden sonra roman, hikâye gibi türlerle tanıştık. Öncesinde divan edebiyatı döneminde nesir ve nazım türlerinde harikulade eserler verilmişti. O dönemin eserleri de bende derin bir iz bıraktı ve hâlâ okumaya devam ediyorum. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, üzerinde çalıştığım bir eser var. Divan edebiyatını anlatan roman türünde bir eser olacaktır. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Maalesef günümüzde edebi nezaketten uzak popüler yapıtlar ön plana çıkmaktadır. Bu da okuyucunun nitelikli yapıtları fark etmelerine engel oluyor. İcmal etmek gerekirse okuyucuların bu konuda daha seçkin davranmalarını ve nitelikli eserleri okumalarını arzuluyorum. Öncelikle dünya ve Türk klasiklerini okumalarını tavsiye ediyorum. Son olarak değerli okuyucularımıza şunu belirtmek istiyorum: Hiç olmasa haftada ya da ayda birkaç tane kitap alalım, evimizde bir kütüphane kuralım. Kitaplar dünya görüşümüzü zenginleştirir, bakış açımızı farklılaştırır. Huzurlu bir yaşam için hep birlikte kültürlenelim.

Şairlik Bir Sırrı Hikmettir

Merhaba Zübeyde Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1957 yılında Kahramanmaraş ilinin Elbistan ilçesi, Söğütlü beldesinde (eski adı Anbarcık Köyü ) dünyaya gelmişim. Her şiirimde bir parça özlem duyduğum, yaşadığı yıllarda her mısramda katkılarını hissettiğim Rahmetli babam Halk şiirinin usta temsilcilerinden birisi olan Sayın Hacı Hasan Uğur’dur ve bana şiir yazma aşkını aşıladığı için ona minnettarım. Babam aynı zamanda 1995 yılında Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş olan “Aile ve Toplum” konulu şiir yarışmasında da birincilik ödülüne layık görülerek çok büyük bir onur yaşamama ve bir kez daha onu örnek almamın hayatıma ışık saçtığını göstermiştir. 1974 yılında dünya evine girdim ve çok şükür daha uzun yıllarımızın olacağı 50 yıllık evliliğimden 4 evlat 3 torun sahibi olmayı Yüce Rabbim bahşetti. Şu anda eşim Celal Kozanoğlu ile emekliliğimiz ve torunlarımızın cıvıldamaları ile her anımızı keyifle geçiriyoruz.

Zübeyde Kozanoğlu

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolcuğumun hikayesi aslına bakarsanız biraz uzun. Öncelikle bizim çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği yıllarda televizyon yok, internet yok ancak edebiyat ve şiir yaşamımızın tam merkezindeydi. Rahmetli babam hem yazar hem okurdu ve onu hayranlıkla izlerdik ve dinlerdik, tabi ben de zamanla babamın şiirlerini okuyarak şiir yazma kabiliyetimin beslendiğini yıllar içerisinde hissederek yazmaya başladım. Hatta kendi kendime ilk zamanlarda yazmış olduğum şiirlerimi babamın şiirine benzemiyor diyerek kimseye göstermediğim günler çok olmuştur. Ancak şiir ile çıktığım yolda, en büyük destekçim eşim olmuştur. Her defasında büyük bir zevkle şiirlerimi ilk ona okumuşumdur. Aklımdan geçen her bir kelimeyi, her bir cümleyi, her bir mısrayı, her şiiri dünyamızda ve etrafımızda yaşanılan olayları, felaketleri, acıları, sevinçleri, mutlulukları ve ülke sevdamı kah empati ile kah teşbih ile kah içtenlikle gönül dostlarımız ile buluşturmaya çalıştım, şiir severlerin kendilerinden de duygular bulabileceğine inandığım şiirlerimi bu nedenle bir kitap haline getirerek sunmak bana çok ciddi bir haz verdi. Okuyucularımın da aynı hazzı tatmasını umut ediyorum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Az evvelde bahsetmiş olduğum gibi eşimin desteği benim için paha biçilemez olmuştur, her desteğinde biraz daha yol kat etmemi sağladığı için eşime sonsuz teşekkür ediyorum. Yazılan şiirlerin paylaşıldıkça, okundukça, şairinde olgunlaştığına inanan evlatlarım ve çevremde ki şiirlerimi dinleyen ve beğenen dostlarımın da bu kitabımı çıkarmam da motivasyon sağladığını belirtmek isterim. Desteklerini benden esirgemeyen herkese canı gönülden şiir tadında teşekkür ediyorum.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir anlatılır mı bilemedim, benim yaşamımın her anıdır benim için. Şiir yaşamın başlangıcından ölüme kadar süren hayatımızda yaşadığımız duygularımızdan, düşüncelerimizden, özlemlerimizden, hayallerimizden süzdüğümüz birikimlerimizi estetik duygular ile harmanladığımız duygular bütünüdür diyebilirim. Yazılan kimi şiirler matemi  ağıtlara, kimi şiirler sevinçleri türkülere dönüştürmüş. Kimi şiirler ise her türlü yaşanan aşkı sevdayı beyitlerinde yaşatmış. Bende dilim döndüğünce kalem ve kâğıt ile daha çok muhabbet kuranlardan şiiri nakşedenlerden olmaya çalıştım. Bu uzun bir yolculuk ve her aşaması bana büyük mutluluk veriyor. Şiirde olmazsa olmaz dediğim duygudur, histir. Şiirde duygu olmalı, ta yüreğinin derinliklerinde her bir okuyanın anlam yüklemesi ve düşündürmesi şiirlerin olmazsa olmazıdır diye düşünüyorum.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor?

Belki sizin için biraz ütopik gelebilir, ancak şair şiirlerde ki duyguları bir damla misali biriktirerek okyanuslara açılandır. Şair ise bu birikimleri özümseyen ve duyguları ile düşünceleri ile besleyendir. Buna çok fazla ilaveler yapılabilir ancak ben bu kadarı ile yetinerek usta şairlerimizden Sayın Celalettin Kurt hocamın da dediği gibi “Göl yatağında su eksik olmaz” dediği gibi şiirin olduğu her zamanda şairlikte hep var olacak diyorum.

Seçilmiş şiirlerinizin yer aldığı Bir Çiçek Misali isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bugüne kadar yazmış olduğum şiirlerimin içinden bu kitap için seçilmiş olanlarda büyük emeği olan Sayın Celalettin Kurt hocam ve basım aşamasında büyük özen ile çalışan Alaska Yayınevine sizin aracılığınız ile şahsım adına çok teşekkür ediyorum. Şiirlerim genel olarak milli ve manevi duyguları yansıtırken her bir okuyucumun da kendinden bir şeyler bulacağını ümit ediyorum. Şiir sever okurumun bu kitabımda yayınlanan herhangi bir şiirin özünde kendi ile bağdaştırması ve şiirin duygu ve hissini yüreğinde hissetmesinin en güzel sürpriz olacağını umut ediyorum ve keyifli bir okuma diliyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yazmaya başladığım zamanlarla beraber tabii ki başucu kitaplarımda Mesnevi’den, Cemal Süreyya’ya, Orhan Veli Kanık’tan Özdemir Asaf’a kadar ismimi zikretmediğim çok değerli bir çok şairin kitapları olmuştur. Sayın Celalettin Kurt hocamın “Bu Memleket Kara Sevda” kitabı, Ozan Fuat Bostancı’nın “Bağlamamın Yedi Teli Mihrican Vurgunu” kitabı, Ömer Kaya’nın “Bir Sevda Türküsü” kitabı, Mehmet Gözükara‘nın “Gelenekten Geleceğe”  kitabı gibi bir çok şairimizin kitaplarını da okumakla şiirlerimin de zenginleştiğini hissediyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım “BİR ÇİÇEK MİSALİ” kitabımdan sonra, daha ismini koymadığım ve hala yeni şiirler ile beslediğim, okurlarım ile yeniden buluşacağım kitaplarım olacak Allah nasip ederse. Bir yolculuğa çıktık, bakalım yol bizi nereye götürür.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okurlarıma diyorum ki “şairlik bir sırrı hikmettir”. Şiirlerim ile okurlarımın gönüllerinde hoş bir seda olmaktan büyük mutluluk duyacağımı belirterek keyifle okumalarını temenni ediyorum. Yolumuzun kesiştiği veya kesişeceği tüm okurlarıma şimdiden teşekkür ederek, sevgilerimi ve saygılarımı iletiyorum.

Yazı Çok Kuvvetli Bir Anlatım Biçimidir

Merhaba Muhammed Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Öncelikle benimle söyleşi yapmanız beni onurlandırdı, teşekkür ediyorum. 1991 Ağrı doğumluyum. Evli ve üç çocuk babasıyım. Çocukluğumun bir kısmı Ağrı’da geçti. Ekonomik ve sosyolojik sebeplerden dolayı Konya’ya taşınmak zorunda kaldık. Şu an Konya’da ikamet ediyorum. Babam inşaat işçisiydi. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Ağrı’da okudum. Dördüncü sınıfı ve ortaokulu Konya’da okudum. Derslerimde oldukça başarılıydım, ancak babamın aniden rahatsızlanması nedeniyle lise hazırlık sınıfında okulu bırakmak zorunda kaldım ve okul hayatım o günden itibaren sona erdi. Okuyamadım ama okumaya ve öğrenmeye olan aşkım hiç bitmedi. Uzun yıllar inşaatlarda çalıştım, şimdi ise bir sitede apartman görevlisi olarak çalışıyorum.

