Merhaba Hüseyin Avni Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1974 Karasu / Sakarya doğumluyum. Ankara, Gazi üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları(Türkoloji) mezunuyum. Kocaeli’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyorum.
Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?
Yazar mıyım? Bilmiyorum. Yazar olmak eğer bir şeyler yazmaksa evet yazıyorum, bazen yayımlıyorum bazen yırtıp atıyorum yazdıklarımı. Düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız yazmayın, diyor Tolstoy. İşin bir de bu yanı var tabii. En toplumcu konuları dahi işlediğim şiirlerimi aslında kendimi tatmin için yazıyorum, desem yalan olmaz. Yazıyorum, rahatlıyorum. Yoksa kafamın içinde vızıltısı bitmiyor o ilham mısraın. Zaten şiiri bana yazdıran iki ya da üç mısra oluveriyor. Gerisi ustalığımıza kalıyor. Ben şiirin, bir davanın aracı ya da silahı olabileceğini düşünmüyorum. Örneğin bana göre İslamcı şiir olmaz Müslüman(Dindar ya da dinî hassasiyetleri yüksek) şair olabilir. Milliyetçi ya da sosyalist şiir de olmaz; milliyetçi ya da sosyalist şair olabilir. Ve bazen bir sosyalist şairin en milliyetçi şairden daha fazla hizmeti olabilir o dile.
Yalnız, her şairin mutlaka bir derdi olmalı. Belirgin bir dünya görüşü olmalı. Bir ya da birkaç bilince sahip olmalı bir şair. Bilinç derken neyi kastediyorum? İster sınıf bilinci olsun, ister bir inanç bilinci olsun ister millet(ulus) bilinci olsun isterse insanlık bilinci olsun. Mutlaka bir bilince ulaşmış olmalı şair. İnsan olabilmek en zor ulaşılan bilinçtir bana göre. Bu başta şiir olmak üzere kurgusal metinler için böyle. Deneme gibi düşünce yazıları farklı tabii. Deneme Günlüğü adında bir çalışmam var. Onu kesinlikle toplumuma olan borcumu ödemek için yazdığımı söyleyebilirim. Ne var o denemelerde? Ülke olarak, millet olarak neden böyleyiz? İşte bu sorunun cevabını arayan yazılar yazıyorum. Bir eğitimci gözüyle tespit ettiğim yaralarımıza kalemle neşter atmaya çalışıyorum. Kendimce ulusal kronik sorunlarımızın tarihi köklerini irdeliyorum. En büyük idealim milletçe bir ahlak toplumu olabilmek ve çağdaş uygarlık seviyesinin de üstüne çıkabilmek. Evet, en büyük ülküm bu.
Peki, yazdıklarımı yazmaya değer buluyor muyum? Tolstoy’un bu konudaki ihtarını duyduktan sonra dahi yazmaya devam edebiliyorsam demek ki yazdıklarımı yazmaya değer buluyorum.
“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” şeklinde bir mısraı vardı bir şairimizin. Zannederim İsmet Özel’indi bu mısra. Bunu bugün çok daha net anlayabiliyorum. Gerçekten kendisinden çok faydalandığım düşünür, siyasetçi ya da gazetecilerimizin birçoğunun mensubu olmadığı mahallenin kültür mirasına karşı cehalet derecesinde lakayt olduklarını görüyorum. Hele bazıları bunu marifet sayıyor adeta. Oysa benim her mahalleye bir aşinalığım var. Bu durum beni yazmak için cesaretlendiriyor. Yazma serüvenim her liseli genç gibi başladı. Günlük tutarak. Gerçi günümüzde gençler pek yazmıyorlar. Okumuyorlar ki yazmayı bir ihtiyaç olarak hissetsinler. Bu alışkanlığım üniversitede de devam etti. Şiir, deneme, “Hadi dergi çıkaralım.”… Böyle devam etti işte.
Zor günlerden geçiyoruz. Belki toplum olarak doğal destanlara gerçekten ihtiyacımız var.
