İdolü Atatürk Olanın İmkansızlık Bahanesi Olamaz

Merhaba Harun Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben DMD kas hastasıyım ve 14 yıldır solunum cihazına bağlıyım. Yatağa bağımlı bir hastayım. Yastık desteğiyle oturabiliyorum ama uzun süre değil. 32 yaşındayım. Mersin’in Gülnar İlçesinde yaşamaktayım.

Yazar Harun Tınas

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya 2018 yılının nisan ayında başladım. Yazmaya başlamadan önce bir sorgulama ve arayış içerisindeydim. Ben de bir şeyler başarmak istiyordum. O kadar çok sıkıntı yaşamıştım ki; bir gün ölüp gidecektim ve kimse bu çığlığı duymayacaktı. Yazmaya bir başladım ve bir daha bırakamadım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için bir yaşam biçimidir. Yazarlık en büyük gururumdur. Yazarlık benim özgüvenimi artırdı ve kendimi bulmamı sağladı. Ben yazarlık sayesinde Zümrüdüanka misali küllerimden yeniden doğdum. 

Gücün Sırrı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Bu kitabımda Mucizevi Gerçeklik adlı kitabım gibi denemeler ve az sayıda şiirlerden oluşmakta. Gücün Sırrı adlı yeni kitabımda daha güçlü bir anlatım ortaya koymaya çalıştım. Ustalık eserim diyebilirim.

Yazarlık yolcuğunuzda bir idolünüz var mı? Hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Ben çoğunlukla Atatürk üzerine kitaplar okudum ve her seferinde Atatürk’e hayran kaldım. Yoktan bir devlet inşa etmek gerçekten hayranlık duyulacak bir durum. Padişah’ı başka devletlerin himayesine girmiş bir Osmanlı. Halk fakir, halk perişan. Yokluk diz boyunu aşmış. Mandayı asla kabul etmiyor Mustafa Kemal, ekonomik bağımsızlığı elinde, halkın egemen olduğu hür bir devlet kuruyor. Bunu yazarlığımla bağdaştırıyorum. Ellerimde ve ayaklarımda güç yok, solunum cihazına bağlıyım, hiçbir ihtiyacımı kendim karşılayamıyorum ve yatalak bir hastayım. Sadece bilgisayarı yatar bir pozisyonda sağ elimin çok hafif hareket eden parmaklarıyla, imleç hızı aşırı hassas bir fare ile optik klavye yardımı ile kullanabiliyorum. Çok aşırı güçsüzüm. Yok bir durumda beş yıldızlık bir mücadele sonunda tam beş kitap çıkarmayı başardım. O yüzden idolüm Atatürk’tür benim. İdolü gerçek anlamda Atatürk olanın, imkansızlık bahanesi olamaz.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu an yeni bir kitap çalışmam yok. Yeniden yazmaya karar verir miyim? Bu konuda bir fikrim yok. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben bu soruya Zeki Müren’in bir şarkısıyla yanıt vermek istiyorum; “Alkışlarla Yaşıyorum".

Ödediğim Paranın Karşılığı

Benim talebim çok basit. Sadece ödediğim paranın karşılığı. Nasıl yani diye soracağınızı bildiğim için hazırlıklı geldim. Elimde örnekler var. Mesela ben Roman yazarım. Romanlarımdan birinde bahsi geçen GERÇEK bir olayı burada size yineleyeyim. Hani bazı filmlerde yazar ya “Gerçek bir olaydan uyarlanmıştır. Onun gibi. Yıllar önce Londra’da bir operaya gittim. İsmi “Operadaki Hayalet”. Opera binası bile uzun uzun anlatılır ama ben kısaca iki yüz yıllık harika bir bina olduğunu, gösterinin yapıldığı yerin beş kat localarla çevrili, seyirci koltuklarının herkesin rahatça sahneyi görebileceği eğim ve düzende yerleştirildiğini, tavanlarının dev kristal avizelerle süslü olduğunu söyleyeceğim.

Ödediğim Paranın Karşılığı

Sahnedeki dekor ve ışık düzeni zaten ayrı bir şaheser. Her neyse, operanın bir sahnesinde, ki gerilim dolu bir sahne, oyuncu öyle bir gür sesle bağırdı ki, kendimizi elinde cetvelle bizi cezalandırmaya gelen öğretmen karşısındaki yaramaz öğrenciler gibi hissedip koltuklarımıza yapıştık. Titrememiz henüz geçmemişken tavanda bir çatırtı koptu. İster istemez herkes başını yukarı çevirdi. O da ne! Eşine ancak Dolmabahçe Sarayımızda rastlayabileceğimiz dev bir avize tavandaki yerinde bir iki sallandı, sonra yerinden çıktı ve hızla bağlı olduğu kablo üzerinde kayarak aşağı doğru düşmeye başladı. Kafamıza çarpacak diye bizim koltuklarımıza yakın seyirciler hepimiz yerlere eğildik. Avize süratle başımızın üzerinden geçti ve sahneye doğru uçtu. Arkasından büyük bir şangırtı ve kırılma sesleri duyduk. Sahne dağıldı sandık. Korku içinde kazayı izliyorduk. Ama garip bir şey vardı. Sahnedeki soprano ve diğer oyuncular hiç istifini bozmadan oyuna devam ediyorlardı. Biraz sonra dev avize yavaş yavaş bağlı olduğu kablo üzerinde geri geri tekrar yukarı doğru süzülüp kendiliğinden eski yerine yerleşti. Avizede ne bir kırık ne de çatlak vardı. Ancak o zaman bunun sadece oyunun bir parçası olduğunu, o kulaklarımızı yırtan şangırtı şungurtuların ise sadece ses efektleri olduklarını anladık. Avize aslında en az üç metre kadar başımızın üstünden geçmişti ama biz o korkuyla kafamıza çarpacak sanmıştık. Adamlar resmen bizi oyunun geriliminin içine sokmuşlardı. Daha sonra sahneye sular doldu, sis bastı, o sisin içinde sandalla gezen hayaletler geçti ki, hepsi gerçek gibiydi, onlardan  bahsetmeyeceğim bile. Tabii perde kapandığında dakikalarca ayakta alkış. Neden anlattım bunu? Çünkü Operadan çıktığımda içimde tatlı bir huzur vardı. Bileti hiç ucuz değildi. Ama karşılığını almıştım. 

Şimdiki maçlar ülkeler arası savaşlar gibi. Estetikten yoksun. Oyuncular Arena’da birbirlerini öldürmeye çalışan gladyatörler gibiler. Abartmayalım, öldürmeseler de meslektaş falan demeden sakatlamaya çalışıyorlar. Onun için ben bir futbol maçını bu gladyatörlerden uzak sanatkarları seyretmek için izlerim. Yani Messi, Maradona gibi attığı çalımları ağzım açık seyrettiğim kişiler nedeniyle izlerim. Bize o çalımlar doğaçlama gibi gelir ama o iki saniyelik doğaçlamayı bize yaşatmak için antrenmanlarda yüzlerce kere çalışmışlardır. Çünkü onlar gerçek profesyoneldirler. 

Boşuna mı gerçek İskender yemek için Bursa’da o küçücük dükkânın önünde sıraya girip saatlerce bekleriz? İstanbul’da yüzlerce restoranın üzerinde Sarıyer Börekçisi diye yazar. 

Hatta, komiktir, aynı sokakta karşılıklı üç tane Sarıyer Börekçisine bile rastlarsınız. Ama ben gerçek Sarıyer böreğini yemek için o ilk yapıldığı yere, Sarıyer’e giderim. Yeni bir moda çıktı. Ekonomiyle ilgili falan diyorlar, boş baklava, boş lahmacun. Sebebi fiatı ucuz olsun ki garibanlar da baklava yedim diyebilsinlermiş. İçi boş olan baklava baklava mıdır? Oldu olacak içine hiç bir şey katmadan bir kase hafif tatlı su verelim, ismini de boş Aşure koyalım. Gözlerini kapayarak ye ki sanal olarak da olsa Aşure yediğini zannedesin. 