Yazar Muhammed Kaya

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Bu yaşıma kadar aklımda yazı yazmaya dair en ufak bir fikir dahi yoktu. Doğrusunu söylemem gerekirse; işlerimin yoğunluğundan, belki de tembellik desek daha doğru olur… Yılda bir kitap bile okumuyordum. Yıllarca içimde biriken okuma isteğinin otuzuma merdiven dayadığım bir zamanda sızacağını, patlak vereceğini tahmin edemezdim. Birden deli gibi okumaya başladım. Bir kitap bitmeden diğeri yanı başımda hazır bekliyordu. Hâl böyle olunca okumanın insana yüklediği sorumlulukları hissetmeye başladım, ama bu hissin yazı yazmak olduğuna emin değilim. Bir gün evime doğru giderken birden yazı yazma isteği doğdu bende. Tam olarak yazma fikri o an böyle oluştu. Eve gider gitmez bir şeyler karaladım ama düzensiz ve saçma bir makale olmuştu yazdığım yazı. Ertesi gün daha düzenli bir yazı için kalemi elime aldım ve ilk kitabım olan Kavga’yı yazmaya başladım. 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazmaya başladığımı kimseye söylemedim; çünkü içine kapanık ve özgüveni oldukça zayıf biri olduğumdan çevremdeki insanların tepkilerinden çekindim açıkçası. Kavga’yı bitirdikten sonra yavaş yavaş söylemeye başladım. Tepkileri içime sindirmem gerekiyordu çünkü. Yazmaya başladığım ilk zamanlarda kimseden bir destek göremedim. Fakat ikinci kitabım olan Örümcek Ağından sonra özellikle eşimin ve kız kardeşimin desteğini hissettim. İkisinin de kitaplarla arası iyidir. Yalnız özellikle yakın çevremde olan insanların destekten çok merakları ağır basıyor. “Nasıl yazıyorsun, aklına nasıl geliyor, yazdıkların gerçek mi?” gibi sorular soruyorlar. Tabi desteğin gelip gelmemesi benim için bir şey ifade etmiyor artık; çünkü ben yıllarca genel olarak yalnız başıma mücadele ettim ve yalnızlığa alışığım.

Kimliğine kavuşmayı arzulayan bir kadının mücadelesini anlattığınız Hüma’nın Kimliği isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ediyorum. Hüma’nın tek bir kişi olmadığını, Hüma’nın, bir toplumun kadınlarını ve o kadınların yaşayamadıkları güzelliklerini aynı zamanda çektikleri cefa ve eziyetleri temsil ettiğini öncelikle belirtmek isterim. Kitabın kurgusal yapısı zaten her sonraki bölüm için bir sürpriz barındırıyor. Yalnız hikâye okuyucuya salt bir dramatik dil kullanılmadan, yerine göre mizahi bir üslupla anlatılmış. Kitabın en can alıcı yerlerinin trajikomik sahneler olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Özellikle Bayram ve Arif pasajları ve Hüma’nın tepkileri hikâyeye ayrı bir renk katıyor. Kimliğine kavuşmak isteyen Hüma’nın, kimliğine kavuşup kavuşmadığını Bayram anlatacaktır. Okuyucu, bir kimliğin bir ailenin hayatını nasıl değiştirdiğine tanık olacaktır.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarlarım Tolstoy, İnsan Ne ile Yaşar, Gençliğim ve Çocukluğum, İvan İlyiç’in Ölümü. Yaşar kemal, Yılanı Öldürseler, Bu Diyar Baştan Başa. Stephen Kıng, Yazma Sanatı, Yeşil Yol. Jules Payot, İrade Terbiyesi. Sadık Hidayet, Kör Baykuş. Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Benim yazarlara bakışım şöyle; bir yazar hayatı boyunca gördüğü, yaşadığı olayları, büyük bir çaba ve özveri ile bir kitap haline getiriyor ve bu tecrübesini insanlara sunuyor. İnsanlara kalan ise o kitabı alıp okumak. Bir kitap yazmak doğurmaya benzer, kitabın da bir fikir olarak başlamasından tutundan son cümlesine kadar sancılı olduğunu bilmek gerekir. Bunları bilerek okuduğumda başta bu yazarların ve adını yazamadığımız birçok yazarın hayatıma elbette olumlu etkileri odu. Kendimi tanımama, ifade etmeme, insanları anlamaya, anlatmaya, dünyanın birçok ülkesine seyahat etmeme, savaşları ve onların kötülüklerini anlamama, barışı ve sevgiyi anlamama ve tüm bunları yazarak anlatmama vesile oldular.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, şu anda üzerinde çalıştığım bir kitap var. Henüz ilk bölümlerini yazıyorum. Her yazarın bir yazım alışkanlığı var ve hepsine de yüksek derecede saygı duyuyorum. Ben kitaplarımı planlamadan yazıyorum ve henüz kitabın başında olduğum için hikâyenin nasıl sonuçlanacağını ben de bilmiyorum. O yüzden bir ipucu veremeyeceğim için özür diliyorum. Ancak öyle zannediyorum ki, psikoloji ve sosyoloji türünden olacak. Ben imgelerimi toplumun genelini analiz ederek bulmayı seviyorum, bir ailenin bunalımını anlatan bir kitap olacağa benziyor.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitap okumanın hobi değil, bir sorumluluk hatta bir zorunluluk olduğunu bilmek bizi her zaman gelişime ve öğrenmeye açık bir yola ileteceğini ifade etmek istiyorum. Okuyucular, kabalığımı mazur görsünler, yine kendimden bir örnek vermek istiyorum. Ben on beş yaşına kadar utancından ve çekingenliğinden konuşamayan birisiydim. Fiziksel olarak konuşabiliyordum ama ruhsal durumum buna müsaade etmiyordu. Yirmi dokuz yaşıma kadar kendini ifade dahi edemeyen biriydim. Sırf bu yüzden çevremdeki insanlar, benimle alay ederlerdi. Kitap okumak, beni kendime getirdi, silkeleyip düzenledi, özgüven verdi, mutlu etti. Demek isterim ki; benim gibi biri kitapla kendini bulduysa kıymetli okuyuculara çok daha fazlasını verecektir. Bunun yanında özellikle not alma alışkanlığı olanlar varsa kesinlikle hiç çekinmeden ilk hikâyelerini yazmaya başlasınlar. Okumak bir yerden sonra yazmaya itebiliyor ve bana göre yazı, çok kuvvetli bir anlatım biçimidir.

Hülya Cabi: Tüketim Toplumu Çıkmazı

Tüketerek büyümeye çalışırken, tüketim toplumu çıkmazına girmişiz haberimiz yok. Dostlukları, sevgiyi, saygıyı, ahlakı da tükettik hatta öyle ki bundan haberimiz yok. Madden yokluk içinde manen doyuma uğramış bir toplumdan, her şeyi almasına rağmen doymayan ihtiyacının sınırı olmayan bir topluma dönüştük. Birbirimizin kıyafetlerini giyer, kitaplarını kullanırdık. Bu paylaşım acılarını da paylaşmamıza neden olurdu. 

Tüketim Toplumu Çıkmazı

Komşumuzun acısı varken günlerce evimizde müzik dinlenmez, televizyon olduğu dönemde televizyon açılmazdı ki yas tutulurdu. Bize kıyafetler verilirdi ve Ayşe ablanın kıyafeti bana oluyor, diye büyüdüğünü düşünürdük biz. Kitap üzerine yazı yazamazdık çünkü bize tertemiz verilen kitapları bizden sonrakine aynı şekilde teslim etmenin bilincindeydik. Kitabın değerini belki de bu sebeple biliyorduk. Kitap derdi olmayan bir kuşak olarak kitabın kabını bile değiştirmeye gerek duymazdık. Kütüphanemiz vardı bizim, gider aradığımız kaynağı bulur, hızla bir not defterine araştırdığımız konuyu yazar ve kitabı kütüphane sorumlusuna teslim ederdik. Sessiz kitap okumak, hızlı okumak için kursa da gitmezdik. Belki de sessiz ve hızlı kitap okumak o dönemden kalma bir alışkanlıktı. Bizim arama motorumuz yoktu, o sebeple severdik kütüphaneleri. Bizim internet bağlantımız kesilmez her şekilde kitaba ulaşabilme yollarını kullanırdık. Kütüphane yoğunluğunu bilmezdik, gitmek, gelmek, araştırmak, not almak derken, zamanı iyi yönetemezdik ama bu ortamlarda sosyalleşirdik. Bizim sosyalleşmeden anladığımız sanal ortamlar değildi. Biz duygularımızı mektup yazarak ifade ederdik, bir sms yollayarak sevgi göstermezdik.

Emojimizde yoktu, utanınca yüzümüz kızarırdı, üzülünce suratımız asılırdı, üzülünce gözümüzden yaş gelirdi bizim. Her evde ansiklopedi yoktu, o zamanlar gazeteler de bu ihtiyacı fark etmiş olsa gerek ki kupon karşılığı ansiklopedi vermişti. Kupon, gazete yanında her gün verilen ve üzerinde numerik takip olan küçük kağıt parçasıydı amaç aslından her gün gazete alınmasının sağlanmasıydı ki karşılığından ansiklopedi alınması sağlansın. Şehir içi ulaşımlarda kullanılan otobüslerde biletlerimiz vardı, o biletler yakma sistemi ile yok edilirken araç içini duman kaplardı. Cep telefonumuz da yoktu. Ankesörlü telefonu gördüğümüzde çok mutlu olmuştuk. Demir para gibi bolca büyük ve küçük jeton taşırdık. Çünkü, her evde telefonda yoktu. Komşumuzun telefon numarasını eşimize dostumuza vererek iletişim kurabiliyorduk. Telefon bahanesiyle gittiğimiz komşumuzda muhabbet eder halini hatırını sorardık. Şimdi telefon bahanemizde yok her şey çok kolay elimizin altında ama zaman birinin hatırını sormaya dahi yetmiyor. Koşa koşa yaşadığımız dünyada boşa giden zamanın hesabını yapmadan, yapamadan zamanı tasarruflu kullanamaz olduk. Çok küçük şeylerle mutlu olan, maddi kıtlık içinde manevi bollukla yaşarken, zamanla maneviyatı harcayarak tükettik. 

Vicdan Her Zaman Doğruyu mu Söyler?

2001 yazında Erzincan 59.Topçu Tugayında kısa dönem er olarak  askerlik yapıyordum. Kasım 2000 de geldiğim Tugay’da çavuş olarak kayıt kabul bölümünde yeni dönemde askere alınanların kayıt işlemlerine yardım etmek üzere görevlendirilmiştim. Gelen askerlerin kayıtları, sağlık kontrolleri, kıyafetlerinin verilmesi ve bölüklerine teslim edilmesi süreci idi kayıt kabul. Erzincan’daki bu Tugay, genellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen erlerin üç ay acemilik eğitimi aldığı bir yerdi.  Üç aylık eğitim sonrasında Türkiye’nin dört bir yanına gönderiliyorlardı. Her askere alım döneminde, birkaç hafta süre ile her gün Tugay’a yeni askerler geliyordu. Gelişler sabahtan akşama kadar sürüyordu. Bazı günler çok geç saatlerde gelen askerler, apar topar boş yatak olan koğuşlarda misafir edilip, ertesi sabah kayıtları yapıldıktan sonra bölüklerine teslim ediliyorlardı. 