Üniversitede öğrencisi olduğum Yeni Türk edebiyatı öğretmenimiz Mehmet Önal Bey’in şiirlerimi kritik etmesi benim için çok faydalı oldu. Ki kendisi akademik çalışmalarının yanında roman ve hikâye gibi sanatsal metinler de yayımlıyordu.
Dede Korkut Hikâyelerinden Kam Büre'nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanını nazım türünde anlattığınız eseriniz Bamsı Beyrek kitabınız okuyucuyla buluştu. Sizi destan metinlerine yönlendiren sebep nedir?
Beni asıl cezbeden doğal destanlardaki dilin mucizevî gücü. Musiki… Örneğin Yunan Homeros’un destanlarını, İranlı Firdevs’inin Şehnamesini, Gürcü şair Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Şövalye’sini, -bu dilleri bilmiyorsanız dahi- sosyal medya araçlarından dinleyin. Dildeki mucizeye eminim tanık olacaksınız. Moda tabirle var oluşun nabzının destanlarda attığını göreceksiniz. Zor günlerden geçiyoruz. Belki toplum olarak doğal destanlara gerçekten ihtiyacımız var. Aslında bu konuda kitabın Sebebi Telif bölümünde gerekli açıklamayı yaptım. Daha fazla söze hacet yok, diye düşünüyorum.
Dede Korkut Hikâyelerinden Bamsı Beyrek Destanını seçmenizdeki sebep neydi?
Şüphesiz biz Türkler tarihte Arap ve Fars kültüründen çok faydalandık. Faydalandık ve kendi yolumuza devam ettik. Bir anlamda İslam’ın kabulüyle dönemin en medeni ulusları arasına katıldık hatta o medeniyetin yüzyıllarca bayrağını taşıdık. Hani şöyle bir sınıflandırma vardır: İslamlık Öncesi ve İslamlık Sonrası Destanlarımız. Zannımca Türk ve İslam kültürünün kesiştiği; İslam’ın en saf haliyle yaşandığı devreyi en iyi temsil eden hikâye buydu.
Klasik Edebiyatımızda Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun ya da Ferhat ile Şirin neden defalarca işlenmiş mesela. Edebi eserlerde önemli olan konu değil üsluptur da ondan. Ben de bu hikâyeyi nazma çekerek bir anlamda bu geleneği sürdürmek istedim belki. Farkı aruzla değil milli vezin olan heceyle yazmam. Aruza hâkimim, diyebilirim. Aruzla da yazabilirdim ama destanların milli olduğu aşikâr. Bu nedenle hece ölçüsü daha uygun geldi bana. Peki, neden dörtlük değil de beyit? Olay anlatan manzumelerde dörtlük çok uygun düşmüyor bana göre. Yer yer duygu ve heyecanın dile getirilmesi gerektiği yerlerde beyit dışında nazım birimleri de denedim. Ayrıca bu hikâyede zaten saydığım klasik mesnevilerdeki birçok motif mevcut.
Destan metinlerini günümüz diline çevirirken ne tür bir yöntem izlediniz?
Bu çalışmada mümkün olduğunca metnin aslına sadık kaldım. Metnin ruhuna uygun olmak şartıyla çok az dolgu mısra ekledim. Muhakkak ki metnin aslını yüzde yüz taklit etmemiz mümkün değil. Onu başarabilseydik zaten aynısını yazmış olurduk. Kaldı ki aynı hikâyenin istinsah edilmiş başka varyantlarında dahi birçok farklar ortaya çıkıyor. Haddim olmayarak yer yer telif şiirlere de yer verdim. Düzyazı bir metnin aslına sadık kalarak manzumeye çevrilmesi kolay bir iş değil. Onun için kelime seçiminde hiç seçici davranmadım. Örneğin “savaş”ı da kullandım “harp”i de kullandım. İkisi de bizim sonuçta. Eminim, kitabı okuyanlar hem şiir hem destan tadı alacaklar, hem de olay örgüsünün aslını eksiksiz anlamış olacaklar.
Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?
Çok zor bir soru bu. Ama şunu söyleyebilirim. Seyit Ahmet Arvasi’nin Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz adlı eserinin lise yıllarımda dünya görüşümü oluşturduğunu söyleyebilirim.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?
Evet, birkaç kitap çalışmam var ama hiç acelem yok. Bir iddiam da yok zaten. Sadece şiirlerimi toparlamak istiyorum. İlk şiirimi 1998 yılında Hece dergisinde yayımladım. Zaman zaman edebiyat dergilerine şiir yolladım. Bir dergi çalışmasına katkı verdim. Ama dediğim gibi hep arkadaş çevresiyle oldu bu. Şiirlerimi toplu olarak basmayı düşünüyorum. Bir arayışın şiiri olacak bu. Her yönden arayışın şiiri... Dört ya da beş bölümden oluşacak kitap. Örneğin kitabın “Divan” bölümünde aruz ölçüsüyle yazılmış şiirlerim olacak. Aruzla modern şiir yazılabilir mi? Buna okuyucu karar verecek. Bu kitaba şiir eskizlerini dahi koymayı düşünüyorum. Örneğin klasik tarzda yazdığım gazeller var. Bu çağda gazel mi yazılır? Dedim ya eskiz sadece. Mesela bir Divan şairi günümüzde yaşasaydı nasıl bir gazel yazardı? Ben merak ediyorum mesela. Merakımı yenmek için de oturup yazıyorum. Belki benim gibi merak eden vardır diye birkaç örneği de yayımlayacağım. Örneğin aruzla yazdığım şöyle bir şiir var kitabın “Divan” bölümünde:
AŞKIMIZ DİVAN EDEBİYATI
devri geçmiş gibi ağlar gece tenhadaki gül
güle hoş kafiye olsun diye yanmaz ya gönül
nicedir farklı ışıktan beslenir gözlerimiz
nicedir soylu şiirden çekilen sözlerimiz
yatağından soğumuş kötü nehirler gibidir
taşıyor, vezni kakıp attığımızdan beridir
yürü ey servi revanım gidelim haydi eve
kubbeler habbe olurken pire olmuştu deve
iğnenin kör deliğinden geçirirdik deveyi
gülü ettikti gelin bülbülü kösnül güveyi
günümüzden geçelim şimdi ko divanı yere
yeniden biz iki mısra olalım saf şiire
belki bunlar bize aşkın cici halleri gülüm
son şafaktan geri dönsün gece koynunda ölüm
(Feilâtün Feilâtün Feilâtün Feilün)
Şiir yıllıkları yayımlanıyor, okuyorum; okumasam da olurmuş diyorum. Neo-Epik dedikleri şiirlerin çoğunlukta olduğu bir şiir yıllığıydı. Kitapçıda gördüm, aldım. Kitaba verdiğim paraya asla acımam ama bu kitaba verdiğim para için çok üzüldüm. Emekliliğe merdiven dayamış bir edebiyat öğretmeni olsam da ben bu yazılanları şiire benzetemiyorsam belki de sorun bendedir. Benim sevdiğim başka bir türdür belki de.
Bu böyle süremez. İşte onun için arayışın şiiri. Ne demişti Hannibal:” Aut viam inveniam aut faciam.” ("Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.") Biraz iddialı oldu galiba.
Eğer günümüzde şiirimiz zirveleri aşıyorsa demek ki ben kaçırmışım o treni. Belki de bu yayınlayacağım kitabımdan sonra küçürek öyküye yönelirim. Bunu zaman gösterecek. Bu konuda biraz daha düşünmeye ihtiyacım var.
Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Bir şairin şiirleri kitabından okunmalı. Düşünürlerinse toplu eserleri… Ve eserlerini okuduğumuz yazar ya da şairleri zaman zaman aşmalı ve yetersiz görmeli; zaman zaman da yine aşılmaz bir zirve olarak görmeli. Herkese bol kitaplı bir yaz diliyorum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size de çok teşekkür ederim.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder