Dördüncü Rastlaşma

Batuhan o gün biraz içkiliydi. Dengesinin biraz kaybolduğunu hissettiğinden bir an önce eve ulaşmak için arabasının direksiyonunu ormanın içinde doğru çevirdi. Hiç olmazsa orada trafik kalabalığı yoktu. Bir müddet öyle sürdü, ama pek kolay değildi, çünkü ormanda virajlar çok fazlaydı. Ve aniden başlayan yağmur yerleri kaygan hale getiriyordu. Keskin bir virajı alırken olan oldu. Batuhan arabanın kontrolünü kaybetti ve çok sert bir şekilde önüne çıkan ağaca tosladı. Arabanın camları kırılmıştı. Batuhan da hem kırık cama çarpmıştı hem de arabanın içinde başka sert yerlere. Kaburgalarında acılar hissetti. Başından da kan sızıyordu. Zorlukla arabanın kapısını açtı, dışarı çıktı, ama fazla yürüyemeden olduğu yere yığıldı. Gözleri karardı. Bir süre öyle yarı baygın kaldı.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Nice sonra sanki bir ses duyar gibi oldu. Bir el onu hafiften sarsıyordu. Zorlukla gözlerini araladı. Karşısında mor renkli pardösülü bir kızı hayal meyal fark etti. Kız ona doğru eğilmiş yardım etmeye çalışıyordu. Elinde bir mendille Batuhan’ın kafasındaki kanları siliyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı. Kız sakin bir sesle; “Hadi ama siz de bana yardımcı olmaya çalışın. Sizi ayağa kaldırmağa çalışacağım. Arabanızın görünüşüne bakılırsa çok sert bir çarpma olmuş. Kırıklarınız olabilir. Sakin sakin hareket edelim. Kız Batuhan’ın vücuduna dokunduğunda Batuhan’dan yüksek bir “AH!” sesi çıktı. Göğsünde çok büyük bir ağrı vardı. Zorlukla konuştu. “Biraz yavaş lütfen, çok ağrıyor.”

Kız, “Özür dilerim, benim hatam. Tamam. Elimi üzerinizde çok hafif gezdireceğim. Bana ağrıyan yerlerinizi söylerseniz daha çabuk netice alabiliriz.” dedi. Elini yavaş yavaş Batuhan göğsü, daha sonra da bacakları üzerinde gezdirdi. Kız elledikçe Batuhan acıdan yüzünü buruşturuyordu.

“Merak etmeyin geçecek,” dedi, “Yanımda iyi gelebilecek bir merhem de var şansa.”

Kız mor renkli pardösüsünün cebinden bir merhem çıkardı ve Batuhan’ın tahminen ağrılarının olduğu bölgelere sakin sakin dikkatlice sürmeye başladı. Hakikaten ağrıları azalmaya başlamıştı. Kız kolunu Batuhan’ın bir kolundan dolayarak, “Hadi bir kuvvet, ben sizi yavaşça ayağa kaldırmaya çalışacağım ama gücüm yetmeyebilir, biraz da sizin gayret etmeniz lazım,” dedi. Biraz zorda olsa Batuhan kızın yardımı ile ayağa kalkmayı başardı. Üstündeki kan izlerine bakarken bir taraftan da kıza sordu, “Etrafta arabanız falan da görünmüyor, siz ne yapıyorsunuz bu saatte ormanda, böyle yalnız başınıza?”

“Ben ormanda dolaşmayı çok severim, sık sık buralarda dolaşırım. Ama yağmur çok ani bastırdı, fazla tedbirli olamadım. Allahtan bu pardösüm üstümdeydi.” Batuhan mor pardösüye doğru baktı.

“İlginç bir rengi var,” dedi. Kız hafifçe gülümsedi. “Evet. Aldığım yerdeki kişiler bu pardösünün beni insanların şaşkın bakışlarından koruyacağını söylediler.” Batuhan yavaş yavaş kendine geliyordu. Yağmur da kesilmeye başlamıştı, onun için kızın yüzünü ilk defa net bir şekilde gördü. Görmesiyle de yüzünde garip bir şaşkınlık oluştu. Ağzından “A-aa... Siz?” kelimeleri döküldü.

“Ne oldu?”

“Ben sizi tanıyorum.”

“Nasıl yani? Nereden?”

Batuhan sanki donup kalmıştı. Ne söyleyeceğine karar veremiyordu. Kız sorusuna cevap beklediğinden merakla Batuhan’ın yüzüne bakıyordu. Batuhan kekelemeye başladı, “Ee-ee… şe- şey. Nasıl söylesem bilemiyorum. Yanlış anlayabilirsiniz. Veya hiç anlamayabilirsiniz. Ya da benim deli olduğumu sanabilirsiniz.” Kız kaşlarını çatarak Batuhan’ı biraz süzdü. “Haklısınız, hiçbir şey anlamadım. Daha açık konuşur musunuz!”

“Konuşurum da… biraz garip karşılayabilirsiniz. Belki de kızarsınız.”

“Niye kızayım canım. Bu arada bir dakika, şöyle kolunuzu sıkıca koluma sokun da, daha rahat yürüyün. Evet, şimdi ne diyorduk. Ha, niye kızayım ki?”

Batuhan kızın kolunda çok ağır yürümeye başladı. Ağrılarının biraz hafiflemiş olmasından rahatlamıştı. “Peki. Sıkı durun o zaman… Sizi tanıyorum, çünkü benim yüzlerce defa rüyalarıma giren kızsınız.”

“Ne?... Hadi canım… Ne alaka?”

“Yalan söylediğimi sanıyorsunuz değil mi?”

“Yani… ne dememi bekliyorsunuz ki? Biraz daha açıklasanız. Beni nereden tanıyorsunuz ki?”

“Garip gelecek. Ama anlatacağım. Yıllarca içimde sakladım da ne oldu… İlk tanıştığımızda, ki yaklaşık yirmi sene önceydi.” Kızın gözleri ilgiyle açıldı, “Yirmi sene önce?”

“Evet. İkimiz de çok gençtik tabii. Bir arkadaş grubuyla diskoteğe gitmiştik. On kişi kadar vardık, ama grubun içinde bazı kişiler birbirini tanımıyordu. İkimiz de aynı grupla aynı masada oturuyorduk.” 

“Ben olduğumdan nasıl bu kadar eminsiniz ki?”

“İltifat olarak kabul etmeyin lütfen. Hiç değişmemişsiniz. Aynı harika gözler, aynı tatlı gülümseyiş. Nerede olsa unutmam. Yüzünüz ezberimde. Yüzlerce defa rüyama girdiniz dedim ya size.”

“Allah Allah, beni tavlamaya uğraşmıyorsunuz değil mi?” Batuhan güldü, “Bu halimle mi… Hayır…hayır. Gerçekleri anlatıyorum. Geçmişimdeki aptallıklarım nedeniyle bugüne kadar hep “keşkelerle” yaşamaktan bıktım artık. Çok anlamsız. Onun için bu sefer konuşmak istiyorum.”

“Peki, devam edin o zaman. Merak etmeye başladım. Ne olmuştu ki?”

“Masada oturduğumuzda gözümü sizden alamıyordum. Sizinle nasıl konuşabilirim acaba diye planlar yapıyordum. Dans müziği çalıyordu. Size dans eder misiniz diye sormaya cesaret edemiyordum. Kabul etmezseniz rezil olurum diye düşünüyordum. Sonunda tam cesaret edip sizi dansa kaldırmaya karar verdiğimde yanınızda oturan genç sizi dansa davet etmez mi? Oturduğum yerde kalakaldım. Gençle bir müddet dans ettiniz. Masaya geri döndüğünüzde ise hadi sinemaya gidelim muhabbeti başladı ve çıktık. Ama o genç sizin yanınızdan hiç ayrılmadığı için bir daha sizle konuşma şansım olmadı… Ondan sonra, dediğim gibi, uykularımın müdavimi oldunuz. Yani o harika gözler, o tatlı gülümseyiş her gece rüyamdaydı.”

Kız hafifçe gülümsedi. “Yazık olmuş diyelim,” dedi, sonra gülerek, “Hâlâ daha görüyor musunuz peki?” 

Batuhan başını önüne doğru eğdi. “Evet… ama şimdi anlatacaklarım size daha garip  gelebilir. Üniversiteden mezun olup da iş adamı olduğumda Ukrayna’da bir firmada çalışmağa başladım. Orada şirkette bize tost yapan çaycı bir kız vardı. Şaşıracaksın belki ama… sanki sendin… aynı gözler, aynı gülümseme. Ben öyle bir şaşırdım ki, günlerce kendime gelemedim. Sırf seni biraz yakından görebilmek için ikide bir çay içip tost yiyordum. Sonunda cesaretimi toplayıp arkadaşlık kurmayı kafama koydum… Daha doğrusu koymuştum ki, aynı şirkette çalışan bir Alman mühendis kıza evlenme teklif etti…Kız da kabul etti.”

“Vay. Kötü şans diye buna denir. Demek ki bazen kararları çabuk vermek gerekiyormuş.”

“Evet. Ama dahası da var.”

“Yine uykusuz geceler mi?”

“Tabii, o zaten hiç bitmedi canım… Ama olay başka… birkaç sene sonra iş yerinden arkadaşlarla İngiltere’ye gitmiştik. Bir gece içtik falan. Çakır keyifiz hepimiz…” Batuhan durdu, bir düşündü, sonra, “Yok… bunu sana anlatmam pek doğru olmayacak. Kusura bakmayın size de sen diye hitap ettim ama.” Kız hemen atıldı, “Aaa, lütfen, hiç önemi yok,” bir kahkaha atarak, “Ne de olsa yirmi yıllık dostmuşuz. Bundan sonra birbirimize sen diyelim daha kolay olacak… Ve hikâyenin devamını merak ettim, anlat lütfen!”

“Yok, pek uygun kaçmayacak. Biraz bel altı bir olay.”

“Anlat dedim. Bak konuşurken ağrılarından pek bahsetmiyorsun. Böyle yavaş yavaş şu ilerideki aydınlık yola doğru yürüyoruz işte. Gidene kadar anlatırsın vakit geçer.” Batuhan hakikaten ağrılarını unutmuştu. Kıza baktı. “Peki…Anlatırken çok utanacağım ama, dedim ya, artık keşkeleri hayatımdan çıkarmak istiyorum. Evet, hepimiz çakır keyif içkiliyiz. Arkadaşlardan biri gecenin eğlencesini biraz uzatmak istedi. Şey… nasıl desem? E-ee… Hep beraber geneleve gidelim diye tutturdu.”

Kız garip bir ifade ile Batuhan’a baktı. Batuhan, “Dedim sana anlatmayayım diye, bak utancımdan kıpkırmızı oldum.” Kız kaşlarını çattı, “Evet. Utanmalısın… Ama başladın bir kere… yarıda bırakmak olmaz, anlat!” Batuhan şaşırdı, “Emin misin?” Kız çok umursar gibi, “Evet. Ne de olsa sanki bir yerde benimle ilgili bir şeyler anlatıyor gibisin.”

“Peki. Geneleve gittik. İşte, yani… orada genellikle görünüm şöyledir. Belki filmlerde falan görmüşsündür. Erkekler bir masada oturur, karşılarındaki sedir veya iskemlelerde yarı çıplak oturan kızlarla bakışır, kesişirler, sonra beğenip seçtikleri biriyle odaya çıkarlar falan işte.”

“Ee-eee?”

“Eeee si şu ki… Tekrar söylüyorum, yanlış anlama lütfen...Kızlardan biri sendin!”

Kız birden durdu. Merakla Batuhan’a bakmaya başladı. Batuhan devam etti, “Aynı gözler, aynı tatlı tebessüm. Yani sen. Direkt de bana tatlı tatlı bakan ve gülümseyen.” Kız “Eee, problem ne?” dedi.

“Problem ne olur mu? Oradaki hâlimi bir gözünün önüne getirsene. Donmuş kalmışım. Ağzım açık seni seyrediyorum. İçimden, yeter, ben bu kızla ne olursa olsun konuşacağım dedim. Ama döngü hep aynı işte. O sırada yanımdaki arkadaş kalkıp gidip seni… çok pardon o kızı, elinden tutup beraberce odaya çıkmazlar mı? Kız merdivenlerden çıkarken bile bana bakıyordu...Ne diyorsun bu işe sen?”

“Yani… psikolojik bir problemin var herhalde, her baktığın kızda beni gördüğüne göre?” Batuhan hemen cevapladı, “Hayır, ben seni devamlı rüyalarımda görüyorum dedim, ama bu olaylar gerçek ve anlattığım gibi sadece 3 kez oldu… Bu dördüncü karşılaşmamız.” Kız Batuhan’a manalı bir şekilde baktı, “Çok ayıp ama” dedi. Batuhan utanmıştı, “Evet, anlatmamalıydım böyle şeyler, haklısın.” Kız güldü, “Hayır, onu demiyorum, şu an aklından geçirdiklerin çok ayıp”. Batuhan pek bir şey anlamadı. “Neymiş aklımdan geçirdiklerim?” Kız bilgiç bir edayla, “O üç kız da ben miydim diye düşünüyorsun.” 

Haklıydı, gerçekten de şu anda bu soru Batuhan’ın beynini kemiriyordu. Batuhan çekinerek fısıltıyla sordu,” Sen miydin?” Kız kaşlarını çattı, “Saçmalama, tabii ki hayır. Sadece İlk buluşmadaki, yani diskotekteki kız bendim. Ama aradan yirmi yıl geçmiş olsa da bir şeyi itiraf edeyim. O gün o salak oğlan yerine beni senin dansa kaldırmanı çok istemiştim. Çok hoşuma gitmiştin. Arada bir o kadar da gülümsemiştim sana. Ama teklif etmedin. Kader. Teklif etseydin belki şu anda bambaşka bir şeyler olmuş olurdu. Kaza anında yanına geldiğimde seni tanımıştım ama belli etmek istemedim. Senin anlatmanı bekledim.”