Eski konser veya şovlar hoşuma giderdi. Mantıklı bir sahne dekorunda sanatçı harika sesiyle ve şarkıya uygun hareketlerle bizi anılarımıza uçururdu. Şimdilerde bir konsere gitsem hoparlörün gürültüsünden kulaklarım patlıyor, sahnedeki müzikle hiç alakası olmayan, devamlı bir şekilde anlamsız yanıp sönen ışıklar, yerden fışkıran meşaleler gözümü alıyor. Sahnede taklalar atan sürüyle kişi arasında Sanatı asıl icra eden şarkıcı hangisi diye kısılmış gözlerle arıyorum. Neden koltuklarında oturmak varken herkesin saatlerce ayakta seyrettiğine de hiç akıl erdiremiyorum. Biz müzik öğretmenlerimizden yedi nota var diye öğrenmiştik. Bazı şarkıcıların sesi üç notayla sınırlı, dördüncüsüne bile yetmiyor. 

Hep eskilerde diye lafa giriyorum ama maalesef yenilerde izlenecek kalitede bir film hatırlamıyorum. Buna karşılık örneğin Casablanca adlı eski bir filmi sekiz kere seyrettiğimi hatırlıyorum. Neredeyse tüm repriklerini ezberledim ama aynı zevkle dokuzuncu kez seyretmeye hazırım. Hadi bir film sevildi diyelim. Hemen devamı mahiyetinde ikincisi çekiliyor, birincisini aratır bir şekilde. Daha sonra üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi. Sakın ha! Hiç tavsiye etmem. Bunları izlerseniz birincisine çok büyük saygısızlık yapmış olursunuz. Bu yüzden uzun süredir sanat alanlarından, maçlardan, sinemalardan, şovlardan uzaktayım. 

Mozart çoktan ölmüş. Ama bir türlü ölmüyor be kardeşim. Halâ aynı zevkle dinliyoruz. “Yine bir Gül Nihal aldı bu gönlümü” şarkısını biz de yeni nesil de, değişik yorumlamayla da olsa, bir yerde duyduk mu, keyifle eşlik ediyoruz. Haydi be yeni nesil! Ne olur şaşırt beni! Hangi sektörde olursa olsun, üzerinde titizlikle çalışılmış öyle şeyler yarat ki sen veya eserin klasikleşsin. Ne olur beni tekrar sahnelere, sinemalara, konserlere götür. Ödediğim paranın karşılığını alma huzurunu tattır bana!

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

gözü ela 

kaşı kara 

bukle bukle 

lepiska saçlı kızlar


buğday benizli 

süt tenli

kiraz dudaklı 

allı pullu kızlar


gül yaprağından zarif

çiçeklerden narinsiniz 

ülkenin rengarenk geleceği

gökkuşağından daha güzelsiniz


bir de

alçak kıyımlara

gencecik ölümlere gelmeseniz


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Celladın Güzel Kızı İnceleme Yazısı

İnsanlar gibi kitaplar için de ‘doğru zaman’ diye tanımlanabilecek bir durum var. Hani bazı insanlar öyle bir zamanda çıkar ki karşınıza, bazen tam o anda bazen de sonrasında iyi ki tanımışım dersiniz, iyi ki yollarımız kesişmiş, iyi ki yola birlikte devam etmişiz. Tam tersi de geçerlidir. 

Celladın Güzel Kızı İnceleme Yazısı

Keşke hiç tanımasaymışım, keşke yoluma hiç çıkmasaymış, keşke varlığından haberim bile olmasaymış, dediğiniz de olur. İyi ki’lerin keşke’lerden çok olması idealize edilir ama bana göre bu iki durumun yarıştırılmaması gerekir, çünkü her ikisi de insana dair çok yüksek bir farkındalık hâlidir. Her iyi ki’yle her keşke, “olmak” diye tanımlanan ve aslında varılması değil de yine bana göre ulaşmak için çaba gösterilmesi daha değerli olan hedefin taşlı topraklı, çiçekli böcekli yolundaki göz alıcı pırlantalardır. 

Aynı şey sanırım kitaplar için de geçerli. Bir kitap okursunuz, hayatınız değişir. Bir başkasında yazarın zihninde dolaşırken önce kendinizi sonra diğer her şeyi sorgularsınız. Bir diğerinde büyülenirsiniz ya da sözcükler göğsünüzün orta yerine ağır taşlar gibi oturur, nefesinizi keser. Bunların biri ya da hepsi olur ama bu oluş kitabı okuduğunuz halinize, yaşınıza, başınıza, mevsime, güne, saate hatta yayıldığınız koltuğa göre değişkenlik gösterir. Tıpkı hayatınıza giren çıkan insanlar gibi. 

Nesnel kalabilen okurlar kitapları belki daha doğru değerlendiriyorlardır diyeceğim ama bazı doğruların mutlak değil de basbayağı muğlak olabileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Ayrıca benim gibi her okuma deneyiminde öznele fena halde dalıp kitabın yaydığı duyguların içinden geçiyor ve orada kalıyorsanız, değerlendirmeleriniz de duygularda gezinecek ve zamanlama her seferinde işte böyle sorgulanacaktır. 

Eğer binlerce kişinin canını alabilecek depremler her daim gündeminizdeyse, karlı bir yangında ölenlerin yanmadan önce karbonmonoksit zehirlenmesiyle bilinçlerinin kapanmış olmasının yalancı tesellisine sığınıyorsanız, yıllar süren bir aşkın boşanmayla noktalanmasına üzüldüğünüz günlerdeyseniz, sevdiğiniz bir dostunuzun babasının ölüm haberini almasına tanık olduysanız, pek de uzağınızda olmayan ve tekrar homurdanmaya başlayan bir yanardağın yaşadığınız şehri yok edebileceği olasılığı tepenizde kılıç gibi sallanıyorsa eğer, Celladın Kızı kitabını okumak için doğru zaman değildir. Değilmiş meğer. 1940-1992 yılları arasında yaşamış Britanyalı romancı, şair ve denemeci Angela Carter bu kitaptaki öykülerini 1962-1974 yılları arasında yazmış. 

Erken dönem eserleri arasında değerlendirilen ilk öykü Kontrbasa Âşık Adam kitaba dair yanıltıcı bir fikir veriyor. 

Düz ve makul ölçülerdeki cümlelerle anlatılan hikâyede herkesin içki ısmarladığı, masada yeri olan, kıvrımlı hatlara sahip kontrbas Lola’yla basçı Jameson’un aşkını okuyoruz. Jameson, Lola’yı kadife bezlerle siliyor ve birlikte uyuyorlar. Hikâyenin sonu trajik ama bir öykü uzunluğunda bu sona okuru ikna ediyor. Sanıyorsunuz ki aynı sade, düz ve ikna edici anlatım diğer öykülerde de devam edecek. Oysa sonrası ensest, şehvet, kasvet, kafayı gövdeden ayırma, keder, yalnızlık, tecavüz, hastalıklardan belsoğukluğu, mevsimlerden hep kış, günler gri, kışın tebessümü yalnız, alışkanlıklar istilacı. Krizantemler buruşmuş, su boruları paslanmış, sahildeki kayıklar çürümeye bırakılmış. Renkler sönük ve muğlak, kelebekler lahana beyazı, duvarlar kahverengi. İlk öykünün intihara giden hikâyesi neredeyse hafif kalıyor. Ya da en başta sivri ucuyla sizi dürttüğünü pek fark edemediğiniz keskin bıçak özellikle kitaba adını veren Celladın Kızı’nda sert bir şekilde zihninize saplanıyor. Siz öykülerde ilerledikçe canınızı acıtarak daha derinlere dalıyor. Ama öte yandan öyle imgeler, betimlemeler, metaforlar var ki ağzınız, deyim yerindeyse, bir karış açık kalıyor. Hele ki eliniz kalem tutuyorsa ve kendinizi “yazar” diye tanımlama cüretini gösterdiyseniz eğer, hayranlıkla karışık bir kıskançlık hissediyorsunuz. Mesela; “Deri ceketliler şak diye kapatılmış bir sustalı çakı misali safları sıklaştırıyorlar.” “Gümüş bir kâsenin içindeki kırmızı bir gülün taç yaprakları bir güvercinin yellenmesini andıran yumuşak, belli belirsiz, bitkin bir ses çıkararak, alçak, yuvarlak ve kan kırmızısı bir maun masanın üzerine düşüyor.” 

