Floransa’daki yoğun ve keyifli geçen konferanstan çıkıp, Siena’ya gelmiştim bir gece önce. Sabah, otelin terasında kahvaltımı eder etmez, vanilya sarısı uzun keten elbisemi giyerek, kenarları mimoza işlemeli büyük hasır şapkamı da alarak Siena sokaklarında yürüyüşe çıktım.
İnsana huzur veren bir dokusu vardı şehrin. İlk olarak Piazza del Campo’yu gezdim. Piazza del Campo’nun etrafındaki küçük butikler ise büyük zincir mağazalarda satılan birkaç kullanımdan sonra modası geçen çoğunlukla sentetik içerikli, trend ürünlerin aksine doğal materyallerden hazırlanmış el yapımı ürünlerdi.
En beğendiğim mağaza ise, kişiye özel ekru rengi dantelli keten gömlek ve elbiseler diken bir butikti. Mağazaya girer girmez, ürünleri kaç günde teslim edebileceklerini sordum. Çok teferruatlı olmayan modelleri iki, üç gün içinde teslim edebileceklerini söylediler. Bu harika bir haberdi, ben de şehirde dört gün kalacaktım.
Heyecanla inceledim askıdaki modelleri ve katalogları. Tüm modeller özenle hazırlanmıştı. Vitrinde gözüme çarpan zarif ve şık bir elbisenin modelinde karar kıldım. Ölçü almak ve detayları konuşmak için, iki buçuk saat sonrasına randevu verdiler.
Mağazadaki doğal kumaşlara dokunmak bile iyi hissettirmişti. Denk geldikçe, küçük, mahalli üreticilerden doğal el yapımı ürünler alıp kullanmayı severim ben. Daha özgün hikayeleri olduğu için bu ürünlerin, onlarla bir gönül bağım oluyor.
Sürdürülebilir enerji, alternatif enerji kaynaklarının kullanımı konularında bilimsel çalışmalarda bulunan biri olarak günlük hayatın içinde tüketim eğilimlerinin sürdürülebilirlikten oldukça uzak oluşu, satın alınan ürünlerin kısa süreli kullanılıp genellikle geri dönüştürülmemesi, ekonomiye tekrar kazandırılmayışı üzüldüğüm konulardan biri. Üretim süreçlerini ve içeriklerini bildiğim, doğal el yapımı ürünleri tercih edip kullandığım anlar, günlük hayattaki seçimlerimle de aynı şeye katkıda bulunduğumu hissedip, mutlu oluyorum.
Maalesef günümüzde üretim süreçlerinde ve sonrasında çevrenin üzerinde oluşan atık yükü ve tüketilen doğal kaynakların miktarı, gelecek nesillere bulduğumuzdan da iyi bir dünya bırakma sorumluluğumuzun çok uzağında. Örneğin, basit bir pamuklu tişörtün üretimi için iki bin yedi yüz litre su harcanıyor. Bu bir insanın, iki buçuk yıllık içme suyuna denk geliyor. Üstelik, bu miktarın çoğu sadece tişörtün hammaddesi olan pamuğun üretimi için kullanılıyor. Bunu düşününce, gözümün önüne Afrika’da günlerce içecek su bulamayıp, hayatını kaybeden çocuklar geliyor, içim sızlıyor. Bizler bu dünyadan gelip geçen yolcularız, ardımızda bıraktığımız ayak izinden sorumluyuz.
Eskiler “alışveriş yapmak” demezmiş, “eksik gidermek” dermiş. Şimdi ise eksik gidermek için alışveriş yaptığımız pek nadir, modayı takip etmek için, elimizdekilerden hızla sıkıldığımız için, zevk için alışveriş yapıyoruz. Üstelik de en lüks mağazalardaki çoğu kıyafetin içeriğinde bile sağlığa ve çevreye zararlı doğal olmayan materyaller var. Doğal kumaşlardan, yünlülerden yapılan ürünler nadir bulunuyor raflarda. Bunları düşünerek çıktım butikten.
Butiğin elli metre kadar ilerisinde terasa koydukları ferforje masalarının şıklığı ile dikkatimi çeken küçük bir restoran gördüm. Masaların beyaz metal gövdeleri çiçek desenleri ile bezenmiş, üzerlerinde mavi beyaz benekli örtüler, küçük zarif kristal vazolar ve papatyalar vardı. İçeriden gelmekte olan Fred Bongusto’nun seslendirdiği “Una Rotonda Sul Mare” isimli şarkı, hafif de olsa duyulmaktaydı.
Asma yapraklarının yanındaki masaya oturmak üzereyken, restoranın dondurma satışı yapan kısmındaki basamakta oturan bir buçuk, iki yaşlarındaki kız çocuğu gözüme çarptı. Altın sarısı parlak saçları omuzlarına değiyordu. Kocaman mavi gözleriyle bana bakıyordu dikkatle. Başımdaki hasır şapkaya benzer bir şapka da onun kafasındaydı. Onun şapkasının ucuna kumaş bir unutma beni çiçeği iliştirilmişti. Işıl ışıl parlayan bu tatlı kız, üzerinde beyaz minik çiçekleri olan mavi salopet tulum ve yakası dantelli beyaz tişört giymişti. Ayağında ise, deri taba rengi önü açık bir sandalet vardı. Ayak parmaklarından birini sivrisinek ısırmıştı yakın zamanda, tıpkı benim gibi.