Vicdan Her Zaman Doğruyu mu Söyler?

Sabah sporu ve kahvaltısından sonra kayıt kabul binasındaki görev yerimize geldik. Önceki gece geç saatte gelen birkaç asker de gece misafir olarak farklı koğuşlarda yatmışlar ve sabah kayıt için nizamiyeye geri getirilmişlerdi. Askerleri kayıt ettikten sonra gece verilen kıyafetlerini giymelerini söyledik. Askerler giyinirken içlerinden bir tanesi ‘Komutanım benim botlarım değiştirilmiş’ dedi. ‘Biri yeni botları çantamdan alıp, eski botlar koymuş’ diye ekledi. Ben de kısa bir şaşkınlıktan sonra olayı anlamaya çalışmak için sorular sormaya başladım. ‘Sen ne zaman geldin?’ diye sordum. ‘Dün gece’ dedi çocuk. ‘Kıyafetleri dün gece mi aldın?’ diye sordum. Evet dedi. Tam olayı anlamak için birkaç soru daha soracaktım ki, oradaki vurdum duymaz çavuşlardan biri, lafa girdi. ‘Hadi oğlum’ dedi, ‘İşimiz var, botun var mı var, biri değiştirmiş işte senin yenileri eskileriyle, giy eskileri devam et, burası ana kucağı değil asker ocağı. Sahip çıkaydın malına. Hem burada böyle şeylere hırsızlık denmez, yer değiştirme denir’ dedi.  Çocuk bir şey diyemedi tabi, sustu. Ben de tereddüt içinde kaldım. 7000 kişilik tugayda kimsenin önemseyeceği bir durum değildi içinde bulunduğumuz şartlara bakınca. Fakat tam o sırada kayıt kabulden sorumlu Yüzbaşı yanımıza geliverdi. Selam verdik. ‘Vukuat var mı çocuklar diye sordu?  Ben de her zamanki doğrucu davutluğumla, ‘Komutanım bu yeni gelen askerin botunu gece kaldığı koğuşta eskisi ile değiştirmiş biri’ dedim. Yüzbaşı ‘Bir işi doğru yapamıyorsunuz, bir çocuğun botuna sahip çıkamıyorsunuz, ne suçu var bunun eski botla başlayacak askerliğine’ diye söylenince benim ağrıma gitti. Yüzbaşı dönüp arkasını gitti ama bu duruma canım çok sıkıldı. 

Çocuğa tekrar sordum. ‘Sen hangi koğuşta kaldın gece?’. ‘Çavuş talimgahta’ dedi çocuk. Sonra ekledi. ‘Ben botumun içine isim ve soyadımın baş harflerini yazmıştım’. Yüzbaşının lafı içime oturduğu için olayı çözmeye karar veren ben, koşa koşa Yüzbaşının yanına gittim. Dedim ‘Komutanım bu çocuk çavuş talimgahta kalmış, yeni botlarının içine de isminin baş harflerini yazmış. Eğer çavuş talimgahtaki askerlerin botları kontrol edilirse, ayağında yeni bot olan varsa, içi kontrol edilip kimin çaldığı tespit edilebilir ‘. Yüzbaşı yanındaki telefonun ahizesini kaldırıp çavuş talimgahın komutanını aradı. ‘Komutanım dün gece sizin koğuşta kalan askerlerden birinin botu eski botlarla yer değiştirmiş’ dedi. Ayağında yeni bot olan askerlerin botlarını bir kontrol ederseniz, ben çocuğu çavuşla beraber gönderim, botları geri versinler. Hırsıza da cezasını verirsiniz’ dedi. Bir süre sonra telefon çaldı. Çavuş talimgahın yüzbaşısı arayıp botların bulunduğunu söyledi. Bizim yüzbaşı telefonu kapatıp, bana dönüp, ‘Çocuğu al, çavuş talimgaha götür, botlarını alıp gelin’ dedi. Ben Askeri aldım, çavuş talimgaha gittik. Yüzbaşıya selam verdim. Yüzbaşı çocuğa botları gösterdi.’ Bu mu senin botlar? diye sordu. Çocuk botların içine baktı, yazdığı harfleri görünce, ‘Bunlar Komutanım’ dedi.  Komutan ‘Eski botları bırak, bunları al’ dedi. ‘Dışarı çıkıp kapının önünde bekleyin’ diye de ekledi. Biz dışarı çıktık. Ben o sırada botları kim çalmış olabilir diye düşünüyordum. Biz de acemiliğimizi çavuş talimgahta yapmıştık. Biz er olarak ilk geldiğimizde, başımızdaki çavuşlar içinde çok kaba, küfürbaz olanlar da vardı, çok güler yüzlü olup bizimle şakalaşanlar da. Bunları düşünürken, yüzbaşının odasına uzman çavuş, ayaklarında postal olmayan, siyah çorapları ile yürüyerek kolundan tuttuğu bir çavuşu getirdi. Bu çavuş, biz acemiyken bize en candan davranan en çok sevdiğim çavuştu. O anda anladım, botları onun değiştirdiğini. Birden içim ezildi. Kendi kendime nerden kurcaladım meseleyi, ne olurdu dedim eski bot giyseydi bu çocuk. Değiştirenin bu çavuş olduğunu bilsem çözmeye çalışır mıydım meseleyi diye düşündüm. Gözünde kırmızı kalın çerçeveli gözlükler olan, üstü başı düzgün, kibar, şakacı bir gençti bu çavuş. İçeri girdiler. Ben içerdeki konuşmaları kapının dışından duyabiliyordum. Önce bir iki nasihat etti Astsubay Başçavuş. Onu da tanıyordum acemilikten, çok efendi bir adamdı. 

Askere iyi davranırdı. Ama bu sefer iş başkaydı. Yüzbaşı da odadaydı ama Astsubay Başçavuş konuşuyordu çavuşla. Nasihatlerden sonra, çavuş inkar etmeye çalışsa da, olay çok netti. Postalların içinde harfler yazılıydı. Ardından bir tokat sesi geldi. Benim içim iyice ezildi. Çocuk birşeyler söyleyecek oldu. Bir tokat sesi daha geldi. Astsubay Başçavuş ‘Oğlum biz size burada güvenemezsek, savaşta nasıl güveneceğiz’ dedi. Çocuk hala inkar ediyordu, özür dilemek yerine. Tokatlar da devam ediyordu. Her nasihatin ardından bir tokat sesi. Birkaç dakika sonra ben artık pes etmiştim, tamamen pişman olmuştum olayı araştırdığıma. Başımı öne eğmiş yere bakıyordum, üzgün üzgün. Fakat tam o sırada gözüme bir şey ilişti. Dışında beklediğim kulübenin kapısının kenarında bir örümcek ağı vardı. Ağa bir böcek takıldığını gördüm. Böcek ağa takılır takılmaz, örümcek hızla saklandığı yerden çıktı ve çok çabuk ve soğukkanlı bir biçimde büyük bir ustalıkla böceğin etrafını ağ ile sarmaya başladı. O kadar büyük bir maharetle, o kadar hızlı örüyordu ki ağını hiç acımadan. Bir anda kafam allak bullak oldu. Tam vicdan azabının ortasında iken, bir yandan içerden tokat sesleri geliyor, bir yandan da örümcek avını sarmalıyordu. Dedim bu nasıl bir tesadüf. Demek ki bizim aklımızı çok aşan, en ince detayına kadar düşünülmüş bir düzen var. Herşey olması gerektiği gibi yaşanıyor. Örümcek yapması gerekeni yapıyor, yoksa hayatta kalamaz; komutan da o anda yapması gerekeni yapıyor. Ben de belki yapmam gerekeni yapmıştım, vicdanım sızlasa da sonunda. Aklıma bir arkadaşımın dayısının, eniştesi için söylediği söz geldi. Arkadaşımın eniştesi avukattı ve ünlü markaların avukatlığını yapıyordu. Taklit ürünleri yakalatıp, toplattırıyordu. Dayısı, eniştesine; bir gün, ‘Cellat da lazım ama cellat olmamak lazım’ demişti. Bu söz üzerine çok düşünmüştüm. Peki kimse cellat olmazsa kötülere cezayı kim verecekti. İsmet İnönü’nün meşhur sözü var ya ‘ Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memlekette kurtuluş yoktur’ diye. İşte tam da durum buydu, sadece iyilikle işler maalesef yürüyecek gibi değildi içinde bulunduğumuz dünyada. 

Dayak yiyen çavuş bir noktadan sonra imalı bir şekilde Başçavuş’u tehdite başladı. ‘Bunun sivili var, babam sizin yanınıza bırakmaz’ gibi sözlerle. Fakat bunun sonucunda bir iki tokat daha yedi. Belki de Yüzbaşı bir iki tokatla ders vermek niyetinde oldukları askeri, tutanakla mahkemeye sevk etmeye karar verdi  tehditler üzerine ve ‘Madem laf anlamıyorsun, kabul edip özür dileyeceğin yerde tehdit ediyorsun, o zaman askerliğin uzasın da gör’ diyerek noktayı koydu.  Biraz sonra Başçavuş kapıdan bize görünüp, ‘Siz gidebilirsiniz ‘dedi. Ben de çocuğu alıp kayıt kabule doğru yürümeye başladım, gözümün önünde böceği saran örümcek, kulağımda tokat sesi, aklım karma karışık.

İrfan Erdoğan: Çoban Ökkeş

Hiç unutmam, koyunlarımızı Ökkeş amcamın güttüğü yıldı. Yaz günleri havalar sıcak olduğu için çobanlar, sürülerini öğleden sonra alır dağa çıkar, bir sonraki gün sabah saat 10’da köye dönerlerdi. Döndüklerinde de konu komşu sürülerin önünde durur, kendi koyun ve keçilerini ayırır evine götürürdü. Zaten hayvanlar da sahiplerini ve evlerini bildikleri için köyün içine gelince, evlerinin yolunu tutar, sürüden ayırılırlardı. Bu derece eğitilmişlerdi hayvanlar...