Anne sözcüğü ağızda ekmek ve süt kadar sağlıklı bir tat bırakıyor. Ağustos böcekleri evlerin arka bahçelerinde nabız gibi atıyor. Kadın adama gün doğumu misali tebessüm ediyor. Adamın aslanımsı yelesi artık karahindiba tohumunun beyaz ve tüylü topları kadar beyaza dönmüş. Sokaklar, denizin dibinden az önce çıkmış fokların kaygan postu gibi ışıldıyorlar. İnsafsız rüzgâr asık ve ifadesiz suratlarda Poro şarabı renginde halka halka yanık izleri bırakıyor. Tırnaklar katedral mihrabındaki mumlar kadar şeffaf. Gözler sola sola bebek kurdelelerinin masum mavisini almış. Merhamet, sesindeki savaşçı müzikte asla bir değişiklik yaratmayacak ola minör bir ton. Kızın şiddetinin ağır kokusu kulakları sağır ediyor. Yazarın aynalarla metaforik bir ilişkisi var. Birkaç öyküde aynalarla bakışıyor, içinden öte yana geçiyor ve geriye dönmeye çabalıyorsunuz. “Zamanı, mekânı ve kişiyi hükümsüz kılmaktadır ayna.” diyor Angela Carter. “Aynalar ikircikli nesnelerdir. 

Ayna bürokrasisi bana dünyaya çıkabileceğim bir pasaport verir; bana dış görünümümü gösterir.” Angela’ya göre bütün sanatçılar azıcık delidir. Bu delilik, bir yere kadar, fevkaladelik derecesinde birbirine kenetlenmiş olarak varlığını sürdüren yaratıcı camiadan çoğunluğu uzak tutmak için uydurulmuş kerameti kendinden menkul bir efsanedir. İkinci dünya savaşı yıllarında doğup büyümüş yazarın kendisini bu deliliğin neresine konumlandırdığını bilemeyiz ama müthiş yaratıcı zihninin, çoğunluğun “normalliğinin” sınırlarından fersah fersah uzakta olduğunu kabul etmek gerekiyor. Edebi tarzının purple prose/mor düzyazı yani, abartılı aşırı derecede süslü düzyazı olarak tanımlanmasına karşı çıkmıyor. “Dünyanın en zor performansı doğal davranmaktır, öyle değil mi? onun dışında kalan her şey sanatkârlık ister.” diyor Angela Carter Madem öyle; sanayi devrimini başlatıp üretime kaynak bulmak gibi sözde masum sebeplerle çok uzak coğrafyalara eli kolu uzanan bir milletin soğuk ve mesafeli kibrini, öykülerin çoğunun üzerini örten, nemiyle üşüten belli belirsiz bir sis gibi hissetmem de benim okur hakkım, yorumum ve doğal davranışım olsun. “Keşke başka zamanda iyi ki okumuşum!” diye amorf bir cümleyle tanımlayabileceğim bu kitabı, varsa eğer, kendi doğru zamanınızda okumanızı dilerim.

Berrin Yelkenbiçer / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Sözcüklerin Sihirli Dünyasında Zaman Seyyahı Oldum

Merhaba Semra Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Merhabalar. Şairin deyimiyle yolun yarısındayım. Otuz beş yaşındayım. Evliyim, bir kızım var. Lisans eğitimimi tarih üzerine yaptım. Yüksek lisansta da Karkamış Krallığı çalıştım. Tarih benim için hiçbir zaman bir ders niteliğinde olmadı, aşktı… Sonra şiir gelerek aşkın yanına kuruldu. Sözcüklerin sihirli dünyasında zaman seyyahı oldum. Okumak tutkuydu. Okuduğunu anlatmak ise besin zincirimin ilk halkasını oluşturdu.

Yazar Semra Alan Taşdemir

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir.

Yazma yolculuğumu, okuma yolculuğum tetikledi. Herkes gibi ben de ilk okumaya masallarla başladım. Doymuyordum, açtım okumaya… Elimde bir kitap varken hemen bir tane daha olsun yedekte. Gözümün önünde elimin altında olsun isterdim. Yazmaya ilkokulda başladım. Ufak tefek yaşımın ruhunu yansıtan karalamalarla. Sonra yazmaya olan ilgimi okul ödevlerinde fark ettim. Kompozisyon yazarken ödev gibi iş yükü gibi öfleme püfleme sıkılma olmuyordu. Ne yazacağım diye düşünmüyordum bile. Yazı konum, kısa zamanda görücüye çıkacak derecede serpilip boy veriyordu. Velhasıl kelam, yazma tutkusu hep vardı lakin kendi vesveselerim engel teşkil ediyordu. Sonra el alem kaygısından kurtulmaya karar verdim. En büyük engel ortadan kalktıktan sonra gerisi tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu. Bir Duha Masalı'nı öncelikle evladiyelik olarak düşündüm. Kızım ile benim bir masalım olsun istedim. Elle tutulur gözle görülür, kalbe ve ruha dokunacak bir miras bırakmak istedim. Bu alanda tecrübe sahibi eşe dosta yazdıklarımı okutmaya başladım. Aldığım cesaretle birkaç editörle de görüştükten sonra iş evladiyelik olmaktan çıktı. Ve halka açık bir duygu pazarı kurduk.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Break Bad adlı bir dizi vardı. Final bölümünde başrol oyuncusu bir itirafta bulunuyordu. Ailem için para kazanmak için sorumluluk sahibi bir birey olduğum için değil…Kendim için. Evet, Kendim için yaptım diyor. İşte bende kendim için yazıyorum. Yazmaktan aşırı zevk alıyorum mutluluk hormunu salgılıyorum. Taze ot görmüş taylar gibi çoşuyorum. Yahut cennet müjdesi almış gibi seviniyorum. Yazdıklarımı okurken olmuş mu olmamış mı anlıyorum.  Tabi kime göre neye göre olup olmadığı değil mi.  Ama kendi için yazanlar için durum farklı. Yüzümdeki istemsiz gülümsemem sesimdeki heyecan beni onaylıyor.

Masumiyetin Rengi Ela ve Bir Duha Masalı isimli kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bir Duha Masalı, yenilenen yüzü ile ikinci baskıda. Kitap masalımsı gerçekler serisinin ilk kitabı olarak okuyucu ile buluştu. Renkli resimler hariç yetişkinlere hitap eden bir masal kitabı. O halde adı neden masal kitabı diye bir soru çok tabi akla gelebilir. Çünkü yetişkinler masalları unuttu. Saf katıksız inancımız zedelendi. Bunlar masallar da olur. Bunlar sadece filmler de olur dedik. Dünyanın gerçek sandığımız hayat telaşında kendimizi kaybettik. Gerçekçi olalım gerçekçi olalım. Ayağımız yere sağlam bassın lütfen yoksa büyük hayal kırıklığına uğrarız dedik durduk. Sormak isterim hayal kurup hayallerimizin gerçek olacağına inanan kaç yürek kaldık. Biri beni durdursun sorudan ve konudan uzaklaştım galiba. Okuyucu şiir tadındaki masalın peşine takılırsa Mor kaftanlı kelebeklerin şahı ile tanışacak ve yıldızlardan oluşan efsanevi tacı takarak bir masal kahramanı dönüşecek.

