Mustafa Bilgücü Yazdı: Oktay İle Oktar

Yazar Mustafa Bilgücü'nün kaleme aldığı Oktay ile Oktar isimli öyküyü sizlerle paylaşıyoruz.

O kol düğmesi ebatlarındaki, dokunmatik ekranı çizikler içinde, şarj kapağı olmayan, üç hatlı teflonlardan biriydi. Elinde evirip çeviriyor, önüne arkasına bakıyor, bir beysbol atıcısı gibi havada ileri geri savuruyordu aleti. Bu beşinci telefondu ve müstakbel kırılacak havası seziliyor olabilirdi alette.

Mustafa Bilgücü, Öykü

Diğer dördünü kırıp dökerken sıvası dökülmüş boyasız duvara dokunup, arta kalanı yedek parçacıya satacağı aletlerin geride bıraktığı izleri yokladı. Toplam değeri iki bin lira eden dört telefon, savrulup fırlatılınca, bir duvardan sekip bozunuma uğradıktan sonra zemine düşerdi. Fiyatı da öyle tabi. 

Sonuncu telefonu elinden düşürmüyordu o sıra. Bataryasının sağ alt köşesinde üzerine çarpı işareti konmuş bir çöp kovası simgesinin olduğunu gördü. C ve E harfleri silikti. Modeli yeni ve çevreci, geri dönüşümü olan bir elementten imaldi. Üç hattı aynı anda işletecek sistem yazılımının ballandıra ballandıra anlatıldığı reklamlar televizyon ekranından düşmüyordu. 

“Aynı anda üç sevgiliyi idare edebilirsiniz. Konuşmalarınızın diyalektik kökeni ve alfaelif tabanı, etimolojik çizelge düzlemi üzerine duygusal, insani ve fizik açıdan eşdeğer paralel bir nutuk yaratma özelliğine sahiptir. Ses tonunu değiştiren, üç üzeri iki boyutlu görüntülü konuşma imkânı tanıyan, parmaklarınıza yük olan telefonlar geride kaldı. Yeni nesil P.R.C. hayatınızı kolaylaştıracak.”

Telefonu kardeşi hediye etmişti. Duyduğuna göre kardeşi, atom altı zerreciklerini ilahikalıtsal dengeye sokan bir nükleer santralde yüksek doku mühendisi olarak çalışıyordu. Bir hafta önce, onun ağabeyini ziyarete geldiği perşembe günü, korkunç bir patlama olmuştu santralde. Deprem tahmin yürütücüler, üç virgül yedilik halkalı çizgi salınımlarını rulo halindeki kâğıtlara geçmişlerdi. 

“Oktar ve Oktay.” dedi kardeşi.

“Bu hediye telefonun kaderi hakkında düşünüyordum.” oldu kurumuş dudakların yanıtı. “Bu kadar sinirli olmak zorunda mıydım sence? Yani senin gibi olabilirdim. Okuyabilirdim. Kavga aramak zorunda kalmazdım. Geçen gün kötü karanlığa isim verenin aydınlık ışık değil, parlak güneşi, gündüzün beyazını, renklerin canlılığını yaratan olduğunu öğrendim. Kutsal kitap sayesinde… Ayetleri alaya almasan iyi edersin Oktar. Bak, ziyaretini azıcık erteleseydin, atomlarını cımbızla toplamak zorunda kalacaktık. Patlamanın videosunu izledim. Önce yeşil bir şok dalgası nükleer mantar bulutu gibi yukarı kalkıyor, sonra yere yatıyor, uzuyor, açılıyor, esniyor ve her yöne dağılıyor enerji. Maddeyi küle çeviren bir yıkım.”

Oktay, pin kodunu denemek amacıyla başparmağını cam ekrandaki noktaya değdirdi. Ağabeyinin telefonu özelleştirmiş, kişiselleştirmiş olması hiç hoşuna gitmedi. “Keşke gelmeseydim.” diye düşündü. 

Ancak sonra vücudundaki hücre sayısınca parçaya bölünüp bir mezarı bile olmadan gömülme tehlikesi geldi aklına. Alttan alabilirdi, ağabeyiyle muhatap oluyordu sonuçta. 

Ne o, evinde olduğuna memnun değil misin yoksa?

Telefon avucunda ısınmıştı. Açma kapama düğmesi üzerinde gezinen parmakları ortamı hareketlendirmek istercesine fırıl fırıl dönüyor, birbirlerine dolanıyordu. Durmadan cevapsız çağrılar bırakan, telesekretere not düşen, meşgul ya da ulaşılamıyor sinyaliyle uğraşıp zaman yitirmekle harcanan biri gibi görünmek istemediğinden, ağabeyini aramıyordu Oktar. Oktay bu duruma sinirleniyor değildi. Tepkisi daha çok telefonu kapatmak, çekim alanı dışında olması için bataryasını şarj aletinden ya da yuvasından uzak tutmak, en kötü ihtimalle bu Çin malı alete yaklaşmamak şeklinde oluyordu. Eleştirel tepkisinin nedeni bu cümleden öyle anlaşılsa da kardeşi değildi. Doğruydu, santraldeki idari müdürle kan kardeş gibi olduklarından beri Oktar ile Oktay’ın arası pek iyi değildi. Fakat bu onun neredeyse canından olacağı ilahi bir sınavı verip, dersi alnının akıyla geçmeyeceği anlamına gelmezdi. Şimdi evindeydi işte. 

Yedi sene uzatmalı üniversitesinde okuyup, iflas etmiş beynini iç çamaşırında saklayarak hayata atılan biri için bu durum hiç de fena sayılmazdı. Asıl mesele bu hediye telefonun sürekli ulaşılmaz ve kapalı olmasıydı. 

“Oktar ve Oktay.” dedi yine santral mühendisi. “Yalnızca bir harfle kaçırıyoruz büyük ikramiyeyi. Arayı fazla açtığım için bağışla beni ağabey.”

“Önemli değil kardeşim. Hayat rüzgârları her yönden hızla eserken bir dala tutunmak kolay olmasa gerek. Telefon hakkında duymak istediklerin vardır diye düşünüyorum. O halde anlatayım. Uzun zamandan beri bu telefon denen aletten uzak durmaya çalışıyorum. Bunun nedenlerini saymama gerek yok zaten. Ancak vurgulamamı istediğini düşünüyorum. Bağımlı olmayı hayatımın hangi evresinde içime sindirip kendime yedirdiğimi düşündüğümde, yalnızca içinde adının geçtiği seçeneklerle karşılaşabildim. Yani kardeşimi çok seviyordum. Hediye telefonunu yanımda taşımamın tek nedeni sadece sendin. Beni yalnız sen mesajlarınla, çağrılarınla meşgul ediyordun. Ancak hayat gelip geçici. Varlığın ancak gölgesi dünya üzerinde iz bırakır, o da güneşin ardına battığı yüksek dağların zirvesi karşısında kendinden geçer. Bu telefon … O yüzden kapalı kardeşim.”

Oktar pin izini alabilmek için metalik gri çerçeveli aleti mikro yapı içinde büyütüp ağabeyinin önüne uzattı. 

“Anlamanın imkânı yok.” dedi Oktay. “Yani bu alet kullanılmadan önce domino taşı ebatlarındayken, kullanıma hazır hale geldiğinde büyük İslam ansiklopedisinin ciltlerinden her birinin boyuna varıyor. Tuhaf doğrusu.”

“İnsanlar moda olanı, gösterişi, var olanı vurgulamayı severler ağabey.”

“Bu benim ilgimi çekmiyor Oktar. Yani baksana şuna, sen gelmeden önce diğer dördü gibi onu duvarda kırmaya niyetleniyordum. O kadar özensizsin ki bu telefona karşı, arka kapağı ve ipek, tüylü kılıfı çalındığında, kimilerinin böyle bir olayla karşılaştığında canından bir parça gitmesine benzer bir tepki vermek yerine, günahlarımı sırtlanan hırsıza dua ettim. Al işte, kodu giriyorum.”

Tarayıcı ekran titreşti, ışıklı sensörler sahip kodunun girilişiyle gecenin birinde kümesinden yabani bir hayvanın ağzında kaçırılan hindiler gibi sesler çıkarmaya başladı. Federal merkezi telekomünikasyon ağından ortanca hattına düşecek mesajı görmemek için, Oktay, mutfağa doğru yürüdü. Bir zamanlar kullandığı telefonun fazla ilgi odağı olduğunu düşünen kardeşi, onu kenara bıraktı. Evde olma nedeni zaten iş hayatını kapsayan gereksiz teknolojik yeniliklere sarmak değildi. Ağabeyine sarılmak istiyordu. Evleneceği kadını onunla tanıştırmak niyetindeydi. Geçmişten ve gelecekten bahsedecekti. Bazen aralarının açılmasına neden olan, büyük ikramiyeyi kaçırmalarının kaynağı o iki harf üzerinde saatlerce tartışmak isteyecekti. 