Sevgiyle birbirlerine baktılar. Batuhan kendince dördüncü rastlaşma diye gördüğü bu fırsatı artık kaçırmak istemiyordu. “Evli misin?” diye sordu.

 “Hayır.” dedi kız. Batuhan kızın kolundan çıkıp karşısına geçti, “O zaman sana soracağım soruya sadece tek bir kelime ile cevap ver. Benimle evlenir misin?” Kız “Neden olmasın?” dedi. Batuhan atıldı, “Hayır iki kelime kullandın, tek bir kelimeyle cevap ver demiştim! Benimle evlenir misin?” Kız Batuhan’ın her gece rüyasında gördüğü o tatlı gülüşüyle cevap verdi.

“Evet!” 

Batuhan kıza doğru uzandı. Yirmi yıl gecikmeyle dudakları birbirine kenetlendi. Ayrıldıklarında kız Batuhan’ın ceketini tuttu. “Bu bayağı kanlanmış, çıkar atalım. Ben sana pardösümü vereyim onu giy!” dedi. Ceketi çıkarıp bir ağacın dibine attılar. Kız pardösüsünü çıkarıp Batuhan’a giydirdi. Elinden tuttu. “Gel,” dedi, “benim de sana anlatmam gereken bazı şeyler var.” Batuhan ağrılarını hiç hissetmiyordu. O kadar mutluydu ki yine kızın harika gözlerine takılmış kalmıştı. Başka hiç bir şeyi görmüyordu . Tıpkı o ana kadar üzerinde pardösüsü olduğu için kızın sırtındaki melek kanatlarını görmediği gibi.

Aydınlık yola doğru yürümeye devam ettiler.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Yarım Kalmış Gazel

Yarım Kalmış Gazel

bir yüzü uysal bilgeydi diğeri öfkeli çocuk

şiir taslağından çıkarılmış dizeler gibi kederliydiler


bir beyit olmaya ramak kalmıştı ama

dar vakitlerdi işte devamlı zil çalıyordu


bilge, sözlüklerde adı hiç geçmemiş “gül”ü, 

kırmızı bir buğuyla yazdı öfkeli çocuğa bir gün


çocuk, öyle bir dövdü ki bilgeyi “gül”le. 

ışıklı gecelerden çekilmiş kibrit kibritti dikeni gülün


–es-  (ya da) - sus- (ikilik yeterli)


sustu bilge: bildiğin çocuk oldu öfkeli

çocuk büyüdü: bir bilge filozof. ey bilge!


bin kitabın harfini kül edip döksen kalbime

bu mevsimsiz yangını söndürebilir misin!


bul artık yolunu yaşamı sağaltmanın 

yoksa kuşlar yarım kalmış şiirler kadar kederli


Hüseyin Avni Cengiz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Orkun Cabi: At Yarışı

İsmail 17 yaşında oldukça kısa boylu, zayıf ama atletik yapılı bir lise öğrencisidir. Kalın çatma kaşlarının altındaki derin siyah gözleri, alnından düz bir çizgi şeklinde inen burnu ve çıkık çenesi, kendisine yetiştiği mahallenin dokusundan sinen külhan beyi edası ile birlikte insanda ilk bakışta sert bir mizacı olduğu izlenimi uyandırır. Fakat konuşmaya başladığında bu izlenim yerini görüntüsünün aksine sevimli ve sempatik bir insana bırakır. 

Orkun Cabi: At Yarışı

Büyüdüğü mahallede yaşıtları arasında hep en minyon olmanın yarattığı dezavantaj ona farklı meziyetler kazandırmıştır. Çocuklar arasında itiş kakışın, kavganın bol olduğu bu mahallede dayak yemeden büyüyebilmek için herkesi idare etmeyi öğrenmiş, şakacı ve esprili tavırlarıyla herkese kendini sevdirmeyi başarmıştır İsmail. İletişim becerilerini geliştirmiş, tüm mahallenin maskotu olmuştur. İsmail’in hikayesinde aslında doğru yönlendirmenin bir çocuğun hayatında ne kadar önemli olduğu ve dezavantaj gibi görünen özelliklerin bilinçli yönlendirme ile nasıl avantaja dönüşebileceğinin örneğini göreceğiz. Peki bu şansı İsmail de değerlendirebilmiş mi bakalım.

Bu minyatür insan evden çıkarken ailesinden gizli olarak gittiği yer ve yaptığı işin ona öğretilenlere göre yanlış olduğunu düşünmesinin verdiği vicdan azabına rağmen en yakın arkadaşı Yılan Rüstem ile buluşmaktan vazgeçmemişti. Neyse ki Rüstem tam zamanında gelmişti ve bu ikilem içinde fazla beklemesine gerek kalmamıştı. Rüstem ile beraber bir haftadır biriktirdikleri harçlıklarını yanlarına alarak hipodromun yolunu tuttular. Babası duysa kulaklarından tavana asardı İsmail’i fakat o atlara olan sevgisi ve para kazanma ihtimalinin verdiği heyecanla, herşeyi göze alıp gizlice gelmişti hipodroma.  Ama işler pek de umduğu gibi gitmiyordu. Akşama doğru elde avuçta ne varsa ganyanda kaybetmişlerdi ve ceplerinde sadece eve dönüş için ayırdıkları otobüs bileti paraları kalmıştı.

-Abi battık dedi İsmail. Ne dersin son kez şansımızı deneyelim mi?

Rüstem de sindirememişti içine bir haftadır biriktirdiği harçlığını kaybetmeyi.

-Tamam lan, dedi; olursa olur olmazsa yürürüz eve kadar.

Son paraları ile de bahis oynadılar neyse ki bu sefer şans yüzlerine gülmüştü. Geldikleri parayı üçe katlamayı başarmışlardı. Sevinç çığlıkları atıyorlardı. 

-Hadi dedi İsmail; gel dönüş yolunda güzel bir ziyafet çekelim

Hipodromun karşısındaki dönercilerden birine girdiler. Her zamankinden farklı olarak bu sefer tavuk döner yerine et döner sipariş ettiler. Ne de olsa bu ödülü hak etmişlerdi. Eve yürüyerek dönmeyi göze almanın ödülüydü bu. Büyük bir iştahla yumuldular önlerine gelen dönerlere. Bir yandan yemeklerini yiyorlar bir yandan da nasıl son dakikada kazandıklarının sohbetini yapıp gülüyorlardı.

Tam bu sırada kapıdan içeri ikisinin de çok iyi tanıdığı biri girdi. Aynı anda gördüler ve doğru mu görüyoruz der gibi birbirlerine baktılar. Önce İsmail fırladı yerinden kapıya doğru, ardından da Rüstem. Evet kapıdan içeri giren biraz önce parayı kazanmalarında büyük payı olan Ayışığı isimli atın jokeyi Hakan Karakaştı. İsmail döneri yemelerinde emeği olan bu adama eline fırsat geçmişken teşekkür etmek istemiş ve hikayesini anlatmak için yanına koşmuştu.

-Hakan Abi tebrik ederiz; dedi. Sayende ziyafet çekiyoruz, helal olsun sana.

Kısık bir gülüş belirdi Hakan Karakaş’ın yüzünde.

-Afiyet olsun gençler; dedi. 

Tam arkasını dönüp gidecekti ki İsmail in fiziği dikkatini çekti tecrübeli jokeyin.

-Kaç yaşındasın sen diye sordu İsmail’e

-On yedi; dedi İsmail.

-Tüh; dedi Hakan Karakaş. Senden iyi jokey olurmuş. Tam jokey fiziği var sende. 

-Hadi ya! dedi İsmail. Gerçekten mi Abi! Madem öyle nasıl olcam peki. Gene olim.

-Maalesef yaşın geçmiş; dedi Hakan Karakaş. Biz senin gibi gençleri on dört yaşında İrlandaya apranti okuluna gönderip orda eğitim aldırıyoruz. Öyle o kadar basit değil bu işler, bundan sonra olmaz artık.

İsmail’in daha önce aklına hiç gelmemiş olan bu düşünce, o anda imkansız olduğunu öğrenmesiyle de bir anda kafasından yok oldu. Çünkü tabağındaki döneri soğuyordu.

-İyi akşamlar abi; deyip döndüler masalarına.

Döner o an için daha önemliydi ve keyifleri de yerindeydi nasıl olsa.

Günler haftalar aylar yıllar geçtikçe o söz daha sonraları defalarca İsmail’in kulaklarında yankılandı.

-Senden iyi jokey olurmuş, tam jokey fiziği var sende.

Hayat şartları zorlaştıkça aklına daha çok geldi İsmail’in, ‘’benden iyi jokey olurdu’’. Doğuda çetin şartlarda yaptığı askerlik, soğuk ve korku dolu uzun gecelerde tuttuğu nöbetler sırasında hep aklına geldi, giderek omuzlarına binen ve ağırlaşan hayat yükü ve maddi sıkıntılar, kavuşamadığı platonik aşkı, yıllar geçtikçe acaba ünlü bir jokey olsam nasıl bir hayatım olurduyu düşündürdü.

Ah be! diyordu kendi kendine. ‘’İnsanda biraz şans olacak.’’


Orkun Cabi / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Edebiyatta Ankara

Ankara kentinin Türk Edebiyatı’nda özel bir yeri vardır. Ankara’nın 13 Ekim 1923’te başkent olması bir milattır. Kültürün, sanatın başkenti olması Cumhuriyet döneminde olmakla birlikte Ankara’da edebiyat faaliyetleri daha eskilere gitmektedir. Ankara’da edebiyatı eskiden alıp bugüne getirmek uzun bir çalışmanın ürünü olacaktır. Burada Ankara Edebiyat ilişkisine kısaca değinmeye çalışacağım.

Edebiyatta Ankara

Türkistan’da yesevilik tarikatını kuran Ahmet Yesevi, yetiştirdiği müritlerini Anadolu’ya gönderdi. Bu müritler gittikleri yerlerde İslam dininin tanınıp yaygınlaşmasını sağladılar. Bu müritlerden biri Ankara’ya yerleşen Hacı Bayram Veli’dir. Hacı Bayram Veli Ankara’da tekkesini kurdu ve dinin yaygınlaşması için ömrü boyunca çalıştı. Hacı Bayram Veli’nin eserleri şunlardır: Güçtür Feleğin Yayı, Çalabım Bir Şar Yaratmış, Sen Seni Bil Sen Seni, Şathiyye, Malakat, Velayetname, Şerh-i Besmele. Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram Veli’nin mezarı Ulus’ta bulunmaktadır.

Ankara’nın Nallıhan kasabasında türbesi bulunan önemli din adamı Taptuk Emre, Yunus Emre’nin şeyhidir.Yunus Emre’nin yetişmesinde katkısı bulunan Taptuk Emre tasavvufun yaygınlaşmasında etkisi olan bir din adamıdır.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Ankara her alanda gelişme gösterdi. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün davetiyle aydınlar, yazarlar, şairler Ankara’ya geldiler. Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Mehmet Akif Ersoy, Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay savaşta her türlü çabalarıyla Ankara Hükümetine destek  verdiler. Savaş sonrası yazdıkları eserlerle hem Kurtuluş Savaşı hakkında bilgi verdiler hem de Ankara’yı tanıttılar. Bu eserler sayesinde bizler bugün yakın tarihimiz hakkında ayrıntılı bilgiye sahibiz. Falih Rıkı Atay’ın Çankaya’sından bir alıntı: ’’Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.’’ Ankara’nın Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki durumunu öğrenmek için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara’sını, Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ile Kiracıları’nı mutlaka okumak gerekir. Yakup Kadri’nin Politikada Kırk Beş Yıl isimli kitabı Ankara’daki politika günlerini anlatmaktadır. Yahya Kemal Beyatlı Ankara’yı bir türlü sevememiştir. Ankara’nın nesini seviyorsunuz diye sorduklarında İstanbul’a dönüşünü demiştir.

Cumhuriyeti kuran kadroların büyük çabaları sonunda Ankara kültür sanat kenti haline geldi. Tiyatro, opera binaları, Halkevleri, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Ankara Radyosu, Musiki Muallim Mektebi ve daha birçok kurum alanlarında sanatçılar yetiştirirken edebiyat sanatının gelişmesine de büyük katkıda bulundular. Tiyatro, opera eserlerine sahneye konması için edebi metinler yazıldı. Ortam edebiyatın gelişmesi için uygun bir hale geldi. Otuzlu kırklı yıllarda Ankara sokaklarında birçok yazar, şair dolaşıyordu. Sabahattin  Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve daha ismini unuttuğum pek çok yazar, şair Ankara’da yaşadı, eserlerini burada verdi. Sabahattin Eyüboğlu bir dönem Tercüme Bürosu’nun başındaydı. Tercüme Bürosu’nda Orhan Veli Kanık çalışırken  babası Mehmet Veli ise Ankara Radyosunun müdürüydü. Melih Cevdet ve Orhan Veli’nin yaşadığı bir trafik kazası ise Çubuk Barajından dönerlerken olmuş ve Orhan Veli bu kazadan ağır yaralı olarak kurtulmuştur. Sabahattin Ali’nin Ankara’da ailesiyle oturduğu ev, bugün herkesin uğrak yeri olan Kızılay’daki Dost Kitabevi’nin üst katıdır. Garip akımının en büyük destekçisi olan, onları edebiyat dünyasına tanıtan Nurullah Ataç dil konusundaki özenli çalışmalarıyla Türkçenin zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Uzun yıllar Ankara’da yaşayan Nurullah Ataç’ın önemli eserleri şunlardır: Günlerin Getirdiği, Okuruma Mektuplar, Harita ve Topraklar, Günce, Bitmemiş Öyküler.