Masumiyetin Rengi Ela adlı kitabımız da serinin ikinci kitabı olarak okuyucu ile buluştu. Anonim olan Billur Köşk hikayeleri ile Ela renkli prensesin kesişen hayat hikayesine şahitlik edeceğiz. İlk kitap da olduğu gibi bu kitapta da masallara inanmanın mucizevi sonuçları sarıp sarmalayacak kalbimizi. Ve kitap bize altın bir öğüt veriyor; Kendi masalımızı yazmaya teşvik ediyor. Sil baştan yahut kaldığımız yerden bu dünya da sadece biz yaşıyormuşuz gibi nasıl bir hayat istiyorsak kalbinle ruhunla zihninle sadece odaklan ve hayal et…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitaplar da yazarlar da hayatımda dönemsel olarak değişti. Çocukken ilk okulda tek vazgeçilmezim Binbir Gece Masalları’’ idi. Ortaokulda Mustafa Sepetçioğlu’nun Kilit, Anahtar serisi ile beraber Dünya Klasikleri başucumu süslemeye başladı. Rus ve Fransız edebiyatı ile tanıştım. Hüseyin Nihal le beraber Bozkırlarda at koşturdum. Kürşad ve kırk çerisi en efsanevi kahramanlarım olmuştu. Lise yıllarında ağırlıklı olarak şiir ve tiyatro eserleri ile meşgul oldum. Melonkolik, romantik, trajikomik dönemlerdi. Üniversite yıllarımda ise mitoloji ile düşüp kalkmaya başladım.  Beni mitolojinin kollarından çekip alan ise siyasi tarih oldu. İlla bir kitap adı vermek gerekirse Buket Uzunel'in  Kumral Ada Mavi Tuna, Cervantes'in de Don Kişot'u diyebilirim. Yazarların hayatıma etkisine gelecek olursak; Tek kelime ile "ÖZGÜRLÜK" düşünsenize ortada tek bir tarla var etrafında onlarca kişi hepsi aynı anda tarlayı sürmeye başlıyor ve hasat zamanı geldiğinde herkesin mahsülü birbirinden farklı, ortaya zengin rengarenk cümbüşlü bir şölen sofrası kuruluyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet hem de iki tane. Bir tanesi şiir kitabı bir diğeri ise Osmanlı padişahlarına yönelik bir eser olacak inşallah.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayattaki en önemli şey insanın kendini tanıması. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren doğumumuz başlıyor. Ben meslek seçimini de evlilik gibi düşünüyorum. Sevdiğin, seni mutlu eden işi yapmak kadar huzurlu bir şey yok bu dünyada…Maddi gerekçeler ile yapılan her iş bizleri köleleştiriyor. Ve siz hiç mutlu bir köle görüp duydunuz mu? Ben görmedim, duymadım. Naçizane dileğim herkesin en iyi bildiği en becerikli olduğu alanı bulup onun üstüne bir çalışma hayatı kurması.

Türk Edebiyatında Kadın

Edebiyatımızda kadınlar erkeğin gerisinde kalmış gibi görünmektedir. Kadınlar konusundaki ön yargılar, eksik, yanlış bilgiler kadınları zor durumda bırakmaktadır. Kadınların edebiyata katkıları, ürettikleri eserler yeterince değer görmüyor. Maalesef erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Bilmediğimiz, unuttuğumuz bazı gerçekler var. Kadınların edebiyattaki varlığını, yaratıcılığını, üretkenliğini çoğu zaman göremiyoruz.

Türk Edebiyatında Kadın

Batı Edebiyatı’nda yazılı kültürde şiirin ilk ürünleri Anadolu topraklarında verilmiştir. Bilinen ilk şair Sapho Anadolu’da yaşadı. Yazdığı aşk şiirleri günümüze kadar kaldı. Demek ki şiirin temellerini atan sanatçı bir kadındır. Sapho’nun şiirlerinin günümüze kalmasını sağlayan değerli araştırmacı yazar Azra Erhat, İliida ve Odyyssesia destanlarını günümüz diline çevirerek yayımlatan aydın bir kişiliktir. Kadınlarımıza fırsat tanındığında neler yapabileceklerini gösteren önemli bir aydınımızdır.

Kadınlar için söylenen ‘’ kadınlar şiir yazmaz, kadınlar için şiir yazılır’’ görüşünü çürüten, Divan Edebiyatı’nda iki tane kadın şairimiz mevcuttur. Mihri Hatun ve Zeynep Hatun. Zeynep Hatun’dan bir beyit paylaşalım:

Zeynep,ko meyli ziyneti dünyaya zen gibi. Merdane var,sade dil ol,terk-i ziver it

Kadınlarımız sadece şiirde değil edebiyatın her alanında nitelikli eserler verdiler. Kurtuluş Savaşı’nın zorlu yıllarında Halide Edip Adıvar Sultanahmet mitinginde halkın vatansever duygularına hitap ederek vatan savunmasına çağırdı. Anadolu’ya geçerek onbaşı rütbesiyle görev aldı. Yazdığı romanlarla insanlara güzel mesajlar vermeye çalıştı. Mor Salkımlı Ev, Ateşten Gömlek, Türkün Ateşle İmtihanı, Sinekli Bakkal ve diğer kitaplarının nitelik olarak dönemindeki erkek yazarların eserlerinden ( Yakup Kadri, Reşat Nuri, Refik Halid vd.) hiçbir eksiği yoktur. Erkek yazarlara tanınan olanaklar Halide Edip’e tanınmadı. O bu olanakları tırnaklarıyla sökerek aldı. Erkeklerin dünyasında onlardan çok mücadele ederek var oldu. Sayı olarak kadınlar az görünebilirler ama bu azlık onların niteliksiz eserler verdiklerini göstermez, yaşadıkları zorlukların çokluğunu gösterir.

Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün direktifleriyle Kadın haklarında ilerlemeler ortaya çıktı. Kadınlar seçme seçilme haklarına kavuştular. Okuma yazma seferberlikleriyle birlikte kadınların okuma yazma oranları arttı. Ankara Kız Lisesi gibi okulların açılması, kızların okullara gönderilmesi, edebiyatta kadın yazar sayısının artmasını sağladı. Reşat Nuri Güntekin ‘in Çalıkuşu romanı, kadınlar üzerine yazılmış, bugün de okunan önemli bir romandır. Adalet Ağaoğlu kızların eğitime katılma sürecini romanlarında anlatmaktadır. Ölmeye Yatmak adlı romanı Cumhuriyetin ilk dönemlerinde okuyan kız çocuklarının yaşadıkları zorlukları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Erendiz Atasü, Dağın Öteki Yüzü isimli romanında Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınların yaşadığı zorlukları işlemektedir. Yakın zamanlarda yazdığı Bir Başka Düğün Gecesi, Kadınlar da Vardır isimli kitaplarında kadınların Türk toplumunda var olma mücadelesini anlatmaktadır. Feminist yazar Duygu Asena, Kadının Adı Yok isimli kitabıyla gündemde uzun süre yer aldı. Toplumun sorunlarını ortaya koymada Gülten Akın, Gülten Dayıoğlu, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Pınar Kür, Nezihe Meriç, Şükufe Nihal Başar, Tomris Uyar ve adını sayfalara sığdıramayacağım kadar çok kadın yazar etkili oldular. Türk Edebiyatı’nı bir noktadan alıp bugünlere getirdiler. Hiçbirinin emeğini yok sayamayız.

Kadınların dövüldüğü, öldürüldüğü, toplum hayatından dışlanıp eve hapsedildiği, sadece çocuk bakmaya zorlandığı bir toplum Atatürk’ün bahsettiği muasır medeniyetler seviyesine gelemez. Bir insanın iki ayağından biri zincirliyken diğer ayağıyla koşmasını beklemek hayalcilik olur. Anadolu’da insanlar tarlada, bağ bahçede, fabrikada kadın erkek birlikte çalışırlar, birlikte üretip birlikte tüketirler. Kadın erkek ilişkileri Batı’da nasılmış, Doğu’da nasılmış diye bakmamız gerekir ama asıl bakmamız gereken yer Anadolu’dur. Anadolu insanı bize kadın erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini gösterecektir. Medeni Hukukta yasalar önünde kadın erkek ayrımı yoktur. Yasalar önünde kadın erkek eşittir. Kadınlar çiçektir deyip koparmak, kadınlar böcektir deyip ezmek insanlığa yakışmaz. Kadın sorunu aslında bir erkek sorunudur. Erkekler bilinçlendikçe, kadınlara nasıl davranması gerektiğinin farkına vardıkça kadın sorunu diye bir şey kalmayacak. Bu konuda kadınlara büyük sorumluluk düşüyor. Erkekleri yetiştiren anneler de birer kadındır. Erkeklere daha küçükken ev işi yapmayı, yemek yapmayı öğretecekler, kadınlara saygılı olmayı öğretecekler. Erkek çocuğu küçük yaşta anne babayı model olarak görür. Babası annesine iyi davranırsa o da ilerde eşine iyi davranır.