İrfan Erdoğan: Çoban Ökkeş Amcam

Yine bir yaz günüydü. Yine çobanlar güttükleri sürülerin eşliğinde köye girmişti. Herkes koyunlarını sayıp teslim almıştı. Biz de sayıp teslim aldık ama iki koyunumuz o gün eksikti, yoktu yani. Başka ailelerin de iki, üç hatta beş koyunu eksik olan vardı...

Koyunları kaybolan diğer komşularla birlikte her yeri aradık. Ama bulamadık. Koyunlar da en iyi besili olan koyunlarımızdandı. Babam ve diğer komşular çoban olan Ökkeş amcama koyunlarının eksik olduğunu söyleyip “Nerede koyunlar?” diye sert sert sordular ama Ökkeş amcam da hiç istifini bozmadan ve babamın da yüzüne bakmadan “Ne bileyim neredeler... İki yüz adet koyun güdüyorum hepsiyle tek tek ilgilenemem ki“ deyince diğer komşular sessiz kaldı ama babam sinirlenerek “Bu koyunların çobanı sen olduğuna göre senden başkasına da soramayız herhâlde beyefendi“ dedi ama bu defa Ökkeş amcamın yüzünden düşen bin parça misali tekrar “Bilemiyorum, dağlara çıkıp ararız belki bir taşın gölgesine çöküp uyumuşlardır ne bileyim“ dedi. Artık babam işin içinden bir bit yeniğinin olduğunu sezmiş bir vaziyette ve sinirli bir şekilde koyunları kaybolmuş diğer komşulara “Arkadaşlar dağa çıkıp koyunları aramaktan başka bir çaremiz yok, gelmek isteyen varsa ben çıkıyorum” dedi. Koyunları kaybolan herkes, babamın dediğine uyup, koyunların gece otlatıldığı bölgeyi aramaya, dağa çıktılar. Çıkmadan önce de babam bir kez daha Ökkeş amcama dönerek “Bu koyunların kaybolmasında senin ve diğer çobanların bir ihmali varsa herşeyi açık açık söyleyin biz de rahat edelim boşuna dağa taşa çıkıp yorulmayalım.” Dedi ama Ökkes amcam nuh diyor peygamber demiyordu,aynı şekilde “ Benim ve diğer çobanların bir suçu yok koyunların eksik olduğunu, burada, hep beraber gördük.“ deyince babam diğer komşularla ardına bakmadan bütün gün dağda kaybolan koyunları aramaya çıktılar kırk derece sıcağın altında. Onlar dağda koyun ararken Ökkeş amcam, telaşlı bir şekilde, çok sevdiği annemin yanına gelerek “ Yenge koyunları diğer çobanlarla birlikte hırsızlara sattık. Sizin koyunlardan da iki tane sattık ki durum anlaşılmasın. Ne olur gerisini sen abimle hallet. Eğer ortaya çıkarsa abim beni öldürür.” Deyince anam yarı gülerek, “Peki abin, dağda koyunları artık bulamayacağına göre eve gelecek, o zaman durumu hallederim sen merak etme... Ancak abin sana bağırırken de abine cevap verme“ deyince, Ökkeş amcam sustu, bir daha da konuşmadı taa ki babam diğer köylülerle birlikte, eli boş ve takatsiz bir vaziyette eve dönene kadar. Neticede babam dağdan döndü diğer komşularla birlikte... Ama dediğim gibi takatları kalmamış dağlarda geze geze ayakta duracak hâlleri de yoktu. Babam üç beş dakika hiç konuşmadan önüne bakarak üzgün bir şekilde oturdu. Anam, babamın bu durumunu görünce babama kaş göz edip dışarı çıkardı, durumu anlattı. Gerçeği öğrenen babam, bitkin düşmesine rağmen kan beynine sıçramış bir vaziyette yan tarafında çömelmiş, oturan Ökkeş amcamın üstüne çullanarak, temiz bir meydan dayağı attı. Amcam bağırmaya başladı. Bütün köylüler, amcamın bağırtısını duyup evimize koştu. Bu duruma kimi üzülüyor kimi de kahkahalarla gülüyordu. Neticede insafa gelen bir kaç komşunun da yardımıyla Ökkeş amcamı babamın elinden kurtardılar. Ama koyunlar gitmiş olay da böylece kapanmıştı...

Deniz Boyraci: Gün Gelir Devran Döner

Siyaset gündeminin ana konularından biri haline gelen Selahattin Demirtaş Devran adlı kitabi ile bu ay ki kitap yolculuğumuza devam ediyoruz. Yüzyılımızın çözülemeyen  sorunu olan Kürt  sorunu 21 yy. in ilk çeyreğinde hala günceliğinden hiç  bir şey  kaybetmemiş. Kürtler ise aradığı insanlığı bulamıyor diyor Demirtaş. 90 'lı yıllarda faili meçhuller, köy  yakmalar, hak ihlalleri had safhadaydı  bu zulmü  anlatırken dahi insan insanlığından utanıyor,  ama bu zulmü  yaşatanların   öyle  bir sorunu yok maalesef... 

Devran Selahattin Demirtaş

Bunu  onlara hatırlatmak  ve yaşananları unutmamak için  sayın  Demirtaş çok  ince mizanseniyle yaşanmışlıkları  Devran ile toplum hafızasına  ışık  tutmuş . Zaten  yaşattıklarını barbarlığı  anlattığı için şu an cezaevinde. Son 40 yıldır ülkemizde  yaşanan  durum bu; Varlık ve yokluk mücadelesi...  Varsın ama  dilini konuşamıyorsun  varsın ama kültürünü yaşayamıyorsun, yoksulsun, eziliyorsun, dilin kültürün  inkar ediliyor  ve yok sayılıyorsun! Öte  yandan yoksun deniliyor  ama düşmansın, ama en tehlikelisin ve acımasızca  bir diğer  kesimle kutuplaştırarak  üzerine düşman  diye boğaya  kırmızı  şalı gösterir    sana saldırtıyor . Kürtlerin  bu ülkede  son kırk  yıldır yaşadığı  bu handikabı   özetlemeye  çalışan  sayın  Demirtaş "in Devran isimli kitabını tanıtacağız sizlere, aslında  her hikayesinde sizde varsınız  gelin Demirtaş'ın kaleminden kendinizi okuyun.. Eserdeki her hikaye anlamlı  mesajlar içeriyor; Selim Bey; hikâyesinde sizce kaç  tane Selim  vakası  yaşanmış  o hazin topraklarda, Peki Selim  bey gibi kaç kişi  bu yüz kızartıcı  suçuyla  yüzleşmeye  çalıştı? Selim Bey gibiler söz  verdimi bir daha bu olaylar yaşanmayacak diye, Suçsuz sebepsiz kimse öldürmeyecek diye? Sizce sadece o haksızlığa  uğrayan  köylünün  çoban  oğlu mu  öldürüldü? Hayır kimlik  hak adalet insanlık mücadelesi  veren binlerce Kürt  genci savaş  kuralları  çiğnenerek işkencelerden geçirildi,  haksız  hukuksuz yargılandı. Zindanlarda çürütüldü, bazen de yargısız infaz edildi. Kobayda: Çözümsüzlük  noktasında içine  düşülen hataların  tekrarı  çözüm  değil çözümsüzlüğün  kendisi olmuş,  hatalarımızdan ders çıkaramamanın  bedelini veriyoruz  mesajı veriliyor. Kimdir  bu hataları  yapanlar? Hataların bedelini kimler ödüyor? Baranın Beşiği; Kimler sorumlu ölümünden? 

Baran,  bebek yaşta  neden kendisinin   yaşadığı  bereketli  toprakları bırakıp  göç  yollarında  ailesiyle beraber hayatından oldu. Baran’ın topraklarının  nimetini  kim yiyiyor ki?  Baran yoksulluktan  öldü? Kapkaç: Neden kapkaççı olur bir insan? Ayrıca  bir insan  yoksul ise bile  kapkaççı mı  olunur yoksa devrim ve mücadele  yolunu seçip  aç  bırakanlarla mücadele mi etmeli? Okuyunca, Siz karar verin. Cizre'de: Aslında  bodrumlarda tüm  insanlık öldü. Canlı   yayında  tüm  dünyanın  gözleri  önünde katliam yapıldı. O gün orada toplumun her kesiminden insanlar vardı Genci, devrimcisi köylüsü,  yerlisi çocuk  yaşlı  herkes  yaşanan savaşa  dur demek için  oradaydı. Fakat Devlet Barışı Cizre'de  bodrumlarda katletti. Demirtaş  tüm  bu süreçleri yakından  yaşadı, hissetti yüreğiyle  unutulmaz bu direnişi  hikâyeleştirdi fakat yaşananlar  sığar  mı  hikâyelere? Bilemiyoruz. Kahramanlık ve kalleşlik  o gün  orada çarpıştı. Tarih direnenlerin kahramanlığını  unutmaz,  katiller ise hep katil olarak anılacaklardır. Diğer tüm hikâyeleri eserde devamla okuyacaksınız... Her bir direnişçi  Kürt evladı  gibi oda yaşananlara kayıtsız  kalmayıp  bulunduğu  zindandan bu dramı hikâyeleştirerek aslında  faşist  iktidara gereken cevabı  vermiştir. Fakat Devran hala dönmüyor  hala Kürtler sürgün  ediliyor işkence  görüyor, eziliyor ,hala da Kürtlere yerde işkence yetmedi gibi, Kürtler  helikopterlerden atılarak  işkence ediliyor . İşçiler  hala ölüyor ve hala yoksullar. İşi  olanların işi  ellerinden alınıyor. İş bulmak için  kamyon kasalarında , yollarda can veriyorlar.... Ama faşist  iktidarlar, Bırakın  Kürtleri tüm  Türkiye’yi  böldüler. Kendilerinden olmayan herkese bir klişe, bir ötekileştirme  damgası vuruluyor. Kürt, Kadın,  Alevi Ezdi, Hıristiyan, Müslüman ise onlardan olan  onlardan olmayan olarak binlere bölünen bir toplumda. 