Ankara’da kültür sanat hayatı bir dönem kesintiye uğrasa da her zaman canlı olmuştur. Yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda birçok sanatçı Ankara’da yaşadılar ve hala Ankara’da yaşayan sanatçılar edebiyata yön vermeye devam ediyorlar. Sincan’nın Kafkası adı verilen Hasan Ali Toptaş uzun yıllar Maliye’de çalıştıktan sonra emekli olmuş ve eserlerini Ankara’da vermiştir. Sincan’da yaşamaya devam etmektedir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Gölgesizler, Kuşlar Yasına Gider, Uykuların Doğusu, Ben Bir Gürgen Dalıyım. Türk şiirinin önemli şairlerinden Ahmet Telli Türkçe öğretmenliğinden emekli olduktan sonra Ankara’ya yerleşti. Günümüzde onu Ankara sokaklarında görebilirsiniz. Şiir kitaplarının isimleri şunlardır: Yangın Yılları, Hüznün İsyan Olur, Dövüşen Anlatsın, Saklı Kalan, Su Çürüdü, Belki Yine Gelirim, Çocuksun Sen, Kalbim Unut Bu Şiiri, Barbar ve Şehla vd. İkinci Yeni akımının şairlerinden Cemal Süreya şiirinde Ankara Ankara, en iyi kalpli üvey ana demektedir.

Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yaşar Kemal bir dönem Ankara’da bulunmuş, Cumhuriyet gazetesinde çalışmıştır.

Şair yazar Murathan Mungan DTCF mezunudur. Fakülte yıllarında yazdığı tiyatro oyunlarıyla Türk Edebiyatı’nda kendine yer edindi. Daha sonra yazdığı şiir ve romanlarıyla edebiyatımızda haklı bir ün kazandı. Mahmut ile Yezida, Geyikler Lanetler, Taziye isimli oyunları yazara ün kazandıran oyunlardır. Asıl mesleği eczacılık olan yazar Erendiz Atasü günümüzde Ankara’da yaşamakta, yazdığı romanlarıyla Türk Edebiyatı’nın gelişmesine katkıda bulunmaktadır.

Ankara’da yaşayan şairler, yazarlar kimi zaman Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkıp gelecek kuşaklara bu değerleri aktarmışlar, kimi zaman da muhalif görüşleriyle aydın sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Farklı görüşleri yüzünden Ankara’nın cezaevlerini ziyaret etmek zorunda olan sanatçılarımız da bulunmaktadır. Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek’in Ulucanlar Cezaevinde yattıkları bilinmektedir. Günümüzde edebiyata yön veren yayınevlerinden Can Yayınlarının kurucusu Erdal Öz’ün Gülünün Solduğu Akşam kitabında Mamak Cezaevindeki anıları bulunmaktadır.12 Eylül döneminde  birçok sanatçı Ankara’daki cezaevlerinde hapis yattılar.

Yazılan pek çok roman ve hikayede Ankara mekan unsuru olarak kullanılmıştır. Mekan tasvirleri açısından şehir sanatçılara zengin malzeme sunmaktadır. Sokakları, parkları, Anıtkabir'i, gecekondu mahalleleri, tarihi mekanları ile Ankara yazarlara ilham kaynağı olmaktadır. Melih Cevdet Anday’ın Ankara’da yazdığı bir şiirle yazımı bitiriyorum. Herkese iyi okumalar.

RAHATI KAÇAN AĞAÇ

Tanıdığım bir ağaç var

Etlik bağlarına yakın

Saadetin adını bile duymamış

Tanrının işine bakın


Geceyi gündüzü biliyor

Dört mevsimi, rüzgarı, karı

Ay ışığına bayılıyor

Ama kötülemiyor karanlığı


Ona bir kitap vereceğim

Rahatını kaçırmak için

Bir öğrenegörsün aşkı

Ağacı o vakit seyredi


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Selahaddin'in Kitabı: Tarihsel Gerçekliğin Kurgusal Gösterimi

Selahaddin'in Katibi  olan İbni Yakup'un notlarından  hareketle; Tarihsel bir gerçekliğin kurgusal gösterimi olan ve yazarın  kendisinin de bu kurgusal karakterlerin birinde saklı olduğunu söyleyebiliriz. Selahaddin'in Kitabı'nı sizler de seveceksiniz. Eser hayata bakış anlamında aforizmalar açısından oldukça zengin. Bu da okuyucuya savaş, barış, aşk, inanç, cinsellik, ibadet ve daha birçok konuda belki de kısaca insan olmak konusunda bizi sürekli düşündürüyor. Bu düşünme hali okuyucuyu akıcılıkta bir aksaklığa sürüklemiyor. Eseri okunabilirlik açısından başarılı kılan en önemli özelliklerden birisi belki de budur. Hikayenin girdabına kendinizi kaptıracaksınız.

Selahaddin'in Kitabı: Tarihsel Gerçekliğin Kurgusal Gösterimi

Sultan Selahaddin, adaleti, cömertliği, alçak gönüllülüğü yaşamında özüyle  yaşayan bir kişiliktir. Savaşının sebebi haksızlık karşında durma karakteridir. O, ne şan ne de şöhret için kimseye kılıç çekmeyecek kadar mütevazı bir kişiliktir. Onu adil bir hükümdar yapan eğitime sanata sanatçıya ve düşünceye olan saygısıdır. Adalet yalnızca bir matematik hesabı değildir. Adaleti mümkün kılan değerlerin değerlendirilmesidir. Bu da düşünceye, sanata, bilgiye ve inanca saygı duymadan; onu öğrenmeden mümkün değildir. Özellikle de bir hükümdar için. Aile içi  birlik kadar müminlerin  kendi içindeki  birliğinin  başarı  getireceğine  inanan  sultan kendi birliğini  sağlamamanın felaket getireceğini şu sözler ile dile getiriyor. Sultan kendi kendine sık sık  bu kötü rüyanın sona erip ermeyeceğini ya da Musa, İsa ve Muhammed'i doğuran bu bölgenin sakinlerinin kaderinin hep savaş mı olacağını sorar.

Bu da bize Ortadoğu topraklarında huzurun ve barışın bin yıldır arzulandığını bunun çaresinin halklar inançlar  konfederasyonu olduğunu  gösteriyor.  Bu birlik sağlanmadıkça bu zengin topraklar düşmanının  iştahını hep kabaracaktır. Günümüzde Selahaddin-i aşan düşünceler  Mevcuttur bize düşen bu yolda ilerlemektir. Ortadoğu’nun  huzuru ve birliği  yine Kürtlerle gelebilir... Eserde Cemile karakteri başkaldıran düşünceye  ket vurmayan zeki, akıllı, sanatçı bir kadın, kişiliği sayesinde herkes tarafından sözü  dinlenen sevilen,  sayılan Sultanın haremindeki filozof bir kadın. Dinin ve hayatın ne olduğunu  bilen,  özgür düşünceye  sahip olan Cemile hem din perspektifini, hem pratik hayatı   biliyor. Ve Cemile, cennet tasavvurları içerisinde; 'Kadınlar  neden cennete gitmeyi istesin'  diye soruyor. Sizin ona bir cevabınız  var mı? Cemile bize iki şeyi açıkça gösteriyor. Birincisi, inanca dair antitezlerini yasak olduğu  halde yazıyor. İkincisi, inancın  Cennet vaadinin kadınlarda  anlamsızlığını  göstermeye  çalışıyor. Öte yandan Cemile ölüm korkusunu içinizden  nasıl  attınız  diye soruyor? Bu sorunun cevabını  kendisi buluyor. Cemile 'ye göre  bu vaatler gökten  gelen ilahi kaynaklardan çok peygamberlerin pratik gerçekliğinden doğmuştur. Cemile'nin bu tezinin doğurduğu  en büyük  soru ise kadınlar  için  cennetin  anlamı  nedir? Bu sebeple cennet tasavvurlarının zevklerini suni olarak haremde tatmaya çalışıyor. Cemile bu düşüncesini eserde şu sözlerle vurguluyor:

"Yaşlı aliminiz az önce dininizin müminlerinizin zihninden ölüm korkusunu çıkartıp attığını söyledi. Bu kısmen de olsa sizin cennet kavramınızla ilişkili midir? Sonsuz bir cinsel güç ve sayısız şarap nehirlerini yudumlarken, aralarından seçim yapacakları pek çok huri. Cennetiniz bütün dünyevi yasakları kaldırmaktadır. Bu durumda sadece aklını kaçırmış olan biri ölümden korkar. Ve bütün bunlar sizin peygamberinizin kendine güveninden doğmuştur "

Ayrıca aykırı düşünceli Cemile Güzel  hırçın Halime ye aşık. "Aşk hepimizi çıldırtacak kudrettedir. Kıskançlık onun da en vahşi evladıdır." Cemile Halime yi başkasıyla paylaşmak istemez. Sultan Selahaddin için, bunları belirmek onun Kürt kimliğini inkar  edenler açısından  önemlidir. Kürt kültürünün ve yaşama bakışının bir hükümdara yansımış hali diyebiliriz. Bununla belirtmek istediğim şey, onun yaptıklarının yalnızca dini düşüncelerden ibaret olmadığını, Kürt kültürel mirasından da etkilendiğidir. Onun ele geçirdiği bölgelerde İbadethaneler ve inançlara oldukça saygılı olduğu ve yıkıcı davranmadığı gerçeği Avrupa'daki şövalyeler tarafından bile takdir edilmiştir. 

Bakın günümüzde İslam'a siyasal iktidar  hırsıyla yaklaşanlar neler yapıyorlar. Buyurun  Ayasofya'dan bakalım. Ayasofya kültürel bir mirastır. Tarih sahnesinin büyük bir bölümünde yer almıştır. Önce kilise sonra camiye çevrilmiştir. Daha sonra bu kültürel çeşitlilik ve sentez tarihi bakımından müzeye çevrilmiştir. Tayyip Erdoğan bu kültürel mirası ve zenginliği kendi bencil inanç biçimine meze yapıp onu tekrar camiye çevirmiştir. Belki de bu yüzden Selahaddin'in fethettiği yerlerde ibadethanelere dokunmamış olması daha da anlamlı ve önemlidir. Özellikle bulunduğu konum açısından. 

SELAHADDİN EYYUBİ KİMDİR?

Demeden önce şu ünlü sözünü hatırlayalım. "Bana her istediğini sorabilirsin. Sana bu ayrıcalığı tanıyorum. Ama her zaman cevap vermeyebilirim. O da benim ayrıcalığım." Selahaddin  Eyyubi, Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Selahaddin Eyyubi 1138’de doğdu. 1169’da amcasının yerine Mısır veziri oldu. 1174’te Mısır tahtına oturdu. 1187’de Hittin Savaşı’nda Haçlıları ağır bir hezimete uğrattı ve Kudüs’ü ele geçirdi. Askeri eğitimden ziyade dini derslere meraklıydı. Sanatla ve bilimle uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisinde onun Öklid geometrisi, astronomi, matematik ve aritmetik konularında uzman olduğu yazmaktadır Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh ve tarih öğrendi, Şam’daki Dar’ul-Hadis’ten (hadis medresesi) mezun oldu.

Müslümanların Haçlılara karşı birleşmesinde tarihi dönemeçlerden birisi olmuştur. Selahaddin, yeni ya da gelişmiş askeri teknikler kullanmak yerine, çok sayıdaki düzensiz kuvvetleri birleştirip disiplin altına alarak askeri güç dengesini de kendi lehine çevirmeyi başardı. Tarihçilerin anlattığına göre Selahaddin zamanını ya ilim ya cihat veya devlet işleriyle geçirirdi. Kuran’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe biliyordu. Ülkesine her taraftan ilim sahipleri gelir verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstadı) vardı. Tabipler, edebiyatçılar, şairler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı. Selahaddin Eyyubi, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samimi olarak konuşur, yumuşaklıkla muamele ederdi. Bundan dolayı herkes fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Haçlıların 90 sene önce Kudüs’ü işgal ederlerken 70 bin Müslüman’ı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selahaddin, intikam alma yerine onlara iyi muamelede bulunmuştur. Böylece coğrafyasındaki insanların gönüllerinde taht kurmuştur.  Gizemli bir ateş ve iki haftalık hastalıktan sonra, Selahaddin Eyyubi 1193’te 55 yaşında veya 56 yaşında öldü. Yardımcıları onu, kan akıtma ve lavman yöntemi ile kurtarmaya çalıştılar fakat faydası olmadı.

YAZAR TARIK ALİ HAKKINDA 

Tarık Ali 21 Ekim 1943 yılında Lahor, Pakistan'da dünyaya gelmiştir. Pakistan asıllı Britanyalı ateist yazar ve film yapımcısıdır. İlk ve orta öğrenimini Pakistan'da tamamlamış, daha sonra İngiltere Oxford Üniversitesinde yüksek öğrenimini tamamlamıştır. 1960-1970 yılları arasında önemli siyasal kişilerden birisi olan Tarık Ali, dört yıl boyunca İngiliz Televizyonu Channel 4'te yapımcı olarak çalışmış ve "Bandung File" programının yapımcılığını üstlenmiştir.  Tarık Ali, New Left Review adlı akademik derginin hakemler kurulunda yer alır ve the Guardian gazetesinde düzenli olarak yazmaktadır.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Müzik Kutusu

Bazı sabahlar uyanırım ve içimden o günü rastgele yaşamak gelir. Tesadüflere şans vererek, günü akışta geldiği gibi plansız programsız yaşamak isterim. İşte bugün onlardan biriydi. Akademik çalışmalarım nedeniyle konuşmacı olarak davet edildiğim Strazburg’da yoğun geçen üç günün ardından bugünü kendime ayırmak üzere programımda boşluk yarattım.

Müzik Kutusu

Güne uyandığım sevimli otel odasında, içimden “o halde rastgele, bakalım bugünün sürprizi ne olacak!” diyerek perdeyi açıp dışarıya baktım. O an yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi lapa lapa kar yağıyordu, etraf pamuk tarlasına dönmüştü, günün ilk sürprizi kucaklamıştı bile beni. 

Hızla hazırlandım, çok severek kullandığım bele oturan uzun kırmızı mantomu, siyah beremi ve uzun siyah çizmemi giydim. Bu mantoyu ne zaman giysem çocuksu bir neşe hissederim. Bir an önce babasının ona aldığı sürpriz hediyeyi açmayı bekleyen kız çocuğu edasında kahvaltı bile etmeden, hızla otelden çıktım. 

“Yol beni nereye götürürse!” diyerek yürümeye başladım. Önüme çıkan sokaklardan birinde karşıma çıkan kalabalığı takip ederek yürüdüm. Kalabalık beni meşhur Notre Dame Katedrali’nin olduğu yere getirdi. Noel sezonu olduğu için katedralin etrafındaki irili ufaklı dükkanlar ve kafeler rengarenk süsler ile bezenmişti, katedralin önünde ise uzun bir kuyruk vardı. Sokaktaki keman sanatçısı, çocukluğumdan beri dinlemeyi çok sevdiğim bir eseri çalıyordu. Fakat, eserin adını ve bestecisini hatırlayamadım o an. Telefonuma yüklü olan yapay zekâ uygulamaları ile de eserin adını, etraftan gelen gürültü nedeniyle öğrenemeyince, şarkının bitimini bekleyerek sanatçıya eserin adını sormaya niyet ettim.

Bu arada, kar yağışı tipiye dönmüştü. Şiddetli rüzgâr nedeniyle uçan beremi almak üzere koşarken, katedralin önünde durmakta olan altmış beş- yetmiş yaşlarındaki, uzun boylu, oldukça yakışıklı, elmacık kemikleri çıkık, şık giyimli bir beyefendiye takıldı gözlerim. Beyefendi önce elindeki zarfı sonra da zarftan çıkardığı mektubu usulce öpüp, cebinden küçük bir şişe çıkardı. Şişedeki parfüm olduğunu düşündüğüm şeyden önce bir miktar zarfa sıktı, daha sonra ise mektuba sıktı. Şişeyi cebine koydu. Mektubu iyice koklayıp, tekrar zarfa geri koydu. Ardından ise zarfı içindeki mektupla beraber küçücük parçalara ayırıp, avucunun içindekilere bir öpücük kondurdu ve rüzgâra bıraktı hepsini.  Masalsı bir sahne izliyor gibiydim. O an kendisine baktığımı fark etti ve bana gülümsedi. Tanımadığım birinin mahremine izinsiz şahitlik etmek utandırdı beni. Ama çok duru, zarif ve günümüzde rastlanmayacak naiflikte bir hikâyenin olduğunu hissetmiştim o gördüğüm sahnenin ardında. İçimdeki ses, günün hediyesinin ve sürprizinin bu beyefendi ile karşılaşmak olduğunu söylüyordu. 

Beyefendi sanki bir şey söylemek ister gibi gülümseyerek baktı bana. Yanına gittim. Zaten bugün akışa göre yaşamayacak mıydım günü! “Al sana akış” dedim içimden. Yanına gittiğimde İngilizce bana “İngilizce mi, Fransızca mı?” diye sordu. Onu bir süre istemsizce izlemiş olduğum için özür diledim kendisinden İngilizce konuşarak. Gülümseyerek “Film sahnelerinden fırlamış gibi şık ve güzel bir hanımefendinin kendisini izlemesinden rahatsız olacak erkek var mıdır sizce bu dünyada?” diyerek gülümseyip, tek gözünü kırptı bana. Duruşu, yüz hatları güçlü bir imaj çizerken, orman yeşili gözleri derinlik katıyordu yüz ifadesine. Elini uzattı “Tom” dedi. Ben de kendi ismimi söyledikten sonra “Az önce, ne yaptığımı doğal olarak merak etmiş olmalısınız!” dedi bana. Meraktan ziyade, o sahneye katedralin güzelliği, yağan karın kattığı masumiyet hissi, arka fonda çalan keman sesi ve kendisinin de karizması eşlik edince, sahnenin bana çok masalsı geldiğini söyledim ona. Tom’un babacan gülümsemesi, mimikleri ve beden dili onunla bu rahatlıkta konuşabilmem konusunda cesaretlendirmişti beni.

Gözlerinin içi gülerek “Böyle güzel ve zarif bir hanımefendiyle, her gün katedral önlerinde tanışma şansım olmuyor, size bir kahve eşliğinde hikayemi anlatmak isterim vaktiniz varsa” dedi Tom. Katedral zaten öğle tatiline girmişti, akışta Tom’un hikayesi bana günün hediyesi olarak gelmişti bence!

Tom, beni ancak yerel insanların bilebileceği huzur dolu bir kafeye götürdü. Ortam nezih, şık ve özenle oluşturulmuş dekor ve aynı titizlikte oluşturulmuş menü içeriğine sahipti. Köşede duran piyanodan gelen müzik de ortamın ambiyansı ile uyumluydu. 

Tom başladı hikayesini anlatmaya. Amerikalı bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının zamanında Fransa’ya önce konsolos, sonrasında da büyükelçi olarak atandığını, kendisinin Fransa’da doğduğunu anlattı. Ancak, çocukluğunda çevrelerinde çoğunlukla konsolosluk çalışanlarının olduğunu, Fransa kültüründen ziyade Amerikan kültürü ile büyüdüğünü aktardı bana. Lise yıllarına kadar bu durumun bazen onda adaptasyon sorunu yarattığını ekledi sözlerine. Lise öğrencisi iken Zoe isimli çok güzel bir kızla sınıf arkadaşı olduğunu, Zoe’nun ona çok şey kattığını, kızın uzun siyah saçlarına eşlik eden iri koyu kahverengi gözlerinin olduğunu ve dünyanın en güzel gülüşüne sahip olduğunu anlattı bana. Zoe’den bahsederken yüzünden onlarca duygu geçiyordu Tom’un. “Birkaç dakikalık süre içinde, bir insanın gözlerinde bu kadar duygu geçişini yakalamak da mümkün işte” diye düşündüm o an. 

Siparişimizi vermeden önce Tom bana ne iş yaptığımı, nerede doğduğumu, Strazburg’da ne amaçla bulunduğumu sormuştu. Hakkımda az da olsa bir şeyleri ben de paylaşmıştım onunla. Ancak bir an yüzüme bakıp “Senin atalarında Fransız var mı?” diye sordu bana. Bildiğim kadarıyla öyle bir bağımızın olmadığını söyledim ona. “Az da olsa Zoe’ya benziyorsun, ama az, öz kızım Luna’yı bile çok az benzetirim zaten Zoe’ya. Zoe benim için dünyanın en güzel kadını çünkü” dedi gülümseyerek. 

Tom, lisedeyken Zoe ile bisikletle birbirleriyle yarışarak okula gittiklerini, her seferinde Tom’un bisikleti bilerek yavaş kullandığını, Zoe’nun ise tüm gücüyle pedallayıp, neşeli kahkahalar atarak “yine ben kazandım” diyerek okul bahçesini gülüşü ile şenlendirdiğini, güzel havalarda çimenlerde yaptıkları sohbetleri, diğer okul arkadaşlarının da onlara katıldığı piknik partilerini anlattı. Tüm detayları öylesine güzel tasvir ederek anlatıyordu ki Zoe’nun her piknik öncesi hazırlamış olduğu bir Fransız tatlısı olan beignetin lezzetini,  Zoe’nun kahkasının tınısını, yağmurlu bir günde kayan bisikletten düşen Zoe’nun dizindeki acıyı, Tom’un onun dizini temizlerken hissettiği sevgiyi ve dizine kondurduğu o ilk öpücükle Zoe’nun yaşadığı mahcubiyeti, o günkü çimenin kokusunu bile o anlarda yanlarındaymışçasına hissettim.  Bunu Tom’a da söyledim. “Ben halen, o anı şimdi yaşıyormuş gibi hissediyorum, senin de kalbin geniş olduğu için, kendin o anı yaşıyormuşçasına dinliyorsun beni” dedi. “Ne kadar rafine ve sıcak bir açıklama yaptı” diye geçti içimden. 

Sonrasında devam etti sözlerine. Lise bittikten sonra tıp fakültesinde okumak için Londra’ya gittiğini, Zoe’nun Paris’te kalmaya devam ederek sanat tarihi okuduğunu, Londra’da iken Zoe’ya bazen telgraf, haftada üç dört kez de mektup yolladığını anlattı. “O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yoktu, ev telefonu da benim ailemin evinde olmasına rağmen, Zoe’nun evinde yoktu, o nedenle Zoe’nun sesini sık sık duyma şansım pek olmuyordu” diyerek sözlerine devam etti. 

Yaz dönemlerinde ise staj süreçleri dışında, Paris’e ailesinin yanına gelip bol bol görüşmüş Zoe ile. “Bu yaşta bu kadar yakışıklı ve karizmatik olan Tom,  gençliğinde kim bilir nasıldı!. Bu karizmaya, gençliğin verdiği toyluğa rağmen ve de aradaki mesafeye rağmen hep sadık mı kalmıştı acaba Zoe’ya?” diye geçti içimden bir an istemsizce. Sanki iç sesimi duymuş gibi söze girdi. “Üniversitede iken Zoe dışında hiçbir kızla romantik bir paylaşımım, hissim olmadı. Benim kalbimde, aklımda bir tane kraliçeye yer var, hem zaten her ülkenin bir tane kraliçesi olur, ikinciye verilecek taht yoktur ki.” dedi. “Peki ya prensesler?” diye sordum gülümseyerek. “Kraliçesini bulan kalp, prenseslerle vakit harcamak istemez ki “dedi. Üniversite üçüncü sınıftayken nişanlandıklarını anlattı. Mezun olur olmaz Paris’e geri dönmüş ve görkemli bir düğünle evlenmişler. Sonrasında ise Paris’te cerrahi ihtisasını yapmış ve ihtisas döneminde de tek çocukları olan Luna doğmuş. Tüm bunları anlatırken çok mutluydu. 

Cebinden içine iki taraflı fotoğraf konulan kalp şeklindeki bir kolyeyi çıkardı. Kolyenin bir tarafında Tom’un gençlik fotoğrafı, diğer tarafında ise Luna’nın bebekliği vardı. Zoe, kızları doğduktan kısa bir süre sonra bu kolyeyi takmaya başlamış ve ölene kadar da kolyeyi taşımış boynunda. İşte ilk o an Zoe’nun vefat etmiş olduğunu üzülerek öğrendim. Cebinden cüzdanını çıkararak Zoe’nun ilk evlendikleri zamanki fotoğrafını ve son yıllardaki halini gösterdi bana. Gerçekten, Tom gibi o da dış görünüşü ile dikkat çekici imiş. Zoe evliliklerinin yirmi birinci yılında hayata veda etmiş. Sonrasında ise, Tom kalbine ve hayatına başka kimseyi almamış. 

“Bu kadar biyografik anlatımla sıktım seni, özgür bırakmamı istersen seni lütfen söyle” dedi Tom. Elimi elinin üzenine koyayarak, onu dinlemekten ve onunla tanışmış olmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirdim. “O halde katedralin önünde ne yaptığımı paylaşmak isterim seninle” dedi. O sırada kafeye gelen çiçekçiye takıldı gözleri. Akşam yemeği için bu kafe masalara çiçek koyarmış, her günün menüsü ve 

çiçeği de farklıymış. Garsona eliyle işaret ederek yanımıza çağırdı, Fransızca bir şeyler söyledikten sonra kız Tom’a kırmızı bir gül getirdi. Bana dönerek, “izninle” diyerek çiçeği saçlarıma taktı ve “şimdi daha güzel oldu saçların” dedi. Bu kadar centilmen ve insan ruhundan anlayan, konuşması, oturuşu, bakışı, giyimi, ses tonu, etraftaki insanlarla iletişim kurarken kullandığı beden dili, mimikleri bana babamı hatırlattı. Bu tarz kaliteli insanlara artık nadir rastlanıyor diye düşündüm o an hüzünlenerek. 

Tom anlatmaya devam etti. “Bugün bizim evlenme yıldönümümüz.  Zoe’ya evlenme teklifini burada katedralin önünde etmiştim. Evliliğimiz için duyduğum minnettarlığı, kızımızın ona benzeyen özellikleri, bana kattıkları için, birlikte paylaştığımız her saniye için teşekkür eden bir mektup yazmıştım dün ona. Bu cebimdeki şişe Zoe’nun parfüm şişesi. Bugün havanın tipi halinde olacağını biliyordum. Rüzgârın sözlerimi alıp Zoe’ya götüreceğini hayal ettim bu sabah, kar da temizliği ve yaşamı temsil ediyor benim için. Kalbimde her zaman yaşadığını, en güzel duygularımla hayatımdaki yerinin tertemiz ve duru kaldığını iletmek istedim ona. Yazmış olduğum mektubu o nedenle rüzgâra emanet ettim küçük parçalara ayırarak. Bu şekilde hem kalbim huzur buldu, hem de onun ruhunu onurlandırmış oldum kendimce.”