Toplumların bir sorunu çözmelerinin başlangıç noktası o konuyu sorun olarak görmeye başlamalarıdır. Biz de sorunun adını Kadın sorunu olarak koyduğumuza göre bu sorunu çözeceğiz demektir. Gelecek günlerimiz geçmiş günlerimizden daha güzel olacak diyerek yazımızı Gülten Akın’dan bir şiirle bitiriyorum.

  KESTİM KARA SAÇLARIMI

  Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön

  Yasaktı yasaydı töreydi dön

  İçinde dışında yanında değilim

  İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi

  Bu nasıl yaşamaydı dön

  Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

  Tutsak ve kibirli- ne gülünç-

  Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez

  İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı

  Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum


  Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi

  Bir şeycik olmadı- deneyin lütfen

  Aydınlığım deliyim rüzgarlıyım

  Günaydın kaysıyı sallayan yele

  Kurtulan dirilen kişiye günaydın

  Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi

  Bir yaşantı ile karşılayanlara

  Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum


  Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Kahve

Yağmurlu bir hava vardı bugün, çocukluğumun geçtiği Nişantaşı’nda yürüyüş yaptım. Annem ve babamla geçirdiğim günleri, çocukluk anılarımı hatırladım. Küçük yaşlarda annemden kimseyi yargılamamayı, kapsayıcı olmayı, şefkati ve sevmeyi babamdan ise analitik düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, bir konu hakkında fikir sahibi olmadan önce o konu hakkındaki zıt görüşlerle ilgili tarafsız bilgi toplamayı, analiz etmeyi öğrendim. “Annem ve babamdan bana en büyük miras olarak, bu donanım kaldı” diye içimden geçirdim kırmızı şemsiyeme vuran yağmurun sesini dinlerken. 

Kahve

Eski günlerde olduğu gibi, Atiye Sokak’ta bir yerde oturup, kahve içmek istedim. Her zaman gittiğim mekanlardan birine girdim, çocukluğumun geçtiği yerlerde bulunmanın ve çok sevdiğim yağmurun vermiş olduğu huzur duygusuyla kuş gibi hafiflemiştim, içimde ferah bir duygu vardı.

İçeriye girdiğimde yıllardır görmediğim liseden sınıf arkadaşım Elif’i ve annesi Suna Hanım’ı gördüm. Annesiyle ilk karşılaşmamdı. Elif, onlara eşlik etmemi isteyince kıramadım onu. Laf lafı açtı. Suna Hanım, ne iş yaptığımı, nerede çalıştığımı sordu. Bir süredir yurt dışında görev yapan bir bilim insanı olduğumu, kısıtlı zamanlarda İstanbul’a gelebildiğimi öğrendikten sonra, damdan düşer gibi “Peygamberimize, kitabımıza inanıyor musun?” diye bir soru yöneltti bana. O an çok şaşırdım. Çocukluktan beri başkalarının inançlarını sorgulamamak, yargılamamak hatta insanların inançlarını, özel hayatlarını bilmekten özellikle imtina etmek, irdelememek, merak etmemek üzere gelişen mizacıma ve düşünce yapım nedeniyle çok rahatsız etti bu sorunun sorulması bana.  Cevap olarak “İnsanları eylemleriyle, halleriyle bilir, tanırım ben, inançlarını, özel hayatlarını bilmek istemem, sormam, merak etmem ve bu tip soruları uygun bulmuyorum.” dediğimde ise bana “Hazreti Muhammed’e ve Kuran’a inanıyor musun yani?” diye daha direk ve net bir soru sormuş oldu.

“Hal ehli olup, hali ile yansıtır kişi her şeyi, peygamberler de halleri sembolize eder benim nazarımda” diye kısaca cevapladım sorusunu kendi gönül dilimce. Suna Hanım, “Yani inanmıyorsun” dedi buna karşılık. Sadece gülümsedim. Artık kimsenin kimseyi dinlemediğini, söylenenlere verilecek cevapların önceden ezbere alınmış replikler olduğunu ve yeri geldiğinde heybeden bu repliklerin çıkarılıp ortalığa saçıldığını düşündüm hüzünlenerek.

O an benim için masada sohbet bitmişti. Bir an önce, masadan kalkmak için içimde yoğun bir istek oluştu. Benim söylediklerimin kıymet bulması, karşımdakinin anlamaya razı, gönüllü ve açık olmasıyla ancak mümkündü. Maalesef öyle bir zemin yoktu masada. 

Bir süredir, Türkiye ziyaretlerimde kimsenin kimseyi gerçekten anlamak, bilmek, dinlemek gibi samimi bir niyetinin olmadığını gözlemliyorum. Artık iletişimlerdeki niyet; gönülden gönüle muhabbet kurmayı sağlamaktan ziyade, karşısındakini sınıflandırma, ötekileştirme, dışlama ve yargılama amaçlı veri toplamaya dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, çoğunlukla ortada gerçek bir sohbet yok.  Sohbet olmayınca, muhabbet de olmuyor, gönülden gönüle köprü de kurulamıyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, kanaryayı sevenler grubu kurulsa, orada da bir düşmanlık, dışlama, ayrışma hali olacak gibi; mavi kanaryayı mı, sarı kanaryayı mı yoksa yeşil kanaryayı mı daha çok sevelim diye. 

“Peygambere inanıyor muyum?” sorusuna gelirsek, hali ile anlarım, tanımlarım ben her yaratılanı. Ben, tüm peygamberlerin halini anlıyorum, inceliyorum, araştırıyorum. Her şeyi ölçer, tartar, sorgularım, çokça araştırırım. Çocukluktan beri mizacım böyledir. Yolculuğumda, yoluma hallerinden feyz alıp, harç, taş, patikalar eklerim.  

Benim için peygamberler farklı makamları sembolize ederler. Musa makamı, çalışmayı, üretmeyi ve dünyada köklenmeyi sembolize eden bir makamdır nazarımda. İsa makamı ise, koşulsuz sevmeyi, sevgiyle her şeyi yapmayı, sevgiyle affetmeyi, özveriyle paylaşmayı ve gerekirse kendini feda etmeyi sembolize eder. Muhammed makamı ise Musa ve İsa makamının birleşimdir. Hem üretmeyi, çalışmayı, akılcılığı, köklenmeyi hem de sevgiyi, maneviyatı, ruhani boyutlara yönelmeyi, paylaşmayı, fedakarlığı sembolize eder. Hem maneviyatı hem de kapsayan, birleştiren bir makamdır. O yüzden de son makamdır, üzerine çıkılacak başka makam yoktur. 

Birini tanımak istiyorsak, inancını sorgulamak yerine, eylemlerine bakmak gerek. Eylemleriyle var olur çünkü insan. Ancak, insan kendini bilmekten sorumludur, o nedenle kendi eylemlerimize bakalım açık yüreklilikle her şeyden önce. Başkasının haline bakmak ise toplumu ya da kendimizi korumak, bütünün iyiliğine katkıda bulunmak için zaruri değilse, had aşmak, saygısızlık değil mi? 

Aklımdan anlık olarak bunlar geçerken, Suna Hanım “Sen Atatürkçüsün anlaşılan” gibi bir cümle sarf etmiş oldu. Bir önceki sorusuna verdiğim cevaba benzer bir cümle sarf ettim “Atatürk’ün haline bakıp, halinden kendime öğretiler, örnekler aldım”.  Suna Hanım’ın cevabı “Atatürkçü de değilsin yani” oldu. Duymak ama dinlememek! İşte günümüzün sorunu. 