Dışarıdaki hayatın bir anlamı yoktu Oktar için. Diğer insanlar gibi, zorlayıcı sebeplerle indirilmiş, yasal olmayan, virüslü bir dosya gibi, kendini bilir bilmez, kaderinin izini sürmeye başlamıştı. Telefonun da, santralin de, isimlerindeki bir harflik farklılığın da, para için döktüğü dillerin, topunun da canı cehennemeydi. Mecbur olmasa dönüş otobüsüne hiç bilet almazdı ya da çift kişilik koltuk ayırtırdı. Oktay:

“Bu telefondan uzak durmamın nedeni çok basit.” dedi, unladığı palamut dilimlerini kızgın tavaya atarken. “Onu kapalı tutmak istiyorum. Son derece sinirimi bozuyor. Bilgilendirme mesajları, özel servisler, veri hesapları… Telefonu açtığın iyi oldu. Mesaj gelmiş olmalı.”

Kurgu, Oktar’ın zihninde aceleyle yapılandırıldı. Önemsiz bir insanla münasebet halinde olsaydı, ötedekinden ayrıntıları insanın zihnini bulandıran, kapsamı, tanrısal bilgiyi bile aşan açıklamalar duymak isterdi. Ancak Oktay, “Mesaj gelmiş olmalı.” şeklinde kısa bir cümle kurmuştu. Bu da demek oluyordu ki, telefonuna, her açılışında, gün sektirmeksizin, içeriğini merak ettiği bir mesaj düşüyordu. 

“Bu lanetli şeyle karşılaşmamak için telefonumu açmıyorum, Oktar. Al işte, gelen kutusuna göz at.”

Oktar telefon kilidini açtı, dokunmatik tuş takımındaki titreşim parmak uçlarını gıdıkladı. Bir zamanlar cebinde taşıdığı ve ağabeyine armağan ettiği cep telefonunu nasıl kullanacağını unutmuş gibiydi. Kayar mönüdeki simgeleri tek tek kontrol etti. Bu değildi, o hiç değildi. Yanlış sayfada geziniyor olmalıydı. Ortanca hattın gelen kutusunu bulana kadar önüne olabilirlik hesabı uzmanlarınca yazılmış gelecek tahmini yapan alarmlı bir program çıktı. Anımsadı. Eklentideki yazılım sayesinde doksanına merdiven dayayacağını öğrenmişti Oktar. Sevincini gizlemedi. Karasal yayın yapan kanalları alıcısında toplayan bu telefonda video izlemek oldukça zevkliydi. Ancak bu yola da girmedi. Sırada para birimi çeviricisi, nanometrik kronometre ve dünya saatleri vardı. Kısa mesaj özelliğini bulana kadar canı çıkmıştı. 

“Sinirine hâkim olamayıp telefonu kırsaymışsın iyi edermişsin.” dedikten sonra sesli mesaj yayın organı, açık sohbet ve kısa yazışmalar seçenekleri içinden aradığı birimi dürttü. Gelen kutusu sayacındaki sayıyı okuduğunda, kaba hesapla, telefonun hediye ediliş gününden beri, aletin açma kapama tuşundan bir parmak darbesinin esirgendiğini anlayabilmişti. Oktay: “Bu bildirim mesajlarını görmemek için telefonu kapalı tutuyorum.” dedi. “Mesajları engellemeyi, uluslararası internet protokolü ayarlarına saldırmayı denedim. Ancak sonuç alamıyorum. İşte, al bak işte, kendi gözlerinle gör.”

Mesaj tarifeli standart kablosuz hattının robotik diyalog servisinden çift yönlü uzanıyordu, P.R.C. markalı telefonun gelen kutusuna. Mesajda, “Gün içinde en az şu kadar bu numaradan arandınız.” şeklinde açıklayıcı bir not bulunuyordu. Olayın etki alanı içinde değilken, sıradan bir insan, seçenekler, sil ve evet düzleminde bir işlem gerçekleştirecekken Oktay bu mesajları saklıyor, sayılar, rakamlar, numaralar üzerine kafa yoruyor, araştırma yapıyordu. Evrensel veri bankası içinde gezinerek, telefonu kapalı olsa da kendisini rahatsızlık derecesinde işgal eden bu yabancının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Kayıt yok. Sonuç yok. Veri bulunamadı. Sistemde hata. Dizilim sorunu. Hatalı erişim. Tekrar deneyiniz. Bilgilerinizi güncelleyiniz. Operatörünüze başvurunuz. 

Aldığı cevaplar bunlardan ibaretti. İçinden bir ses ona telefonunu kapalı tutmasını, makine açık olduğunda, çalan zil sesi kulaklarını meşgul ettiğindeyse kabul tuşundan uzak durmasını tembihliyordu. Karşı yöne, cevapsız çağrı numarasına, canı istediğinde bir tek taraflı arama yapmayı çok defa düşünmüştü. Ancak bunun sonuçlarına kafa yorduğunda her defasında girişe nokta koymuştu. 