Selahattin Demirtaş ve alanda siyaset yapanlar,  yiğitçe  direnenler, demokratlar tüm  bu saydığımız  kesimlerin ortak paydası  ve umududur. Bunu yaygınlaştırma, sahiplenme ve kenetlenmeyle Gün gelir devran döner  insanlık  düşmanlarından kurtulacak. Ama hala bu fitne tohumlarını  halkların  demokratik hareketlerin içine de katarak kendi düşüncelerinin  izdüşümlerini içimize de sokmaya çalışıyorlar  kendilerinin parçalı  bakış  açısını   bize dayatıyorlar. Oysa Demokratik sosyalist düşünce  hareketleri insanlık hareketleridirler, kucaklayıcı ve çoğulcudurlar. Bizim onlara bunu göstermemiz  lazım. Demirtaş'ın   kendisi 90'li yıllarda  yaşanan bu zulme  hukukçu olarak tanıklık  etti. Varlık  mücadelesi  veren dilinden kültüründen  uzaklaştırılan  Kürtleri  ayakta tutan  şey , nerde  ve hangi şartta  olursa olsun, ister hasta, ister tutuklu, ister diasporada ve ister dağlarda , ister kuzeyde ,güneyde, batı  ve doğuda olsun hiçbir  engele  takılmadan  tüm bunların haklı  mücadelesini  vermekten vazgeçmemelerindedir. İnsanlık düşmanlarının  korkulu rüyası ise  bir gün Demirtaş'ın da hayal ettiği  gibi; Devrimcilerin, işçilerin, kadınların,   köylülerin, gençlerin, yoksulların  birleşip  bu zulme dur demesidir. Devrim olacak ve devran o zaman dönecektir. Özgürlük barış demokrasi ve halkların  devri başlayacaktır. Bakın Selahattin Demirtaş'ın tüm  hikâyelerinin  ortak noktası nedir? Bu  hikâyeler nerede birleşiyor?  Bildiğiniz gibi Demirtaş bir siyasetçi ve şu an hapiste olmasına rağmen hâlâ aktif olarak siyasetin içerisinde olmaya gayret ediyor. Bunu artık meclis kürsüsünden siyasi açıklamalarla yapmak yerine hikayeler anlatıyor. Belki de bu yöntem kürsüden açıklama yapmaktan daha iyidir. Onun anlattığı her hikâye Ülkemizin bir başka ücra gerçekliği gözler önüne seriyor. Halkın çocukları, diplerde yaşayanlar, Emekçiler, Kadınlar, Kürtler ve elbette tüm ötekiler için bu hikâyeler sürpriz değil... Şaşırtıcı hiç değil. Hatta bunlar bir nebze basit bile olabilir. Asıl mesele bu hikayelere şaşıranlarda saklı..... Bence Demirtaş’ın amacı da tam olarak onlara ulaşmak ve anlatmak. "Biz bu mücadeleyi niye veriyoruz biliyor musunuz?" Sorusunu sorup cevabı olarak hikâyelerini anlatıyor sanki. Aynı zamanda da siyasi çizgisinin bir tezahürünü görüyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi  hikâyesi sadece Kürtleri içermiyor. 

Özellikle ekonomik olarak zor günlerden geçerken yani aşırı işsizlik, yoksulluk hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş vaziyetteyken bu hikâyeler daha da gerçekçi bir çıplaklığa dönüşüyor. Aynı zamanda da bütünleyici bir siyasi çizgiyi yeniden ortaya koyuyor. Bu devirde yaşananlar  sadece Kürtleri vurmuyor ancak Kürtleri vururken yaşanan o sessizlik değişmeyen  dönemi yaşatanların  haksızlığını ve zalimliğini büyütüyor. Bazı siyasetçiler var, siyaseten ölü doğarlar hayata mi, değil mi bilmezsiniz. Konuşur, dinlemezsiniz sahnede çekilir, fark etmezsiniz. Bazıları da var gömülmeye çalışıldıkça filizlenir, susturulmaya çalışıldıkça daha güçlü ses verir. Selahattin Demirtaş öyle bir parti başkanı iste. Son dönemde Türkiye siyasetinde pek karşılaşmadığımız görmeye hasret kaldığımız bir karizması var. Sempatik, espritüel, hazırcevap ama en önemlisi sapa sağlam siyasal bir duruşu var kararlı ve Cesur. Üstelik resime müziğe yazmaya yeteneği var. Bu yeteneklerin yanında demokratik moderninde iyi bir pratik sözcülüğü var. Tüm baskılara cevabi twitter oluyor, roman oluyor, tiyatro oluyor, türkü oluyor, mesaj oluyor, karikatür oluyor, demeç oluyor çıkıyor dışarı hatırlatıyor ve konuşturuyor kendisini. Üstekilere korku alttakilere umut oluyor. Diktatörü en çok korkudan bu devran kitabinin onun yakın arkadaşların yüreğine dokunması diktatörü en çok ürküten ve korkutan bu olsa gerek. Şimdi bu devranın döneceği daha iyi görülüyor.

Elvin Mütaliboğlu: Aynalar

Elvin Mütaliboğlu: Aynalar

Sana bakıp görüyorum kendimi

Ancak bir ricam var. Yaparsın dimi?

İster mutlu görüm sendeki beni

Üzgün bakışları yok et aynalar…


Beni sen genç göster, sen gümrah göster

Ateşli, kuvvetli, tam ferah göster

Yine saçlarımı simsiyah göster

Beyaz saçlarımı kaybet aynalar…


Gördüğün her şeyi atma önüme

İyilik yap verme sen beni zulme

Çoktur hatalarım vurma yüzüme

Sessizce kenardan seyret aynalar…


Merak ettim, söyle sen beni şahsen

Nasıl biriymişim görüyorsun sen

Ah dilin olsa da, anlatabilsen

Sohbetimiz, hoş olurdu aynalar…


Sanki şair olmamış filan gibi

Çocuksu bakışlı bir civan gibi

Yansıt beni sade bir insan gibi

Gerek değil bana şöhret, aynalar…

Okuryazar Nesiller Yetiştirmenin Yolları

Okuryazarlık insanlık tarihine Sümer ve Mısır kültürleriyle adım atmıştır. Sümerlerin çivi yazıları, Mısırlıların hiyeroglifleri yerleşik hayatın oluşmasında insanlara büyük olanaklar sağladı. Tabiatın kontrol altına alınması yazı kültürüyle oluştu. Nil nehri yılın hangi dönemlerinde taşacak ya da hangi arazilere hangi ürünler ekilecek gibi hayati bilgiler insan zihnine kaydedilmek yerine yazıya aktarıldı. Bilgi depolama yükü insan zihninden yazılı belgelere geçti .Yunan, Arap ve Latin alfabeleri sözlü dilin yazıya aktarılmasında insanlara çeşitli kolaylıklar sağladı Günümüzün gelişmiş uygarlıkları temellerini yazı kültürüne dayandırmaktadır. Tıpta, hukukta, mühendislikte ve diğer bilim dallarında ortaya çıkan gelişmeler yazı kültürünün gelişmesi sayesinde ortaya çıktı. Okulların yazı kültürünü geliştirmesi insanlığın ufkunu açtı. Sözlü kültürden yazılı kültüre, yazılı kültürden teknoloji kültürüne geçtik. Sözlü kültür yazılı kültürü, yazılı kültür de teknoloji kültürünü besledi. Günümüzde ise bir tıkanma noktasındayız.

Okuryazar Nesiller Yetiştirmenin Yolları

Günümüz toplumları okuryazar gençler yetiştirmekte zorlanıyor. Vaktinin çoğunu okullarda geçiren çocuklar okuryazar olmaktan çok teknoloji bağımlısı bireyler haline geliyorlar. Teknoloji bağımlılığının  olumsuz sonuçlarıyla  günlük yaşamımızda sıkça karşılaşıyoruz. Teknoloji okuma yazmayla desteklenmeyince gençleri şiddetin kucağına itiyor.

Amerikalı sosyolog Barry Sanders Öküzün A’sı isimli çalışmasında Çete üyesi gençlerin yaşamıyla ilgili istatistiklere yer veriyor. Araştırma sonuçlarına göre Çete üyesi gençlerin çoğu okuma yazma bilmiyor. Kelime dağarcığı zayıf olduğu için kendisini söz ya da yazıyla ifade edemiyor. Tek ifade yolu olarak şiddet kalıyor. Bir süre sonra şiddet bir varoluş biçimi haline geliyor. Yazar gençleri şiddet sarmalından kurtarmanın yolu olarak sözlü kültürle desteklenen yazı kültürünün ailede ve okulda çocuklara verilmesi gerektiğini belirtiyor. Çete üyesi gençlerin çoğu parçalanmış ailelerin çocukları ve okula ya az gitmişler ya da hiç gidememişler. Vicdan, merhamet duyguları gelişmemiş. Cinayet işlemiş çete üyelerine suçluluk hissettiler mi diye sorulduğunda hayır cevabını veriyorlar. Suç Ve Ceza’da Raskolnikov vicdan muhasebesi yapar ve sonunda suçunu kabul eder. Teknoloji çağı suçluları olan gençler ise herhangi bir pişmanlık göstermiyorlar.

Neil Postman Televizyon Öldüren Eğlence isimli eserinde televizyon bağımlılığının insanlara verdiği zararlardan bahsediyor. Antony Burgess Otomatik Portakal adlı romanında çete üyesi bir gencin yaşadığı olaylar ve sonrasındaki rehabilitasyon sürecini işliyor. Bu eserler bir tehlikeye dikkat çekiyor. Gençleri şiddet, uyuşturucu gibi topluma zarar veren kavramlardan uzak tutmak gittikçe zorlaşıyor. Hasta nesiller ortaya çıkmaya başlıyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen şöyle söylüyor: ’’Hiçbir nesil kendiliğinden bozulmaz. Mutlaka ondan önce bozanlar vardır.’’ 

Çocuklarımızı teknolojinin zararlarından uzak tutacak bir çok yol bulunabilir. Teknolojik ürünler karşısında geçirecekleri süreyi asgariye indirmek zorundayız. Kütüphanede geçirilecek vakit televizyon karşısında geçirilecek  vakitten daha değerlidir. Eskiden dedelerimiz, ninelerimiz bize masal anlatırlardı. Biz neden çocuklarımıza masal anlatmıyoruz? Çocuklarımızı sinema yerine tiyatroya götürsek daha iyi olmaz mı? Drama konusunda yapılan çalışmalar çocukların drama yöntemlerini kullandıklarında kendilerini daha iyi ifade ettiklerini gösteriyor. Çocuklar ister okulda ister evde olsun, en iyi oyun oynayarak öğrenirler. Teknoloji firmaları bunu bildiklerinden bilgisayar oyunlarıyla çocuklara ulaşıyorlar. Fakat bu oyunların saklambaç, körebe, misket gibi oyunlardan farkı çok fazla şiddet içermesi. Çocuklar bilgisayar oyunlarının başında saatler geçirdiklerinde binlerce cinayete tanık oluyorlar. Bir süre sonra bu cinayetler ve şiddet normal bir olay haline geliyor.

Çocukların evde ve okulda kendilerini en iyi şekilde ifade etmelerini istiyorsak dil becerilerini geliştirmek zorundayız. Ne kadar çok kelime bilirlerse o kadar iyi olur. Dilin kurallarını öğretmek zorundayız. Onlarla konuşurken fıkra ,hikaye anlatalım, şiir okuyalım. Deyim ve atasözlerinden faydalanalım. Dilin eski dönemlerinden kalmış özlü sözlerden, vecizelerden örnekler verelim. Topluma mal olmuş, ünlü kişilerin tanınmış cümlelerini kullanalım. Çocuklarımız birer robot değiller. Öyleyse bir robot gibi konuşmasınlar. Yaşadıkları toplumun özelliklerini yansıtacak şekilde konuşsunlar. Konuşurken dili bozmasınlar. Bozduklarında uyaralım. Eğer uyarmazsak aynı yanlışa devam ederler. Ebeveynler olarak görevimiz çocuklarımızın dillerini en doğru şekilde kullanmalarını sağlamak. Onlara faydalı olacak kitaplar tavsiye edelim. Önümüzde iki aylık bir tatil var. Bu zamanı bol bol okuyarak geçirmeleri en büyük dileğimiz , gençlere okuyabilecekleri 10 kitap tavsiye ediyoruz. Herkese iyi okumalar.

1.Şinasi-Şair Evlenmesi

2.Namık Kemal-Cezmi

3.Ahmet Haşim-Piyale

4.Halide Edip Adıvar-Handan

5.Yakup Kadri Karaosmanoğlu-Nur Baba

6.John Steinbeck-Fareler ve İnsanlar

7.Honore de Balzac-Goriot Baba

8.Emile Zola-Germinal

9.Victor Hugo-Sefiller

10.Gogol-Müfettiş

Yazar Güz: Güneş

Kadın, ilişkinin başlarında erkekle birlikte yaratmış oldukları harmoniye büyük anlam ve saygı ithaf ederek, süreçte erkeğin sergilemiş olduğu kırmızı bayraklı davranışları fark etmedi. Verdikçe verdi, alttan aldıkça aldı, hoş gördükçe hoş gördü. Beklentisiz, karşılıksız, öylece sevdi erkeği. Kadın, mizacı ve büyüdüğü evdeki bazı koşullardan dolayı, çocukluktan beri küçük abla, küçük anne, küçük öğretmen rollerine büründüğü, bürünmek zorunda kaldığı için kolayca, hızla, sorgulamadan, yüksünmeden yine bu rolü üstlendi ilişkisinde de. Ne de olsa sevmek; fedakârlık, kapsayıcılık, hoşgörü demek değil miydi? “İçinde hesap kitap olan, kim kimin için ne yaptı, ne kadar yaptı sorgulamalarının olduğu ilişkilerde sevgiden bahsedilmez ki” dedi yakınlarının “Ne zaman limit koyup, yetti artık diyeceksin bu adamın kırıcı hal ve tavırlarına cevaben?” uyarılarına karşılık.

Yazar Güz: Güneş

Erkek ise, bugüne kadar insanlarla kurmuş olduğu ilişkilerinde deneyimlediği dozun çok üzerinde özeni, onayı, takdiri, sevgiyi kendisine kolaylıkla, neşe ve samimiyetle sunan kadını görünce, artan öz güveninin etkisi ile “ben bu ışıkla nereye gidersem parlar dikkat çeker, çekim merkezi olurum” dedi içinden kendisine. Pek çaba harcamadığı halde, bu düzeyde bir kadının etrafında bu denli pervane oluşu erkekte adeta bir sarhoşluk hali yaratır.

Erkek, bu sarhoşluk hali ile, git gellerin yoğun olduğu bir ilişki dinamiğinin içine sokar kadını bir şekilde. Ara ara alınganlıklar, kırgınlıklar yaratarak bazen de kişisel sorunlarını mazeret göstererek uzaklaşır kadından. Kadın kendisini suçlu hisseder, adamın bu geri çekilmeleri karşısında, kendisini sorgular “Ne yaptım da kırdım, hangi sözüm onu incitti?” diye düşünür, ölçer biçer. Oysa bilmez ki eksik bir şey yapmamıştır, aksine çok fazla adım atmıştır, fazla hoş görmüştür, fazla alttan almıştır erkeği. Kadının bu zaafını fark eden adam, bunu manipülasyon amaçlı kullanır istemli ya da istemsiz bir şekilde. Güzelliği, endamı dillere destan olan kadını, başka kadınlarla rekabete sokacak imalarda, konuşmalarda bulunur erkek. Oldukça iyi bir eğitim ve kariyer geçmişi olan kadın, girdiği her ortamda gerek dış görünüşü gerekse donanımı ve tavırlarıyla yıldız gibi parladığı için başlarda bu sözlere pek aldırış etmez, üstüne almaz. Ancak aradan aylar, yıllar geçtikçe adamın bu şekilde davranmayı sürdürmesi sonucu, kadın derinden yaralandığını hisseder. Kadın, bu duygularını bastırmaya çalışır, ne de olsa kötü niyetle yapmamıştır adam bunları. Hem zaten adamın bu ara maddi manevi sorunları yok muydu, mutsuz bir süreçten geçmiyor muydu? Öyle dememiş miydi adam ona.  Kadın susturur “adamın onu arkasından hançerlediğini, özensiz, saygısız, duyarsız davrandığını” söyleyen iç sesini. Kadının gündeminde adamı iyi hissettirmek, onun mutluluğuna katkıda bulunmak vardır. Hem zaten kadının çocukluktan beri alışageldiği şey; her koşulda, her soruna çözüm bulmak değil miydi? Herkese yardım etmeye, yetmeye idmanlı değil miydi bugüne kadarki yaşam yolculuğunda? Ne olurdu ki yine bu sefer de hoş görse bazı şeyleri, anlayış gösterse, eline mi yapışırdı, ne kaybederdi ki…

Kadına, çocukluğundan beri “Sen akıllısın. Sen olgunsun. Sen toparlayansın. Büyüklük sende kalsın. Sen ver. Sen affet. Her zaman veren el ol, hatta hiç alma, sen hep kendine yet, kimseden bir şey isteme, ama senden bir şey isteyeni asla geri çevirme” denilerek ebeveynleri tarafından bilinç altı kodlaması yapılmıştı çocukluktan beri. Kadının yumuşak mizacı, küçük yaşlarda iken yaşıtlarından daha olgun ve zeki oluşu, “büyümüş de küçülmüş denilen” tipte sorgulamaları, soruları, merhametli, sevecen doğası da ebeveynlerini kadına bu şekil yaklaşmakta motive edip, cesaretlendirmişti. Olgun olmak, alttan almak, affetmek, hoş görmek, verilen en küçük şeyle yetinmek, karşısındakinden hiçbir şey talep etmemek, etrafa neşe ve güven vermek, herkesin iyiliği ve mutluluğu için çabalamak; adı, soyadı gibi kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmamış mıydı kadının çocukluktan beri? Şimdi yine en iyi bildiği enstrümanı çalmak değil miydi dahil olduğu ilişki orkestrasındaki görevi kadının!

Günler, haftalar, aylar geçtikçe adamın bir var bir yok ilişkilenme tarzı ve kırıcı konuşmaları, hal ve tavırları ile tükenen kadının dostları, kadında bir durgunluk, neşesinde, coşkusunda düşüş gözlemlerler. Ancak kadın görmez kendisindeki değişimi. Kadın, adama odaklandıkça kendine körleşir, daha da alır adamı merkezine. Adamın da merkezinde sadece kendisi olduğu için ahenkli bir ilişki imiş gibi gelir hem kadın hem de erkeğe bu ilişki tipi. İkisinin de ortak bir amacı vardır; adamın iyi hissetmesi. Adama sorsak kadını seviyordur, değer veriyordur. Fakat gerçek sevginin içinde önemsemek, özenli davranmak yok muydu? Kadın ara ara bu soruyu sorsa da kendisine, her seferinde adamın değersizleştiren ve sıradanlaştıran davranışlarını, adamın geçmiş travmalarına bağlar. Böylece, bir şekilde temize çeker adamı. Arada sırada, yorulup, fazlaca kırıldığını kısık bir sesle fısıldayan iç sesini susturur, yok sayar… Mumun etrafında dolanıp yanmaya razı olan bir pervane misali her kalp kırıklığında yine de sadakat ve anlayışla adamda kalmaya, onun etrafında dönmeye devam eder samimi, içten seven ve sorgulamayan bir kalple.

Bir gün, kadın aynada kendisine bakar ve adamla tanışmadan önceki halini hatırlar. Girdiği her ortamda ışık gibi parlayan, başarılı, kendinden emin, neşesi ile her ortama cıvıl cıvıl bahar esintisi getiren, tarzı, duruşu ve güzelliği ile dillere destan olan o kadını hatırlar. “Sahi ne oldu bana, ben nerede ışığımı, ışıltımı kaybettim?” diye sorar kendisine. Tam da o sırada telefonu çalar kadının, arayan adamdır. Heyecanla cevaplar kadın telefonu. Tüm enerjisini ve odağını adamın kendisini iyi hissetmesi için amade eder yine. Bir an, adamın telefon konuşmasında kendisinin hatırını dahi sormadığını fark eder. Fazla bir şey istememiştir kadın hayatındaki adamdan, sadece kendisinin de nasıl olduğunun merak edilmesidir beklediği o an. İlk defa o konuşma anında, kadın adama “nasıl olduğumu dahi sormadın” der. Adamın cevabı ise “Sen her zaman iyisin, ne olmuş olabilir ki sana! Telefonda konuşabildiğine göre hayattasın, sesinden anladığım kadarıyla da gayet iyisin” olur. O an kadın duruma uyanır. Işığın kaynağı kadının kendisi iken, pervane misali yanma pahasına dönmüştür bir mumun etrafında, kendi içindeki ışıl ışıl parlayan güneşi unutarak, kendinden uzağa düşerek.

Bu farkındalıkla merkezine gelen kadın, çocukluktan beri kendisine yüklenen kurtarıcı ve aşırı fedakârlıklarda bulunan rolleri üstlenmesine sebep olan bilinç altı kodları, öğreti ve alışkanlık haline dönüşen davranış kalıplarıyla yüzleşti kendi iç dünyasına, özüne çekilerek. Adama kalpten teşekkür etti, onunla yaşamış olduğu ilişki sayesinde aşırı kurtarıcı ve fedakârlık hallerinin kendisini tükettiğini ve böyle bir rolü üstlenmenin dengeli, sağlıklı, iki tarafı da gözeten ve besleyen ilişkiler için işlevsiz bir dinamik olduğunu fark ettirdiği için. O güne kadar kurmuş olduğu tüm insan ilişkilerini gözden geçirdi. İlişkilerindeki arınma, yeniden yapılanma, değişim ve dönüşüm süreci böylece başladı kadın için.

Şimdi mi ne yapıyor kadın? Şu anda kadın, ılık bir yaz gecesinde, upuzun dalgalı siyah saçlarını savurarak, denizin huzur veren iyot kokusunu içine çekerek, yüzünde kocaman bir gülümseme ile ay ışığının büyüleyici güzelliğine şahitlik edebildiği ve merkezinde kalarak artık kendi ışığına sahip çıkabildiği için derin minnet duyarak çıplak ayakla dans ediyor ıslak kumların üzerinde. Fonda ise Omar Akram’ın Echoes of Love isimli şarkısı çalıyor. Işığınıza sahip çıkın! Aşk ve sevgiyle…

Hüseyin Avni Cengiz: İnsanlık Nereye 3

Tarık Buğra’nın Osmancık romanında bir cümleye keyifle çok gülmüştüm: Yaşlı papaz ile bir tekfur sohbet ederken papaz diyor ki gençlik bozuldu, gençler artık hep Türklere özeniyorlar.  M.Ö 400’lerde yaşamış tartışmasız büyük düşünür Sokrates ise ‘‘Bugünün gençleri lüks ve gösteriş düşkünü, saygısız, başkaldıran, geveze ve obur yaratıklardır.’’ diyor. M.Ö 2500’lerde yazıldığı tahmin edilen Sümer tabletlerinde bile gençlerin terbiyesizliğinden şikâyet edilir. Tarih, geçmişten günümüze akıp gelen bir zaman ırmağı. İnsanlık değerleri olarak inişler çıkışlar yaşandı akıp gelen zaman nehrinde. Çok acı çekti insanlar. Göçler, sürgünler, katliamlar yaşandı. Şüphesiz güzel günler de oldu. Medeniyetler kurdu insanoğlu, şehirler inşa etti. Bu iyi bir şey mi, o da ayrı konu. Kimi düşünürler Mısır medeniyetini örnek vererek zulüm olarak algıladı medeniyeti kimisi medeniyeti olumladı. 

Hüseyin Avni Cengiz: İnsanlık Nereye 3

Peki, insanlık iyiye mi gidiyor yoksa kötüye mi? Bu soruya bir cevap verebilmek için insanlık adına iyinin ve kötünün ne olduğunu tanımlamak gerekir. “Kadın-erkek ayırımı yapmadan daha insani, daha hukuki, daha adil olanı, daha vicdani ve toplum bireylerinin birbirine daha saygılı olmasını”  “iyi” kabul edersek tarih, iniş-çıkışlarla doludur. Ama tarihin ana eğilimi (trendi) bir borsa terimi olan gökkuşağı grafiği gibi daima yukarıya doğrudur. Bu konuda çok fazla örneğe gerek yok ama bir örnek verecek olursak: kölelik... Bundan yaklaşık 14 yy önce, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir toplumu çağına göre dünyanın en medeni toplumu hâline getiren İslam dini dahi köleliği tam olarak kaldıramadı. Tarihçilerin tespitine göre 19.yy’da İstanbul’da 47 bini kadın olmak üzere 50 bin esir vardı. Parayla alınıp satılan insanlar… Düşünsenize Kafkasya’dan, Balkanlar’dan veya Afrika’dan ailesinden satın aldığın veya sokakta, kırda, tenhada yakaladığın çocuğu hatta yetişkini atıyorsun gemiye, getirip İstanbul’da göğsünü gere gere, gururla satıyorsun. Anlatması dahi zor geliyor insana.  İstanbul’daki cariye pazarı henüz 1846’da Abdülmecid tarafından kapatılabildi. Gerekçesi de çok ilginçti: “ şer’i ve insani ilkeler”le bağdaşmaması. 

O zamana kadar akılları neredeydi acaba? Tabii bu sadece bize özgü bir durum değildi. Zamanın ruhu öyleydi. Şunu da belirtmeden geçmek herhalde yanlış olur. Bugün parkta oynayan çocukları kaçırıp bir başka ülkede köle olarak satmak yasal kabul edilse bile bunu hangi vicdan kabul edebilir? Şüphesiz böyle bir duruma tanık olsak vicdanımız incinir, mahşeri vicdan incinir; ama geçmişte neden böyle bir vicdani hassasiyet yoktu? Demek ki vicdanî değerlerimiz dahi zamanın ruhuyla şekilleniyor. Tevfik Fikret’in çok tartışmalı “Haluk'un Amentüsü” adlı şiiri… Şüphesiz şiirde dile getirilen fikirlerin tamamına katılmam mümkün değil. Ama “Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemâle/ Tevrât ile, Incîl ile, Kur’an’la inandım.” (Yaradılışta gelişme, olgunlaşma, evrim hep var, hep olmuş, hep olacak. Ben buna Tevrat'la, İncil'le, Kuran'la inandım) beyti konumuz bağlamında incelenebilir. Dikkat edilirse burada geçen “tekâmül” işte bizim bahsettiğimiz “iyi olana doğru” olanı işaret ediyor. Tevrat, İncil ve Kur’an tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları. Kronolojik olarak sırasıyla veriliyor bu isimler. Zaman içinde dinler dahi daha insanî, daha hukukî, daha adilane olana doğru evirilmektedir, diyor şair. Dinlerdeki “Asli Günah” meselesi buna örnek gösterilebilir. Yani çocuğun doğuştan günahkâr olması. Daha doğrusu Hz. Âdem’in günahıyla doğması. Bugün insanlığın ulaştığı hukuk anlayışına göre tartışmasız hiç kimse, başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz. Suça katılanların tümüyle suçsuz olduğu ya da hak etmediği halde cezalandırılması da söz konusu değildir. Cezanın şahsiliği ilkesi. Oysa Yahudi Rabbinik düşüncesine göre insanın suça temayülü ve ölümlü oluşu, Hz. Âdem’in günahından ileri gelmiştir. Hıristiyanlığın büyük ismi Pavlus’a göre günah, dünyaya Hz. Âdem vasıtasıyla girmiştir. Her insan Hz. Âdem’in suçundan bir miktar taşımakta ve bu suç nesilden nesle geçmektedir. İnsanlığı bu suçtan kurtaran ise Hz. İsa’dır. Her doğan çocuk vaftiz olmadığı müddetçe suçludur. İslam’a geldiğimizde ise her insan fıtrat üzere doğar. “Fıtrat”, yaradılış, demek ama burada kastedilen, selam ve esenlik dini olan İslam’a uygunluktur. XVIII. yüzyıldan itibaren Hıristiyanların önemli bir bölümü aslî günah inancını değiştirilmeye veya ondan tamamen vazgeçmeye başlamıştır. Peki, bugün modern sömürü, modern kölelik, modern hukuksuzluk yok mu dünyada? Katliamlar yok mu? Ebetteki var. Çin’de Uygur Türklerinin maruz kaldığı muamele, insanlığın ulaştığı bugünkü değerler açısından insan olanı utandıracak mahiyette. Hakeza Orta Doğu’da yıllardır kan gövdeyi götürüyor. Hele Filistin’de yaşananlar, insanlığın yavaş da olsa ‘iyi’ye doğru olan yükseliş eğiliminin kırıldığını düşündürecek mahiyette maalesef.  Tarih boyunca büyük acılar çekmiş bir ulus, intikamını Filistin halkından alıyor sanki. Daha dün sayılabilecek geçmişte, Hitler Almanya’sında maruz kaldığı insanlık dışı eylemleri bugün zavallı Filistin halkına yöneltiyor. Ve bu katliamları meşru gösterecek her türlü ilk-karşı eylemi de fikrimce kendisi kontrol ediyor; yönlendiriyor. Bu gidişata dur diyebilecek insanlar, tarladaki gündöndülerin güneşi seyretmesi gibi bütün bu olan biteni seyrediyor. İnsanlık onurumuz inciniyor… İnsanlığın bilinen en az 6000 yıllık tarihine baktığımızda, insanî değerler olarak iniş çıkışlarla dolu olması ne anlama geliyor? Her şeye rağmen, yine de her şeye rağmen… 

Zamanın akış grafiğinde toplamda ‘iyi’ olan, “kötü” olandan daima daha fazladır, diyebiliyoruz yine de. Zaten bu durumu gökkuşağı grafiğine benzetmiştim. Borsada bir kâğıda olan talep fazlası o kâğıdın grafiğini yükseltir. Bu tür bir grafiğin yükselişte olması o kâğıdın hiç satılmadığı anlamına gelmez ki! Kâğıda olan talep, kâğıdı elinde tutmak isteyenlerden fazlaysa kâğıdın grafiği yükselir. Zaten ‘satış’ olmadan “alış” olabilir mi? Aynen “kötü” olmadan “iyi” de olamaz. Varoluşsal olarak ‘beyaz’, ‘siyah’a; ‘iyi’ de ‘kötü’ye muhtaçtır çünkü. Bu bağlamda bazen iyilikler artar bazen kötülükler artar; ama zaman grafiğini takip ettiğimizde iyi olanın daima kötü olandan fazla olduğunu görürüz. Eğer bu böyle olmasaydı insanlığın hâlâ Taş Devri seviyesinde olması gerekirdi. Demek ki tarih iniş çıkışlarla hep daha insanî daha vicdanî daha irfanî olana doğru çalkalanarak gelmektedir. İnsanlık, zaman zaman kötü günler yaşasa da mutlaka kötü günlerden daha uzun süren iyi günlere ulaşıyor. Öyle ya da böyle ilerlemesini sürdürüyor. Savaşıyor ve barış için savaştığını söylüyor; barışıyor, savaşa daha iyi hazırlanmak için barıştığını söylüyor. Hakkın batıl ile, doğrunun yanlış ile, zulmün adalet ile, aydınlığın karanlık ile mücadelesi kesintisiz için için devam ediyor. Tarih akıyor. İnsanlık böyle böyle medenileşiyor. Peki, insan mükemmel mi doğuyor ki insanlığı yavaş da olsa daha iyiye doğru ilerletebiliyor?