Ona, halden kastımın ne olduğunu anlaması için birkaç örnek vermek zorunda hissettim kendimi, artık daha fazla sessiz kalamayarak. Misal olarak anlattıklarımın masal olarak algılanmasından da çekinerek; “Ben Atatürk’ten örnek aldığım nice hallerle donattım kendimi. Bir ağaç için yazlık evini kızakla kaydıran bir lideri örnek alarak ağacı, doğayı binaya, betona karşı önceliklendirmeyi ilke edindim. Kadının hayatın içinde her alanda öncü, üreten, söz hakkı olması için devrimler yapan Atatürk’ün açmış olduğu yoldan yürüyerek bilim insanı oldum, akademisyen oldum, hatta sanatsal faaliyetlerde bulundum. Çocukluğumda, babam bana Atatürk’ün okuduğu kitapların listesini gösterdi. Hayran kaldım onca savaşın arasında bu kadar çok okumasına ve buna ek olarak da geometri kitabı yazmış olmasına. Küçük yaşta, Atatürk’ün halini örnek aldım. Çokça okudum, ben de uluslararası bilimsel makale ve kitaplar yazdım ilerleyen dönemlerde. Baş öğretmen oluşuna, halkını eğitimli olmasına gönül vermiş olmasına hayran kalarak ben de yıllarca ülkemde naçizane bilgimi paylaşmak için akademisyen olarak görev yaptım, binlerce üniversite öğrencine ders vermiş oldum bugüne kadar. Atatürk demek benim için, akılcılık demek, vatan sevgisi demek, vatan için çalışmak, bilimin rehberliğinde ilerlemek demek. İster yurtdışında, ister yurt içinde olalım ülkeyi güzel temsil etmek, Türk Ulusunun adını yüceltmek demek.  En zorlu şartlarda dahi çabalamak, her zorlu savaştan, emek vererek, yorularak, yılmadan, bıkmadan, tek başına kalsan dahi, engellensen bile dürüstlükle bütünün hayrına çalışarak çıkmak demek.  Liste uzar gider. Ben onda gördüğüm, saygı duyduğum halleri aldım, cebime koydum. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince, idrak edebildiğim ölçüde hayatıma kattım. Halden anladığım budur.”

Ocu, bucu, şucu olarak insanların sınıflandırılmasına karşı duran naçizane bir insanım ben. Bu sınıflandırmalar hata yaptırır insana. İnsanları kategorileştirmek, ön yargı ile onları dışlamayı, onlardaki  iyi özellikleri de görmemeyi getirir beraberinde. Sırf bir gruba sempatimiz var diye yapılan kötü şeyleri de görmemeyi, kabul etmeyi ve sineye çekmeyi getirir bu. İşi ehline vermeye, liyakata, bireysel ve kollektif konularda adil olmaya ve hallerden feyz almaya inanırım ben. 

Birbirimizin hallerini görmekle, hallerini anlamakla, halden hale bağ kurmakla olur dostluk, muhabbet. İnançları sorgulayarak, yargılayarak, eleştirerek ne dost, ne ahbap, ne de refah içinde yükselen bir toplum oluruz. Birbirimizi dışlamak niyetiyle diyaloglar kurduğumuz masalarda içilen kahvenin ne tadı olur ne de hatırı.  Oysa kahve de, gönülden gönüle kurulan muhabbet de şifadır ruha. 

Karşımıza halimizden anlayan, halimizi kapsayan, halimize hali ile ilham olan insanların çıkmasını ve bizlerin de o insanlardan olmasını dilerim. İşte o zaman, daha iyi bir dünya için hep birlikte çalışıp çabalar, farklı görüş, düşünce ve inançları harmanlayıp toplumca bereketlenir, gerçek bayramları kutlarız. Geçmiş bayramınız kutlu olsun. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Semavi Dinler Kökenlerini Sümer'den mi Alıyor?

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, bu kitabında, Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen "İbrahim Peygamber" konusunu ele almaktadır. Yazar, konuyu arkeolojik buluntular, çivi yazılı kaynaklar ve Mısır-Kumran metinleri ışığında ve birbiriyle karşılaştırarak incelemektedir. Kitapta yanıt aranan sorulardan bazıları şunlardır: İbrahim Peygamber kimdir? Neden ve nasıl Yahudilerin, Hıristiyanların, sonra da Müslümanların atası olmuştur? Kendisi, çocukları ve torunları hakkında Tevrat'tan önce ne gibi kaynaklar vardır? Sümerlilerle bir ilgileri var mıdır? Muazzez İlmiye Çığ, bu önemli çalışmasında, "İbrahim Peygamber"in özellikle Sümerlilerle ve onların etkilemiş oldukları kültürlerle bağını incelemektedir. 

İbrahim Peygamber Muzazzez İlmiye Çığ

Yazar bu araştırmanın sebebini şöyle açıklamaktadır: "Sümerlilerden din kitaplarına giren konular hakkında yaptığım bir araştırma, yazdığım küçücük bir kitap, beni Musevilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların ataları saydığı İbrahim Peygamber'in ve çocuklarının yaşamlarını araştırmaya yöneltti. Bir bakıma bunu yapabildiğim için seviniyorum. Çünkü Tanrı sözü olarak yüzyıllar boyu din adamları tarafından inandırılan birçok konunun, çeşitli kültürlerden, özellikle Sümerlilerden ve onların etkilediği kültürlerden alınmış olduğunu gördüm ve gösterebiliyorum."

Bölüm 1: Abram nasıl Abraham(İbrahim) oldu? 

Tevrat'ta detaylı bir şekilde İbrahim'in ve onun çocuklarının hatta torunlarının hikayeleri anlatılır. İbrahim'in karısını Firavun'a sunması ve bunun sonrasında nasıl zengin olduğu cariyesinden ayrı karısından ayrı ayrı çocuklarının olmasından da bahsedilir. 

Bu hikâyelerde din adamlarına yakıştırılamayacak zina, aile arası cinsel ilişki, cinayet, kıskançlık, kin, aldatma gibi birçok ahlakdışı olayla karşılaşıyoruz. Bunu gören Hıristiyan din adamları, 18. yüzyılda, çocuklara verecekleri din kitabından, bunları ve Tanrı'yı kızgın ve acımasız gösteren kısımları çıkarmışlardır. Dolayısıyla İbrahim'in hikâyesindeki  ilk büyük törpüleme İncil'de yapılmıştır. 

Kur'an da ise hikâyenin  içerisinde  olabileceğinin düşünüldüğü uygunsuz kısımlar yeniden  törpülenir ve bambaşka bir hikaye eklenir. Buna göre İbrahim Allaha şirk koşanlara doğru yolu göstermek için ibadethanedeki putları parçalar. Putları parçalayan İbrahim'i o dönemin gördüğü en büyük ateşin içerisine atılır ancak İbrahim'in Rabbi o ateşi suya odunları da balıklara çevirir. Dolayısıyla Kur'an'da bütün ağırlık, İbrahim'in tek tanrıya inandığı, Müslüman ye Müslümanların atası olduğu konusuna verilmiş. Putları kırması, ateşe atılması ile imanının kuvvetliliği vurgulanmış. Görünüşe göre bunda birinci amaç, Müslümanlığın bütün dinlerden önce başladığını göstermek; ikinci amaç ise, gerek Hz. Muhammed sülalesini, gerek Arapları İbrahim ve cariyesinden olan oğlu İsmail'e bağlayarak bir soyluluk edinmek. 

Hem Kur'an da hem Tevrat'ta hem de İncil de bahsedilen İbrahim peygamber semavi dinlerin yani tek Tanrı'ya inanan dinlerin en önemli figürüdür. 

Kuran'da ve Tevrat’ta anlatılan Nuh tufanı ile birlikte İbrahim Nuh'un soyundan gösterilir ve tek Tanrıya inancın kökeni İbrahim ve Nuh ile köklüleştirilir. Abram, ailesi ve yakın akrabalarıyla birlikte genç yaşta Ur'dan Haran'a (günümüzde Harran, Urfa) göçmüş ve hayvancılık ile uğraşan İbrani bir adamdı. Yaratılış Kitabındaki anlatıya göre Ur'da, YHWH'den Abram'a ilk vahiy geldi ve Abram'ın soydaşlarıyla ile birlikte kendilerine vaat edilmiş "Kenan" ismi verilen topraklara göç etmesi istendi. Tanrı'nın bu çağrısı üzerine Abram, putperest olan babası Taruh'un evini terk etti. Güney'e, Kenan'a göç ettikten bir vakit sonra Tanrı tarafından ismi "milletin babası" anlamına gelen Abraham (Türkçe literatürde İbrahim) olarak değiştirildi. Kenan Diyarı (İbranice: Kena'an, Akadca: Kinaḫḫu) ), Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki Antik Filistin topraklarına İbrahimi dini metinlerde verilen isim. Bu bölge günümüzdeki İsrail, Filistin ve Lübnan toprakları ile Ürdün, Mısır ve Suriye'nin kıyı kesimlerini kapsar.

