Yazar Güz: Lego

Yazar Güz'ün Edebiyat Gazetesi'nin haziran sayısında yayımlanan Lego isimli yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

Büyük küçük hepimizin çok sevdiği oyuncakların başında gelen legolar, üzerlerindeki girinti ve çıkıntılar sayesinde birbirlerine kolayca kilitlenebilen çeşitli yapı parçalarından oluşurlar. Kullanıcı isterse lego parçalarıyla, bahçesinde çiçeklerin, ağaçların, salıncakların, çocuk oyun alanlarının, mutlu insanların olduğu güzel bir ev inşa eder, isterse de tankların, silahların, yıkık binaların olduğu harabe savaş alanları inşa eder. Lego parçalarını kullanarak neyin inşa edileceği tamamen kullanıcının hali hazırdaki hayal gücüne, zevkine, ilgi alanlarına, odak noktasına, niyetine, arzu ve korkularına göre şekillenir, tıpkı yaşamda olduğu gibi.

Yazar Güz: Lego

İlkokul öğrencisi iken, babamın kitaplığındaki kitaplardan biri dikkatimi çekmişti. Kitap, çocukların çizmiş oldukları resimler aracılığıyla psikolojilerinin analizi ile ilgili idi. O zamanlar, kardeşim 3 yaşında idi ve kendisi resim konusunda oldukça yetenekliydi, halen de öyledir. Kitabı okudukça, günün büyük kısmında zevkle resim yapan kardeşimin resimlerini analiz ediyordum. O dönemler, annem rahatsızlığı nedeniyle çeşitli tedavi süreçlerinden geçiyordu, arada da hastanede yatıyordu. Kardeşimin yapmış olduğu her resimde annemin geçmiş olduğu süreçlerle ilgili küçük de olsa bir atıf ve kendince ürettiği çözüm yolları yakalıyor olmuştum detaylarda. Bilinçaltında o hastalığa ve şifaya, şifa olamasa da kolaylaştırıcı çözümlere odaklanmıştı o yaşta kardeşim. O zamanlar yaşı itibariyle onun elindeki imkanlar sadece hayal etmekten ve resim yapmaktan öteye gitmez gibi gözükse de hayal etmek, imgelemek ile başlar her sorunun çözümüne giden yolculuk. Hayal ve istek yoksa hiçbir yolculuğa çıkılmaz hayatta. 

Dileklerimizin üç boyutlu evrende yaratımına şahitlik edebilmemizin özünde, istemek, inanmak, hayal etmek ve sonrasında da doğru eylemlerde bulunmak yatar.  Her birimiz, bu anlamda devasa bir yaratım fabrikasına bağlı olan yaratım için talepler üreten bilgisayarlar gibiyiz. “Kalpten edilen dua kabul edilir” diye boşuna denmemiş.  Ancak dua ile kastedilen; bir dilenci gibi ağlayarak, yalvararak, bir yandan da kıtlık psikolojinde kalarak o istediğimiz şeyin olup olmayacağından şüphe duyarak, dilde istemek değil. Neyi istediğimiz konusunda net ve emin olup; onu gönülden istediğimiz, onun olacağına tereddütsüz bir şekilde inandığımız an; yaratım için talebi oluşturmuş oluyoruz. Sonrası ise sabır ve emek çoğu zaman. Sabırdan kastım da öyle zamanın geçmesini beklemekten ziyade, o konuda elimizden geleni en doğru şekilde yaparak akışta kalmak. Ben bunu kalp, zihin ve beden üçlemesinin iş birliği yaparak kişiye özgün “tezahür laboratuvarında” ekip çalışması yapması gibi hayal etmişimdir hep. 4 yaşımdan beri hangi dileğimin gerçekleşeceğini, hangisinin gerçekleşmeyeceğini kalpten hissederim. Ne zaman ki, tezahür laboratuvarıma bu üç parçam da dileğimin olacağına yüzde yüz inanarak dahil olmuşsa, o isteğimin gerçekleştiğine şahitlik etmişimdir. Ancak, ne zaman ki isteğimle ilgili bu üçlemeden birinde şüpheye dair emareler fark ettiysem, o isteğim dünya düzleminde karşılıksız kalmıştır. Dilimizde “olmayacak duaya âmin demem” söylemi vardır, tıpkı o misal.

Kalp- zihin - beden üçlemesini kullanarak tıpkı bir projeksiyon cihazı gibi imgelediğimizi bu hayatta seyredebilme yeteneği insanın elindeki en büyük güç iken, bu güç asırlardır sistematik ve bilinçli olarak insanlığa unutturularak, insanın aciz ve özünden uzaklaşarak dışarıya bağımlı olması sağlandı. Bu konuda, çoğumuzun yaşadığı en büyük engel ise isteğimizde net ve kararlı olmak çoğu zaman. İsteğimiz neyle ilgili olursa olsun;

ister iş, ister hobi, ister partner adayı, ister yatırım alternatifi, ister bir eğitim ya da uzmanlaşma alanı fark etmez, o konu ile ilgili alternatif seçeneklerin çokluğunun aklımızı karıştırmaması, odağımızı dağıtmaması gerekir.  Ancak maalesef, insanoğlu dışarıdan kendisine dayatılan, otantik olmayan arzu, istek ve korkuların peşine düşerek önce öz benliğinden, sonra da gerçekte ne istediği bilgisinden uzağa düşüyor. Böylece yaratım gücünü, kendisinin ve dünyanın en yüksek hayrına kullanabilme yeteneğini de kullanamıyor.

Günlük hayatta sürekli kıyas, kıtlık duygusuna, yüzlerce yüzeysel seçeneğe, korku ve endişeye maruz bırakılan insanın öncelikle ne istediğini anlayabilmesi, istediğine yönelik gerekli çabayı, emeği ortaya odaklanmış bir şekilde koyabilmesi ve o istekle ilgili girdiği yolda adanmışlık gösterebilmesi gittikçe zorlaştı.  Oysa adanmışlığın, derinleşmenin olmadığı yerde samimi bir istek ve niyet de yoktur.

O nedenle tezahür ettirdiklerimize, ya da ettiremediklerimize bakıp, hayal kırıklığı yaşayarak “ben bunu istemiyorum” demek bir açıdan şımarıklık gibi geliyor bana.   Yok hayır, halen “benim istediklerim bu değildi” diyorsak, bu yolda sergilemiş olduğumuz eylemlere, yürümekte olduğumuz yollara, geçtiğimiz kapılara, durmakta olduğumuz alana bakmakta fayda var. Eylemimiz neyse, niyetimiz de odur çünkü. Buna rağmen, niyetimizin görünür eylemlerimizden farklı olduğunu iddia ediyorsak, o zaman silkelenip, eylemlerimizi niyetimize göre merkezlememiz gerek. Aksi durumda kişisel sorumluluk almadan, düşük bilinç seviyesinden sadece ahu zar ederek, şikâyet etmekten öteye gidemeyiz. 

Refah, ferah, huzurlu, mutlu yaşamlar inşa etmek isterken (ya da istediğimizi sanırken), kendimizi mutsuz, huzursuz, tükenmiş hissettiğimiz ilişkilerin, iş ortamlarının içinde sıkışık bir şekilde bulmamızın nedeni çoğu zaman bu durumlardan kaynaklanıyor. Sonrasında da küçük bir çocuk gibi ayaklarımızı yere vurup, “neden istediklerim olmuyor!” deme sebebimiz de. Gün içinde maruz kaldığımız her tür otantik olmayan, özümüze iyi gelmeyen, bize hitap etmeyen reklam, film, şarkı, ürün, insan, yaşam şekli, ilişki şekli, sosyal ortam, sohbet aslında öz parçamıza bizleri yabancılaştıran, kendi iç sesimizi, isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı görmemize engel teşkil edecek şekilde araya giren sis bulutları, kafa karıştıran toksik dış seslerden fazla bir şey değil. Tüm bunları filtrelemeyi başardığımız an kalbimize, zihnimize ve bedenimize gerçek anlamda öz bakım, şifa ve hürmeti sunarak, yaratım gücümüzü elimize alabiliriz.  

Bundan sonrası ise tıpkı küçük bir çocuğun lego parçalarından oyuncak araba tasarlarken hissettiği neşe, heyecan ve coşkunun eşliğinde kendi özgür irademizi kullanarak yaratıma şahitlik etmek.  Öz’ümden özünüze selamlar olsun. Çocuksu neşe, sevgi, coşku ve aşkla kalmanız dileğimle…

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447