Sonrasında katedrali beraber gezmeye karar verdik. Yolda yürürken bana kızı Luna’nın romantik ilişkilerden uzak durduğunu, bir baba olarak bundan üzüntü duyduğunu anlattı. Luna’nın “Baba annemle senin ilişkin gibi ilişki mi var artık! Anlamıyorsun sen, artık devir çok değişik” dediğini aktardı benim bu konuda fikrimi merak edercesine sorgulayan bakışlar eşliğinde. O an, ağzımdan hiç düşünmeden şu sözlere benzer şeyler döküldü ”Babam için annem çok özeldi. Dünyada annemden güzel kimse yoktu babamın nazarında. Çünkü babam annemin ruhunu, oturuşunu kalkışını, edasını, tavrını, kültürünü, zekasını, ona kattıklarını, güzelliğini, iyi ve kötü huylarını, sesini, kokusunu, varlığını sevip onurlandırmıştı. O yüzden onun için dünyada annemden daha güzeli ve eşi benzeri yoktu. Sizin için de durum öyleymiş. Siz, Zoe ile beraber kokladığınız ıslak çimen kokusunu, onun yaptığı tatlının tadını, kahkahasını, ses tonunu, kanayan dizinin acısını kalbinize mühürlemişsiniz. Onu iki  gram yağdan, beş tel saçtan, bilmem kaç santimetre boydan, üç tane dişten öte görmüşsünüz. Siz, Zoe’yi görmüşsünüz ruhuyla, aklıyla, kalbiyle, bedeniyle bütün olarak. Onun eğitimine, görgüsüzüne, kültürüne, bakışına, gülüşüne, endamınına, kokusuna, her şeyine talip olmuşsunuz. Özetle onu görmüşsünüz, diğer kadınlara ise bakmışsınız. Bakmak ayrı, görmek ayrı… İnsan gördüğünü unutamaz, insan gördüğünün yerini dolduramaz. Ama bunu kim yapar biliyor musunuz, gusto sahibi, oturmuş kişiliği ve tarzı olan insanlar, doymuş ve derin bir ruh yapabilir. Ancak onlar özelin kıymetini bilir, özel olana kıymet verebilirler. Birinin onlar için özel olmasına gönüllü olabilirler. Son zamanlarda, çoğu insan vasata talip çünkü emek vermeden, sorumluluk almadan bir süre vasatla oyalanmak kolay ve işin ucuz yolu. Vasatı vasatla değiştirmek de maliyetsiz, kolay ve sancısız. O yüzden artık bağlanmak yok, sorumluluk almak yok, emek vermek yok. Artık kalpte birine yer ayırmak yok, yıllarca bir kolyeyi cebinde taşımak yok. İnsanlar şu an cep telefonundan iki tıkla eş, arkadaş buluyorlar o da besleyici, büyütüp, geliştirecekleri köklü bir ilişki inşa etmek amacıyla değil kesinlikle. Sıkıcı, boğucu hayatlarında zamanı birlikte öldürecekleri, yüzeysel ilişkiler kuracakları insanları arıyorlar. Biraz  zaman geçtikten sonra da kolayca başkaları ile yer değiştirebiliyor bir önceki partnerleri. Babam da tıpkı sizin gibiydi annemin varlığında da, annemi kaybettikten sonra da. Böyle bir ilişkiye tanıklık eden kız çocuğunun ilişkilerden beklentilerini anlayabiliyorum o nedenle. Kızınızı çok iyi anlıyorum.”  

O sırada önünden geçmekte olduğumuz mağazadan bana bugünün hatırası olarak müzik kutusu almak istedi. Birlikte içeriye girdik, “Sen seç” dedi, Tezgâhta duran yirmi farklı müzik kutusuna bakarak, gözlerimi kapadım ve elimi bir tanesinin üzerine koydum. Gözümü açarak “bu” dedim. Tom çevirdi kutunun ucundaki kolu, “Bakalım ne çalacak?” dedi. Sabah kahvaltı ederken duyup, adını çıkaramadığım eser çalıyordu. Şaşırdım. Tom bana dönerek, “Kime ait olduğu şaibeli olan ama Giazatto ile anılan Adagio isimli beste bu” dedi. Sabahtan beri aklımdaki sorunun cevabını ve aşka olan inancımı güçlendirecek hayat hikayesini vermişti Tom bana. Son zamanlarda aldığım en güzel hediyelerden biri oldu bu. 

Bu yazıyı size masamda müzik kutum ve kırmızı gülümün eşliğinde, Tom gibi özenli davranmasını bilen, paylaşılan anlara hürmet edebilecek derinlikte bir insanla yaşamlarınızı paylaşabilmeniz dileğimle bitiriyorum. Yeni yılda, yeni yazılarımda buluşmak üzere, aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Doğru İletişim ve Anlayış Aşktan Daha Değerlidir

Merhaba Ceylan Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. 22 Aralık 1993 yılında Adıyaman'da doğdum. Serablar ataksi hastasıyım. Türkiye'deki ilk teşhisin konulduğu kişiyim. Adıyaman Lisesi mezunuyum. Ailem ile beraber yaşıyorum. Altı çocuklu ailenin üçüncü çocuğuyum.  

Yazar Ceylan Bağcı

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma hevesim ortaokul hocamızın yazdırdığı kısa kompozisyonlar ve hikayelerle başladı. Yazmak hoşuma gidiyordu ve ilgim de oluşmaya başladı. Sürekli yazdım ve bugün buradayım. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Öncelikle duygu ve düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmak istedim. Toplumun engelli vatandaşlarımıza bakış açısı, düşünce ve davranışlarında eksik gördüğüm konuları iyileştirmek istedim.

Aşk romanınınız Severek Ayrılanlar Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Eserimde doğru bir iletişim ve anlayışın aşktan daha değerli olduğunu anlatmaya çalıştım.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir?

Mehmet Uzun'un Kader Kutusu ve Sebahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf kitapları.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bu okuyucularıma sürpriz olsun diyeyim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımın kitap okurken önemli buldukları konuları not almalarını öneriyorum.

Derbeder İklim

Derbeder İklim

elin kavuşsa hani elime

dilin tutuşsa hani dilimde 

kan ter içinde kalsa tenimiz

yeniden  filizlense yüreğimiz

son bulsa bu hıncahınç hasret

küllenip küllenip harlanan sancı


ne baskın yağmurlar kalır geride

ne apansız kopan fırtına


sen yoksun diye sevgili 

bu derbeder iklim

sen yoksun diye


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Yazarlık Bir Nevi Ölümsüzlüktür

Merhaba Ezgi Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Ezgi Kadıoğlu ben. Evli ve iki çocuk annesiyim. Özel bir eğitim kurumunda yöneticilik yapıyorum. Ama yöneticilikten önce okul öncesi kurumlarında öğretmenlik yaptım ve bu kademe benim için bir tutku gerçekten.

Ezgi Kadıoğlu

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum da işte tam bu tutkum yüzünden başladı. Yıllardır birçok küçük kalbe dokunma şansım oldu. Hayatlarına minik izler bırakıyorsunuz elbette ama “Daha fazla ne yapabilirim?” i sorgularken buldum kendimi. Ve bu beni çocuk kitapları yazmaya yöneltti. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Çocuklar için çalışmak beni müthiş besleyen bir şey. Bu hep böyleydi hayatım boyunca. O yüzden mesleki gelişimimi de o yöne kaydırdım ve hep üzerine bir şeyler katarak ilerlemeye çalıştım, hala da çalışıyorum. Yazarlık aslına bakarsanız bir nevi ölümsüzlük. Yazdıklarınız hep bir yerlerde, birilerinin kütüphanesinde, öğretmenlerin ellerinde, çocukların yataklarının baş ucunda, yani her yerde. Dolayısıyla vermek istediğiniz bilgiyi ve kazanımı ölümsüzleştiriyorsunuz. Ayrıca yüzlerinde bıraktığınız tebessüm ve kalplerinde yarattığınız sıcaklığı unutmuyorlar asla. Özetle yazarlık benim için çocuklarla kurduğum bağları güçlendiren bir köprü. Çok seviyorum. 

Çocuklar için hayal kurmak şahane bir şey. Mumi'nin hayal yolculuğu minik okurlara eğlenceli bir dille anlattığınız Mumi’nin Bir Hayali Var isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitaplarınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle teşekkür ediyorum. Ben “Mumi” yi yazarken çocukları en çok besleyen iki faktörden yola çıktım. Biri “hayal kurmak”, diğer “merak etmek”. Mumi imkansız bir hayalin peşinde ve bunun imkansızlığı onu çok üzüyor. Aslında imkanın nasıl yaratılacağına destek olan bir arkadaşı var ve onun hayal yolculuğuna eşlik ediyor. Bu heyecanlı hikayede çocukları bekleyen sürprizlerin çok güzel kazanımları olacak. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bir Acar BALTAŞ hayranıyım. Her kitabı benim için bir ansiklopedi niteliğinde. Ve baş ucumda. Aynı şekilde Bahar ERİŞ, Elif ŞAFAK, Zülfü LİVANELİ, Tarık TUFAN, Nermin YILDIRIM, çok var ama hepsini telaffuz edemiyorum şimdi. Yabancı yazarlardan da özellikle takip ettiklerim var elbette. Klasikleri ve kült olmuş kitapları da mutlaka deneyimliyorum. Çocuk kitapları derseniz mümkün olduğunca fazla çocuk kitabı okumaya çalışıyorum. Benim için çocuk edebiyatının yeri çok ayrı aynı şekilde Kobi YAMADA kitaplarının da… Her biri ayrı kıymette. Her kitapta ana karaktere bürünüyorum okurken, bazen rüyalarımda yaşıyorum okuduğum kitabı, bazen sosyal hayatımdaki kişilerle bağdaştırıyorum. Hepsi ayrı bir dünya aslında. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Elbette var. Üretmenin sınırı ve sonu olmamalı diye düşünüyorum. Üretebildiğimiz sürece devam. Yeni kitap yine bir fabl olabilir. Bu defa bireysel farklılıkları konu alacağım. Böyle bir ipucu olsun şimdilik. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Özelliklere çocuklara şunu söylemek istiyorum; merakları ceplerinde olsun her zaman. Merak ettikleri sürece okurlar, öğrenirler, gelişirler. Yeni kitaplarda, yeni kahramanlarda birbirimizin hayatına merhaba diyeceğiz yeniden. Çokça sevgilerimi yolluyorum onlara.

Şiir Gizlenip Söylenemeyenlerin Dışa Vurumudur

Merhaba Ayşe Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

İsmim Ayşe Erken Karataş. 1979 Osmaniye Düziçi doğumluyum. 2000 yılında Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldum. Halen Kahramanmaraş'ta tarih öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Evli ve 3 çocuk annesiyim.

Şah Sultan Ayşe Erken Karataş

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum annemle başladı. Annem de okuma yazma bilmeyen bir şairdir. Annemin şiirlerini kaleme alarak kaybolmasını engellemek istedim. Şiir kavramıyla tanışmam annemin şiirleri ile oldu. Kafiyeyi düzenli hece ölçüsünü öyle tanıdım ve ben de yazabilir miyim diye bir fikir oluştu. Şiir yolculuğumun altyapısı annemin şiirlerini kaleme almayla başladı.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir duyguların içinde gizleyip söyleyemediklerinin dışa vurumudur. Ben hece ölçüsüyle yazıyorum. Benim için olmazsa olmaz hece sayısı eşitliği ve kafiye uyumudur. Benim şiir tarzım hececiyim ve halk diliyle yazıyorum.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Şairlik; ölçülü ve özlü konuşma sanatıdır. Şairler her yaşadığını yazmaz; her yazdığını da yaşamaz. Şairler abartıyı en üst noktada kullanan insanlardır. Şiir arkadaş, terapi ,içe yolculuk gibi bir eylemdir. En samimi dostunla dertleşmek gibi. Benim kimselere diyemediklerimi şiirim diyor benim adıma .

Şiirlerinizin yer aldığı Kabulün Var mı? isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Şiirlerimde herkes kendini bulacaktır. Herkes hayatı boyunca mutlaka aşık olmuştur. Şiirlerimi okurken aynen beni anlatmış diyeceklerinden eminim. Herkes sevmiştir, terk edilmiştir, bekletilmiştir. Karşılıksız aşka tutulmuştur, hasret çekmiştir. Bu duyguların tamamını okuyucu diliyle kafiyeli hece ölçülü özlü sözlerle şiire döktüm.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Şairlerin ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kahramanmaraşlı şairlerimiz Mahsuni Şerif, Bahattin Karakoç, Abdürrahim Karakoç örnek aldığım şairlerimizdendir. Daha geriye gidersem, Karacaoğlan, Aşık Veysel, Erzurumlu Emrah duayenimdir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Tarih öğretmeni olmam hasebiyle şuan padişah hikayeleri ve eğitime örnek olacak kısa özlü hikayeler derliyorum.2.kitabım olarak derleme hikayeler  çıkarmayı düşünüyorum. Başka bir idealim de annemle ortak kitap çıkarmak istiyorum. Bir sayfa annemden bir sayfa benim şiirim ismini de "ANALI KIZLI" koymayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Gençler günlük tutsun. En duygulu anlarındaki hallerini kaleme alsınlar .Okumak kadar yazmaya da zaman ayırsınlar. Ben ilk şiirimi otuz beş yaşından sonra yazdım. Ama o yaşa kadar hep okudum ve küçük notlar özlü sözler yazdım. Okurlarıma sevgiler... Saygılar...

Tarih Boyunca Gençlere Büyük Bir Misyon Yüklenmiştir

Merhaba Zekeriya Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, Trabzonluyum. 2001 yılından beri Kocaeli'de ikamet ediyorum. Kocaeli Derince ilçesinde din görevlisi olarak görev yapıyorum. Okumayı, yazmayı, konuşmayı seviyorum. İnsanlara yardımcı olmaktan, rehberlik yapmaktan hoşlanıyorum. Gençlerle birlikte zaman geçirmeye, onları dinlemeye ve onlarla sohbet etmeye gayret ediyorum.

Yazar Zekeriya Altuntaş

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri yazar olma hayalim vardı. Ortaokuldan itibaren yazı yazmaya başlamıştım. Lise yıllarımda dergi ve gazetelerde yazılarım yayınlanmıştı. Özellikle köşe yazılarımı okuyanlardan gelen yoğun talep üzerine kitap yazmaya karar verdim. Bu kubbede hoş bir sada bırakmanın yanında, kalıcı bir eser ve sadaka-i cariye olmasını istediğim için bu kitabı hazırladım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık, düşüncelerimizi insanlarla buluşturmak için çok önemli bir vasıta. Düşüncelerimizi paylaşmak için konuşmak önemli olduğu kadar yazmanın da bir o kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta yazmak daha kalıcıdır. Zira söz uçar yazı kalır.

Gelecekte nasıl bir gençlik hayal ediyoruz sorusuna cevap bulmaya çalıştığınız Bir Gençlik Arıyorum isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ediyorum. Kitabımızın okuyucularımızla buluşmasına vesile olan Alaska Yayınlarına hassaten şükranlarımı sunuyorum. Herkesin gelecekle ilgili endişeleri ve gençlerle ilgili hayalleri vardır. Kitabımızda  okuyucularımız hayalimizdeki gençliğin taşıması gereken özellikleri ve örnek almaları gereken önder şahsiyetleri bulacaklar. Ayrıca gençlerimiz kendilerine rol model alacakları kişileri tanıma fırsatı elde edecekler. İnsanlık tarihi boyunca gençlere çok büyük bir misyon yüklendiğini yakından müşahede edecekler ve kendilerine her dönemde değer verildiğinin farkına varacaklarını düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mesleğimden dolayı dini eserleri okumaya gayret ediyorum. Başucu kitapları olarak tefsir, hadis, fıkıh ve İslam tarihi alanında kütüphanemde bulunan eserlere zaman zaman başvuruyorum. Siyer alanında yazılan eserlere özel bir ilgim var. Biyografi ile ilgili kitapları okumaktan hoşlanıyorum. Peygamberlerin ve sahabilerin hayatları  ve öncü şahsiyetlerle ilgili yazılan kitapları çok seviyorum. Tarih okumaları yapmayı önemsiyorum. Medeniyetimizi tanımamıza yardımcı olacak ve yakın tarihimize ışık tutacak eserleri okumaya çalışıyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet. İki kitap hazırlığım var. Birisi Peygamberlerin mücadelelerini ve kıssalarını anlatan bir kitap. Diğeri güncel dini  meselelerle ilgili  kaleme aldığım yazılardan oluşan kitap. En kısa zamanda okuyucularımla buluşmasını arzu ediyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir Gençlik Arıyorum adlı ilk kitabıma  gösterdikleri yoğun ilgi ve alakalarından dolayı tüm okurlarıma teşekkür ediyorum. Kitabı okuyan anne babaların, eğitimcilerin ve gençlerin istifade edeceklerine inanıyorum. Anne babalar nasıl bir çocuk yetiştirmek istiyorlar? Eğitimciler nasıl bir gençlik yetiştirmek istiyorlar? İdeal gençler hangi özelliklere sahip olmaları gerekir? Bu gibi soruların cevaplarını kitabımızın satır aralarında bulacaklarını düşünüyorum. Herkesin okuyup kolay anlamasını  sağlamak için sade ve yalın ifadelerle konuları anlatmaya çalıştım. Umarım faydalı olur. Okuyucularımızın her türlü  görüş ve önerilerini bekliyorum. Edebiyat Gazetesi’ne söyleşi nedeniyle teşekkür ediyorum. Tüm okurlarımıza hürmet ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Mühür

Mühür

İster yalnızlık maskeni yüzüne sür,

İster yüreğini dinle, eceline tükür.

Kulağımı dolduran anılar hep yüzsüzdür

Otur dinle sesini, gözlerim süzülür.


Ne tâkatim kalır ne hüznün,

Seraf çehrene hep dilim büzülür.

Güneş gözükür ve yıkılır gönlün,

Hep istedim ama gülmedi yüzüm.


Ateşimdir mühür, yeri gelir süründürür. 

Şâhvâr gelir de, bununla övünür.

Neylesin mecnun ise?

Benim aşkım uzaktan görünür.

Mervenur Uç

Hey Gidi Samsun

Samsunlu’yum ben. Güzel bir şehirdir Samsun hatta belki de Türkiye’nin en güzel şehirleri arasına da girebilir. Fakat çok fazla bağım oluşmadı nedense, belki de küçük yaşta ayrıldığım içindir. Sekiz yaşında Samsun’dan İstanbul’a göç etmiştik. Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarında anneannem hayatta iken, tatillerde İstanbul’dan Samsun’a bir iki haftalığına yanına giderdim onu görmeye. Benden bir yaş küçük kuzenim de Ankara’dan gelirdi. Tabi o zamanlar internet yok, bilgisayar yok, cep telefonu yok. Yeni yetme ergenler olarak yapacak fazla da bir şey yoktu günümüzün vakit geçirme seçenekleri ile kıyaslayınca. Aylak aylak dolanırdık bütün gün. Bir de bizden yaşça biraz daha ufak annemlerin kuzen çocukları vardı Samsun’da yaşayan. Hep birlikte takılır, kendimize eğlence arardık. 

Samsunluyum Ben

Anneannemin evinin olduğu yer Samsun’un tepelerinde, neredeyse dışına yakın, etrafta tarlaların ve tek tük evlerin olduğu, kalabalık olmayan bir bölge idi. Yaptığımız yaramazlıklardan biri, gece tek tük araba geçen yolun ortasına, içinden iğne ile iplik geçirdiğimiz yumurtayı iple gererek asıp, yoldan gecen arabaların camlarında patlamasını, kuytu bir yere sinip gülerek izlemekti. Her yaz tatili ziyaretimizde pazardan civciv alıp beslerdik kuzenimle. Kuzenim de enteresan bir çocuktu. Çok garip huyları vardı. Normal çocuklar gibi top oynayıp, klasik oyunlar oynamaz, çok farklı şeylere sarardı. Her seferinde yanıma gelip ‘Gel gel bak ne var’ diyerek bir şeyler göstermek için beni çağırır; ben de bezgin bir şekilde yerimden kalkmak istemeyince, göstereceği ilginç şeyin ne olduğundan bahsederek beni ikna etmeye çalışırdı. ‘Hadi lan oradan öyle şey olur mu? ‘ diyerek yerimden kalkıp bakmaya gittiğimde her defasında hayretler içerisinde anlattığı şeyin gerçek olduğunu görüp, onun söylediğine inanmamış olmanın mahcubiyeti ve gördüğüm şeyin hayreti içerisinde bezmeye devam etmek üzere yerime geçerken bir yandan da televizyondaki spor yorumcuları gibi gördüğümüz hayret verici şeyi birlikte yorumlardık. 

Yok efendim camın önünde iki büyük kırmızı karınca kavga ederken biri birinin bacağını ısırmış, bacağı ısırılan da diğerinin ensesinden ısırmış ve onun kafasını koparmış. 

Kafası kopan ölmüş ama bacağı ısırılan diğerinin kafası bacağında yoluna devam etmiş falan gibi inanılmaz televizyon belgeseli hikayeleri, ama gidip bakınca da diğer karıncanın öbür karıncanın kafası bacağında yoluna devam ederken, mevta olan kafasız karıncayı da nalları dikmiş camın önünde yatarken görünce, bir gördüğüm manzaraya bir de kuzenimin suratına baka kalırdım. Yok efendim beslediği civciv kırkayak yemiş, yutmaya çalışmış ama tam yutamamış, kırkayak civcivin kursağında kalmış; civcivin ağzı kapanmıyormuş, ağzından kırk ayağın son ayakları görünüyormuş; yine ‘Hadi lan oradan deyip, olay mahaline bakmaya gidince, piton yılanı gibi ağzı açık kalmış, kursağı şişmiş, olan bitene kendisi de şaşmış civciv ile göz göze gelmem. Yine başka bir sefer: Yok civciv iplik yutmuş, ama iplik çok uzunmuş, inanmıyorsam gelip bakmalıymışım, sonra gidip bakıyorum; hakikaten civcivin ağzında ipliğin ucu, kuzen çekmeye başlıyor. Sünnet düğünü sihirbazlık gösterisi gibi iplik çek çek bitmiyor. Bunun gibi her seferinde önce kuzenime sonra da gözlerime inanamadığım olaylar ile geçerdi günler.

Neyse yine boş boş gezindiğimiz günlerden birinde: ‘Can sıkıntısından ne yapsak acaba diye düşünürken, anneannemin evinin aşağısındaki vadinin karşı tepesindeki su deposuna gitmeye karar verdik. Etraf bomboş, her yer tarlalar, aralarda tek tük evler var. Yürüyerek gitmeyi planladığımız tepenin oralarda da köy gibi bir arada evler var. Hadi dedik o zaman, koyulduk yola, iki ergen iki de çocuk. Tarlaların kenarından yürümeye başladık dereye doğru. Dere vadinin ortasında ve biz vadinin Samsun tarafındayız. Diğer taraf artık Samsun’un sonu. Kara Samsun, Toraman Tepe denilen yerler. Karşı tepenin en üstünde varmayı planladığımız su deposu, çatısı olmayan üstü düz, tek katlı eve benzeyen bir beton yapı. Üstüne tırmanmaya da müsait bir yükseklikte. Benim tahminim oraya gidip su deponun üzerine çıkarsak müthiş bir manzara ile karşılaşacağımız. O yüzden merak içerisindeyim. Ama bir yandan da köylük yerler, biz alışık değiliz; Köpek çıkar mı? Biri ile başımız derde girer mi? diye de tedirginim. Ne de olsa en büyük benim, sorumluluk bende. Ama yine de can sıkıntısı ve macera arama heyecanı ile haziran sıcağında yürüye yürüye, tarlaları ve dereyi geçip, bir iki de köy evi geçtikten sonra tırsa tırsa karşı tepeye ulaştık kazasız belasız.

Hızlıca tırmandık su deponun üstüne, şöyle bir baktım etrafa manzara nefis. Samsun’a Ankara’dan gelen yol görünüyor tepenin diğer tarafında. Samsun’a gelen Ankara yolunun etrafında uzanan tarlalar uzaklardan rengarenk serilmiş halılar gibi görünüyor. Tablo gibi manzara. 

Oturduk deponun üzerine. Ben manzarayı seyrediyorum, bir yandan da sohbet ediyoruz. Ama benim kuzenin eli ayağı hiç durmazdı. Evde bile hiçbir şey yapmasa, oturduğu yerde gazeteyi yırtar ufak ufak parçalar koparıp yere atardı dalgın dalgın düşünürken.  Radyo, teyp, oyuncak araba ne bulsa söker içini açar, kurcalar, inceler, bozardı. Öyle değişik bir çocuk. Ben de alışmışım onun bu hallerine, farkında bile değilim; bizimki nereden bulduysa o ara eline bir tane tahta sopa almış, ucunda da çivi var. Sopanın ucundaki çivi ile sürekli deponun üst beton zeminine vuruyor aynı tempoda ve çok monoton sürekli bir tak sesi çıkıyor. Ama dediğim gibi ben alışmışım kuzenimin rahat durmamasına o yüzden yadırgamıyorum, herşey olağanmış gibi geliyor bana; oraya vurması, zemini oyması. Ben sohbete dalmış ve manzaraya odaklanmışım. Yanlış hatırlamıyorsam Cuma günüydü, öğle saatleri uzaklardan ezan sesi geldi. Bir de bizden 200 metre kadar uzaklıkta bir tarlada adamın biri, altında bej kumaş pantolon, üstünde beyaz bir atlet, kafasında kasket, tarlada kalan otları elindeki yaba ile yığın yapıyordu. Biz tabi bu tablonun içinde bir an belki gördük onu ama hiçbir şekilde empati kurmadık adamla. Yani adamın o sıcakta tarlada kan ter içinde çalışıyor olması, sıcaktan bunalıp cinlerinin tepesine çıkmış olabileceği, nerden geldiğini bilmediği bu dört boş tipten rahatsız olmuş olabileceği ve en önemlisi kuzenimin adamın beynini oyar gibi tak tak tak diye yarım saattir betona sopanın ucundaki çivi ile vuruyor olmasının yaz sıcağında boş tarlada uzaklardaki adamın yanmış beyninde nasıl yankılandığı ve nasıl bir etki yapabileceği konusunda yeterince şuursuzduk. Aniden sağ arka çaprazımdan insan feryadı ile ayı kükremesi arasındaki sesin geldiği tarafa kafamı çevirmemle birlikte, beynim verileri özümseyip kuzenimin yarım saattir tak tak diye vurduğu betondaki 5 cm’lik oyuğu görüşüm ve adamın kükremesindeki şifreleri tekrar analiz edişimle  ‘yıkmaya mı geldiniz lan burayı’  mesajını algılamam çok hızlı oldu. Sonrasında ayağa kalktım ve kafamı çevirdiğim yönden adamın elinde yaba ile bize doğru geldiğini gördüm. Adamın kararmak ile kızarmak arasındaki kirli sakallı ve kan ter içindeki yüzünü uzaklardan görünce başımızın dertte olduğunu anladım. Fakat kuzenim ve küçük kuzenler benden daha hızlı algılamışlardı durumu. Onlar depodan atlamış koşmaya başlamışlardı bile. Ama ben en büyükleri olarak kaçmayı kendime yediremedim. İstanbul’dan gelmiş, Anadolu lisesinde okuyan kibar ve gururlu bir delikanlı olarak bir şeyleri açıklayabileceğim, gerekirse özür dileyeceğim düşüncesi ile depodan inip yaklaşan adama doğru:

‘’ Efendim’’ diye seslendim.

Adamın cevabı aynen şu oldu:

Senin fiyakanı …ikerim.

Tabi adamın uzaktan gelen beklemediğim cevabı ile tehlikenin boyutları biraz daha netleşti.

O ara kuzenim bana sürekli ‘Orkun! Kaç kaç laf anlatamazsın’ diye seslenerek, uzaklaştığı yerden beni içinde bulunduğum tehlike ile ilgili uyarmaya çalışıyordu. 

Fakat ben delikanlılığın verdiği son kalan cesaret ve umut kırıntısı ile, tarzımın buraya uygun olmadığını anlayıp, tarz değişikliği denemesine giderek, kibarlıktan vazgeçip adamın anlamasını umduğum dile döndüm ve:

Neeeee !!!! diye bağırdım adama doğru.

Henüz kaçmaya başlamamıştım. 