Bölüm 2: İbrahim'in hayatındaki çelişkiler

İbrahim'in İslamiyet’ten önce iki binli yıllarda yaşadığı düşünülmektedir.  Daha doğrusu Tevrat'ta anlatılan şekliyle hikaye bize bunu göstermektedir. Ancak ilginç bir şekilde İbrahim'in yaşadığına dair Tevrat dışında hiçbir kanıt hiçbir yazma tablet veya yazıt bulunamamıştır. 

Arkeolojik buluntularda İbrahim'in atalan olarak verilen şahıs adlarının, yer adları olduğu saptandı. Gittikleri yazılan şehirlerin o çağlarda henüz var olmadığı, Filistin'in güney sahillerinde bulundukları yazılmış olmasına rağmen, yapılan kazılarda oralarda olamayacakları anlaşıldı. Güney sahillerinde Mısırlılara ait eserlerin bulunması, oraların Mısırlıların kontrolü altında bulunduğunu gösteriyordu. Tevrat'ın Babil tutsaklığından sonra kaleme alındığı kabul edilen ilk beş kitabında. İsrail oğullarını meydana getiren çeşitli Sami kabilelerin efsanelerinden izler bulunuyor. Fakat İbrahim hikâyesinden önceki bölümlerde bulunan evrenin, insanın yaratılışı. Havva'nın Âdem'in kaburgasından var edilişi, cennetten kovulma, Habil-Kain hikâyesi. Tufan, Babil Kulesi, tek dil konularının hepsi Sümer  efsanelerine dayanmaktadır.

İbrahim Peygamber'in, karısını, Firavun'a ve başka bir krala kız kardeşi olarak tanıtması ve onlara bırakması, aynı şeyi oğlu İshak'ın tekrarlaması konusu da Sümerlilerden alınmadır. İbrahimin tanıştığı iddia edilen krallar bile İbrahimle aynı dönemde yaşamamışlardır. O dönem yani Tevrat’ın yazıldığı veya kuranın yazıldığı dönemlerde bu olayların hiçbirinde herhangi bir çelişki yoktu çünkü arkeolojik bulgular için henüz iki üç bin yıl kadar zamanın geçmesi gerekiyordu. Ancak anlatıların  Sümer  efsanesi  olduğu  şu an gün yüzüne çıkmaktadır. 

Bölüm 3: İbrahim'in asıl kimliği. 

Muazzez ilmiye çığ için Sümer tabletleri ve din kitapları arasındaki karşılaştırmaları İbrahim mitinin aslında Sümer mitlerinden alınmış ve tek Tanrı'ya uygun biçimde revize edilmiş olduğu tezini ortaya çıkarmaktadır. Abraham'ın Tanrısı ile konuşması Yahudi tarihinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Yahudileri bir arada tutan Abraham'ı ata olarak kabul etmeleridir. Eğer onlar Abraham'ı ata olarak kabul etmeselerdi ne Yahudi ne de Yahudilik olacaktı. Fakat onlar ilk zamanlarda ne yalnız kendileri ne de dünya için tek tanrı düşünmüşler. İleride "İbrahim'in Dini" bölümünde görüleceği gibi, dinleri ilkel inanışlarla dolu. Tanrılar insan şeklinde, insanlarla yüz yüze konuşuyorlar. Tanrılar gökte bir saray içinde, etrafında birçok varlıklarla yaşıyorlar. Gökten bazen merdivenle çıkıp iniyorlar. Bir aile veya klan kendi Tanrısına bağlı. Ailenin veya sülalenin başı, evin beyi, bir Tanrı oluyor. Bunlar aynı zamanda etraftaki Tanrıları da tanıyorlar. Tek tanrıya geçiş, daha doğrusu İbrahim'in şahsi Tanrısının önce çocuklarının, sonra İsrail'in, en son olarak da bütün insanlığın Tanrısı oluşu çok uzun zaman almış. Hatta Tevrat'ın yazılmasının son bulduğu 3. yüzyılda bile Sümerlerden  gelen Bereket Kültü devam ediyor görünüyor.

Tek tanrıya geçişte Tanrılar arasındaki efsaneler bitiyor

Tanrıların cinsel yaşamı son buluyor. Buna karşın devamlı meleklerden, şeytanlardan söz edilmesi çoktan tek tanrıya geçiş çabaları olarak kabul ediliyor. Fakat gariptir ki, İslam da bu düşünce hâlâ sürmektedir. Dolayısıyla Sümer efsaneleri  bugünkü semavi dinlerin atası, kökeni olarak ele alınmalıdır. 

Bölüm 4: Sümer efsaneleri neden İbrahim efsanesi olarak revize edildi?

İbrahim efsanesi neredeyse her semavi dinde tekrar tekrar revize edildi. O dönem yaygın ve kuvvetli mitler olan sümer mitleri ve onun köklerinden gelen putperestlik inançları tek tanrı gibi yeni ve kabul görmesi zor bir fikri din olarak ortaya koymayı ve yaygınlaştırmayı çok zorlaştırıyordu. Yeni olanın en büyük düşmanı her zaman olduğu gibi gelenektir. Tek Tanrı'ya bir kök kazandırmak ve bunu kazandırabilmek için çok güçlü bir figür ve bu figürün hikayesi gerekiyordu. Yahudiliği derleyenler ortaya çıkaranlar ona bir kök kazandırabilmek için bu yaygın hikayeyi kullandılar yalnız ismi ve hikayedeki çok tanrılılığı değiştirdiler. Hatta zaman içerisinde bu hikaye o hikaye değil denilecek biçimde değiştirildi. Semavi dinlerin ortaya çıktığı tarihlerde bu hiçbir sorun teşkil etmiyordu ancak bugün, Sümer tabletlerini bulduğumuz bugün artık hikâyenin nereden geldiğini biliyoruz.  İbrahim'in yaşadığı dönemler içinde  Tek tanrım düşüncesi henüz yok. Bu durum tanrı onlara doğru yolu gösterdi şeklinde sunulmaktadır ve kutsanmaktadırlar. Hikâyeye güç vermektedir ancak çelişki de tam burada çıkmaktadır. 

İbrahim bizim için neden önemli bir figürdür? 

Semavi dinlerde anlatılan ve kök olarak sunulan Nuh ve İbrahim hikâyelerinin Sümer tabletlerindeki kökeni bu semavi dinlerin o tabletlerdeki mitlerin devamından başka bir şey olmadığını aslında bir mucizeler silsilesi ya da yanlış yolu bırakıp doğru yolu bulma hikayesi olmadığını ortaya koymaktadır. Kendilerini öteki dinlerden ve mitlerden tek Tanrı ile ayıran ve bunun gerçekten öteki Mitlerdeki gibi "saçmalık" Olmadığını  savunan herkesin tezi çökmektedir. Her şeyden önce alıntılanan hikayedeki gerçek İbrahim çok tanrılı bir inanca sahipti. Bu da semavi din üstünlüğünün aslında nasıl bir sapma olduğunu göstermektedir.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Yeni Sezon Dosya Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Hayat İnsanların Hayallerini Erteleyemeyeceği Kadar Kısa

Merhaba Sena Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba öncelikle Romanım YARINLARIN ARKASINDA yayınlanır yayınlanmaz bana böyle bir teklif ile geldiğiniz için teşekkür ederim. Aslen Antalyalıyım doğma büyüme İstanbulluyum. Orta okul bittikten sonra 5 yıl Kuran kursunda Eğitim gördükten sonra Açıköğretim de İmam Hatip lisesini okudum. Birkaç yıl diyanetin bünyesinde camilerde Kadınlara ve çocuklara hocalık görevi yaptım. Aynı zamanda Stilistlik eğitimi aldığım için bazı mağazalara model tasarladım. Stilistlik, Hocalık hem de yazarlık benim hayatımın birer parçasıdır.