Minik kızla karşılıklı olarak birbirimize bakıyorduk. Aynı anda ikimizin de yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Ben onu izlerken, O kendi etrafında döne döne danslar ederek yanıma geldi. Küçücük elini, elimin üzerine koyup, yüzüme batkı gülümseyerek. Dondurma kuyruğunda beklemekte olan babasından onu kucağıma almak için izin istedim. Babası, “Kendisine sorun.” dedi gülümseyerek, ardından da “O pek kimsenin yanına gitmez aslında” diyerek konuşmasını sürdürdü.
Kucağıma almak için ona uzandığım an, O da kollarıma uzandı gülümseyerek. Aldım onu kucağıma. Biraz kucağımda oturdu, saçlarımla oynadı. Sonrasında havaya kaldırıp indirdim defalarca onu. Kahkahalar atıyordu. Gülerken mavi gözlerini kısıyor, altın sarısı kâkülleri, kahkahaları, kısık gözleri ile “güneş gibi bir çocuk” diye geçirdim içimden. Sonra tekrar kucağıma oturttum. Yüzümü dokunarak sevdi. O an babasına göz ucuyla baktım, rahat hissedip hissetmediğini tartmak için. Babası da bize gülümseyerek bakıyordu. Sonra elimden destek alarak kucağımda ayakta durdu eliyle gökyüzünü gösterdi, “Haydi beni tekrar kaldır yukarıya” der gibi.
O İngilizce konuşamıyordu doğal olarak, ben de İtalyanca bilmiyordum. Ama birlikte kalpten kalbe köprü kurmuş, sevgi diliyle anlaşıyorduk. Tekrar onu havaya kaldırıp indirdim, sonra yere bıraktım. Babasının yanına gidip az önceki basamakta oturdu tekrar. Babasından isminin Flavia olduğunu öğrendim. Flavia, tekrar kendi etrafında dönerek, dans ede ede geldi yanıma aynı gülümseyen gözlerle, aldım onu tekrar kucağıma, kahkahalar atıyorduk. O an sanki zaman durmuştu, her şey donmuştu ve sadece ikimiz vardık.
Birbirini tanımayan iki insan, birbirlerinin dilini bile bilmeden bağ kurmuş, ruhları aynı anda aynı şarkıyı söyler olmuştu. Ne kadar yaşadığımız, kaç yaşında olduğumuz hiç önemli değil. Önemli olan; yaşadığımız o anın içinde ne kadar canlı hissettiğimiz, hafızamızda o anın, o mekânın, o duygunun, o temasın, o tadın, o sesin, iletişimde olduğumuz kişinin, ne kadar özel, ne kadar güzel kaldığı. İşte Flavia ile paylaştığımız o kısacık zaman, hafızamda kalacak olan canlı anlardan biriydi.
Flavia’nın babasına dondurma sırası geldi. Babası, Flavia için çikolatalı bir top dondurma aldı ve yanımıza geldi, Flavia’ya gitme vakti geldiğini söyledi. Flavia, yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Ben de onun avucunun içini öptüm. Onun hep mutlu ve neşeli kalmasını, yolunun sevgi dolu insanlarla kesişmesini diledim. Bu dileğimi babasıyla da paylaşınca, babasının gözleri doldu. “Ona sizin gibi sevgiyle bakan insanlarla karşılaşırsa yolu, Flavia bu hayatta cenneti yaşar” dedi gülümseyerek. Onlar giderken arkalarından baktım, Flavia arkasına dönüp öpücük yollayıp, el sallıyordu bana.
Flavia gider gitmez, siparişimi almak için garson geldi yanıma. “O küçük kızla iletişiminiz, o kadar güzeldi ki muhabbetinizi bozmak istemedim, o nedenle ancak şimdi geldim.” dedi. Garsonun gelip bizi bölmemesi çok ince düşünülmüş, yerinde bir tavırdı. Flavia ile geçirdiğim o kısa ama kalbime dokunan zaman diliminde, ruhum doymuştu. Şimdi karnımı daha da mutlu bir şekilde doyurabilirdim. Flavia’nın babası, vedalaşırken Ribolita isimli çorbayı ve Bistecca alla Fiorentina’yı (biftek) denememi önermişti. Hemen onları sipariş ettim.
Flavia’yı düşündüm yemekleri beklerken. Onu düşünürken, gülümsemekten yanaklarıma ağrı girdiğini fark ettim. Huzurlu olmak, mutlu olmak gönülden yapılan paylaşımlarla ne kadar kolay. Mutlu olmak isteyene; gökyüzünün mavisi, rüzgârın sesi, yağmurun dokunuşu, ılık bir yaz havası, küçük bir çocukla paylaşılan anlar, bir kedinin karnını doyurmak, bir atla göz göze gelmek fazlasıyla mutluluk verebilir, ilham olabilir.