Adam: Dayı mısın laaaaan????!!!!! Diye bağırınca ben de artık işin uzlaşılmaz bir noktada olduğunu ve nafile uzlaşma çabalarımdansa kuzenimin kaç telkinine uymam gerektiğini idrak ederek üzerimdeki lila renkli rüzgarlıkla kaçmaya başladım. Adam zaten tarlada çalışmaktan yorulmuş ve Afrika savanlarındaki enerjisini boşa harcama lüksü olmayan çitalar gibi bizi kovalayacak halde değildi. Yakalayabilirse ancak kendisine akşama kadar lazım olan güç rezervini bizi dövmek için kullanabilirdi ama peşimizden koşmak için bu rezervden kullanmayacaktı. Boşuna koşmak ve sonunda bizi dövememek onu tatmin etmezdi. Böyle bir durumda elindeki yabayı kullanamayacaktı. Bu yüzden köy yerinde her adımda bulabileceği bir diğer silaha başvurdu. En son koşmaya başlamadan önce yere eğilip taş aldığını gördüm sonra da zaten bir daha arkama bakmadım. Sağıma soluma düşen taşların menzilinden çıkana kadar topuklarım kaba etime vura vura koştum. Kuzenler benden epey öndelerdi. Öngörüleri sayesinde menzile hiç girmemişlerdi. Ben de kısa sürede onlara yetiştim ve menzilden çıktım. Menzilden çıkınca adam da taş atmayı bıraktı. Adam enerjisini kesinlikle boşa harcamıyordu.  Bizde koşmayı bıraktık. Geriye dönüp baktım, uzaktan pek duyulmayan ve anlaşılmayan homurtular geliyordu hala adamdan ama bizden kurtulmanın ve galibiyetin verdiği tatminle arkasına dönüp tarlasındaki işine doğru yürüdü. Tabi biz nefes nefese kalmıştık. Kuzenim ‘Ben sana demedim mi? Laf anlatamazsın. Hala durup laf anlatmaya çalışıyorsun.’ diye çıkışıyordu bana. Ben de ‘Oymasan betonu bunlar başımıza gelmezdi.’ diyerek onu suçluyordum.

 Yüz metre kadar daha yürüyünce aşağı yukarı biz yaşlardaki birkaç köy delikanlısının önünden geçerken, sırıtarak baktıklarını görünce olayı görüp görmediklerinden tam emin olmayarak dert yandım. ‘Manzara seyrediyorduk adam bizi kovaladı, taş attı, ayıptır ya!’ diyecek oldum.  Fakat çocuklardan biri ‘Dört kişisiniz, ne kaçıyorsunuz, dövseydiniz ya.’ diye cevap verince ortamın ve zihniyetin çok farklı olduğunun teyidini alarak konuyu fazla uzatmadım. 

‘Bu taraftan gitsek köpek möpek yoktur değil mi? sorusu ile söze devam edip ne kadar tırsık şehir çocukları olduğumuzu iyice deşifre edince çocukların suratlarındaki sırıtma ifadesinin bir birim daha artmasına yol açtım. ‘Yok yok’ cevabını aldıktan sonra, korkmuş halimizle herhangi bir empati kurmadıklarını belli eden, hatta bir de köpek kovalasa bunları da biraz daha seyredip eğlensek hissi veren sırıtışlarından dolayı, laflarına pek de itibar etmesek de köpek çıkmaması için dua ederek mahallemize doğru yola koyulduk mecburen. Neyse ki başka vukuat yaşamadan vardık eve. 

Tatilin kalan kısmında evden fazla uzaklaşmadan sakince anneannemizin dizinin dibinde sütlaç yemeğe devam etmemiz gerektiğini idrak etmemizi sağlamıştı bu macera. Kalan günlerimi mahallenin çocukları ile ara sıra maç yaparak ve çalım attığımda sanırım uzun saçlarım sebebi ile ‘entelden çalım yiyorsun’ diye rakip takım oyuncularının kendi arkadaşları tarafından aşağılanmalarına sebebiyet vermem ve ara sıra Samsun’a inerek Rus pazarında kuzenimle gezindikten sonra Samsun simidi alıp eve dönmem gibi rutin aktivitelerle geçirdiğimi hatırlıyorum. Neyse ki başka sorun yaşamadan İstanbul’a dönebilmiştim, kafamda o yazdan hatıra, yaba sapı ya da tarla taşı yemekten ötürü kalmış olmayan dikiş izlerinden ari bir şekilde. 

ORKUN CABİ

Her Şey Okumayla Başlar

Merhaba Tuğhan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, öncelikle Edebiyat Gazetesi ve tüm ekibine teşekkür ediyorum. Kendimden kısaca bahsedecek olursam, ailemin iki çocuğundan biri olarak 1983 yılında İstanbul’da doğdum. Ama aslen Kayseriliyiz. Babam belli dönemlerde özel sektörde kendi işleriyle de ilgilenmiş, emekli bir öğretmen. Annem ise çok sayıda öğrenci yetiştirmiş emekli bir eğitmen. Kimyager olan abim kendi madenî yağ işiyle ilgileniyor. Ben evli ve bir çocuk babasıyım. Eşim yüksek mühendis, şu an doktora yapıyor. Çevre teknolojileri alanında 35 yıldır faaliyet gösteren aile şirketlerinde koordinatör olarak çalışıyor. Oğlum ise sosyal bir öğrenci ve ilkokul son sınıfa gidiyor. Eğitim hayatı olarak ben üniversitede mühendislik ve yüksek mühendislik eğitimi aldım. 

Her Şey Okumayla Başlar

Bir dönem İstanbul Üniversitesi’nde Yardımcı Araştırma Görevlisi kadrosunda yer aldım. Daha sonra işletme yönetimi üzerine MBA yaptım. Ardından yine aynı alanda doktora yaptım. Uluslararası hakem heyetli dergilerde makaleler yazdım, doçentlik unvanı aldım. Tezlerim ve makalelerim ağırlıklı olarak gayrimenkul satışı üzerine oldu. İş hayatı olarak da çocukluk yıllarımdan itibaren aile şirketlerimiz bünyesinde farklı sektörlerde satış alanında deneyimler edinme fırsatım oldu. Sonrasında bir dönem kendi inşaat şirketimizde çalışmaya başladım. Sonrasında da daha farklı grup ve holding şirketlerde gayrimenkul satışı üzerine çeşitli yöneticilikler yaptım. Şu an yine gayrimenkul sektöründe alanında lider olan özel bir proje pazarlama firmasında koordinatör olarak çalışmaya devam ediyorum. Özetle iş hayatı başlangıcım yaklaşık 30 yıl öncesine dayansa da, profesyonel anlamda akademik, mühendislik ve satış alanında 24 yıl oldu diyebilirim. Son olarak ise bir yandan sosyal faaliyetlerime de devam ederken, bir yandan da sizinle beni bu söyleşide bir araya getirmeye vesile olan Satış Serbest isimli kişisel gelişim kitabımı yayınladık.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Aslında daha evvel baskıya almadığımız bir şiir kitabım ve yaklaşık 200 sayfalık bir romanım oldu. Özellikle küçük yaşta şiir yazmaya başladım diyebilirim. İlkokul öğretmenime güzel bir şiir yazıp, öğretmenimin duygulanıp annemi aradığı ve şiirimden bahsettiği olmuştur. Oğlum da bana çekmiş olsa gerek, daha ilkokul üçüncü sınıfta çifte akrostiş şiir yazıyordu. Ben ortaokula giderken edebiyat öğretmenim 35’i yayımlanmış, toplam 335 eseri olan dedemin yolundan gideceğimden bahsetmişti. Dedem antolojiden biyografiye, piyesten şiire birçok kitap yazmış. Kendisi 1991’den sonra eserleriyle yaşıyor, ben de arkamda güzel eserler bırakıp, eserlerimle yaşamaya devam etmek isterim açıkçası. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için kısa ve öz olarak insanlığa kitap türüne göre farklı faydalar sağlayacak eserler meydana getirerek sonsuza dek yaşamayı ifade ediyor. 

Satış tecrübelerinizle ilgili önemli notlar içeren Satış Serbest isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim. Ben burada daha çok satış alanında çalışmak üzere karar aşamasında olan adayları ve bu alanda çalışmaya başlamış yolun başında olan kişileri hedefledim. Elbette satışta deneyim sahibi olan okuyuculara da bazı bildiğimiz temelleri kendi dilimin döndüğünce ve yaşanmış örneklerle altını çizerek farklı bir bakış açısıyla aktarmayı hedefledim. Devamı, biraz klasik olacak ama, kitabımda... 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

En başta Paulo Coelho’nun dünyaca ünlü romanı Simyacı olmak üzere çeşitli kişisel gelişim kitapları favorilerim arasında diyebilirim. Bu kitap bana göre tam anlamıyla bir kişisel gelişim romanı. Bir başyapıt. Yazar burada belirlenen hedefe ulaşmanın önemini yol göstererek kaleme alıyor. Bu ve benzeri eserleri kaleme alan yazarlar, kitaplarıyla beni ve sanırım birçok okuyucusunu her kitaptan sonra daha da geliştiriyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu an Satış Serbest isimli kitabımın henüz yeni yayımlandığı bu süreçte bu konuya çok değinmek istemesem de, sorduğunuz için şöyle bir ifadede bulunmak istiyorum; evet Satış Serbest basılan ilk kitabım ama son kitabım olmayacak. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her şey okumayla başlar. Elbette bu kitabı okumak zorunda değiller. Ne okurlarsa okusunlar ama okumaktan vazgeçmesinler.

Edebiyat ve Müzik

Her ikisi de duyularak, dinlenerek zevk alınan sanatlardır. Anlatılanların kulağa hoş gelmesi, insanlara zevk vermesi ilk çağlardan beri amaçlanmaktadır. İncil’de ilk söylenen ‘’Başlangıçta söz vardı.’’ cümlesidir. Kuran-ı Kerim Oku sözüyle başlar. Kutsal kitaplar kulağa hoş gelen sözleriyle binlerce yıl insanları etkilediler. Sözün etkisi yazı yaygınlaşmadan önce insanlar üzerinde çok fazlaydı.

Edebiyat ve Müzik

İliada ve Odysseia destanlarında Homeros kimi insanlar için “kanatlı sözler söyledi” demektedir. Kanatlı sözlerden kastettiği ezgiyle söylenen şiirlerdir. Anlatıcı hikâyeyi şiirin anlatım zenginliğinden faydalanarak dinleyiciye aktarır. Metni okuyan ve dinleyen insanlar bir müziğin etkisinde kalmış gibi olurlar. Bu etkiyi Homeros ve diğer anlatıcılar nasıl sağlıyorlar?

Günlük yaşamımızda birçok insanla tanışırız fakat pek azıyla dost ve arkadaş oluruz. Sözcükler de bizim gibi hareket ederler. Her sözcük her sözcükle bir araya getirilemez. Sanat metinlerinde bir araya getirilecek sözcük ve seslere dikkat etmek sanatçıların işidir. Sözlerin kulağa hoş gelmesi, müzik zevki verebilmesi için ritim v e ahenk unsurlarına dikkat etmek gerekir. Yunan şairleri, tiyatro yazarları sözcüklerin büyüsünü kavramış insanlardı. Cümlelerini belli bir ahenkle ifade ederken müzik aletlerinden faydalanıyorlardı. Pan, Yunan mitolojisinde Müzik Tanrısıdır. Çaldığı flütle savaşların başlamasına neden olur. Yunan kültüründe Lir, yoğun duyguların ifade edilmesini sağlayan çalgıdır. Günümüzdeki gitarın atası kabul edilir. Bu çalgıdan dolayı Batı Edebiyatı’nda duyguların yoğun ifade edildiği şiirlere Lirik şiir adı verilir. Modern romanın başlangıcı sayılan Don Kişot romanında silahtar Sancho Panza, Don Kişot’un uyarılarına rağmen sürekli atasözlerini tekrarlar. Birçok atasözü söylemesinin nedeni insanların kulağına hoş gelmesidir. Konuyla ilgili olmasının bir önemi yoktur. Modern hikâyede, şiirde, romanda her zaman sözle müzik iç içedir. Birbirlerine destek olurlar. Klasik müzik, opera sanatları müzik ile hoş sözlerin birlikte ifade edildiği sanatlardır. Gelelim bizim kültürümüze.

Orta Asya’da yaşayan atalarımız Gök Tanrı inancına, Şamanizme, daha sonra Maniheizm ve diğer dinlere inanıyorlardı. Bu dinlerin din adamlarına Kam, Baksı, Şaman gibi isimler veriyorlardı. 

Bu insanlar çok yönlü kişilerdi. Topluluğun dini törenlerini yönetiyorlardı. Töreni yönetirken şiirler söylüyor, destanlar anlatıyorlardı. Boyun bilge kişisi, yöneticilerine yol gösteren akil insanlardı. Ellerindeki çalgılarına kopuz adı verilirdi. Kopuz için günümüzdeki bağlamanın atası diyebiliriz. Kalın ağaçlardan yapılan kopuz, at kılından yapılan telleriyle çok uzak mesafelere sesini duyurabiliyordu. Eğitimin okullarda olmadığı zamanlarda Din adamları, kopuz eşliğinde toplumun eğitim ihtiyacını karşılayan eğitimcilerdi. İslam Dininin Türkler arasında yayılmasıyla birlikte Şamanlar yerini Ozanlara bıraktı. Bu ozanların en tanınmışlarından biri Dede Korkut’tur. Destandan hikâyeye geçiş sürecinin en önemli örneği olan Dede Korkut hikâyeleri bir önsöz ve on iki hikâyeden oluşur. Bu hikâyeleri anlatan Dede Korkut zaman zaman kopuzu eline alır ve ezgili sözlerini söyler. Hikayenin sonunda yine ortaya çıkar ve öğütlerini verir. Bu destanlardan kulağa hoş gelen sözler ve müzik birlikte var olur.