Yazar Sena Özkan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Tabii, söyle bahsedeyim 19 yaşımdayken yoğun bir kitap okuma dönemindeydim, zaten kitaplara merakım ve onlara sevgimden kaynaklı hep iç içeydik. Bir gün Ömer Hayyam’ın şiirlerinden birisine denk geldim. O an öyle mest oldum ki o dörtlük e içimde bende böyle yazmalı ve kalbe dokunmalıyım hissiyatı belirdi. O duygudan sonra önce kısa kısa dörtlükler yazdım, bunları da o zamanlar İnternet yaygın değildi kısa cuma mesajları olarak tüm rehberimde ki kişilere göndererek başladım. Sonrasında da ilk romanım Yüreğime Gelişini Özledim’i yazdım. Ailem çok iyi bilir ki onlara eğer ben bu Romanım çıkmadan ölürsem vasiyetimdir arkamdan romanımı yayınlatın demiştim. Romanım çıktı ve baya konuşuldu. İlk yazma sürecim bu şekilde oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazmak üretmenin en masum ve en yalın hali benim için yazmadan, okumadan, çizmeden kısacası sanat olmadan bir hayat asla düşünemezken insanların kalbine dokunmayı, bununla bir bütün olduğumuzu hissettiğim bir yaşam biçimini ifade ediyor. Kalemler ve kağıtlar insanın bu dünyada en yakın dostudur.

Yarınların Arkasında isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Yarınların Arkasında hem kapak tasarımı ve kurgusuyla tamamen bana ait olan bir eser oldu. Gerçek yaşanmış hikayelerden alınmış 4 kişinin hayat hikayesinin olduğu yazarken yer yer ağladığım beni içine hapsettiği bir serüvendi. Okurları psikolojik ve manevi anlamda duygularını sorgulamaya ve kendilerini düşünmeye sevk edeceği bir eser oldu. Ben yazarken çok etkilendim zira yaşanmış olması, karakterlerin hayatlarını dinlerken bile beni etkisi altına aldı. Romanın sonunu tahmin edemeyecekleri ve kendilerini bam başka hayatların içinde bulacaklarını düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bu ara psikoloji ve Din birimlerine merak sardım. Önceliğim elbette kendini geliştirip sonrasında daha iyi eserler üretebilmektir. Başucu kitabım M. Barış Muslu’nun O AN eseridir. İnanılmaz etkilendiğim bir eser diyebilirim. Eserde Kişisel gelişim ve psikoloji alanında oldukça iyi konuların işlendiğini söyleyebilirim. Kitapların beni gerçekten dinleyip, ihtiyacım doğrultusunda geliştirdiğini düşünüyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet elbette Roman yazmak büyük bir serüven benim için başının var olup sonunun olmadığı. Dördüncü romanımı yazmaktayım. Allah nasip ederse Yarınların Arkasında Romanından sonra ikinci olarak ilk çıkan fakat şu an basımı bittiği için satışta olmayan romanım Yüreğime Gelişini Özledim, üçüncü olarak sadece kapak tasarımının hatırlanacağı Gönül Tokluğuna Açtık ve bu süreçte yetiştirebilirsem en son şu an yazdığım romanım Kalbine Nazar Değdirdim’i bitirmiş olup basım  aşamasına Alaska  Yayınları ile geçmeyi hedefliyorum

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Tabii, söylemek istediğim şeyler elbette var. Ben hayalleri ve yeteneklerin var olduğu insanların kendilerini hunharca geliştirip önce kendimi sonra da etrafımda ki insanlara daha iyi nasıl olabilirim düşüncesi ile hareket ediyor ve böyle yaşanılan bir dünyayı kendi yaşantım ve bakış açımla gerek güzellikleri empoze etmeye çalışmamla ilerletmeye çalışıyorum. Hayat insanların hayallerini erteleyemeyeceği kadar boş ve kısa. Hiçbir şey imkânsız değildir sadece insanlar emek verip mücadele etmeyi bilmedikleri sürece her şey kader çizgisinden öteye itilir. Kısacası kitaplara, hayallere ve Allaha tutunun gerisi mutlaka gelecektir. Sağlıcakla kalın.

Her Son Yeni Bir Başlangıçtır

Merhaba Hikmet Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Ben Hikmet Ekiz. Kayseri'de yaşıyorum. Otuz yaşındayım serabral palsiyim. İki üniversite okudum. Birinci üniversitem sağlık meslek okulu,  ikinci üniversite olarak halk ve ilişkiler tanıtım bölümünü bitirdim. 

Yazar Hikmet Ekiz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya hevesim fizyoterapist Tahir Keskin hocamın bana kitapları sevdirmesiyle başladı. Bol bol kitap okudum. Sonra kısa düşünce yazıları yazdım. Ailem ve çevremdeki insanların bana özgüven ve cesaret verdiler. Ben de yazmaya karar verdim. İki tane kendi yazıp çektiğim kısa filmim var. Engel değilsen Engelli Değilim ve Hala Umut varken. İlk kitabımda kendi hayat hikayemi yazdım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazar olmak benim çok güzel bir duygu. Okurlarımla, insanlarla, duygu ve düşüncelerini paylaşmak bir nebze de olsa dertlerine ortak olmak, hayatlarına umut olmak ve dokunmak. Okur tarafından gurur duyulmak çok onur verici. 

Engelsiz Kalpler isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Heyecanla bir solukta okuyacağınız bir eser! Bu eserde engelin aşka, başarıya engel olmayacağını, insan isterse azim ederse başarılamayacak hiç engel olmayacağını, engelin engel tanımayacağını ve engellerin ötesinde başarılara imza atıldığını görecekler.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okurlara tavsiyem hiçbir zaman pes etmesinler. Unutmasınlar ki her son, her yenilgi yeni bir başlangıçtır.

Hüseyin Avni Cengiz: Semaver

Hüseyin Avni Cengiz: Semaver

Semaverin közü yanar 

Köz yandıkça suyu kaynar 

Kaynayan su dostu anar 

Ey semaver çay ver bize 

Ateşinden pay ver bize 


Islığı var çoban değil 

Divanı var hakan değil 

Dostluğu var insan değil 

Ey semaver çay ver bize 

Divanından pay ver bize 


Ezel’dendir onun akdi 

Bu akdinin dolmaz vakti 

Var mıdır hiç ayni nakdi 

Ey semaver çay ver bize 

Tokluğundan pay ver bize 


Başında demlenir fikir 

Kör, görmedi böyle zikir 

Ne keramet ne de sihir 

Ey semaver çay ver bize 

Duruşundan pay ver bize 

 

Ne tahtı var ne de tacı 

Çayı vardır tatlı acı 

Ayrım yapmaz: abi bacı 

Ey semaver çay ver bize 

İrfanından pay ver bize 


Ateşi dostunun tahtı 

Günahından gülmez bahtı 

Tövbe almak değil haddi 

Ey semaver çay ver bize 

Vicdanından pay ver bize 


Demi zihinler çerağı 

Köz sönerse geçer çağı 

İbret alsın her çırağı 

Ey semaver çay ver bize 

Kemalinden pay ver bize 


Hüseyin Avni Cengiz / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Salih Ozan Yazdı: Sayburçluyuz

Salih Ozan Yazdı: Sayburçluyuz

Sayburçluyum, Sayburçluyum,

Sevdim, sevmesem suçluyum.

Saramam ince belini,

Ramazandır, oruçluyum.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Hancı değil, kervancıyız.

Seviyorsan kavuşalım,

Biliyorsun, biz yolcuyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Aşkı sorma, biz ehiliyiz.

Âdem çok aradı, kavuştu,

Biz de Âdem torunuyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Aşkı sorma, biz ehliyiz.

Dert yapışmış yakamıza,

Biz kardeşiz, biz bacıyız.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Sevdim, seveli suçluyuz.

Bize sevmek yasak oldu,

Sebebi ne? Sayburçluyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Sevdim, seveli dertliyiz.

Bize sevmek yasak oldu,

Biz ne sağız ne ölüyüz.


Salih Ozan / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447