Mervenur Uç: Son

Mervenur Uç: Son

Issız şehirlerin ışıkları şiirlere sızmış. 

Sonsuz mey fidanı 

Ve en huzursuz dansın gazabı.


Hiçe sayma tepelerin sırrını, 

Bir ışık gösterir ızdırabı, 


Değdir mürekkebi, 

Bu son ufkun fırtınası.

Şeyma Esma Yaşar: Ben Nereden Bilecektim

Şeyma Esma Yaşar: Ben Nerden Bilecektim

Ben nereden bilecektim

Hayatımı değiştireceğini

Senle daha güzel geliyor notalar kulağıma

Belki de benim gözümü açtın

Sana satırlarca şiir yazmak

Sayfalarca şey söylemek istiyorum

Ama tarif edemiyorum

Bir nokta kadar sessiz girdin hayatıma

Ben nereden bilecektim hayatımın üç noktası olacağını 

Hiç dikkat etmedim ki ünlemlere

Gözlerin götürdü beni sahile

Yeşil gözlerin parlıyordu papatyalar ardından

Yüzün parlıyordu gözlüklerimin ardından

Belki bi gölge çöker üstüme

Belki gözlerin

Ben nereden bilecektim...

Bilemedim.

Nilüfer Akıngül: İnsan Kendini Ait Hissettiği Yerde Çiçek Açar

Merhaba Nilüfer Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1982 yılında Sivas Hafik ilçesine bağlı Gölcük köyünde imam bir babanın beş çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldim. İlkokulun ilk iki yılını bu güzel köyümüzde diğer üç yılını ise Sivas Merkez İnönü İlkokulu’nda, orta ve lise öğrenimimi ise İmam Hatip’te  tamamladım. Eğitim-öğrenim  hayatıma 28 Şubat süreci sebebiyle ara verirken o esnada evlendim ve varlıklarıyla her daim kendimi şükründe aciz hissettiğim ikisi erkek üçü kız beş çocuk annesi oldum. Onları büyüttükten sonra tekrar sınava girdim ve Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden örgün olarak mezun oldum. Halihazırda bir çok derginin yanı sıra yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı ile radyo ve televizyonda  yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiğim dini ve kültürel formatlarda programlar yapmaktayım. 2022’de “Kalp Kaç Köşe” İsimli ilk şiir kitabımı, 2024’de “Bir Mevsim Bulmalıyım” İkinci şiir ve yine 2024’de ilk deneme eserim olan “Dönemeç” Kitabımı neşrettim. Yazmanın bir sevda olduğunu düşünen biri olarak yazmaya devam etmekteyim. 

Yazar Şair Nilüfer Akıngül

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Daha elim kalem tutmadan rahmetli dedelerim ve sevgili babacığımın sayesinde kitaplarla kurmuş olduğum ünsiyet beni o kitapların büyülü dünyasına dört yaşında almıştı. Benim daha harfleri öğrenmeden imza atmaya çabalamamın arka planında o kitapları benim yazıyor olma hayalim yer alıyordu belki de? Ben başkalarından hep farklı olduğumu fark ediyordum. Bazen akranlarım tarafından dışlansam da köyde büyüyen bir çocuk olarak kedilerle, köpeklerle, danalarla, kuzularla, otlarla, çiçeklerle, böceklerle hatta ve hatta taşlarla, topraklarla konuşuyordum. Güneş çok enteresandı mesela, yıldızlar çok başkaydı. Sanki içimden bir başkası bana bir şeyler diyor,  sanki dışımdan bir şeyler bana fısıldıyordu. Artık adına ilham denen bu esrarengiz parantezin içindeki basınç  elime kalemi alınca ağırlaşmaya başlamıştı. Malumunuz insanın savunması da savunmasızlığı da muhakkak ki düşünceleridir. İşte imandan önce insana düşünme melekesi verilmiş, akletmeyen ve düşümeye muktedir olmayana mükellefiyet dahi verilmemiştir. Bu gayriihtiyari  halin celbinden mütevellit olsa gerek yazmaya başladım. Kimi hayranlıkla alkışladı, kimi hayretle baktı, kimi uydurulan  kelimeler olarak algıladı hayal gücünü. İnsan kendine yaslanırsa kimse onu yıkamazmış. Yazma hususunda İmam Hatip Meslek Hocalarıma minnettarım. Hepsine selam olsun.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Evet yazmak okumaktan daha cüretkâr bir eylem ve bu hususta size destek olanların çok kuvvetli kişilikler ve karakterler olması gerekiyor. Hem sizin adınıza hem sizlere destek olanların adına güçlü olunmalı ki bu gücün yegane ölçütlerinden biri de sabır. Sevmek ve istemek malumunuz çaba olmadan hep yarım kalmaya mahkumdur. Bir önceki sorunuza istinaden söylediğim gibi İmam Hatip Meslek Hocalarımın öncülüğünde çıktığım bu yolculukta gerek İlâhiyat Fakültesi hocalarımın gerekse edebiyat camiasından  bir çok Üstadımın  desteğini aldım ancak adını zikretmeden geçemeyeceğim Mehmet Memdoğlu Hoca'mın hakkını ödeyemem.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir, insanın içsel ahenginin kelimeyle raksıdır, Şiir, kelimelerin anlam libasını giyindiği sadece gönlü olanların aynasında, kendi iç dünyalarının yansımasıdır. Şiir, aşk basamaklarında nihayetsiz bir seyirdir. Şiirde olmazsa olmaz dediğim iki şey var, biri ahenk diğeri anlam. Şöyle ki serbest şiir dahi olsa ahenk olmayacaksa eğer o bir nesirdir, kimse kimseyi kandırmasın.  Anlam yoksa eğer amaç da yoktur ve felsefesi olmayan hiç bir edebî metinin kıymet-i harbiyesi yoktur, nitekim de olmamalı diye düşünüyorum.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor?

Şairlik benim için kalemin ve kelamın zirvesini temsil ediyor. Hakkıyla şiir yazabilen birisinin her edebi türde eser verebileceği algısındayım.  Kalemin en zoru şiirdir ve eğer bu kalemin sahibine şair deniliyorsa hali ile onlar da zor kişilerdir. Bazen kendilerini bu dünyaya ait hissetmediklerini dahi duymuştum üstatlarımızdan. Bence şairler, toplumun mütefekkirleridir. İnsanların bakıp göremediklerini  iki kelimeyle perde perde sererler aleme. Şairler gönül adamlarıdır, hiciv dahi yazsalar kalbi Kâbe bilir incitmekten imtina ederler. Benim için şöyle ya da böyle herhangi bir davası olmayan ve gönül kıran insan alleme-i cihanın kralı şair olsa bir anlam ifade etmez.

Dönemeç, Bir Mevsim Bulmalıyım

Deneme türündeki Dönemeç ve şiir türündeki Bir Mevsim Bulmalıyım kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim sağ olun çok naziksiniz. Çiçeği burnunda iki eserimiz evet Alaska Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle İsrafil Bey nezdinde Alaska Yayınlarına çok teşekkür ederim.  Yoldan ziyade yoldakini, yolcular yorar derler. Eğer yolculuğunuzu yorulmadan tamamlamışsanız yol arkadaşlarınızın iyiliğindendir. Bu minvalde güzel bir seyir halinde neşrettik kitaplarımızı çok şükür. Nasıl sürprizler bekliyor sorusuna gelecek olursak, sanki bir yapboz parçası gibi dağılmışım yazdığım her cümlede. Okurlar beni, su dolu şeffaf bir fanusun içindeki kırık camlar misali bulacak belki? Belki okudukça onlara dokunan, yüreklerini kanatan kesiklerin müsebbibi olacağım? Belki kendilerinde hiç hissetmedikleri bir duygunun kaşifi olacaklar okurken? Bilmiyorum, ama ben açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim ki “ Hissetmediğim hiç bir şeyi yazmadım”

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitap denilince en tabii Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim geliyor aklıma. Edebi bir gözle bakıldığındaki kusursuzluğu, anlam bütünlüğü ve birbiriyle çelişmemesi  gerçekten büyüleyici. Ardından diğer dini içerikli, tasavvufi metinlerin hepsini sıralayabilirim. İnsanın ufkunu açan, vizyonunu genişleten her kitaba saygı duyuyorum ve elimden geldiğince okumaya gayret ediyorum . Hâli ile de Necip Fazıl’ın bendeki yeri çok ayrıdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet şuan yine Alaska Yayınları'ndan çıkacak olan dini  çocuk hikayesi 'Nil Zehra Allah’ı  Seviyor' isimli Mehmet Memdoğlu Hocamızla birlikte yapmış olduğumuz bu çalışma basım aşamasında ve çok yakında sevgili okurlarıyla buluşacak. Akabinde bu eserin serisini plânlamamaktayız.  Kalp Kaç Köşe ilk şiir kitabımızın yeniden gözden geçirilmiş ikinci baskı hazırlıkları tamamlanmak üzere. Daha sonra yine şiirlerimden oluşan iki kitap 2025 yılında neşrini bekliyor. Tabii konuk formatında yapmış olduğum canlı yayınlardaki hasbihalleri de önümüzdeki zamanlarda konuklarımın onayıyla  kitaplaştırmayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle bu güzel söyleşi için sizlere çok teşekkür ederim. Okuyucularımıza naçizane şunları söylemek isterim. Hayatlarını gözden geçirsinler ve kendilerini o dairede konumlandırsınlar. Bulundukları yerde aidiyet hissedemiyorlarsa ait oldukları yeri muhakkak arayıp bulsunlar. Çünkü  insan kendini ait hissettiği yerde çiçek açar, kendini mutlu hisseder ve etrafındakileri mutlu eder. Yaşıyorsak hiçbir şey  için geç değil, unutmayalım. Sevgi, selam ve dua ile...

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447