 Halk hikayesine geldiğimizde şaman yerini ozana,kopuz yerini bağlamaya bırakmaktadır.Müzik ile sözün dansı hiç bitmez.Karacaoğlan,Köroğlu,Aşık Kerem ,aklımıza gelen bütün aşıklar Anadolu’yu dolaşırken bağlamaları ellerinden eksik olmaz.Azerbaycan’da yaşadığına inanılan Köroğlu varyasyonunda şu dörtlük dile getirilir:

 Koroğlu der Çenlibel’de Bey menem

 Paşaya Hodkara boyun eymenem 

 Düzelt şu sazı korkma deymenem

 Usta kulun olam al düzelt sazı

 Kerem Aslı’ya kavuşabilmek için diyar diyar dolaşırken sazını yanından hiç eksik etmez.Dertlendiği zaman sazını eline alır ve dertli sözlerini söyler:

 Hey ağalar hangi derde yanayım

 Yitirdim Aslımı gören olmadı

 Pervaneler gibi yandım tutuştum

 Yandım ateşine soran olmadı

Divan Edebiyatı Osmanlıca adını verdiğimiz, üç dilin senteziyle (Arapça, Farsça, Türkçe) oluşmuş, karma bir yazı dilidir. Bu üç dilin müzikal zenginlikleri, anlatım özellikleri bu yazı dilinde ortaklaşıp üç kıtaya yayılmıştır. Ağırlıklı olarak şiir dili olması, ses zenginliğine ve musikiye önem verilmesini sağlamıştır. Ritmin ve ahengin sağlanabilmesi için Aruz vezni dediğimiz ölçü, kafiye çeşitleri ve kafiye örgüsü, nazım birimi olarak da beyit kullanılır. Asonans, aliterasyon, vurgu ve tonlama Divan Edebiyatında olduğu gibi Halk Edebiyatında da kullanılır. Bu terimler, şiirin müzikal etki yaratması için zorunlu sayılmıştır. Fuzuli’nin, Baki’nin şiirleri özenle seçilmiş sözlerden oluşur: 

Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.

Fuzuli Rind i şeydadır hemişe halka rüsvadır

Sorun bu ne sevdadur bu sevdadan usanmaz mı


 Modern Edebiyata geldiğimizde Batı Edebiyatında sona, terza Rima gibi şiir türleri kulağımızda hep müzik etkisi bırakır.

Ahmet Haşim şiirde kapalı anlamı savunur ve ‘’şiir sözden ziyade musikidir’’der.Yahya Kemal’in şiirlerinde müziğin etkisi çok yoğun olarak görülür: Mehlika Sultan’a aşık yedi genç 

Gece şehrin kapısından çıktı

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Kara sevdalı birer âşıktı

Cumhuriyet dönemi şiirimize damga vuran şairlerimize bakarsak onların da şiirlerinde müzik dilini kullandıklarını görürüz.

Müziğin ruha gıda olan havasından yararlanarak şiirlerini etkileyici hale getirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

Necip Fazıl: Kendi yurdunda sürgünsün, öz yurdunda parya

 Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya

Nazım Hikmet: Değil birkaç değil beş on

 Otuz milyon aç bizim

 Onlar bizim biz onların

 Dalgalar denizin deniz dalgaların

 Şairler nasıl müziğin etkisinden yararlanmak istiyorlarsa müzisyenler de şiirin etkisinden yararlanmak istiyorlar. Müziğin sektör haline geldiği atmışlı yıllardan itibaren Aranjman müziği denen müzik türü ortaya çıktı. Yabancı bestelere Türkçe sözler yazılarak piyasaya sürüldü. Belli bir süre bu müzik türü tuttuktan sonra yerini yeni müzik anlayışlarına bıraktı. Anadolu Rock adı verilen müzik türü halk kültüründen beslenip yeni bir rock müziği tarzı oluştururken Halk şairlerinin ve modern şairlerin şiirlerinden beslendi. Moğollar, Barış Manço, Erkin Koray, Zülfü Livaneli, Selda Bağcan, Cem Karaca gibi birçok müzisyen, Karacaoğlan’dan Nazım Hikmet’e kadar pek çok şairin şiirlerini bestelediler. Bir dönem o hale geldi ki sanki Nazım Hikmet’in bütün şiirleri bestelenmiş gibi oldu. Şairlerin müziğe verdikleri önem şiirlerinin bestelenmesini kolaylaştırdı.

Yazımızı Zülfü Livaneli’nin Nazım Hikmet’ten bestelediği bir şiirle bitirelim:

 Karlı Kayın Ormanında

 Yürüyorum Geceleyin

 Efkârlıyım efkârlıyım

 Elini ver nerde elin


 Ben ordan geçerken biri

 Amca dese gir içeri

 Girip yerden selamlasam

 Hane içindekileri


 Yedi tepeli şehrimde

 Bıraktım gonca gülümü

 Ne ölümden korkmak ayıp

 Ne de düşünmek ölümü

 

 Memleket mi yıldızlar mı

 Gençliğim mi daha uzak

 Kayınların arasında 

 Bir pencere sarı sıcak


FIRAT KASAP

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

1829 yayınlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nün de ölüme mahkûm edilen bir insanın son günü büyük bir ustalıkla işlemiş, kamu vicdanını etkilemeyi ve idam cezasına karşı bir protesto hareketi başlatmayı amaçlamıştır ve bunda başarılı da olmuştur. 

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Giyotinin icadıyla ölüm sırasında mahkûmun acı çekmeyeceği düşüncesinin yanılgısını infaz öncesi mahkûmun yaşadığı ölümcül acıda okuyacaksınız. Ölüme hazırlanmayan karakterimizin bütün hikâye boyunca emri verenin kendisini dinleyeceğine, kendisini anlayacağına olan inancına rağmen gerçekleşen bu idama şaşıracak bu ölüm fermanıyla irkileceksiniz. Romanımız kaynağını yazarımızın tanıklık ettiği bir olaydan almaktadır. 

 Victor Hugo, bir arkadaşı ile Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık dikkatlerini çeker. Yaklaştıklarında, bir suçlunun cezasının infazının yapılmakta olduğunu görürler ve bu olayın ardından yazar, hemen oradan uzaklaşır. Kuşkusuz böylesine acı bir görsel olayın böylesi bir romana kaynaklık etmiş olması, bu yapıtın anlamını ve önemini artırmaktadır. Peki, siz; Öleceğinizi bilseniz zaman sizin için nasıl geçerdi? Pencereden dışarı bakıp sizin ölümünüzü izlemeye hazırlanan kalabalığı nasıl değerlendirirdiniz?  Yemeğinizi yerken ne hissederdiniz? Hiç idam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu düşündünüz mü? Kaçamayacağınız bir ölümle ve onun psikolojisiyle zaman geçirdiniz mi? 

Sadece seri katillerin veya canilerin idam cezasına çarptırıldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Sembol haline gelmiş en önemli örneklerinden biri olan Giordano Bruno İtalyan filozof ve gökbilimciydi... Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için Roma meydanında diri diri yakılarak öldürüldü. Eserimizde idam Mahkûmu olan karakterimiz isyanını şu sözlerle dile getiriyor.

Bizim yaşamımızdan çok ölümümüzle ilgileniyorsunuz." 

Ardından şöyle anlatıyor yaşadığı acı dolu anları: "Ne yaparsam yapayım, bu iğrenç düşünce hep burada yanımdan uzaklaşmayan, kurşundan bir hayalet gibi; yapayalnız ve kıskanç; benim gibi bir sefil insanın bütün hayallerini, mutluluklarını altüst ediyor, gözlerimi kapamak ya da başımı çevirmek istediğimde, buz gibi elleriyle beni sarsıyor. Ruhumun ondan kurtulmak için sığınabileceği bütün biçimlere giriyor, bana söylenen her söze korkunç bir nakarat gibi karışıyor, hücremin iğrenç demir parmaklıklarına benimle birlikte yapışıyor, uyanık olduğum zaman gözümün önünden gitmiyor, çırpınmalarla dolu uykumu kolluyor ve düşlerimde bir bıçak biçiminde bana görünüyor" (sayfa 62)

Hikâyemizdeki karakterimiz kendisi hakkındaki idam kararıyla altı hafta geçiriyor. Altı hafta boyunca ne ona yemek getirenler ne ondan günah çıkartmasını isteyen papaz ne onun ölümünü izlemek için biriken kalabalık onu anlamıyor. Hikâyemizdeki karakter anlaşılamamanın, etrafındaki hiç kimse tarafından idama mahkûm edilmenin, öldürülecek olmanın psikolojisini paylaşamıyor... Mübaşirin idam mahkûmunu, idam edileceği Greve Meydanı'na götürürken ki aşırı nezaketi, rahip 'in bir formaliteyi yerine getirmek için yaptığı teselli konuşmaları, bürokrasi ve din kurumlarının ölüm karşısındaki yabancılaşmış ritüellerini gösterir. Nöbet yerine gelen yeni ve idamı bir gösteriymiş gibi izleyen halk ise ölüm karşısındaki diğer bakış açılarıdır. Yani kitapta ölüm, ya kurumların rutin işlerinden biridir ya hurafelere malzeme olan bir olgudur ya da halkın can sıkıntısını gidermesine, vakit öldürmesine yarayan bir gösteridir. İdamın bir gösteri haline gelmesi en az idam cezası kadar eleştirilir ve Greve Meydanı'nda giyotinle birini kesme süreci, 'ibret olsun' mesajı taşıdığı kadar kitleleri eğlendirmeye de yarar. Çünkü bir başkasının ölümünü izlemek "iyi ki ölen ben değilim" neşesini de taşır. Victor Hugo'nun eleştirisinin kaynağı tam olarak budur. Eser kahraman bakış açısıyla yazılmıştır. Mahkûm hikâyeyi bizimle paylaşan kişidir. 

Onu anlayan onun nedenlerini, paniğini gören onu duyan biziz. Bu yüzden mahkûm edildiği ölüm gerçekleştiğinde artık onun yalnızlığı bize geçiyor. Onu tanımış, onu anlamış birisi olarak geriye kalan kişiler. Eseri okuyan biziz. Kahraman bakış açısının ustalığını karakterimizi kaybettiğimiz anda yaşadığımız hislerle görüyoruz.

 Victor Hugo, idam gerçeğini daha yirmi yedi yaşındayken ve 1829 Fransa’sında kavramıştır. “Devrimlerin yok edemediği kaide” diye nitelendiriyor giyotini ya da örtülü olarak bunun altında yatan “idamı. Fransa açısından bu cezanın yürürlükten kaldırılmasının, ancak 1981 yılında Sosyalist Parti iktidarında gerçekleştirildiğini de belirtmeliyiz. Bu, kitabın yazılmasından 152 yıl sonra gerçekleşmiş bir olgudur. Ne yazık ki birçok Batı ülkesinde bu uygulama sürmektedir. Doğal olarak, bunun siyasal ve ahlaksal yönleri de vardır. Toplumun düzenini sağlamak için bu cezayı, bir caydırıcılık öğesi olarak görenler de vardır. Victor Hugo, bu düşünceyi taşıyanlara daha 1830’lu yıllarda karşılık vermektedir.

Cezayı verip insanı yok etmenin yerine, suçluları iyileştirmeyi öğütlemektedir. Yok etme gücünün Tanrı’ya özgü olduğunu vurgulamaktadır; çünkü bu yok etme eyleminde bulunan insanlık, bunu yaparken içindeki nefret dolu duygularını boşaltmakta ve yabanıl bir tören için ortam yaratmakta ve onu süslemektedir. İşte Victor Hugo, insanlığın yarattığı bu vahşet sahnesini yıkmak istemektedir, çünkü uygar dünyada bu sahnenin yeri yoktur. Uygar insanlık bu vahşet gösterisine layık değildir ve onun hak ettiği konum da bu değildir. Bütün yaşamsal haklarından yararlanamayan ya da yararlandırılmayan bir insan, gerçek anlamda bir insan değildir onun gözünde. Victor Hugo’nun bu idealleri, bugünkü uygar dünyada bir ölçüde gerçekleştirilmiştir; çünkü insanlık ancak böylesi haklara layıktır ve yüreğinde sevgi taşıdığı sürece buna layık olacaktır. İdam sehpası, insanlığın kaldırması gereken tek engel değildir, yalnızca engellerden biridir; ancak kaldırılması gerekenlerin en başında yer almaktadır. Bu kitaptaki adsız, suçu belirtilmemiş herhangi bir suçlunun son gününde hissettiklerini okuduğumuzda, bu sorunun daha iyi anlaşılacağını umut ediyoruz. 

İdam ve idam çeşitleriyle ilgili bilgi alacağınız bu kısımdan duyabileceğiniz rahatsızlık için: Gerçeklerin utancı, onu yazana ait değildir. Ölüm cezası, bir devletin, suçlu gördüğü bir mahkûmun hayatına, işlediği suçun bedeli olarak son vermesidir. Bu ceza biçiminin uygulanışına ise idam adı verilir. Şu an dünyada 58 ülkede idam cezası serbesttir. 98 ülke, idam cezalarını hukuken kaldırmış olup, 7’si ise savaş suçları ve istisnai hâller dışında idam cezasını uygulamamaktadır. 1) Aç Bırakmak, 2) Asarak İnfaz Etmek, 3) Kurşuna Dizmek, 4) Recm (Taşlayarak Öldürmek), 5) Boğazlayarak İnfaz Etmek, 6) Çarmıha Germe, 7) Ezerek İnfaz Etmek, 8) Elektrikli Sandalye, 9) İkiye Bölerek İnfaz, 10) Giyotinle İnfaz Etme, 11) Kılıçla Baş Kesmek, 12) Zehirleme.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde idam cezası yürürlükten kaldırılmışsa, böylesi bir cezanın hem trajik hem de insanlık dışı yanını daha XIX. yüzyılın ilk yarısında gözler önüne seren Hugo’nun bunda hiç de azımsanmayacak bir payı olsa gerek. 

Victor Hugo, 26 Şubat 1802, Besançon, 22 Mayıs 1885, Paris

Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo'nun Fransa'daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu romanlarıyla tanınır.


1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447