Arayan bir sapık, inançsız müridi, gözünü kan ve para bürümüş aşırı sağcı ya da solcu bir fanatik, yoldan çıkmış bir münzevi olabilirdi. Arayan önemli biri de olabilirdi. Riziko etmenin anlamı yoktu. 

“Buraya gelmen iyi oldu.” dedi Oktay. “Bu numarayı aramanı istiyorum. Beni cevapsız çağrılardan, vesveselerden, gereksiz bir şüpheden ve can sıkıntısından kurtarırsan memnun olurum. Bu dert sona erdiğinde telefonumu, şarjı bitene dek yastığımın altında, zil sesi seviyesini dokuzuncu akisli kademede tutarak bekleteceğim. O zaman sen de ‘Acaba ağabeyime bir kusur mu ettim de her seferinde, telefonunu her çaldırışımda, zil sesinden sonra, telesekreter robota mesaj yazdırınız, şeklinde bir yanıt alıyorum.’ şeklindeki düşüncelerden arınacaksın. İletişimin, hele sözlü bağlantının beladan başka getirisinin olmadığını düşünüyorum. İsyancı şeytanlar, aşırılık yanlısı muhalif partiler, dik başlı yaramaz askerler, ayrılan, yoldan çıkan, iflah olmaz kim varsa bunlar ve tamamı önce söze başvurup hangi yoldan gideceklerini ilan etmişlerdir. Sonra eyleme geçmişlerdir. Belki diller, kelimenin gizemli oluşu, sözün gücü olmasaydı, şeytan asilik taslamayacaktı. Belki eyleme geçmeye güçleri yetmeyecekti. Söze başvuran biri çalacak kapı bulamamış demektir. Acınacak haldedir. Bu nedenle o telefonu kapalı tutuyorum Oktar.”

Genç kardeşi kulaklarına inanamıyordu. Olanlara bir anlam veremiyordu. Baştan almaya karar verdi. Kardeşine hediye ettiği P.R.C. markalı Çin malı telefon ortada duruyordu. Oktay sinirli ve hafife alınamaz çıkışları sonrası cep telefonlarını duvara savurup kırmayı alışkanlık haline getirmişti. Aleti kapalı tutuyordu ki onu arayan her kimse, telefonun sahibine ulaşamasındı. Oktay lağım borularında yaşamayı hayal eden, içinde insanlardan uzak olma isteği boy vermiş, doğduğu Kırkambar köyünde prefabrik bir dikme ev inşa ettirip, hayatının geri kalan kısmında paylaşacak bir şey kalmayıncaya dek bekledikten sonra suskunluğun yedinci dibine gömülmeyi isteyen biriydi. 

Kardeşi Oktar konuyu değiştirmek istedi. 

“Babamızı anımsıyor musun Oktay?” diye sordu. Ağabeyi odaklandığı yoldan başını kaldırmak niyetinde değildi. Hesap edilebilir ya da hatırlanabilir üç vadeli geçmişi düşünecek zamanda değildi. “Babam bahçedeki yemiş ağaçlarına bit sardığını düşünmüştü. Kullanılmış ve yıpranmış diş fırçamı istemişti benden. Onunla tıpkı tıraş bıçağıyla banyodaki suyu çeken bir asker gibi, kendine işkence ederek, ağaçlardaki beyaz toz halindeki bit larvalarını temizlemeye çalışmıştı. Hatırlıyor musun?”

Oktay, belki hatırlıyordu. Ancak başı belada olan her insan gibi şimdi sadece tehlikeli anaforun merkezinden çıkmak için iradeli ve kuvvetli bir itmeyle varlığını huzura atmak derdindeydi. 

“Babamın yaptığı akıllıca bir işti.” dedi Oktay. “Aklını dağıtmak için, hobi amacıyla, ağaçların hastalıkları üzerine doktora tezi yazmış bir allameymişçesine sanki ilgiliydi o dönem. Fakat bilir misin ki babamızın o dönem boğazına kadar borçlu olduğunu? Tabii ki bilirsin. Sen de bu evdeydin. Bankaların telefonlarının ardı arkası kesilmiyordu. Kredi kartı borçları, ödenmemiş senetler, arkasında durulmayan çekler vs. Bunalmıştı. Çevresinde evraktan duvarlar yükseliyordu. Dosyalardan surlar, klasörlerden kapılar, raporlardan bir çatı… Bürokratik yok oluşunu hazırlayan devlet onu soyup sağmıştı. Kafa dinlemek için, babamız, elindeki diş fırçasıyla ağaçlardaki bit larvalarını temizlemeye çalışıyordu.”

Uzun bir suskunluk evresi gelip geçerken, kardeşler kendiliğinden canlılık kazanmış fotoğraf kareleri, dirilme özlemiyle kımıldanan resim parçalarıyla baş başa kaldılar. Birikmiş anı deposunun altındaki nitrogliserin tankına biri kibrit çakmış gibiydi. Ses çıkaracak halleri kalmadı. Oktar, eve dönüş yolunda kalmış gibiydi. Oktay, kardeşinin kıl payı kurtulduğu santral kazası sonucu oluşan korkutucu patlamadan varlığında arta kalan parçaları toplamakla meşguldü. Orada zihni donmuştu. Bir zaman sonra patlamanın sebebi olarak kendini görmeye başladı. Tek başınaydı. Bir telefonla idare edip yetinmesi beklemişti. 

Telefonu eline aldı, analog saatin yirmi bir elliyi işaret ettiği görüldü. Oktar, telefonun bataryasının yeni takıldığını gördü, ayarlar fırıldak misali dönmüşe benziyordu. Aletin yazılımı içinde yer yerinden oynamıştı. 

“O numarayı aramamı gerçekten ister misin?” diye sordu Oktar. 

“Meşgul olmak, ne idüğü belirsiz kimselerle uğraşmak istemiyorum. Savcılık kanalıyla bir suç duyurusu dilekçesi sunabilmem için kayıtlı konuşmaların delillendirilmesi gerekecek. Senden isteğim numaranın sahibini kızdırmaman. Sadece neden her gün beni aradığını öğrenmeni istiyorum. Beni resmi müvekkilin, liseden sıra arkadaşın ya da briç kulübünden bir dostun olduğumu söyleyerek tanıtabilirsin. Yakınlık dereceni söylersen korkarım benimle muhatap olmak isteyerek fazla ileri gidebilir. Resmi ve ciddi bir konuşma olmalı.”

Oktar telefon kilidini yeniden kaydırarak açtı. Operatör servis sağlayıcısının robotik sesli görevlisi, yönlendirilecek numaranın Keşif 33 sırasında kayda geçirilen, solar sistem dışı, kayıp gezegenlerden birine bağlandığı bilgisini sundu. Oktar tuhaf bir durum sezmişti. Gezegenler arası bir telefon görüşmesi yapacaktı. Yetersiz bakiye göstergesini kredi kartı bilgilerini boşluklara doldurarak yeşil konuma getirdi. 

“Görüşme pahalıya patlayacak.” deyip Amerikan devlet başkanlarının masaya ayaklarını uzattığı gibi bacaklarını gererek arkasına yaslandı. Çalıyor sinyalini beklerken dişlerini karıştırdı, çapaklarını topladı, tırnaklarını yer gibi yapıp C hattı üzerinden düşen numaranın sahibinin sesini duymayı bekledi. Göz teması halinde olduğu ağabeyinin bakışlarındaki merak dikkatini çekti. Sanki duyacağı sesi tanıyor olacaktı. Sanki sesin tıngırdattığı kelimeler anlamlı ahengiyle kulak duvarlarındaki yapboz parçacıklarını hizaya soktuğunda hiç şaşırmayacaktı. Bu olacak iş değildi. 

Birden anlaşılmaz bir oyunun içindeymişçesine gerilimli ve tekinsiz kalp atışlarının göğüs kafesinde titreştiğini duydu. O anda karşı taraftan duyulur duyulmaz bir ses işitildi. 

“Alo, merhaba, beni duyabiliyor musunuz?” Oktar toplanmış, koltuğunda dik oturmuş ve ayaklarını masadan almıştı. Bağlantı kurduğu an içinde eriyen olumsuz duygular, dilini çözmüşe benziyordu. “Merhaba. Sesimi duyabiliyor musunuz?” 

Oktay, kaydediciye komut vermesi için el hareketleriyle kardeşini uyarıyordu. “Hallettim, konuşma işaretleniyor,” dercesine ağabeyini yatıştırmaya çalışıyordu Oktar. “Birileri konuşuyor ama ne dediklerini anlayamıyorum,” dedi sonra. Telefon ekranında beliren sembollerin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Diez, şapka, sonsuzluk, altın oran, yüzde ve dolar sembollerini tanımasına rağmen ışık yılları sonrası uzaklıklardan kendisine uzanan hatta mahsus olduğunu sandığı diğer garip ve şekilsiz çizgilerin, eğrilerin, yarısal ve köşesellerin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Bir kere daha denedi.

“Efendim. Sesinizi alamıyorum. Aradığınız numarayı niçin sürekli ve sıkılmaksızın rahatsız ettiğinizi söyler misiniz bana?”

Yüksek perdeden ve yankılı bir kahkaha sesi işittiğini sandı Oktar. “Affedersiniz efendim, ama bu yaptığınız bir suçtur. Kayıtlı sabit bir mobil hattı durmadan rahatsız etmek telefon şakacılığı boyutlarını aşar. Bunun cezasız kalacağını düşünüyorsanız, sessiz kalmaya devam edebilirsiniz.”

Oktay cesaret edip kardeşinin elinden telefonu kapmak niyetinde değildi. Oyuna o başlamıştı ve sonunu getirecekti. Sonuçta kaydedici kronometrik analizle ses kırıntılarını işaretliyordu. Oktar küfür ya da tehdit benzeri bir konuşmayla karşılaşırsa bu işaretler mahkemede lehlerinde delil olarak kullanılabilirdi. 

Tam aramayı sonlandıracağı sırada, kırmızı tuşa dokunmak üzere ileri uzanan parmağı havada asılı kaldı. Bir sonuca varmak üzere olduklarını düşündüler. Aslında sadece Oktar karşı tarafın sessizlik benzeri bir yöntemle muhatabının sabır sınırlarını zorladığını düşünüyordu. Oktar’a göre duyulur duyulmaz özürlü bir cüce sesle konuşmakla sessiz kalma hakkına sahip bir zanlı kadar kelimesiz olmak arasında fark yoktu.

“Ses seviyesini yükseltip ahizeyi mikrofona bağlamayı deneyeceğim.”

“Ne duyabiliyorsun? Paylaşırsan sevinirim.”

“Birileri konuşuyor ama benimle mi yoksa kendi aralarında mı, bunu anlayabilmiş değilim. Belki hatlar karışmıştır ya da telefon aygıt yöneticisi bir siber saldırıya uğramıştır.”

“Sanmıyorum. Bu her gün olabilecek bir hata değil. Benim telefonuma her gün o numaradan arandığıma dair bir uyarı mesajı geliyor. Sadece benden ne istediklerini bilmek istiyorum. Bilinmeyen numaralar servisi, telefonuma indirdiğim yardımcı eklenti, numaranın sahibinin kim olduğunu öğrenmemi sağlayamadı. Numaramdaki bazı rakamları ya da onların yerlerini değiştirmeyi deneyecektim ama bunun da anlamsız olduğunu düşündüm. Belki de haylaz bir veledin oyun çağı eylemlerinden biriydi bu. Hangimiz polisi ya da acil servisi arayıp da annemizin ocaktaki yemeği yaktığını ihbar etmedik ki? Hangimiz? Ya da gerçekten önemli bir konuydu.”

Konuşmayı sona erdirmek niyetinde değillerdi. Diyafona bağlanan aleti sahte sehpanın üzerine bırakıp öylece bekleyeceklerdi. Oktar bu arada bağlantı ücretinin tamamını karşı tarafın üstlenmesini istediğini belirten talimatnameyi operatöre çevrimiçi bildirmişti. Pasif güreşmenin ihtar gerektirdiği yazıyordu, telekomünikasyon talimatnamesinde. Yazıyordu, ancak o numaranın sahibinin cebine saracaktı. Ya görüşmeyi sonlandıracaklar ya da konuşmaya, gerçek anlamda ses vermeye başlayacaklardı. Yedi saniye, yedi dakika ve yedi saat geçti. Sehpanın üzerindeki cep telefonunun şarj seviyesi tırnaklarından beşi ışığını kaybetmişti. Bir saat sonra Çin malı telefon tamamen kapanacaktı. 

“Tam olarak duyabildiğin kelimeler var mıydı?” diye sordu Oktay. 

“Ölü ya da ölüm, patlama, santral, intihar… Buna benzer kelimeler duyduğumu sanıyorum. Emin olamam. Benimki sadece zan.” 

“Bir anlamı olmalı.”

Televizyonu açıp akşam haberlerini seyretmek üzere çift kişilik koltuğa kuruldular. Soda ve patlamış tatlı mısırla zaman öldürüp “prime time” da alay konusu olabilmek için kocalarını aldatıp yatakta basılmış numarasıyla afişe çıkan kadınları takip edeceklerdi. Telefonun şarjı bitti bitecekti. Oktar, can sıkıntısından olsa gerek, kırmızı çarpıya yumruk indirircesine görüşmeyi sonlandırma tuşuna dokundu. 

“Artık istese de bizimle iletişim kuramaz.” dedi. “Sen de o kadar önemseme böyle şeyleri. İnsanların yanlışlıkla yaptığı şeylerin sayısını bilsen aklını kaçırırsın. Geçenlerde üçüncü sayfa gazetesinde okumuştum. Adam avda kendisini vurmuş. Kurşun sert bir hayvan postundan sekip sağ gözüne isabet etmiş. Şu yük katarlarıyla yeniden keşfedilen gezegenlerden taşınan kürklü hayvanlardan biri olsa gerek. Demem o ki, şimdi bu işi bitirdik. O her kimse, kötü niyetli de olsa cesaret edip bizi korkutmayı başaramayacağından konuşamadı. Değmez, üstünde durmamalısın. Boş vermelisin.”

Oktar şimdi de haber spikerinin sevgilisinin kim olduğunu düşünüyordu. Ağabeyi de Oktar’ı yolcu ettikten sonra, hediye telefonu, bir hamlede, hangi manevrayla duvarın neresine ve ne hızla savurursa onun parçalarının bile para etmesini sağlamadan, arta kalanları faraşla çöpe taşıyabileceğini düşünüyordu. 

“Hediye olduğunu biliyorum ama…” dedi. “Onu elden çıkarırsam bana ne tepki verirsin?”

“O artık sana ait Oktay. Diğerlerine yaptığın gibi onu da bu duvarlardan birine savurup kırabilirsin. Kullanmadığım bir telefondu, ağabeyime armağan etmeyi uygun gördüm. Artık sorun çıkaracağını sanmıyorum. O adam kendisine geri dönecek kadar cesaretimiz olduğunu anlayınca bu uğraşından vazgeçecektir. Bence eli bir daha numaranı tuşlamaya gitmez.”

Spor haberleri ve para ödüllü bilgi yarışmaları can sıkıcıydı. Yatma vakti belirsiz. Karanlık koyu ve suskun. Korkunç, gece yarısı. İki kardeş ve bir cep telefonu. Geçmiş. Ölümcül ve kaza dolu. 

“Bir keresinde belgesel haber bültenlerinden birinde şuna benzer bir yayına tanık olmuştum.”

Yazın neşesini duyabiliyorlardı. Aydınlık gökyüzü ve bazı sesler. Susamış bir kadın, budama makasının tıkırtısı, radyodaki cızırtı, mutlu çocukların haykırışları… Yarına saklanmış olaylar. 

“Uzman ses bilimci, bilmem ne üniversitesinden profesör falan filan, yazılı ve sözlü iletişim unsurlarının uzayda sonsuza dek ilerleyemeyeceğinden bahsetmişti. ‘Sonsuza dek yol alamazlar, gidemezler, mutlaka takılacaklar, engellenecekler, duracaklardır. Bunu yarı küre delikler, sönük tabakalar, çekimsiz yerler ya da doğan güneşler, keşif gezegenleri, belki de kendi gibi olan izcikler yapar.’ Böyle demişti. Yani illa kayıt altına alınmak, bantlara izle işlenmek, kameralara çekilmek, defterlere not edilmek zorunda değiller. Ve bunlar sadece yazı ve sözle de olmak zorunda değilmiş. Elimi kaldırışımın izi uzayda yol alıyormuş. Çalıştığım santraldeki patlama, numaranı çaldıran kişinin düşünceleri, kırılmak üzere fırlatılan telefonun havada hangi çizgi üzerinde uçtuğu bilgisi de uzaya salınıyormuş. Dini temeli olan bir teori değil bu. Profesör bunu ispat etmiş. Nasıl mı yapmış? Tabii ki anlatacağım. Dinlesen iyi edersin.”

“Zamandan bol neyimiz var?”

“Eskiden insanlar yaptıklarının, ettiklerinin, işlediklerinin, ördüklerinin yanlarına kâr kalacağını düşünürlerdi. Yanılıyorlardı. Profesör bunu söylüyordu. Sonsuz ve derin karanlık uzayda, varlığı ispat edilememiş bir yansıtıcının kanıtlarını aramaya adamıştı kendini. Bu adam diyordu ki: ‘Zaman içinde, yansıtıcı aynalardan açılı dönüşle momentum kazanıp hızlanan ve sahibine iletilmek üzere, geldiği yoldan yürütülen her çeşit izcik, olayı sonuçlandırmak üzere hareket ediyor. Ben buna, koruyucu savunma mekanizması adını verdim. Bu yansıtıcının organik mi yoksa yapay mı olduğu belirsiz yapısı hakkında bilgi sahibi değilim. Belki üstün formda yaratılmış ya da evrim üstü dizgide kendilerine piramidin yukarılarında yer edinebilmeyi başarmış bazı varlıklar, bunu bize karşı kullanmak için monte etmişlerdir. Sonuçta uzay teleskoplarımızın, geniş mercekli göz mekiklerimizin görüntülemeyi başaramadığı bu yapı, orada bir yerde. Işık kirliliğinin, net karanlığın fonda belirmesinden sonra gözümüze çarpan yıldız parlamalarının, kusurlu görme fonksiyonlarımızın ve göz hastalıklarımızın ardında bir yerlerde. Belki sadece dünyamızı tarayıcı ekranında görmüyor. Kapsama alanı o kadar geniş ki… Belki de…’ Ve devam ediyor profesör: ‘Belki de o bizim eserimiz. Onu NASA fırlatmış olabilir. Belki de TÜBİTAK. Deney amaçlı yollanmıştı. Belki uzaylılarla etkileşime girdi ve yapısı değişti. Sonuçta faydalı bir şey.’”

“Bu telefonu kırarsam sana saygısızlık etmiş olur muyum?” 

Oktar alınmışa benziyordu. Umursamıyor değildi. 

“Sana bu olayın bilimsel açıklamasını yapıyorum.” dedi.  

“Bunun benim için önemi yok Oktar. Bu telefonu yok etmeye karar verdim. Bağlı yaşamaktansa, şuracıkta, kimselere haber vermeden, ardımdan birinin acil servisi ya da hizmet operatörünü arayacağını bilmeden, sessizce ve kendiliğinden ölmeyi yeğlerim. Bu telefonların bir anlamı yok benim için. Ayakta tek başına duramıyorsa bir insan, onun yardımına telefondaki ses koşsa ne yazar?”

Uzun ve derin bir suskunluk kabuk bağladıktan sonra, Oktay, hikâyenin devamını duymak istedi. 

“Yani sen diyorsun ki, Oktar,” dedi. “Beni arayan numara… Profesörün yansıtıcısından stratosfer operatörü nakil biriminden yerel şebekeye dek uzanan hattın başlangıç noktası, öyle mi?”

“Bu doğru olabilir. O sesleri hatırlamaya çalışıyorum. Ölüm, patlama, intihar, santral, ölü gibi kelimeler duyduğumu sandım. Sızıntı yaşanmış olabilir. Profesör haklı olabilir. Demem o ki, belki kusurlu kulak yapımız konuşulanların ancak o kadarını duymamızı sağlıyordur. Devamını bizim getirmemizi, noktayı koymamızı, boşlukları doldurmamızı istemiş olabilir bizden. Hatırlıyor musun? Bu telefonun aramızdaki bağları zayıflattığı düşünülmüştü. Seni aradığımda telefon ya telesekretere bağlanıyor ya da cevapsız çağrı bırakıyordu. Bana tavırlı yahut tepkili olabileceğini düşünmeme yetiyordu bu. Ama asıl neden bu değildi. Aleti sinyal ve şebeke dışı tutmanın nedeni bambaşkaydı. Böyle düşünmeye devam etseydim, benimle kavgalı ve dargın olduğunu sansaydım, santraldeki idari müdüre verilmek üzere hazırlanan yıllık iznimi kullanmak istediğimi bildiren dilekçemi kâğıt kırpma makinesine atardım belki. Ama bunu yapmadım. Yola çıktım. Oktay dediğimde insanlar bunun ne anlama geldiğini bilemiyorlar. Oktay, alfabemin kardeşçesinin ilk harfi, diyorum. Adının bu olduğunu söylüyorum. Kardeşime kavuştum. Eylemlerimizin bir iyi bir de kötü sonucu her zaman olur ağabey. Seçim şansımızın ve zamanımızın her daim olacağını düşünmek yüreğimize su serper. Rahatlayan içimiz sevinçle dolar. O yansıtıcının varlığına inanıyorum. Yansıtıcı bize bu mesajları taşıdı. Telefonu kırıp kırmamak sana kalmış. Bence o numarayı rehberdeki ilk haneye kaydetmelisin. Çaldığında açmalısın. Duymaya çalışmalısın. Anlamak istemelisin. Eylemlerimizin karşıt yansımaları olacaktır ağabey. Bunları yorumlamak ve taşımak bizim sorumluluğumuzda. Orada bir yerde…”

“Sanırım sana ve profesöre hak veriyorum.”

Sıkışıklığı açıp gevşetmenin zamanı gelmişti. Şubat güneşi, gölgede gizlenmiş soğuğa kalkan oluyordu. Ağaçlar patlayıp tomurcuklanmaya başlamıştı. Yalancı bahar… Hayat kitabındaki senaryoyu ellerine yüzlerine bulaştırmadan, metnin son sayfasına gelmişlerdi. İkisi de ayetlerin şaka olmadığını, oyunun alaya alınamayacağını söyleyen o kutsal metni akıllarına getirdiler.  Boynuzlu ateşin kanatlı kollarında boğulmak üzereyken, hayat onlara intihar süslü bir oyun hazırlamışken… 

Oktay: “O patlamada sana bir şey olsaydı,” deyip sözlerinin sonunu getiremeden dondu kaldı. Kardeşinin yanaklarına iki öpücük kondurup boynuna sarıldı. Yola koyuldular. Nereye gideceklerini bilmeden ve şükrederek. 

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447