Yemeklerim geldi. Flavia’nın babası iyi ki yemek tavsiyesinde bulunmuş bana. Gerçekten yemekler çok lezzetliydi. Ruhumu da karnımı da en güzel şekilde doyurmuştum tesadüfen girdiğim bu restoranda. Plansız, tesadüfen gelişen olaylar bazen ne kadar şifalı oluyor, ruha ve bedene iyi geliyor.
Yemekten sonra kahvemi içerken, yan masada oturmakta olan, şık bir hanımefendi “Küçük kız sizi ne kadar çok sevdi, keşke beraber fotoğrafınızı çekseydim, hiç aklıma gelmedi ki” diyerek sohbete başladı benimle. “İsmi Flavia imiş. Altın sarısı saçları ile sanki güneşi kucaklamışım gibi hissettim. Ben ona Güneş ya da altın ismini koyardım” diyerek karşılık verdim hanımefendiye. İsminin anlamına bakacağım internetten şimdi hemen” dediğim an yan masadaki kadın gülerek “Bakın ve az önce söylediklerinize siz de şaşırın benim gibi, ben isminin anlamını bildiğim için bu sözlerinizi çok kıymetli buldum” diyerek karşılık verdi bana.
İnternetten araştırınca, Flavia isminin tarihte zenginlik ve parlaklık ile ilişkilendirilen ve soylulara verilen bir isim olduğunu öğrendim. Flavia’nın Latincedeki anlamlarından biri altın sarısı imiş. Bir çocuk ismine ancak bu kadar yakışabilirdi.
Yan masadaki hanımefendinin ismi Maria imiş. Sienna Üniverstesi’nde akademisyen olarak görev yapıyormuş. Benim de akademisyen olduğumu öğrenince, hem Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri olan Sienna Üniversitesi’ni görmem hem de daha çok sohbet edebilmek için üniversitedeki ofisine davet etti beni çalıştığım konuları ve kurumları da öğrenince. Maria ile ertesi gün görüşmek üzere sözleşerek, ayrıldım restorandan.
Randevu saatim yaklaşmıştı. Büyük bir mutlulukla mağazaya doğru yürüyordum Flavia’yı düşünerek. Gece gündüz yoğun bir şekilde çalışıp, çoğu zaman uykusuz kalma sebeplerimin en başında, dünyayı gelecek kuşaklara mümkün olduğunca iyi ve güzel bir şekilde devredebilmek geldi her zaman “İyi ki bu konularda çalışmışım, iyi ki bu kadar çok çalışmışım.” dedim içimden yine bir kez daha. Sırf Flavia için bile bu kadar emek sarfetmeme değerdi.
Mağazada, seçmiş olduğum modelin üzerinde yapılmasını istediğim birkaç değişikliği anlattıktan sonra, ölçüm alındı. Elbisenin markasının da el işi ile içine işleneceğini öğrenince, bugünün hatırasına marka yerine Flavia isminin işlenmesini istedim, başımdan geçen hikâyeyi ve Flavia’nın nasıl da ismine yaraşır bir çocuk olduğunu anlatarak. Mağaza sahibi ricamı geri çevirmemekle beraber, Flavia isminin yanına altın rengi bir güneş işlemeyi ve elbisenin kumaşından küçük bir çanta dikerek, üzerine de altın sarısı güneş deseni işleyip bana hediye etmek istediğini söyledi. “Flavia, zenginlikle de ilişkilendirilen bir isim ve sizin çantanız da altınlarla dolup taşmalı, bu kadar gönülden bağ kurabildiğiniz için” diyerek sözlerine devam etti. Dokunabildiğim her kalp zaten benim için yeni bir altın madenine sahip olmak gibi.” diyebildim mahcup bir şekilde.
Bugün, kısa zaman dilimlerine sığdırılan paylaşımların her birini kalbimde hissettim. Anlar, güzel anılara dönmüştü bile. İşte, bu nedenle ne kadar yaşadığımız değil, kalbimizin sevgiye ve paylaşıma ne kadar açık olduğu, ne kadar bağ kurabilip, ne kadar sevebildiğimiz kıymetli olan. İnsanın en büyük zenginliği sevebilme kapasitesi, paylaşma potansiyeli, niyeti ve bu yolda attığı adımlar bence.
Hem Flavia’nın hem de sizlerin de yolunuzun kıymet bilen, iyi niyetli, karşılıklı paylaşmaktan, gelişmekten, dönüşmekten keyif alan ve bunu önceliklendiren, sevme kapasitesi yüksek, bağ kurmaya niyetli ve açık insanlarla kesişmesini dilerim. Aşk ve sevgiyle kalın…
Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2025 / Sayı 35

Türkiye’nin aylık tek Edebiyat Gazetesi, öykü, deneme, yazı, şiir ve söyleşilere yer vermektedir.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder